FIKHU’S-SAHABE_05

Hz. Mikdad Bin Esved (R.Anh) 2

Hz. Muaz Bin Cebel (R.Anh) 4

Hz. Muğîre-Tebni Şu'be (R.Anh) 6

Hz. Muhammed Bin Mesleme (R.Anh) 9

Hz. Mus'ab Bin Ümeyr (R.Anh) 11

Hz. Nuaym İbn-Î Mes'ûd (R.Anh) 14

Hz. Nu'man Bin Mukarrîn (R.Anh) 16

Hz. Rıbı Bîn Amir (R.Anh) 18

Hz. Osman Bin Talhâ (R.Anh) 19

Hz. Osman Ibn-I Maz'un (R.Anh) 20

Hz. Sabit Ibn-I Kays (R.Anh) 21

Hz. Sa'd Bin Ebı Vakkas (R.Anh) 22

Hz. Sa'd Bin Ebı Ubade (R.Anh) 26

Hz. Sa'd Bin Ebı Muaz (R.Anh) 27

Hz. Sa'd Bin Rebı (R.Anh) 30

Hz. Saîd Bin Amir (R.Anh) 31

Hz. Saîd Bin Zeyd (R.Anh) 32

Değerlendirme Çalışmaları 34

ÜNİTE X.. 34

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 34

Hz. Salım Mevla Ebu Huzeyfe (R.Anh) 35

Hz. Seddat İbn-İ Evs (R.Anh) 35

Hz. Sehl Bin Hanıf (R.Anh) 36

Hz. Sehl Bin Sa'd (R.Anh) 37

Hz. Seleme Bin Hişam (R.Anh) 38

Hz. Seleme Bin Evka (R.Anh) 40

Hz. Sevban (R.Anh) 41

Hz. Selman El-Farisı (Ranh) 42

Hz. Süheyb-İ Rumi (R.Anh) 47

Hz. Sümâme Bin Üsâl (R.Anh) 49

Hz. Süraka Bin Malik (R.Anh) 50

Hz. Talha Bin Ubeydullah (R.Anh) 52

Hz. Tüfeyl Bin Amr (R.Anh) 53

Hz. Ubade Bin Samıt (R.Anh) 55

Değerlendirme Çalışmaları 58

ÜNİTE XI. 58

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 58

Hz. Ukayl Bin Ebî Talıb (R.Anh) 59

Hz. Ukbe Ibn-I Amir El-Cuhenı (R.Anh) 59

Hz. Umeyr İbn-I Vehb (R.Anh) 60

Hz. Übey Bin Ka'b (R.Anh) 62

Hz. Üseyd Bin Hudayr (R.Anh) 64


Hz. Mikdad Bin Esved (R.Anh)

 

Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı başlayacağı sırada, Peygamberimiz Ashabın ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişare etti. Henüz Müslümanlar çok azdı.

Harp için hazırlıkları yok sayılırdı. Maddî imkânları azdı. Önce Hz. Ebû Bekir'in ve Hz. Ömer'in fikirlerini aldı. Onlardan herbiri:

"Hiçbir hizmet ve fedâkârlıktan geri durmayız," diyerek, Rasûlullah (sav)'ın dilediği gibi hareket etmesini istediler. Hz. Mikdâd şöyle konuş­tu:

"Ey Allahın Rasûlü! Cenâb-ı Hakkın emirleri ne ise, bize bildir. Biz, size itaat ederiz. Yahudilerin, Hz. Musa'ya söyledikleri gibi, "Sen, Rabbinle beraber git de, düşmanlarla savaş!.. Biz burada, seni bekleyicileriz" demiyoruz. Biz hepimiz, senin sağında, solunda, önünde, arkanda harp etmeye hazırız.

Bu sözleri işiten sevgili Peygamberimizin mübarek yüzleri aydınlandı. Çok memnun oldular. Çünkü kuvvetli bir müşrikler ordusu üzerlerine geliyordu.

Onun, bu feragat ve şecaat misâli özlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz, ona dua etti.

Hz. Mikdâd'ın söyledikleri çok tesir etti. Diğer Ashâb da, onun gibi konuştular. Böylece, İslâmın ilk harbi ve ilk zaferi gerçekleşti.

Bedir savaşında büyük bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved, bu savaşta İslâm ordusunda süvari idi. Bunun için kendisine, Rasûlüllahın süvarisi denilirdi.

Hz. Mikdâd, ok atmakta, binicilikte son derece mahir bir yiğitti. Bedir'deki kahramanlıktan siyer ve hadis kitaplarında anlatılmaktadır.

Hz. Mikdâd, Müslümanlığı kabul eden ilklerdendir.

Bir gün Hz. Mikdâd ve iki arkadaşı, iyice yorgun ve aç idiler. Sonunda, Efendimize gittiler. Avluda, 3 keçi bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz onları, perişan hâlde görünce buyurdu ki:

Şunları sağınız da, sütleri paylaşınız!

Sevinerek öyle yaptılar ve açlıktan kurtuldular. Sonraki günlerde de, aynı şekilde hareket etmeye başladılar. Her akşam hâne-i saadete, Pey­gamber Efendimizin huzur verici evlerine gelirler, kendilerine ayrılan odaya girmeden önce, keçileri sağarlar, karınları doyuncaya kadar içerler, Peygamber efendimizin paylarını da ayırırlardı.

İki cihanın Sultam, şayet onlardan sonra gelirlerse, uyanık olanların duyacağı, fakat, uyuyanları uyandırmayacak bir sesle; selâm verirler, gece namazlarım kılarlar, süt kabındaki kendi paylarına ayrılan sütü içerlerdi.

Bir akşam Peygamber efendimiz, Ensara davetli idiler. Hz. Mikdâd, "Nasıl olsa orada, izzet ve ikram edilecekler. Evdeki sütü içmeye, ihtiyaç duymayacaklar!" diye düşündü.

İşte o duygularla, Peygamber efendimizin süt payını da içiverdi. Ama içtiği anda, pişman oldu ve, "Peki şimdi, ne olacak? Biraz sonra Peygamber efendimiz gelip, sütlerini içmek isterlerse. Sütü bulamayınca da üzülürlerse..." diye düşünmeye başladı.

Yattığı yerde, bir türlü uyuyamıyordu. Üzerinde, bir örtü vardı. Başım örtse, ayaklan; ayaklarını örtse, başı açıkta kalıyordu.

Nihayet Peygamber efendimiz teşrif ettiler. Her zamanki gibi yavaşça selâm verip, gece namazlarını kıldılar. Süt kabına baktılar. Tabiî kap bom­boştu!..

Hz. Mikdâd'ın yüreği, hızlı hızlı çarpıyordu. Peygamber efendimiz ellerini kaldırdılar ve;

"Yâ Rabbî! Bize yedirenlere, Sen de yedir. İçirenlere, Sen de içir!" diye dua ettiler.

Kulaklarına inanamıyan Hz. Mikdâd, sevinçle üzerindeki örtüyü attı. Yavaşça doğrulup, keçilerin bulunduğu yere vardı.

Az önce onları sağmıştı, fakat, "Hangisinde süt bulursam, biraz alayım da, Peygamber efendimize takdim edeyim" diye karar verdi.

Hayretle gördü ki, keçilerin hepsi de sütlüydü... Hemen sağdı. icap tamamen dolmuş, üzeri süt köpükleriyle süslenmişti.

Dökmeden getirdi. Kâinatın Efendisine dedi ki:

"İçiniz yâ Rasûlallah!"

Peygamber efendimiz hayretle sordular:

 

"Yâ Mikdâd! Sizler bu gece, süt içmediniz mi? O tekrar ricada bulundu:"

 

 

"İçiniz, yâ Rasûlallah!"

Sevgili Peygamberimiz alıp içtiler. Sonra da süt kabını, kendisine uzat­tılar. Artan kısmı da, o içti. Büyük lezzet ve haz duymuştu. Peygamber efendimizden artan sütün, harareti söndürücü olduğunu hissedince güldü.

O zaman Resûl-i Ekrem sordular:

 

"Ne oldu yâ Mikdâd?"           

 

 

O da, bütün yaptıklarını ve üzüntüsünü bir bir anlattı. İki Cihan Güneşi tebessüm ettiler ve buyurdular ki:

 

"Bu hâl, Cenâb-ı Hakkın bizlere rahmetidir. Allahû Teâlâ'ya şükrede­lim!"

 

 

Hz. Mikdâd, uzun boylu, iri; fakat yakışıklı bir zât idi. Bir arkadaşının akrabâsıyla evlenmek istedi. Nedense arkadaşı razı olmadı. O da durumu, Peygamber efendimize bildirdi.

Çok kırıldığını anlayan sevgili Peygamberimiz, kendisini memnun etmek istediler. Öz amcalarının kızı, Hz. Dıbaa ile evlenmelerini sağladılar. Bu sayede, Allahû Teâlâ'nın Rasûlüyle akrabalık şerefine erişmiş oldu.

Hz. Mikdâd bütün müşküllerini Peygamber efendimize sorarak halled­erdi. Bir gün Peygamber efendimize sordu:

"Yâ Rasûlallah! Ben bir kâfirle dövüşürken, o, bir kolumu kesse, sonra da, ağaç arkasına sığınıp, "Allah rızâsı için, Müslüman oldum" dese, onu öldürmek, benim için caiz midir?"

Peygamber efendimiz buyurdular ki:

 

"Hayır! Onu öldürme!"

 

 

Fakat o, benim kolumu kestikten sonra Kelime-i Şehâdet getir­miş bulunuyor. Böyle olduğu hâlde, onu öldürmiyeyim mi?

Allah'ın Rasûlü tekrar buyurdular ki:

 

"Onu öldürme! Çünkü, Müslüman olduktan sonra öldürürsen, onun "şehâdet" getirdikten önceki hâline dönersin. O da senin, onu öldürmenden önceki hâline döner."

 

 

Hz. Mikdâd, Peygamber efendimizin vefatlarından sonra da gazadan gazaya koştu. Kılıç kullanması ve ok atması kadar, hafızlığı da mükem­meldi. Savaş meydanlarında mücâhidleri, Kur'ân-ı Kerîm okuyarak da coşturuyordu.

Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan, Ecnadin muharebesinde akılları şaşır­tan işler başardı. Yüzlerce hafız-ı Kur'ânı etrafına toplamış, İslâm asker­lerine heyecan ve şevk veriyordu.

Hz. Ömer zamanında, Mısır seferi açıldı. Oraya giden İslâm kuman­danı, Halîfeden yardım istedi. Hz. Ömer, ona gönderdiği mektupta şunları yazdı:

Sana yardım için, dört Müslümanı yolluyorum! Çünkü onların her biri, bin askere bedeldir. Haydi, Allah yardımcınız olsun.

Bin kişiye bedel" Müslümanlardan biri de, Hz. Mikdâd (R.a.) idi. Evvel Allah, sonra onların yardımıyla; bereketli Nil vadisi fethedildi. Mısır'ın karanlık topraklan, İslâm ışıklarıyla nûrlandı.

Peygamber efendimizin Medine'ye hicretlerinden 24 yıl sonra idi. Hâinin biri, halîfe Hz. Ömer'i hançerledi. Hayatından ümit kesildi. Yerine geçecek halîfeyi bildirmesini istediler. O da en kıymetli akı Müslümanı seçti. Onların hepsi sevgili Peygamberimiz tarafından Cennetle müjde­lenmiş kimselerdi...

Halîfe daha sonra, Hz. Mikdâd'ı çağırdı. Kendisine;

"Ey Rasûlüllah'ın süvarisi! Beni kabrime koyar koymaz, sen de, bu 6 Müslümanı bir eve topla! Aralarından birini halîfe seçmedikçe onları bırakma," emrini verdi.

Hz. Ömer'in bu derece güvenini kazanan Hz. Mikdâd, vazifesini eksiksiz yerine getirdi. Hz. Osman (R.a.), halife seçildi.

Bir müddet sonra Halifenin huzuruna, bazı işadamları geldiler. İşleri­ni anlatırken, Hz. Osman 'ı, yüzüne karşı övmeye başladılar. O zaman Hz. Mikdâd, yerden bir avuç toprak aldı. Övücülerin yüzlerine fırlattı.

Niçin böyle yaptığını soranlara da buyurdu ki:

Çünkü Rasûl-i Kibriya; "Yüzünüze karşı sizi övenlerin yüzlerini, toprakla bulayınız" buyurmuşlardı.

Hz. Mikdâd, Hz. Ebû Bekir'in halifeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ebû Bekir, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu heyete Hz. Mikdâd bin Esved'i de almıştır.

Hz. Mikdâd gittiği her yerde, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif öğret­meye gayret ediyordu. Mısır'da iken adamın biri, onun yüzüne bakıp, "Resûl-i Ekremi gören, bu gözlere ne mutlu!" deyiverdi. Hz. Mikdâd biraz da üzülerek şunları söyledi:

Sizleri bunu söylemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Rasulüllah'a karşı tavrınızın ne olacağını biliyor musunuz? Atlaha yemîn ederim ki, Rasûlüllah efendimiz, kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Hâlbuki Allahû Teâlâ'nın sizi bu devirde yaratması sebebiyle, Rasûlüllah (sav)ın size getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah'ı biliyor ve ona îmân ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti."

İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Rasû­lüllah efendimiz, insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları câhiliyet ve vahşet devrinin en şiddetlisinde gönderilmiştir. O Kur'ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân yerleştikten sonra, îmân etmeyen babasının, çocuğu­nun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu.

Kimsenin Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve îmân etmesi­ni arzular, bunun için çırpınır, Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu hususta Allahû Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle duâ etmeyi emretti:

 

"Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet."

 

 

Hz. Mikdâd 653 yılında 70 yaşlarında hastalandı. Çok geçmeden Hakkın rahmetine, Rasûlü'nün hasretine kavuştu. Hz. Osman (R.a.) buyurdu ki:

Ey Müslümanlar! Sevgili Peygamberimiz bizlere bildirdiler ki:

 

"Allahû Teâlâ, Ashabımdan 4 kişiyi çok sevdiğini; benim de, onları sevmemi emir buyurdular. Onlar: Ali, Mikdâd, Selmân ve Ebü Zer'dir."

 

 

Cenaze namazını bizzat, Hz. Osman (R.a.) kıldırdı. Hz. Mikdâd'ın doğum yeri olan Behrâ, Arab Yarımadası'nın güneyindedir. Kabilesi diğer kabilelerle, kan davası içinde idi. Bu yüzden önce Kinde taraflarına, sonra da Mekke'ye geldi. Mekke'de, kendisini çok seven Esved bin Abd-i Yegus, Hz. Mikdâd'ı evlâd edindi. Asıl babasının ismi Amr olduğu hâlde, Esved'in oğlu olarak anındı.

Hz. Mikdâd ilk Müslümanlardandır. Müslüman olduğunu gizlemeyen yedi mücâhidden biri oldu. Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimize îmân edip, putlara tapınmaktan vazgeçerek Müslümanlığı yeni kabul edenlerin hepsine eziyet ve işkence etmeye başladılar.

İslâmiyeti kabul eden Hz. Mikdâd ve diğer kimsesiz Müslümanları yakalayıp, elbiselerini soydular. Demirden zırhlar giydirerek güneşin altında, kızgın kumların üzerine yatırarak saatlerce, hatta günlerce, işkenceleri artırarak devam ettiler.

Müslümanları her gördükleri yerde yakalayıp hapsediyorlar, akla ve hayâle gelmedik işkenceler yapıyorlardı. İşkenceler, sonunda dayanılmaz bir hâl alınca, diğer Müslümanlarla beraber Habeşistan'a hicret etmelerine izin verildi. Mikdâd bin Esved de, Habeşistan'a hicret eden ikinci kafilenin içinde yer aldı. Peygamberimizin Medine'ye hicretine kadar orada kaldı. Buradan Medine'ye döndü.

Mikdâd bin Esved Medine'ye gelince, Rasûlüllah efendimiz, onu haber toplaması için Meke'ye gönderdi. Çünkü Peygamberimiz Mekke'deki müşriklerin durumunu araştırıp, Müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Nitekim daha önce Utbe bin Cezvan da, bu maksatla Mekke'ye gönderilmişti.

İşte bu sıralarda Mekkeli müşrikler, birkaç koldan Medine'ye akın için hazırlanmışlar, keşfe çıkmışlardı. Hz. Mikdâd ile Hz. Utbe de bunların arasına sokularak beraberce ilerlediler. Rasûlullah efendimiz de tam bu sırada Ubeyde bin Hâris'i keşif için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medine'ye döndüler.

Hz. Mikdâd cesur, gözüpek ve fedakâr bir Müslümandı. Bütün önemli hâdiselerde, ona vazife verilirdi. Hileyle esir ve şehid edilen, Hz. Hubeyb'in mübarek cesedi, müşriklerin elindeydi. Bunu istemeyen Efendimiz, Hz. Ebû Zer ile Hz. Mikdâd'ı vazifelendirdi. Her hususta, Kur'ân-ı Kerîme ve sevgili Peygamberimize uygun hareket ederdi. Kur'ân-ı Kerîmi baştan başa ezberlemişti. Hafız idi. Çünkü Resül-i ekrem buyurmuştu ki:

 

"Kur'ân-ı Kerîm'e sarılınız! Çünkü o şefâ'at eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur'ân-ı Kerîm'in emirlerine uyarsa, Kur'ân-ı Kerîm, onu Cennete götürür."

 

 

Kim de Kur'ân-ı Kerîmin emirlerine sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur'ân-ı Kerîm en hayırlı yolu gösterir. Güzellikleri sayılamaz. Alimler ona doymazlar. O hakikate ulaşmak için Allanın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur'ân-ı Kerîmi duydukları zaman, hayretten, "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız" dedikleri hakikattir."

Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşur­du. Ancak işlerin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor:

Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylememi Çünkü buna dâir Rasûlüllah'tan bir şey sorulmuştu da, şu cevâbı vermişti:

"İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!"

 

 

 

[1]

Kur'an-ı Kerim'i hayat rehberi edinenler, O'nun uğrunda her türlü bedele katlanmayı göze alanlardır. Kur'an'a bağlılık, bir insanı tanımada en önemli kriterdir. Kur'an'a sarılmayan ve bağlı kalmayanlar, her hangi bir değer ifade etmezler. Sahabe nesli her şeye rağmen hüsn-i hatimeyi/güzel sonu esas alırlardı. Son nefeste imanla gitmeyi çok önem­siyorlardı. Son nefeste imanla gitme hassasiyeti, bir sahabe hassasiyetidir.

 

Hz. Muaz Bin Cebel

(R.Anh)

 

Ensârın ileri gelenlerinden bir sahabedir. Adı, Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensâri el-Hazrecî'dir. Künyesi, Ebu Abdurrahman"dır. On sekiz yaşında müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz'le birlikte bütün savaşlara katılmıştır. Rasûlüllah (sav) onu Muhacirinden Abdullah b. Mes'ud ile kardeş yapmıştı. Muhammed b. Sa'd: Muaz, uzun boylu, beyaz tenli, güzel dişli, iri gözlü, çatık kaşlı ve kıvırcık saçlıydı" diye tanımlamıştır.

Hz. Peygamber kendisini çok seviyor ve zaman zaman: "Ey Muaz seni seviyorum" demek suretiyle bu sevgisini açığa vururdu. Ashâb arasında da, yüz güzelliğinin yanında, yumuşak huyluluğu, hayası, cömertliği ile tanınıyordu. Onu Hz. Ömer de çok seviyordu. Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "Analar bir daha Muaz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu, şayet Muaz benim hilafetim zamanında yaşamış olsaydı onu kendimden sonra halife tayin ederdim ve Rabbim bana onu niçin halife tayin ettiğimi sorduğunda da: Ya Rabbi, senin Rasûlün'ü, Alimler kıyamet gününde bir araya geldiklerinde Muâz, bir ok atımı (veya bir taş atımı) onların önünde olacak" derken işittim, diye cevap verirdim" demiştir.

[2]

Hz. Muâz, sünnete de son derece bağlıydı. Bir gün peygamber (sav) mescidin kıble duvarında tükrük görmüş ve bunun üzerine:

"Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz Rabbi ile münâcât eder (söyleşir). Rabbi, kendisi ile kıblesi arasındadır. O halde hiç biriniz kıblesine karşı tükürmesin. Mutlaka tükürmesi gerekirse, ya sol tarafına veya sol ayağının altına tükürsün... " buyurmuştur.

Bunun üzerine Muâz (r.a): "İslâmiyet'i kabul ettiğim günden beri sağ tarafıma tükürmüş değilim (çünkü sağ tarafta insanın sevaplarını yazan melek vardır)" demiş ve bu hareketiyle Rasûlüllah'a ne kadar bağlı olduğunu göstermiştir.

[3]

Muâz b. Cebel'in diğer bir özelliği de Kur'ân'ı ezbere bilmiş olması ve onu güzel okumasıdır. Bunun için Sevgili Peygamberimiz:

"Kur'ân'ı dört kişiden öğrenin: Abdullah b. Mes'ûd, Ubey b. Kâ'b, Muaz b. Cebel ve Ebu Hüzeyfe'nin âzadhsı Salim" buyurmuştur.

Aynı zamanda Hz. Peygamber zamanında Kur'ân'ın toplanmasında emeği geçenler­dendir.

[4]

Muâz (R.a), yaşayışında zühd ve takvaya da büyük önem verirdi. Geceleri teheccüd namazı kılar ve namaz sonunda: "Allahım! şu anda gözler uykuda ve gökte yıldızlar parlamış durumda. Sen ise, diri, her an yaratıklarını gözetip duransın... Rabbim bana dünya ve âhirette hidâyet nasib et! şüphesiz Sen vaadinden dönmezsin" diye duâ ederdi.

[5]

İbn Mes'ûd, Muaz (R.a) hakkında: "Şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir kimse idi; Allah'a şirk koşanlardan olmadı" demiştir. Bunun üzerine ona, bu sizin söyledikleriniz Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim hakkında söylenmiştir[6] denildiğinde: "Muaz da böyleydi; hayrı biliyor, ona uyuyor, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ediyordu" cevabını vermiş ve onu İbrahim (a.s)'e benzetmiştir.

[7]

Muaz (R.a), Sahâbe'den Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer vs.'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden hadis rivayet edenler arasında Enes b. Malik, Mesruk, Ebu't-Tufeyl, Esved b: Hilâl, Ebu Müsîim el-Havlânî, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Ganem gibi zevat gelmektedir. Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sâdece yüz elli yedidir.

[8]

Hz. Muaz, aynı zamanda sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (ince anlayış) sahibiydi. Daha Rasülüllah'ın sağlığında fetva vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim içerisinde helâl ve haramı en iyi bilen Muaz b. Cebel'dir" demiştir.[9] Peygamber Efendimiz onu, İslâm'ı anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen'e gönder­mişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen konuşmayı Muaz (R.a) şöyle anlatır: "Allah Rasûlü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?" Ben:

"Allah'ın kitabmdakilerle" diye cevap verdim.

"Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi."

"Allah Rasûlü'nün hükmettiği ile, dedim.

"Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde:

"Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, razı olduğu şeyde başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashabımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mek­tup yazdı.

[10]

Rasûlüllah (sav), Muaz b. Cebel (R.a.)'a şu tavsiyelerde bulundu:

"Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "Lâ ilahe illallah'ür" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle hükmet. Cenab-ı Hak, sende samimiyet görürse yardımını ihsan eder, muvaf­fakiyet verir. Eğer içtihâddan âciz kalırsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için bekle, yahut meseleyi bana büdir. Nefsinin arzularına uymaktan çekin. Nefsin arzuları insanı Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et. "Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını bildir.[11] Ve şu mübarek sözleriyle vedâlaştı: "Ey Muaz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah seni dinde başarılı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan, sağından, solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü belâ ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini uzaklaştırsın. Ey Muaz, belki mescidi­mi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (R.a), üzüntüsün­den ağlayarak ayrıldı. Netice Allah Rasûlü'nün tahmin ettiği gibi oldu.

Muaz, Hz. Ebu Bekr'in halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de Taun hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat etti.

[12]

Muaz bin Cebel (R.a.), zaman zaman şu çağrıyı yapardı. "Otur bizim­le, bir saat iman edelim seninle! İbn-i Revaha (R.a.) bu sözü aldı ve Ebû Derda (R.a.)'ın elini tutarak "Gel bir saat iman ede­lim. Zira kalb iyice kaynadığı zaman tencereden daha çok alt üst olur" dedi. Bunları iki sahabeden aldık. Bu nasihatlar davet fıkhı hakkın­dadır. Bununla İslam davetçisini her vazu nasihatta oturmaya, iman üze­rine tefekküre, nefsini, ilmini ve azmini mütâlaaya çağırıyoruz.[13] İman, bütün ölçü­lerin başıdır. İmanın ölçüsüne uymayan hiçbir şey mü'mini bağlamaz.

Muâz bin Cebel (R.a.)'ın sahabelere yönelik "Gelin bir saat iman edelim" çağrısının bir manası da, "Gelin seçilmiş bîr iman saatinde buluşalım" demektir. İman terbiyesi, bir zarurettir. İşte Muâz bin Cebel (R.a.)'in çağrısı, itina edilmiş, özen gösterilmiş, iman terbiyesinden geçi­rilmiş, diri ve duru bir İslâmî hayatın çağrısıdır.

 

Hz. Muğîre-Tebni Şu'be

(R.Anh)

 

Meşhur Arap dâhilerinden Mugire der ki: Biz Araplar içinde, dinine son derecede bağlı ve Lât putunun hizmetçisi bir kavimdik. Kavmimizin Müslüman olduğunu görecek oisam bile, onlara tabi olmayacağımı sanırdım. Mâlikoğullarından bir heyet, Mısır meliki Mukavkıs'a gitmek ve hediye sunmak üzere hazırlanmışlardı.

Onlarla birlikte ben de, gitmek üzere hazırlanmıştım. Amcam Urve bin Mes'ûd'a danıştım. Gitmekten men etti ve dedi ki:

Kardeşlerinden hiç kimse senin yanında değil!

Ben, onun sözünü dinlemedim. "Mutlaka gideceğim!" dedim. Onlarla birlikte yola çıktım. Nihayet, İskenderiye şehrine vardık.

Mukavkis, bana baktı ve birisine, kim olduğumu ve ne istediğimi öğrenmesini emretti. O kimse, benden sordu. Ben de kim olduğumu ve kendisini görmeye geldiğimi haber verdim. Bunun üzerine Mukavkis, kiliseye indirilmemizi ve orada ağırlanmamızı emretti. Ağırlandık.

Sonra, Mukavkis bizi çağırdı. Mâlikoğullarının liderine baktı. Onu, yakınına getirtti. Birlikte oturdular. Sonra, ona sordu:

"Bütün bunlar, Mâlikoğullarından mıdırlar?"

“Evet! Ancak, bîr tek kişi müttefiklerdendir.”

Sonra beni gösterdi. Oradaki cemaatten, Mukavkis'a en önemsiz olanı ben idim. Sonra aralarında şu konuşmalar geçti:

“Sizinle benim aramda bulunan Muhammed ve Ashabının, sizi takip­lerinden nasıl kurtulabildiniz?”

“Onlardan korkumuzdan ötürü, deniz yolunu tercih ettik!”

“Onun, sizi kabule davet ettiği şey hakkında ne yaptınız?”

“Bizden hiçbir kimse Ona tabi olmadı!”

“Niçin tâbi olmadı?”

“O, şimdiye kadar ne atalarımızın, ne de hükümdarların tutmamış olduğu, sonradan çıkma bir din getirdi bize! Biz, atalarımızın tuttukları dine bağlıyız!”

“Onun davetini, kavmi nasıl karşıladı?”

“Ona, kavim'in gençleri tabi oldular ve Onu, kavminden ve başka Araplardan olan muhaliflerine karşı korudular. Aralarındaki çarpışmada bir kere kavmi, bir kere de O yenildi!”

“Siz, Onun kabule davet ettiği şeyleri, bana dosdoğru haber verir misiniz?”

“O, atalarımızın yapa geldikleri ibâdeti bırakmaya ve kendisine hiçbir şeyi şerik koşmadan bir Allaha ibâdet etmeye, bizi davet ediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye davet ediyor!”

“Namaza ve zekâta mı dediniz? Bunlar için vakit ve adet belli edilmiş midir?”

“Geceli gündüzlü her gün, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakit­lerinde olmak üzere, beş kere namaz kılarlar.

Her yirmi miskal doldukça, altından kırktabirini, beş deveyi buldukça bir koyun zekât verirler! Bütün malların zekât nisablarını bildirdiler.”

Mukavkis, Mâlikoğullarının namaz vakitleri ve zekât nisabi hakkında verdikleri bilgiler üzerine, sorularına şöyle devam etti;

“Onun, almış olduğu zekâtı, nereye koyduğunu, nerelere harcadığını biliyor musunuz?”

“Yoksullara veriyor.  Hısım ve akrabayı görüp gözetmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Faizi, zinayı, içkiyi ve Allahtan başkası adına kesilen kurbanın etinden yemeyi yasaklıyor!”

Onların bu cevapları üzerine Mukavkis dedi ki:

“O halde, O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer O, Kiptîlere ve Rumlara gelmiş, erişmiş olsaydı, onlar, Ona tabi olurlardı. Çünkü, isa bin Meryem, onlara bu hususta emir vermişti. Kendisinden önce gönderilmiş olan Peygamberler de, Onu tarif etmişler ve sıfatlarını bildirmişlerdir.  Şu'be Neticede zafer Onun olacak, kendisine kimse karşı koyamayacak, dîni­ni, ayakların bastığı her yere eriştirecek, kavmi Onu, mızrakları ile koru­yacaktır!”

Mâlikoğulları dediler ki:

“Bütün halk, Onun dînine girmiş, Onun yanma toplanmış olsalar da, biz, Onun dînine girmeyiz, yanına varmayız!”

Mukavkis hayretinden başım salladı ve aralarında şu konuşma geçti:

“Siz boştasınız ve oyalanıyorsunuz. Peki, Onun, kavmi arasındaki soyu sopu nasıldır?”

“O, kavminin soy sop yönünden en üstünü ve seçkinidir.”

“Mesih yani Hz. İsa ve bütün Peygamberler de, böyle, mensup bulun­dukları kavimlerin soy sop yönünden üstün ve seçkinleri arasından seçilip gönderilmişlerdir. Onun, sözlerindeki doğruluğu nasıldır?”

“Doğru sözlülüğünden dolayı Ona Emîn adı takılmıştır.”

“Bakınız şu işinize! Aranızdaki işlerde doğru ve doğru sözlü olan bir kimsenin, Allaha karşı yalan söyleyebileceğini mi sanıyorsunuz? Ona tâbi olan kimlerdir? Gençlerdir!”

“Mesîh ve daha önceki Peygamberlere ilk tabi olan, bağlananlar da, gençlerdi! Tevrat sahibi olan Medine Yahudileri, Ona karşı ne yaptılar, nasıl davrandılar?”

“Ona aykırı davrandılar. O da, üzerlerine yürüyüp onları öldürdü ve esir etti. Her tarafa dağıldılar.”

“Onlar kıskançlık yapıyorlar, Onu kıskanıyorlardı.”

Mâlikoğulları, hediyelerini Mukavkis'in önüne koydular. Mukavkis, sevindi  ve adamlarına,  onların alınmasını, kendilerine bahşişler verilmesini emretti. Bahşiş verilirken onların bâzısını bâzısına üstün tuttu.

Bana gelince, kıstılar. Söylemeye değmez az ve ehemmiyetsiz bir şey verdiler. Sonra Mukavkis'in huzurundan çıktık.

Hz. Muğire diyor ki: Mukavkis'tan işittiğimiz sözlerden, Muhammed aleyhisselâma karşı rezil rüsva ve süklüm püklüm olduk. Kendi kendimize, "Yabancı hükümdarlar bile Onu tasdik ediyorlar da, bizler, Onun akrabası ve komşuları olduğumuz ve dâvetçisi evlerimize kadar geldiği hâlde, Onun yanma uğramryoruz!" dedik. Yerlerimize döndük.

İskenderiye'de oturduğum müddetçe, girmedik kilise bırakmadım. Karşılaştığım bütün Kibtî, yâni Mısır halkından ve Rum din adamlarından Muhammed aleyhisselâmm sıfatını sordum.

Bunlardan biri de, Ebû Guseym kilisesi reisi Kibtî papazı idi. Kibtîler onun rızâsını ve duasını almak için yanına gelirlerdi. Ben, ibâdete ondan daha düşkün bir kimse görmemiştim. Kendisine dedim ki:

“Peygamberlerden, gelmeyen kim kalmıştır? Bana haber ver!”

“Olur! O, Peygamberlerin sonuncusudur, Onunla, İsa bin Meryem arasında, Peygamberlerden hiç kimse yoktur. İsa Peygamberin, kendisine uymayı bize emretmiş olduğu Peygamber, Odur!”

“O Peygamber, ümmîdir ve Araptır. Onun ismi, Ahmed'dir, Kendisi, ne uzun, ne de kısa boyludur. Onun gözlerinde biraz kırmızılık vardır.”

Kendisi, ne çok beyaz, ne de esmerdir. Saçını uzatır, elbisenin kalınca olanından giyer, yemeklerden bulduğu ile iktifa eder, kılıcını boynunda taşır, kendisiyle çarpışmaya kalkmadıkça, kendiliğinden, kimse ile çarpışmaz.

Onun yanında, kendilerini Ona feda eden, Onu, kendi evlâtlarından ve babalarından daha çok seven Eshâbı bulunacaktır.

“O, Selem ağaçlarının yetiştiği yerden, Harem'den çıkacak, bir Harem'e gelecek, çorak ve hurmalık bir yere hicret edecektir. İbrahim aleyhisselâmm dîninde bulunacaktır!”

“Bana, Onun sıfatını biraz daha açıklasan olur mu?”

“O, kendisinden önceki Peygamberlerde bulunmayan birtakım haslet ve imtiyazlarla, kendisi mümtaz kılınmıştır. Her Peygamber, yalnız kendi kavmine gönderildiği halde, O, bütün insanlara gönderilecektir!”

“Bütün yeryüzü Ona mescid ve temiz kılınacaktır. O, namaz vaktini nerede idrâk ederse, orada namazını kılacaktır.”

Hâlbuki kendisinden önceki Peygamberler, namazlarını, kiliseler ve havralardan başka yerlerde kılamazlardı! Hz. Mugire diyor ki:

“Onun ve başkalarının bütün bu söylediklerini aklımda tuttum.”

Mâlikoğulları, ailelerine hediyeler satın aldılar. Sevinçli idiler. Onlardan hiç kimse de, bana hiçbir fedâkârlıkta bulunmadılar.

Yola çıktılar ve yanlarına da, içki aldılar. İçki içiyorlardı. Her türlü rezaleti yapıyorlardı.

Taife dönünce, kavmime, Mukavkis'in beni hor, hakîr gördüğünü haber verecekler diye, Mâlikoğullarını öldürmeyi tasarladım. Irak'ta Bassak nehri yanında bulunduğumuz sırada, yalandan hastalandım ve başımı bağladım. Bana, "Neyin var?" diye sordular.

Ben de, "Başım ağrıyor!" dedim. Şaraplarını ortaya koydular ve beni çağırdılar. Onlara dedim ki:

Başım ağrıyor, ben, içemeyeceğim. Fakat, sizinle oturur, size içirebilirim.

Hiç itiraz etmediler. Oturdum, onlara içirdim. İçtikçe iştahlandılar ve daha çok içtiler. En sonunda sarhoş bir hâlde sızıp kaldılar.

Ben de, onların üzerlerine çöküp, hepsini öldürdüm. Yanlarında bulu­nan bütün malları alıp, Medine'ye geldim. Peygamberimizi, mescidde Eshâb-ı kiramla birlikte otururken buldum. Üzerimde yolcu elbisesi vardı. Kendisine, İslâm selâmı ile selâm verdim. Hz. Ebû Bekir bakınca, beni tanıdı. Bana dedi ki:

Urve'nin kardeşinin oğlusun galiba?

Ben de, "Evet! Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Rasûlullah olduğuna şehâdet ediyorum!" dedim. Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

“Allaha hamdolsun ki, seni hidâyete kavuşturdu, İslâmiyete ulaştırdı.” Hz. Ebû Bekir sordu:

“İskenderiye şehrine emniyet ve selâmetle vardınız mı?”

Evet!”

“Seninle birlikte bulunan Mâlikoğulları ne yapıyorlar, nasıllar?”

“Onlarla bizim aramızda olan, bâzı Araplar arasında olan şeydir. Biz, şirk  dînindeydik. Onları, öldürdüm.   Elbiselerini soyup Rasûlüllah efendimize getirdim. Beşte birini çıkarsın, yahut onlar hakkında ne yap­mayı uygun görürse, öyle yapsın. O, müşriklerden bir ganimettir. Ben, artık Muhammed aleyhisselâmı tasdik eden bir Müslümamın!” Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

“Senin Müslümanlığını kabul ettim. Fakat, onların mallarından ne bir şey, ne de beşte bir alırım. Çünkü, o, bir gadrdır, yâni zulümle, hileyle alınmıştır. Gadrde ise, hayır yoktur!”

 

 

Peygamber efendimiz böyle buyurunca, dedim ki:

“Yâ Rasûlallah! Ben, ancak kavmimin dîninde bulunduğum sırada onları öldürmüş, sonra da, Müslüman olup, şimdi huzurunuza gelmiş bulunuyorum!”

Rasûlullah efendimiz tekrar buyurdu ki:

 

“İslâmiyet, kendisinden önce olup bitenleri düşürür, siler!”

 

 

Mukavkis'in söylediklerini, Kibtî, yani Mısırlı ve Rum din adamlarına sorduğum soruları ve onlardan işittiklerimi Peygamber efendimize haber verdim. Resûlullah efendimiz çok memnun oldu ve bunları, Ashabının da işitmelerini istedi. İki, üç gün de, onlara anlattım.

Hz. Muğire, Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin yanında bulunup, Ona hizmet etti. Seriyyelerde kumandanlık ve mücahitlik yaptı. Bey'at-i Ridvânda bulundu. Hudeybiye antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi.

Mekke'nin fethine, Huneyn gazasına ve Tebük seferine katıldı. Tâif'te, kabilesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence ve tecâvüze uğradı.

Sakîfliler durumu Rasûlullah'a arz ettiler. Sakîf temsilcileri, Medine'den ayrıldıktan iki veya üç gün sonra Hz. Mugîre, eline, bir balta aldı. Rabbe'nin üzerine çıktı. Kendi kavim velcabîlesi olan Muattiboğulları, Urve bin Mes'ûd gibi vurulur, öldürülür korkusuyla silahlanarak Hz. Mugîre'nin yakınında, dikilmiş duruyorlardı.

O sırada, Ebû Süfyân da oraya geldi. Müşrik kadınları gelip başlarını 3çniışlar, erkeklerinin, kılıçla çarpışmaksızın, Rabbe'yi, Müslümanlara teslim ettiklerine yanıyorlar, ağlıyorlardı. Köleler, çocuklar, erkekler, perıç kızlar gelmişlerdi. Herkes, Lât'ın yıkınından dolayı endişeli bulunuyordu.

Hz. Mugîre, elindeki balta ile, Lâfa bir darbe indirdi. Ebû Süfyân dedi ki: Vah vah sana! Eyvahlar olsun sana!

Hz. Mugire titrer gibi yaparak arkasının üzerine yıkıldı. Tâif halkı, bir­den çığlık kopardılar. Dediler ki:

“Allah, Mugire'yi rahmetinden uzak etsin! Rabbe, onu öldürdü!”

Hz. Mugire'nin yıkılıp düştüğünü görmelerine çok sevindiler. Dediler ki:

“Sizlerden, ona yaklaşmayı, onu yıkmaya kalkışmayı göze alabilecek kim var? Vallahi, ona güç yetirilemez! Hayır! Siz, Rabbe'nin, kendisini ^uyamayacağını, savunamayacağını sanıyordunuz! İşte o, kendisini korumuş ve savunmuştur!”

Mugire, bir müddet o hâl üzere kaldıktan sonra, silkinip oturdu. Sonra tâif halkına seslendi:

"Ey Tâifliler! Araplar, "Arap kabileleri içinde sizlerden daha akıllı bir kabîle yoktur" derlerdi. Meğer, Arap kabileleri içinde sizden daha ahmak bir kabile yokmuş!

Yazıklar olsun size! Lât ve Uzzâ dediğiniz nedir ki? Şu taşlar gibi birer taştırlar! Taştan, kerpiçten ibarettirler! Onlar, kendilerine kim tapıyor, kim tapmıyor bilemezler!

“Yazıklar olsun size! Lât, hiç işitir mi? Hiç görür mü? Hiçbir yarar veya zarar verir mi? Geliniz, Allahın affına ve lütfuna sığınınız! Ona ibâdet ediniz!”

Hz. Mugîre, Tâiflilere, putların hiçbir şey yapamadıklarını belirttikten sonra, yamndakiîerle birlikte Rabbe'yi yıkmaya, taşlan, birer birer yere indirmeye devam etti. En sonunda, onu yerle bir edince, Tâifliler şaşırıp kaldılar.

Lât'ın kapıcısı ve bakıcısı olan Aclân bin Attâb, Mâlikoğullarındandı. Ondan sonra bu hizmeti, oğulları görmekte idi. Lât'ın bakıcısı diyordu ki:

Göreceksiniz ki, temeline inilince, temel öyle bir kızacaktır ki, o kızgınlıkla, onları yerin dibine batıracaktır!

Hz. Mugire bunu işitince, temelini de kazmaya başlayıp, adam boyu­nun yansına kadar kazdı. Temeline kadar indi. Orada bulunan, altın ve gümüşleri çıkardı.

Putun bulunduğu yerdeki mallar, bir araya toplanınca, Hz. Mugire, Ebû Süfyân'a dedi ki:

“Rasûlullah efendimiz, bu maldan, Urve ile Esved'in borçlarını öde­meyi sana emretmişti.” Bunun üzerine, onların borçlarını ödediler.

Hz. Mugire, Tâif'i küfür karanlığından nura kavuşturup, Mekke'ye, Rasûlullahın yanına döndü. Veda haccına katıldı. Rasûlullahın âhirete teşriflerinde teçhiz ve tekfinde vazife aldı. Peygamberimiz kabre indirildikten sonra, üzerine toprak atılırken yüzüğünü düşürdü. Hz. Ali'ye durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi. Müsaade verilince, kabre inip, yüzüğünü alırken, Peygamberimizin ayaklarını sıvazladı. Böylece Rasûlullahın mübarek bedenine son defa elini süren kişi oldu.

Bundan dolayı, "Rasûlullahtan son ayrılan insan benim" derdi.

Kureyşli müşrikler, Benî Sakîf kabilesi reisi olan amcası Urve bin Mes'ûd'u elçi olarak gönderdi. Urve, konuşma esnasında cahiliyye âdetinde olduğu gibi, Peygamberimizin sakalını tutup, okşamak istedi.

Hz. Mugire, amcası Urve'ye kılıcının ucuyla müdâhale ederek, Resûlüllahın mübarek sakalına dokunmaktan menetti. Amcası, onun Rasûlullah'a olan sevgisi, muhabbeti ve bağlılığı karşısında hayrete düştü.

 

Hz. Mugîre, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddi­asında bulunan Müseylemetül-Kezzâb ve dînden dönen mürtedler üzer­ine gönderilen orduda vazife aldı. Yemâme harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük'de de Rumlara karşı savaştı. Yermük'de bir gözü yaralandı. 

 

 

Hz. Ömer'in hilâfetinde Irak'ta yapılan fetihlere de katıldı. İran'daki Sâsânî İmparatorluğunun sonunu getiren Kadisiye Meydan Muharebesi öncesinde, Müslümanların sefirliğini yaptı. Zulüm üzerine kurulan İran Sâsânî kumandanlık sarayının şaşaası ve kumanda heyetinin süslü elbiselerine karşı, Mugire'nin sâde kıyafeti ve vakarlı hâlini gören İran kumandanları şaşırdılar.

Hz. Mugire, Sa'd bin Ebî Vakkâs tarafından sefir olarak gönderilmişti. İranlılar, sert konuşup, Müslümanları korkutacaklarını zannettiler. Söz sırası Mugire'ye gelince, o, büyük bir cesaretle konuşmaya başladı ve şöyle dedi:

İ”slâmiyet'in esaslarına göre, herkes Allahu Teâlâ indinde bir kul olarak eşittir. Hiç kimsenin diğerine karşı bu hususta bir imtiyazı yoktur.”

Mugire hazretlerinin bu sözlerini dinleyen İran heyeti, şaşkın bir vaziyette birbirlerine bakıp, ne söyleyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar ve telâşa düştüler. Telâşı ve şaşkınlığı daha çok artan İran Başkumandanı Rüstem, yakut, inci ve elmaslarla süslü olan kılıcını Hz. Mugire'ye göstererek dedi ki:

“Sefir  hazretleri,  bu  kılıç  çok  insanlar  tarafından   birçok  kere öpülmüştür.”

Bu söz karşısında büyük bir dahî olan Hz Mugire şöyle cevap verdi:

“Senin kılıcını öpenler, yaltakçılık yaparak kılıcını değil, onun kınını öpmüşlerdir.”

Sonra kendi kılıcını göstererek dedi ki:

“Bu kılıç ondan daha keskin ve daha çok bilenmiştir.”

Bu görüşmelerden sonra anlaşmaya varılamadı ve yapılan Kadisiye Meydan Muharebesinde, Müslümanlar galip geldi. Bu savaşta, Hz. Mugîre büyük bir kahramanlık göstermiştir. Mugire hazretleri bir kadınla evlenmek istemişti. Peygamber efendimiz Mugîre'ye buyurdu ki:

“Onu gördün mü?”

“Hayır yâ Rasûlallah.”

“Onu gör! Zira birbirinizi görmeniz, aranızdaki muhabbeti artırır.” Hz. Mugire buyurdu ki:

"Bir kimse evine girdiği zaman selâm verirse, şeytan, "Artık, benim burada duracak bir yerim kalmadı" der.

Sofraya oturup yemek yemeye başladığı zaman, Allahû Teâla'nın adını anarsa, yâni Besmele-i şerîfeyi söylerse, şeytan bu sefer de, "Benim bura­da ne duracak yerim, ne de yiyecek bir şeyim kaldı" der.

Su içeceği zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, şeytan bu sefer de şöyle der: "Artık burada benim için ne durak, ne yemek, ne de içmek kaidi." Şeytan, bundan sonra eli boş olarak çıkar gider.

Hz. Mugire, dâhi olup, teşkilâtçı bir Sahabeydi. Zekâ ve aklını, meşhur dâhilerden Halîfe Hz. Muâvıye de takdir ederdi. Büyük meseleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en sıkışık durumlarda bile bir çıkar yol bulur­du.

Dini ilimlere vakıf ve tedbir sahibiydi. Pek çok talebe yetiştirip, bun­lara dînî ilimleri öğretip, hadis-i şerif rivayet etti. Yüzotuzüç hadis-i şerif rivayet etti.

Vefatına kadar Küfe valisi kaldı. Kûfe'de 670 senesinin Şaban ayında, yetmiş yaşında taundan vefat etti.

[14]

Müslüman insan, inancı dairesinde meşru olan her vazifeyi icra etme­ye hazır olan insandır.

 

Hz. Muhammed Bin Mesleme (R.Anh)

 

Bedir savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve Müslümanlara dit uzatarak fitne çıkartan, hattâ Peygamberimize suikast tertiplemeye kalkışan Kâ'b bin Eşref adlı bir Yahadi zengini vardı. Peygamber efendimiz Ashâb-ı Kirama buyurdu ki:

“Kâ'b bin Eşrefi kim öldürür?” Çünkü o, Allah ve Rasûlüne eza etmiştir.

Muhammed bin Mesleme dedi ki:

“Yâ Rasûlaliah! Ben onu senin için öldürür, onun sesini kısarım.” Bunun üzerine Rasûlullah efendimiz şöyle buyurdu:

 

“Gücün yeterse bu işi yap!”

 

 

Bunun üzerine Muhammed bin Mesleme, evine döndü. Sonra Ebû Naile, Abbâd bin Bişr, Haris bin Evs, Ebû Abs ve İbni Cerîr'in yanına gidip, meseleyi onlara açtı. Hepsi uygun görerek, "Beraber öldürürüz" dediler.

Bundan sonra, birlikte Peygamber efendimize gelerek dediler ki:

“Yâ Rasûlallah! İzin buyurursanız, biz Kâ'b ile konuşurken, sizinle ilgili  olarak onun  hoşuna  gidecek  bazı  sözler söylemeliyiz.”

Peygamber efendimiz, onlara buyurdu ki:

 

“Bu hususta istediğinizi söylemeniz size helâldir.”

 

 

Elfaz-ı küfür, yani küfrî sözler sadece ikrahı mülci karşısında söylen­mezler. Bozan ikrahı mulci olmadığı halde de sırf İslâm'ın ve müslümanları maslahatına uygun olarak bir tağutu veya tağuti bir mahkemeyi ortadan kaldırmak için de söylenebilirler.

Nasıl ki, Muhammed b. Mesleme (R.a.) ve arkadaşlarının Allah ve Peygamber düşmanı Ka'b b. Eşrefi öldürmek için söyledikleri sözler ikrahı mulci karşısında söylenmemışlerse aynı şekilde bugün de küfrü ve harbi kâfirleri ortadan kaldırmak için elfaz-i küfür söylenebilir. Ancak burada dikkat edilecek en önemli nokta, Muhammed b. Mesleme (R.a.) ve arkadaşları, müslümanların hem peygamberleri ve hem de imamları olan Hz. Muhammed (sav)'den izinli olmaları ve Ka'b b. Eşrafı öldürmekten başka bir şey ile meşgul olmamalarıdır. Bugün istilâ altındaki İslâm topraklarında böyle bir maslahata binaen elfaz-ı küfür kelimeleri kullan­mak suretiyle küfrî kurumları ve harbi mürted ve kâfirleri ortadan kaldır­maları için müsiümanların harb emirlerinden izin almaları ve aldıkları görevin dışına çıkmamaları gerekir. Çünkü Muhammed b. Mesleme (R.a.) ile arkadaşlarının durumlarında bunu görüyoruz.

Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları, aralarında istişare yapıp bir plân hazırladılar. Bundan sonra Muhammed bin Mesleme, Kâ'b bin Eşrefin yanma giderek dedi ki:

“Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim. O sizi daha da bıktıracak.”

İşte ona bir defa uymuş bulunduk. Ona tabi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver.

“Evet vereyim, fakat bana bir şeyi rehin vermelisiniz.” Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler sordu:

“Ne istersin?”

“Kadınlarınızı rehin isterim!”

“Kadınlarımızı sana nasıl rehin verebiliriz? Sen yakışıklı birisin. Kadın gönlü, meyledebilir.”

“O zaman oğullarınızı rehin verin!”

“Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu diye sövülür ki, bu bizim hiç unutamıyacağımız bir leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz.”

Kâ'b bu teklifi kabul etti. Onlara, ne zaman geleceklerini de bildirdi.

Muhammed bin Mesleme, belirtilen gece Kâ'b'ın kalesinin yanına gitti. Beraberinde, Kâ'b'ın süt kardeşi Ebû Naile de vardı. Kâ'b onları kaleye çağırmıştı.

Kâ'b gelenleri karşılamak için aşağı inerken Kâ'b'ın karısı dedi ki:

“Bu saatte nereye gidiyorsun?”

“Gelenleri karşılamaya iniyorum.”

“Bu durum bana pek iyi gelmiyor. Sanki bana kan dökülecek gibi geliyor.”

“Yok yok zannettiğin gibi değil, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile'dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılınç vuruşmasına bile çağırılsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir.”

“Yine de sen aşağı inme! Onlarla konağın damından konuş!”

“Yiğite yaraşan, çarpışmaya, süngülenmeye davet edilse bile icabet etmektir.”

Kâ'b böyle söyledikten sonra aşağı indi.

Muhammed bin Mesleme, bu arada üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar Ebû Abs, Haris bin Evs, Abbâd bin Bişr idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına dedi ki:

“Kâ'b gelince, ona saçını koklayacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Kâ'b'ın başını iyice  yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, Kâ'b'a vurunuz. Böylece "Harb hiledir" hadîs-i şerifine uygun hareket etmiş oluruz.

Kâ'b bin Eşref, güzel giyinmiş bir şekilde güzel koku saçarak, onların yanma gelmişti. Muhammed bin Mesleme, Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım" diyerek Kâ'b'ın yanına vardı. Kâ'b gururlanarak cevap verdi:

Dünyanın en güzel kokularını kullanırım. Muhammed bin Mesleme dedi ki:

“Güzel kokulu saçını koklamama izin verir misiniz?”

Kâ'b, müsâade ettiğini söyledi. Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına seslendi:

“Allah ve Rasûlüllah düşmanına vurunuz!”

İlk kılıç vurulduğunda, Kâ'b şiddetle bağırdı, ancak ölmedi. Bunu gören Muhammed bin Mesleme hançeriyle Kâ'b'ın karnını göbeğinden kasığına kadar yırttı. Kâ'b, öyle bir çığlık kopardı ki, çevrelerindeki evlerden bu feryadı duymayan kalmadı. Kâ'b yere yıkılıp öldü.

Fedaîler bundan sonra oradan süratle uzaklaştılar. Yahudiler kaleden inip bir müddet onları takip ettilerse de, yolu şaşırarak bulamadılar. Mücahidier, Medine'ye girdiklerinde, Rasûlüllah efendimiz namaz kılmıştı. Mücahidlerin tekbîr seslerini işitince, kendileri de, tekbîr getir­diler. Muhammed bin Mesleme, Resülüilah efendimize, Kâ'b'ın öldü­rüldüğünü haber verdi. Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“Muradınıza erdiniz. Fedailer de;”

 

 

“Evet yâ Rasûlallah! Allahın ve Resûlüllahın bir düşmanı daha hak ettiği cezayı buldu,” dediler.

Kâ'b'ın öldürülmesi, hicretin üçüncü yılının Ramazan ayında oldu. Bedir savaşından sonra Benî Nâdir Yahudileri, Peygamberimizi yurtları­na da'vet edip, suikast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygam­berimiz onların bu tutumunu öğrendi. Muhammed bin Mesleme'yi ça­ğırarak buyurdu ki:

“Nâdiroğulları Yahudilerine git! Onlara, "Rasûlüllah beni size; 'Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra,  buralarda  sizden  kim   görülürse,   boynu  vurulacaktır'  emrini bildirmek üzere gönderdi" de!

Bu emir üzerine Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları Yahudilerinin yurduna varınca, onlara dedi ki:

Musa aleyhisselâma Tevrat'ı indirmiş olan, Allah aşkma doğru söy­leyiniz: Muhammed aleyhisselâm Peygamber  olarak  gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğim  ve şu meclisinizde bana Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman ben size, "Vallahi ben asla Yahûdî olmam" demiştim. O zaman siz de bana cevaben, "Senin dîninden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır" dememiş miydiniz?

Yahudiler bunu itiraf etmelerifre rağmen İslâmiyeti kabul etmemişler­di. Muhammed bin Mesleme ayrıca Resûlüllahın emrini onlara bildirdi. Bunun'üzerine Nâdiroğulları yüklerini toplayıp, topraklarını terkederek yurtlarından oldular ve ihanetlerinin cezasını gördüler. Hayber gazve­sinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda Muhammed bin Mesleme en önde bulunuyordu. Henüz Hayber fethedilmemişti. Muhammed bin Mesleme dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Bugün çok üzgünüm. Yahudiler kardeşim Mahmûd bin Mesleme'yi şehîd ettiler.”

Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

“Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allahtan sağlık ve afiyet dileyiniz. Çünkü siz, onlardan başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla   karşılaştığınız  zaman,  "Allahım!   Bizim   de  Rabbimiz, onların da Rabbi sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin" diye dua ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbîr getiriniz. Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşaallah, kardeşini öldüren öldürülecek ve Yahudi savaşçıları, kaçacaklardır."

 

 

Şehidler ailesini teselli etmek, Peygamber (sav)'in sünnetindendir. Muhammed b. Mesleme (R.a.)'ın hayatı muharebe meydanlarında geçti. Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halifelikleri sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medîne'de sakin bir hayat yaşadı. Hz. Muâviye (R.a.)'nin halifeliği sırasında yetmişyedi yaşında iken, 664 yılında Medine'de vefat etti, Bakî kabristanına defnedildi.

[15]

Sahabe, hayatını Allah'ın dinine adamıştı. Din için her türlü fedakâr­lıkta bulunuyorlardı. Bazan tebliğci, bazan de savaşçı oluyorlardı. Onlar Allah'ın razısını kazanmayı dünyalar kazanmaya tercih etmişlerdi. Allah'ın rızasını kazançların en mühimi kabul etmek, bir sahabe anlayışıdır. Yani sahabe fıkhıdır.

 

Hz. Mus'ab Bin Ümeyr

(R.Anh)

 

Ashab-ı Kiram'in ileri gelenlerinden Künyesi Ebâ Muhammed'dir. Mekke'nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi. Özellikle, Mekke'nin en zengin­lerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler giydirir ve güzel kokular sürerdi. Mekkelilerle onu hayranlıkla seyrederlerdi. Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu:

"Mekke'de Mus'ab b. Umeyr'den daha güzel giyinen, daha yakışıktı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim."

 

 

 

[16]

Allah'a yemin olsun ki Mus'ab b. Umeyr'in veya müslümanların arasındaki lakabıyla "Mus'abu'l-Hayr"ın hikâyesi, en ilginç hikayedir. İslâm'ın rengini verdiği, Muhammed (sav) in terbiye ettiği kimselerden biridir.

Mus'ab, Mekke'de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber (sav)'in insanları İslâm'a davet ettiğini öğren­di. Mekke bütün problemlerini, uğraşlarını bir tarafa bırakmış, sadece Allah Rasûlü ve O'nun getirdiği din ile meşgul oluyordu. Refah içindeki bu genç de insanlar içinde bununla en çok ilgilenenlerdendi.

Gençliğine rağmen meclislerin vazgeçilmez insanı olan Mus'ab, her mecliste bulunması istenen bir şahsiyet olmuştu. Sözlerinin güzelliği ve aklının üstünlüğü kendisine bütün kalbleri ve kapıları açıyordu.

İşitti ki, Allah'ın Elçisi ve O'na inananlar Kureyş'in erişemeyeceği ve eziyet edemeyeceği uzaklıkta bir yerde toplanıyordu. Burası Safa tepesinde Erkam'm eviydi. Hiç tereddüt ve duraksama göstermeksizin bir akşam Daru'l-Erkam'a gitti.

Orada Allah'ın elçisi vardı. Ashâbıyla karşılıklı oturmuşlar, onlara Kur'an okuyor, onlarla beraber Allah için namaz kılıyorlardı.

Mus'ab adeta yerinde duramıyordu. Rasûlüllah'ın kalbinden fışkırıp, dudaklarından akan ayetler, kulaklara ve günüllere yollanıyordu. Öyle ki Musa'b'ın gönlü, o akşam dolu dolu olmuştu. Öylesine huzurla dolmuş ki, sanki yerden kopup kanatlar üzerinde uçuyordu. O sırada Allah Rasûlü mübarek sağ ellerini uzattılar ve kalbi çarpan gencin omuzuna dokundu­lar. İşte o an okyanus derinliğindeki sakinliğe ermişti. İman nuruyla ay­dınlanan ve İslâm ile şereflenen genç, adeta olgunlaşmış, hayatının akışı değişmişti

Mus'ab'ın annesi Hunnas binti Malik, korkunç güçte bir şahsiyete sahipti. Mus'ab müslüman olduğunda, yeryüzünde korktuğu yegâne kimse annesiydi. Bütün Meleke ileri gelenleri ona baskı yapsalar veya üzerine gelselerdi, ona daha hafif gelirdi. Annesinin düşmanlığı bütün bunların yanında güç yetirilemeyecek korkunçluktaydı. O anda hemence­cik düşündü ve Ailah'm hükmü yerine gelinceye kadar müslümanlığını gizlemeye karar verdi.

Daru'l-Erkam’a artık sürekli gidip geliyor, Resûlüllah'ın dizi dibine oturuyordu. İman ettiği ve imanını annesinden gizlemekle öfkesinden kurtulduğu için son derece mutluydu. Fakat özellikle bu günlerde Mekke'de bir sırrın gizli kalması imkânsızdı. Kureyş'in gözü, kulağı inananların üzerinden eksik olmuyordu.

Daru'l-Erkam'a gizlilikle giren Osman b. Talha ilk olarak Mus'ab! gördü. Bir seferinde de onu Muhammed (sav) gibi namaz kılarken gördü. Adeta çöl rüzgarları birbiriyle yarış etti de hemen haberi Musa'b'ın anne­sine yetiştirdiler. Mus'ab, annesi, kabilesi ve bütün Mekke uluları huzu­runda dimdik durmuş, Hak'ka olan kesin bağlılığını ve sebatım onlara Kur'an'dan ayetler okuyarak gösteriyordu.

Allah Rasûlü Kur'an'la onların kalplerini yıkıyor; hikmet, şeref, adalet ve takva ile dolduruyordu. Annesi Kur'an okuyan Mus'ab'ı sustur­mak için harekete geçtiyse de Onun güzelliği, yumuşaklığı karşısında pek bir şey yapamadı. Annelik duygusu ağır bastı, dövmek ve işkence etmek gibi şeylerden vazgeçti. Ama ilahlarına dil uzatmasından dolayı da başka bir cezalandırma usûlüne baş vurdu. Böylelikle Mus'ab'ı evinin direklerinden birine bağladı, kapıyı da üzerine kilitledi. Bu durum müslümanlardan bir kısmının Habeşistan'a hicret haberini alıncaya kadar sürdü.

Bunu duyar duymaz çareler aramaya koyulan Mus'ab, bir gün annesi ve muhafızını gaflete getirip, Habeşistan'a muhacir olarak gitti.

Habeşistan'a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus'ab, hicret imkânı çıkınca, dînini daha rahat bir şekilde yaşaya­bilmek için Habeşistan'a hicret etti. Habeşistan dönüşünde Hz. Mus'ab'ın durumu tamamen değişmiş ve bu nazlı delikanlının yerini, kalbi İslâm ve imanla dopdolu iradesi güçlü kuvvetli, metin bir genç almıştı. Annesi ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki baskısını biraz hafıfletmek zorunda kaldı.

Habeşistan'da diğer muhacir kardeşleriyle birlikte bir zaman kaldılar, sonra tekrar Mekke'ye döndüler. Rasûlullah'ın emri üzerine ikinci defa Habeşistan'a hicret ettiler.

Mus'ab için Habeşistan da Mekke de eşitti. Her yer ve zamanda imanı tecrübesini arttırarak sürdürüyordu. Muhammed (sav)'in tavsiye ettiği ibadetleri yaparak hayatının rengini koruyordu. Rabb'ine olan yakınlığı arttıkça kalbi artıyordu.

Bir gün Rasûlüllah'ın etrafında oturan müslümanların yanına gitti. Ansızın onu gören müslümanlar şefkatle başlarını kaldırıp baktılar, sonra bakışlarım indirdiler, bazılarının gözleri yaşarmıştı. O'nu eski, döküntü bir elbise içinde görmüşlerdi. Halbuki onun imandan önceki hayatı refah ve bolluk içindeydi. Allah Rasûlü bakışlarını ona çevirdi ve mübarek dudaklarından şu sözler döküldü; "Mus'ab'ı böyle görüyorum. Onun kadar ailesinin bolluk içinde gark ettiği kimse yoktur Mekke'de. Ama o; bütün bu boîluğu ve varlığı Allah ve Rasûlü'nün sevgisi uğruna terk etti."

Annesi onun dinini terk etmesinden dolayı ma! varlığından faydalan­mayı yasakladı. Oğlu bile olsa ilahlarını terkeden, onların aleyhinde ko­nuşan bir kimseye asla yiyecek vermezdi.

Son olarak annesi, Habeşistan dönüşü onu tekrar hapsetmek istedi. Hapsetmeye yardımcı olan herkesi öldüreceğine dair yemin edince annesi onun ne kadar kararlı olduğunu bildiği için bıraktı. Hem annesi hem kendisi bu esnada ağlıyorlardı. Bu son veda anı; annenin küfürde aşılacak direnişini, oğlun da imanda şaşılacak sebatını sergiliyordu. Anne oğlunu evinden kovdu ve şöyle haykırdı:

"İstediğin yere git. Artık ben senin annen değilim." Musa'b annesine yaklaştı ve:

"Ey anneciğim! Sana yardımcı olmak istiyorum ve senin adına endişe ediyorum! Allah'ın bir olduğuna ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet getir." dedi. Annesi cevaben:

"Parlayan yıldıza yemin olsun ki, senin dinine asla girmem. Aklım zayıf, görüşüm kıt değil."

Böylelikle Musa'b rahatı ve bolluğu bir tarafa itip, eski elbiselere ve bir gün tok birçok gün aç kalmaya razı oldu. Çünkü onun ruhu yüce inanç aydınlığı ve Allah'ın nuruyla dopdolu olmuştu. Adeta o başka bir insan olmuş, gözü cilalanmış, ruhu aydınlanmıştı.

Bu sırada Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup İslâm'ı kabullenmişti. Kendilerine İslâm'ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Rasûlüllah'tan bir muallim öğretici istediler. Hz. Peygamber de bu önemli görev için Hz. Mus'ab b. Umeyr'i görevlendir­di. Hz. Mus'ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur'an öğretecek, hem de diğer insanlara İslâm'ı anlatacaktı ve yeni kimseleri İslâm'a davet ede­cekti. Böylece Medine'ye ilk hicret eden sahabe Mus'ab b. Umeyr oluy­ordu. Medine'de ilk cuma namazını da Mus'ab b. Umeyr kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir.[17] Mus'ab b. Umeyr (R.a.), İslam'da ilk elçi ve ilk muallimdir. Aynı zamanda ilk Cuma namazını kıldıran cuma imamdır.

Hz. Rasûlüllah (sav), Mus'ab b. Umeyr (R.a.)'ı görevlendirirken O, Ensar'a İslâm'ı öğretecek, başkalarının da Allah'ın dinine girmelerini sağlayacak ve Medine'yi büyük hicret günü için hazırlayacaktı. Halbuki yaşça, makamca, Allah Rasûlü'ne yakınlık bakımından ondan daha önde olanları vardı ashâb içinde. Ama Allah Elçisi Mus'ah'u'l-Hayr'ı tercih etmiş, onu seçmişti. En ağır yükü, ona bırakıyor, hicret yurdu olacak olsa Medine'de İslâm'ın geleceği ellerine teslim ediliyordu. Az bir zaman sonra bütün bir dâva adamları, savaşçılar, mücahidler orada bulunacaktı.

Mus'ab Allah'ın kendisine bahşettiği üstün akıl ve yaratılışla emaneti yüklendi. Onun zühdü, yüceliği ve ihlası ile karşılaşan Medine ehli dalga dalga İslâm'a girdiler. Mus'ab Medine'ye geldiğinde Akabe'de Allah Resûlü'ne bey'at eden 12 kişi vardı. Onlar da Allah ve Rasûlü'ne icabet .edeli ancak bir kaç ay olmuştu. Bir sonraki hac mevsiminde yapılan Akabe bey'atmda Medine'liler Mekke'ye Rasûlüllah ile buluşmak için temsilciler gönderdiler. Mus'ab'ın önderliğinde gelen müslümanların sayısı yetmiş kişiydi. Mus'ab dehası ve zekasıyla Allah Rasûlü'nün ne kadar isabetli bir tercih yaptığını ispatlamıştı.

Mus'ab verilen elçilik görevini tam olarak ifa etmişti. Böylelikle, Mus'ab b. Umeyr (R.a.), Allah 'a davetçi, Allah’ın diniyle insanları hidayete çağıran mübeşşirdi. Kendisine inandığı Allah Resulü gibi sadece Hakk'ın rızasını düşünüyordu. Es'ad b. Zürare'nin yanında misafir olarak kalıyordu. İkisi birlikte kabileleri, evleri, toplantı yerlerini, dolaşıyorlar, yanlarında bulunan Allah'ın kitabından insanlara okuyorlar, onları "Allah, tek bir ilahtır." kelime-i ilâhisine davet ediyorlardı. Öyle durum­lar meydana geliyordu ki davet esnasında, eğer zekası ve ruh yüceliği olmasa hem kendisi hem de beraberinde olanlar helak olabilirdi.

Bir gün vaaz ederken ansızın Usayd b. Hudayr çıka geldi. Bu adam Mekke'nin ileri gelenlerindendi. Kızgınlık ve öfke ile, kavmi arasında dine fitne çıkarsa, ilahlannı terke çağıran ve daha önce hiç duymadıkları, alışmadıkları bir tek İlah'tan söz eden kişiye doğru yürüdü.

Onların ilahları hep belli yerlerde duruyordu. Bir kimse ilahlarına ihtiyaç duyduğunda yerini biliyordu, o tarafa yönelir ve o ilah ta onun zararını giderir, duasını kabul ederdi. Muhammed'in İlahına gelince Mus'ab'ın davet etmiş olduğu bu İlah'ın ne yeri belliydi ne de bir kimse O'nu görebiliyordu.

Mus'ab'la oturup sohbet eden müslümanlar Usayd'ın ansızın gelişini görmemişlerdi, fark ettiklerinde dağıldılar, sadece Mus'ab dimdik ayakta kalmış ve onu yumuşaklıkla İslâm'a çağırıyordu. Usayd geldi, önünde durdu ve şöyle dedi: "Sizi bölgemize getiren nedir? Zayıf akıllı kimseler mi? Eğer hayatta olarak çıkmak istiyorsan derhal buradan ayrıl.

Mus'ab ise bütün vakar ve yumuşaklığım koruyarak: "Oturup dinle­mez misin? Eğer davamızı beğenirsen Kabul edersin. Eğer beğenmezsen, istediğin şeyi sana zorla kabul ettirmeğe çalışmayız."

Usayd, akıllı ve zeki bir kimseydi. Mus'ab'ın sadece kendinde olanı sunma gayretini gördü ve Mus'ab onu sadece dinlemeye çağırıyordu. Eğer kabul ederse ne âlâ değilse Mus'ab onun bölgesini terk edecek, başka bir kimse, bölge ve kabileye zarar ziyan vermeksizin gidecekti.

Usayd, tamam diyerek kılıcını yere koydu ve oturdu. Daha Mus'ab Kur'an'dan az bir ayet okuyup tefsir etmişti ki, Usayd'da bir takım deği­şikliklerin olduğu görülmeye başladı. Mus'ab daha sözünü bitirmeden Usayd "Ne doğru ve ne güzel bir söz! Bu dine girmek isteyen ne yapmalıdır?" dedi. Bunun üzerine Musa'b ona yöneldi ve sadece elbise ve bedenini temizler, Allah'tan başka ilah olmadığına dair şahadet getirirsin" dedi.

Usayd, az bir süre onlardan ayrıldı ve tertemiz su damlaları saçların­dan dökülür bir vaziyette yanlarına geldi: Allah'tan başka İlah olmadığı­na, Muhammed (sav)'in Allah'ın Rasûl olduğuna şahadet ederim." diye inancını ilân etti.

Haber, ışık hızıyla Medine'ye yayıldı. Sa'd b. Muaz, Mus'ab'a geldi, dinledi ve müslüman oldu. Sonra onu Sa'd b. Ubade'ye okudu, o da İslâm nimetine erdi. Medine ehli birbirlerine "Usayd b. Hudayr, Sa'd b. Muaz ve Sad b. Ubade müslüman olmuşlar biz ne duruyoruz. Haydi Mus'ab'a gidelim ve iman edelim..." diyorlardı.

Mus'ab b. Umeyr (R.a.) insanların kalblerini kan ile değil, Kur'an ile fetheden bir yürek fatihidir. Yürek fatihleri İnsanları ve ülkeleri kan ile Kur'an ile fethederler.

Mus'ab b. Umeyr (R.a.), yapmış olduğu faaliyetlerle Medine İslâm devletine zemin hazırlamıştır. Bir yıl sonra Mekke'ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile geîen Mus'ab b. Umeyr, Hz. Peygamber (sav)'e İslâm'ın Medine'deki hızlı yayılışının müjdesini verirken şöyle demişti: "İslâm'ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı." Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok sevindiler. İslâmî davet ve tebliğin sınırı hususunda sahabenin fıkhı, İslam'ın girmediği ve konuşulmadığı tek bir evin kalmamasıdır. Dolayısıyla davet ve tebliğ faaliyetlerinde Mus'ab b. siretinden hayatlarına izler taşımak isteyenler, yaşadıkları yörede, beldede İslâm'ı bütün evlere aslına ve usûlüne uygun bir şekilde götürmelidir ve hane sahipleriyle İslâm'ı konuşmalıdırlar. İslâm'ı içinde yaşadıkları toplumun gündemi haline getiremeyenler veya gündemde tutmayanlar, İslâm devletine sahip olamazlar.

Mus'ab b. Umeyr (R.a.), Mekke'ye dönüşünde yine inancının kavgasını vermeye devam etti. Mus'ab'in  Mekke'ye döndüğünü haber alan annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak Mus'ab bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında direndi ve annesini bun­dan vazgeçirdi. Onun annesini İslâm'a daveti bir sonuç vermediği gibi annesi de Mus'ab'ı yolundan döndürememişti.

Hz. Peygamber (sav)'in yanında iki ay kadar kalan Mus'ab b. Umeyr, Hicretten on iki gün önce Medine'ye vardı. Hz. Peygamber (sav) onu Sa'd b. Ebî Vakkas (R.a) ve Ebû Eyyûb el-Ensârî (R.a) ile kardeş ilan etmişti.[18] Bedir savaşında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. "Rasûlüllah'ın bayraktan" olarak ün yapmıştı. Bedir savaşında elde edilen esirler hakkında halife Ömer (R.a.), Rasûlullah (sav)'e: "Bunların hepsini öldürelim, üstelik herkes kendi akrabasını bizzat öldürsün." demiştir. Aynı savaşa Mus'ab b. Umeyr (R.a.)'ın öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr de esir düşmüştü. Ensar'dan bir sahabenin onu bağladığını gördüğünde Mus'ab bin Umeyr (R.a.), Onu bağlayan sahabeye, "Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu yüzden sana oldukça fazla miktarda fidye verir" der. Bunun üzerine kardeşi Ebu Aziz: "Hani sen benîm kardeşimdin. İkimizin annesi bir değil mi?" dedi. Bunun üzerine Mus'ab bin Umeyr (R.a.): "Şimdi sen benim kardeşim değiİsin. Benim kardeşim, seni bağlayan kimsedir" diye cevap verdi. [19] Görüldüğü gibi, Mus'ab bin Umeyr (R.a.) tam bir iman adamıdır. Mus'ab (R.a.) biz­zat pratiğiyle akide/iman bağının neseb/akrabalık bağından daha kuvvetli olduğunu ortaya koymuştur.

Uhud savaşında da sancak yine onun elindeydi. Savaş esnasında müslümanların gerilediğini gören Mus'ab b. Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti okuyordu:

"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberîer gelip geçmiştir."[20]

Bu ayetin Uhud gününe kadar nazil olmadığı ve o gün indirildiği rivayeti, Hz. Mus'ab'ın Allah katındaki değerini ifade eder.[21] Uhud Gazvesinde İslâm ordusunun sancağını taşıyan Mus'ab b. Umeyr'in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi. Bu defa vücud­uyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki ayeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Sancağı hemen Sııveybit b. Sa'd ve Ebû'r-Rûm b. Umeyr adi sahabeler aldılar.

Hz. Mus'ab şehid olarak yerde yatarken, günün sonlarına doğru, Hz. Peygamber (sav) Mus'ab'ı elinde sancakla gördü ve "ileriye git ey Mus'ab!" diye emretti. Fakat o kişi geri dönerek "Ben Mus'ab değilim" deyince Hz. Peygamber onun Mus'ab kılığında savaşan Allah'ın melekle­rinden biri olduğunu anladı.[22] Uhud savaşında Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus'ab b, Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (sav)'in ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus'ab'ın mübarek na'şmınn başucunda oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu:

"Mü'minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler."

 

[23]

Sonra Hz. Peygamber diğer sahabelere, şehidlere yaklaşıp selam vermelerini söyledi ve verilen selamların şehidler tarafından almacağmı ifade ettiler.

[24]

Hz. Mus'ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zengin­lik ve refah içinde yaşayan bu değerli insanı kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz. Peygamber, yanma geldiğinde Mus'ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları dağılmış, vücudu ise kılıç ve mızrak dar­beleriyle parçalanmış bir durumda yatıyordu. Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: "Seni Mekke'de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor." Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabeyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler. Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahabe için Ashâb-ı Kirâm'dan Habbab (r.a) şunları anlatıyor:

"Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine'ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah'tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus'ab b. Umeyr bunlardan biridir. Ö Uhud günü şehid olmuştu da, kendisi­ni saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayaklan açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhır denilen kokulu ottan koy­mamızı emretti.

[25]

 

Hz. Nuaym İbn-i Mes'ûd (R.Anh)

 

Nuaym İbni Mes'ûd (R.a.) uyanık, zeki bir genç sahabedir. Olaylar karşısında güçlük çekmeyen, harbin hile olduğunu bilen bir kahraman... Hadiseleri kavrayışta ve çözümlemede becerikli bir yiğit... O, Hendek harbi esnasında İslâm'la şereflendi. İsmi Nuaym olup Gatafan kabilesindendir.

Müslüman olmadan önce para ve eğlenceye düşkün bir kimseydi. Arzu ve isteklerini tatmin için Necid çöllerinden kalkar Yesrib'e gelirdi. Benî Kureyza yahudileriyle sıkı ilişki içindeydi. Mekke vadileri İslâm nuruyla aydınlandığı sıralarda o, gününü gün ediyordu. Zevk ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni din İslâm'dan şiddetle uzak durmağa çalışıyordu. Fakat Allahû Tealâ onun gönlünü Ahzab günü İslâm'ın nuruna hazırladı. O , Hendek gazvesinde kendine yeni bir sayfa açtı. "Harb hiledir" düstûrunun şaheser bir hikâye kahramanı oldu. İslâm'a girişi şöyle gerçekleşti:

Hicretin beşinci senesiydi. Medine'li müslümanları, dışardan Kureyş ve Gatafan kabileleri, içerden Benî Nâdir ve Benî Kureyza yahudileri kuşatıp yeni dinin kökünü kazımak istediler. Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz de o günlerde Medine'de Benî Kureyza yahudileriyle bir barış antlaşması imzalamıştı. Benî Nadir'in ileri gelenleri Benî Kureyza'yı kışkırtmaya başladılar. Bu defa felâketin Müslümanların başına geleceği­ni söylediler. Yaptıkları anlaşmayı bozmalarını israr ettiler. Onlar da Mekke ve Necidden iki ordunun geldiğini görünce antlaşmayı bozdular.

Bu haber Müslümanların arasına yıldırım gibi düştü. Kureyş ile Gatafan kabileleri Medine'yi kuşatmış halka gelen erzak yolunu kesmişlerdi. Benî Kureyza da içerden Müslümanların arkasında hazırlık yapıyordu. Fitne  ortalığı  kaplamıştı.  Münafıklar  boş  durmuyordu.

İçlerinde gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardı: "Muhammed bize, Kisrâ ve Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyor. İşte bugünkü durumumuz. Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten bile korkar hale geldik... Kalplerinde hastalık olanlar ortalığı bu şekilde fitneye verdiler. Beni Kureyzâ'nın yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine zarar geleceğini düşünerek guruplar halinde ayrılmaya başladılar. Bu kuşatma yirmi gün kadar sürdü. Her iki tarafta da açlık, sefalet başgösterdi. Atları, develeri ölmeye başladı. Soğuktan askerler dahi kırılmaya yüz tuttu,

Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz devamlı Rabbine sığınarak: "Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum!... Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum..." diye dua ediyordu. Bu duayı gece gündüz tekrar edip duruyorken bir gece yansı Gatafan kabilesinden Nuaym'ın gönlüne bir kıvılcım düştü. Sabaha kadar onu uyku tutmadı. İçinden bir ses ona: " Yazıklar olsun sana Nuaym !.. Seni Necid gibi uzak yerden getiren sebep nedir? Senin gibi akıllı birisine sebepsiz yere harb etmek yakışır mı? Sen onunla ne gasbedilmiş bir hakkı geri almak için ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak için savaşıyorsun. Sen bilinmeyen bir sebeble onunla harb etmeye geldin!..." diyerek sesleniyordu. Kendi kendine bir iç muhasebesi yapan Nuaym gece karanlığında kalkıp Rasûlüllah (sav) efendimizin yanma gitti. O gün müslümanlar çok zor günler yaşıyorlardı. Yani zor duruma düşmüşlerdi. Allah (cc) bunu şöyle dile getiriyor: " Onlar size yukarınızdan ve aşağnınzdan gelmişlerdi.. Nuaym b. Mesud (R.a.), o zaman henüz müşrik olduğu halde gelip, Beni Kureyza ile müşrik düşman ordusu arasında yapılan ant­laşmayı Rasûlüllah (sav)'e haber verdi. Rasûlüllah (sav), Nuaym'a: "Belki de onlara böyle davranmalarını biz emretmişiz" dedi. Rasûlüllah (sav), bu sözüyle, sanki bu aramızda olan antlaşmanın gereğidir. Böylece düşman ordusunu her taraftan kuşatacağız, demek istiyordu. Nuaym çıkıp gittiğinde Hz. Ömer (R.a.): "Ya Rasûlülah! Beni Kurayza'nın işini halletmek, senin hakkında yayacakları bir şeyden (yalan söylüyor deyip tut­turmalarından) daha kolaydır" dedi. O zaman Rasûlüllah (sav):

"Savaş hiledir, ya Ömer!" buyurdu.

Rasûlüllah (sav)'in Nuaym'a bu sözü söylemesi, aralarında birliğin bozulmasına ve tefrikaya düşüp yenilmele­rine sebep olmuştu.[26] Başka bir rivayete göre, Nuaym b. Mesud (R.a.) Azhab savaşında geceleyin gizli olarak Rasûlüllah (sav)'ın yanına gitti. Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz ona:

“Nuaym İbni Mes'ud sen misin?" dedi. O da:

"Evet benim." dedi.

"Bu saatte gelmene sebeb nedir" dedi. Bunun üzerine Nuaym, Kelime-i Şehadet getirdi ve şunları söyledi:

"Ya Rasûlallah ! Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin bundan haberi yok. Şimdi bana dilediğini emret  dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona:

"Kavmine git ve düşmanımızın gayret ve gücünü zayıflat. Çünkü harp hiledir." buyurdu.

İslâm düşmanlarını hezimete uğratmak için savaşta yalan söylemek caizdir. Düşmanın gücünü zayıflatacak, birliğini dağıtacak sözleri velev ki yalan da olsa tesbit edip yaymak, harb 'in hile olması sebebiyle caizdir. Bu aynı zamanda psikolojik savaştır Rasûlüllah (sav), Nuaym b. Mes 'ud vasıtasıyla düşmana karşı psikolojik savaşı başlatmıştır. Zamanın ve mekânın şartları dikkate alınarak düşmana karşı psikolojik savaş verilmesi gerekir.

Nuaym b. Mes'ud, aynı zamanda müslümanların düşman içindeki casuslarıdır. Dolayısıyla İslam'da casuslar, casusluk fıkhına riayet ederek casusluk edebilirler. Nuaym b. Mes'ud (R.a.), ne şekilde casusluk ede­ceğini Rasûlüllah (sav)'den öğrenmiştir. Nitekim Nuaym İbni Mesûd (R.a.) Fahr-i Kâinat (sav) Efendimizi memnun edebilmek için kabileler arası diplomasi trafiğine başladı. Her kabilenin kabul edeceği tarzda fikir­ler üretti. Önce Benî Kureyza'ya gitti ve onlara:

"Burası sizin mem­leketiniz. Mallarınız, çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız var. Başka bir yere gidecek haliniz yok. Ama Kureyş ve Gatafan öyle değil. Harbi kazanırsa ganimet bilirler. Kazanamazlarsa güven içinde memleketlerine dönerler" diyerek onları vazgeçirmeğe çalıştı. Hatta onların eşrafından bazı adamları yanlarına alarak rehin tutmalarım teklif etti. Oradan çıktı Kureyş ve Gatafan'a geldi. Onlara da:

"Beni anlaştığım ve Kureyş ile Gatafan eşrafından bîr çok adamlar alıp ona teslim edeceğini" söyledi. Benî Kısreyza'yı denemek için Ebû Cehi oğlu İkrime gönderildi. İkrime onlara vardığında:

"Burda eğlenip durmamız uzadı. Artık bizde usandık. Yarın çarpış­mağa karar verdik." dedi. Onlar:

"Yarın Cumartesidir. Biz o gün hiçbir iş tutmayız. Sonra yanımızda rehin kalmaları için sizden ve Gatafan eşrafından yetmiş kişiyi bize vermedikçe sizinle birlikte harb etmeyiz. " cevabını verdiler.

İkrime kavmine döndü ve duyduklarını anlattı. Onlar da hep bir ağızdan: "Vay aşağılık maymunlar!.. Vallahi bizden rehine olarak bir koyun bile isteseler yine vermeyiz." dediler. Nuaym (R.a.) bu şekilde düşmanları birbirine düşürdü. Aralarındaki anlaşmaları bozmada başarılı oldu. Gece yarısı bir de şiddetli rüzgâr çıktı. Fırtına çadırlarını başlarına yıktı. Kazanlarını devirdi. Ateşlerini söndürdü. Perişan bir vaziyette karanlıkta çekip gitmek zorunda kaldılar.

Sabah olunca, müslümanlar, düşmanların kaçıp gittiğini gördü ve:

"Kuluna yardım eden Allah'a... Askerini aziz kılan... Kabileleri tek basma yenen Allah'a hamd olsun..." dediler. O günden sonra Nuaym İbni Mesûd (R.a.) Resûl-i Ekrem (sav)'in güven kaynağı oldu. O'nun verdiği hiçbir vazifeyi aksatmadı. Onunla birlikte harblere katıldı. Onun önünde sancak taşıdı.

Mekke fethi günü Ebû Süfyan İbni Harb, müslüman askerleri'ni seyretmek üzere durduğunda, Gatafan'ın sancağını taşıyan bir adamı gördü ve yanındakilere:

"Bu kim? " diye sordu. Onlar da:

"Nuaym İbni Mesûd..." dediler. Bunun üzerine Ebû Süfyan şunları söyledi:

"Hendek savaşında bize yaptığı neydi!... O, Muhammed’in en büyük düş­manıyken şimdi onun önünde kavminin sancağını taşıyor..." Allah her zaman mü'minlerin yardımcısıdır... Yeter ki gönlümüzü O'na tam vere­lim. Dinde muhlisler olarak yaşayalım. Göz yaşlarıyla samimi dualara devam edelim. Allahû Teâla bu dualar hürmetine nice Nuaym'ler çıkarır... Cemel vakasında vefat ettiği rivayet edilen Nuaym İbn.Mesûd (R.a.)'m şefaatlerini niyaz ederiz.

[27]

 

Hz. Nu'man Bin Mukarrîn (R.Anh)

 

Hz. Ömer (R.a.), Ashâb-ı Kiramı toplayıp sordu: "Ben bir ordu teşkil edip, İran üzerine göndermek istiyorum. Bu husustaki görüşünüz nedir?"

Çeşitli fikirler ortaya atıldı. Ashâbdan birisi şunu teklif etti:

"Şam ve Yemen ordusu tamamen İran hududuna hareket etsin. Sen de Mekke   ve   Medine  halkı   ile  Basra   ve   Küfe  tarafına  git,  bütün Müslümanları kâfirlerin üzerine gönder!"

Hz. Ali kalkıp fikrini beyân etti:

"Ey mü'minlerin emîri!  Şam askerini İran'a gönderirsen, Rumlar onların çoluk çocukları üzerine saldırır. Yemen askerini gönderirsen, o zaman Habeşliier bu tarafa geçer. Bu bölgeyi yalnız bırakırsan, etrafımız­daki Araplar isyana kalkışır, arkadan vurup, senin önündeki işini unut­turur."

Bunlar yerlerinde kalsın. Basra halkı üç kısma ayrılsın. Bir kısmı çoluk çocukların muhafazasında kalsın. Bir kısm da ehl-i zimmetin yanı müslü­man olmiyan, haraç ve cizye veren teb'aların/vatandaşların muhafazası için, ihtiyat olarak bulunsun. Üçüncü kısmı ise, Küfe askerine yardım için hareket etsin. Acemler seni sınırda görürlerse, mü'minlerin emîri, Arap­ların kumandanı diyerek, daha fazla bir hırs ve istekle saldırırlar. Sayıla­rının çokluğuna gelince, biz şimdiye kadar sayı çokluğu ile savaşmadık. Aîlahû Teâlanm yardımı ile iş gördük, zafer kazandık.

Hz. Ömer bu görüşü uygun bulup, dedi ki:

"Bu iş için Irak kumandanlarından birini seçiniz, smırm işlerini ona bırakayım!"

Danışma heyetinde bulunanlar:

"Sen askerin durumunu daha iyi bilirsin. Çünkü sen onlarla görüştün. Durumlarına vakıfsın. Onları iyi tanıyorsun, diye arz ettiler."

Bunun üzerine Hz. Ömer, Nu'man bin Mukarrin el-Müzenî'yi kuman­dan olarak tayin etti.

Nu'man bin Mukarrin, bir miktar Küfe askeriyle Cundişâpûr ve Sûs kolunda idi. Hz. Ömer ona yazılı bir emir göndererek, etrafındaki askeri yanma toplayarak, Nihavent üzerine hücum etmesini emretti.

Küfe kumandanına da, halkı Allah yolunda harbe teşvik edip, onları Nu'man bin Mukarrin'in emrine göndermesini yazdı. Bölgedeki kuman­dalara, Ahvâz askeriyle, Fâris ve İsfahan hududunda bekleyip, o taraflardan Nihavent'in yardımını kesmelerini emretti.

Nu'man bin Mukarrin Hz. Ömer'in emrettiği şekilde ordusu ile hareket etti. Bu orduya, Küfe'den Huzeyfe bin Yemân kumandasındaki kuvvetle, Mugire bin Şu'be kumandasındaki Medine'den gelen kuvvetler de katıldı. Nu'man bin Mukarrin'in yanında 30 bin civarında asker top­landı. İran ordusu ise 150 bin kadardı. İran başkumandanı Fîrûzan'dı.

Nu'man bin Mukarrin'in ordusunda Cerir bin Abdullah Becelli, Mugire bin Şu'be gibi büyük zâtlar, Tuleyha bin Huveylid, Amr bin Ma'dikerib gibi bin kadar kahraman vardı.

Nu'man hazretleri, Tuleyha ile Amr'i keşif için Nihavent'e gönderdi. Bunlar kimseye rastlamayıp, geri döndüler. İslâm ordusu ile Nihavent arası, yirmi saatten fazla idi. Bu mesafede tehlikeli bir durum olmadığı anlaşılınca, Nihavent'e yüründü.

Bir çarşamba günü, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Numan bin Mukarrin tekbîr alınca, bütün İslâm ordusu tekbîr aldı. Tekbîr sadâsından her taraf inledi. Tekbîr sesleri, İran ordusu üzerinde derin bir korku meydana getir­di. Nu'man bin Mukarrin kumandasındaki İslâm ordusu ile Nihavent yakınlarında putperest İran ordusu arasında harp başladı. İran ordusu, etrafını hendek ve birçok engellerle sağlamlaştırmıştı. İranlılar, istediği zaman siperlerinden çıkış yapıp, sonra geri dönebiliyorlardı. Bu yüzden muharebeden bir netice al mamı yordu.

Bir ara İran ordusu siperlerinden çıkıp, İslâm ordusunun yakınlarına kadar geldi ve, ok atmıya başladılar. Müslümanlardan yaralananlar oldu. O gün cum'a idi. Nu'man hazretleri İslâm ordusuna:

Mü'minlerin emîri minbere çıkıp, hutbede Müslümanların zaferi için dua edinceye kadar hücuma geçmeyiniz, emrini verdi.

O zaman, Mugire bin Şu'be, Nu'man hazretlerine dedi ki:

“Durumu görüyorsun. Yakınımıza kadar geldiler. Bize doğru yürüyüşe geçtiler. Ok atıp, bizden ba'zılarını da yaraladılar. Hemen hücuma geçe­lim.”

“Evet doğrudur.  Sen  menkıbeler sahibi  bir kimsesin.  Fakat ben Resûlullahın savaşlarında bulundum. Günün ilk saatlerinde savaşmazsa, güneşin   sıcaklığı   kaybolup   rüzgârın   esmesine,   Allahû   Teâlâ'nın yardımının gelmesine kadar savaşı geciktirirdi.”

Bundan sonra, Nu'man bin Mukarrin atına binip, askeri dolaştı. Her sancağın yanında durup, onları harbe teşvik edip, coşturdu. Sonra dedi ki:

“Ben sancağı üç defa sallayacağım. İlk salladığımda herkes ihtiyacını giderip  abdest  tazelesinler. İkincisinde  harbe  hazır  hale  gelsinler. Üçüncüsünde hepiniz  hücuma  geçiniz. Ben bile olsam, birisi  şehîd düşerse, kimse onun yanında toplanmasın. Hiç kimse hücumdan geri dur­masın!” dedi. Sonra şöyle duâ etti:

“Allahım! Müslümanların zaferi kazanması yolunda Numan'a şehîdlik ihsan eyle . Zaferi müyesser kıl!”

Bütün İslâm ordusu, "âmin" dedi.

Hz. Numan bayrağı üç defa salladı. Sonra İslâm ordusu hücuma geçti. Savaş başlamıştı. Çetin bir savaş oldu. Müslümanların birisi yere düşmüştü. Bu, İslâm ordusunun kumandanı Nu'man bin Mukarrin idi.

Nu'man bin Mukarrin:

“Üzerime bir elbise örtünüz, beklemeden düşmanın üzerine saldırınız, bu halim sizi korkutup, gevşetmesin,” buyurdu.

Numan bin Mukarrin yere düşünce, bayrağı Huzeyfe bin Yemân aldı. Bu sıradaki manzarayı Hz. Ma'kil bin Yesar şöyle anlatır:

Numan bin Mukarrin yaralanıp düşünce, yanma geldim. Kimse, kimse ile oyalanmasın, velev ki ben bile olsam, sözünü hatırlayınca orada beklemedim. Yalnız, belli olması için bir işaret koydum. Düşman, kuman­danları öldürüldüğü zaman onun başına toplanır, savaşla ilgileri pek kalmazdı.

Nihayet İran ordusu kumandanı, kendine ait boz katırından düşmüş, karnı yarılmıştı. Bu vesile ile Allahû Teâlâ Müslümanlara zaferi müyess­er kılmış, İran ordusu hezimete uğramıştı. Savaş bitmişti. Nu'man bin Mukarrin'in yanma gittim. Vefat etmek üzere idi.. Su getirip, yüzünü yıkadım. Bana sordu:

“Sen kimsin?”

“Ma'kil bin Yesar'ım.”

“Müslümanlar ne yaptılar?”

“Allahû Teâlâ zaferi müyesser kıldı”.

"Elhamdülillah! Bu zaferi Hz. Ömer'e yazınız."

Hz. Nu'man bin Mukarrin bundan sonra kelime-i şehâdet getirip şehîd oldu.

Nu'man bin Mukarrin'in şehâdeti ve Müslümanların zaferi haberi Medine-i Münevvereye geç gitmişti. Hz. Ömer, İslâm ordusunun muzaf­fer olmass için devamlı dua ediyordu. Medine âlimlerinden yaşlı bir zat şöyie anlattı:

Medîne'ye bir Bedevî geldi ve sordu:

“Nihavent ve İbni Mukarrin'den haberiniz var mı?”

“Niçin soruyorsun?”

“Hiç, soruyorum işte!”

Bu durum Hz. Ömer'e haber veriidi. Hz. Ömer, onu çağırdı ve dedi ki:

Nihavent ve İbni Mukarrin hakkında konuşman, bir şeyleri bildiğini gösterir. Bildiklerini bize anlat.

Bedevî anlatmaya başladı:

“Ey mü'minlerin emîri! Ben falancayım. Malımla, servetimle, çoluk çocuğumla Allah ve Rasûlü için hicret etmek üzere yola çıkmıştık. Falanca yerde konakladık. Oradan ayrıldığımız zaman, ansızın bir ben­zerini görmediğimiz, kırmızı bir deve üzerinde bir adamla karşılaştık. Nereye gittiğini sorunca, Irak'tan geldiğini söyledi.” Bunun üzerine, oradaki Müslümanların durumlarını da sorunca şöyle dedi:

Düşmanları ile muharebe ettiler. Allahû Teâlâ'nın izni ile, düşman mağlup oldu. Nu'man bin Mukarrin şehid düştü. Vallahi Nu'man'ı da. Nihavent'i de bilmem.

Hz. Ömer muharebenin hangi Cuma olduğunu, bilip bilmediğini sordu. Bedevî, hangi Cum'a olduğunu bilmediğini, fakat, falanca gün göç ettik, falan gün, falan yere indik, diyerek, harbin yapıldığı vakti bildirdi. O bun­ları anlatınca, Hz. Ömer buyurdu ki:

“O gün Cumadır. Herhalde, haber getirip götüren biri ile karşılaşmışsın. Onların böyle postacıları vardır.”

Sonradan alınan haberlerden, Nihavent muharebesinin Bedevinin bildirdiği günde yapıldığı anlaşılmıştır. Hz. Ömer'e Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberi gelince, mescidde minbere çıktı. Müslümanlara, Nu'man bin Mukarrin'in şehâdet haberini verip ağladı.

Abdullah bin Mes'ud şöyie buyurdu:

“İmanın ve münafıklığın birçok yerleri, evleri vardır. Mukar-rinoğullarının evi, imanın konakladığı evlerden birisidir.”

Şehidlik gibi yüksek bir makama kavuşan Nu'man bin Mukarrin, Müzem kabilesindendir. Künyesi Ebû Amr'dır. Kardeşleri, Suveyd bin Mukarrin ile Nuaym bin Mukarrin ile birlikte Hudeybiye antlaşmasından önce Müslüman olmuştur. Kardeşleri de Nu'man gibi askerlik ve kahra­manlık bakımından meşhur sahabelerdendir.

Nu'man bin Mukarrin Rasûlüllah ile beraber Mekke'nin fethine ve Huneyn gazvelerine katılmıştır. Veda Haccı'nda da hazır bulunmuştur.

Rasûlüllahın vefatından sonra, halîfe olarak Hz. Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada büyük bir irtidat yanı dinden çıkış hareketi başladı. Hz. Ebû Bekir bu fitneye gereken cevabı verdi.

Nu'man bin Mukarrin bu irtidat fitnesine karşı verilen mücâdelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan verilmiyerek büyük bir felâketin önüne geçilmiş oldu. Nu'man bu hizmetlerine Hz. Ömer'in hilâfeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran taraflarında da çok oldu. 642 yılında Nihavent'te şehîd oldu.

[28]

Sahabelerin fıkhında mürtedlerle barış sözleşmesi yapılmaz. Çünkü dinde mürtede hayat hakkı yoktur. İrtidat, İslâm toplumu için şirk kadar tehlikelidir. İrtidadın içine düşmek, şirkin, küfrün, tuğyanın içine düşmek­tir. İrtidadın bir anlamı da, din adına din ile alay etmektir. Dolayısıyla irtidada ve mürtedlere karşı müsamahakâr davranmak, dinsiz kalmak ve dinsizliği din edinenler tarafından idare olunmak için yeterli bir sebebtir. Bu nedenle sahabeler, mürtedliğe karşı kesintisiz bir savaş vermişlerdir. Sahabelerin fıkhı, irtidad ve mürtedlere karşı kesintisiz savaş fıkhıdır.

 

Hz. Rıbı Bîn Amir

(R.Anh)

 

Hz. Ömer'in hilafeti zamanı idi. İslâm adaleti altında müslümanlar, bir taraftan altın devirlerini yaşarken, diğer taraftan da İslâm orduları, dört bir cephede yeni fetihler yapıyor, zaferler kazanıyor ve İslâm topraklarını genişletiyorlardı.

Sâd b. Ebî Vakkas'ın kumandası altındaki 34 bin kişilik İslâm ordusu, Acem topraklarına dayanmıştı. Resul-i Ekremin duasının gerçekleşme­sine çok az bir zaman kalmıştı. İran Kisrası Resuî-i ekremin mektubunu parçalamış, Rasûlullah efendimiz de, "Ya Rabbi, nasıl o benim mek­tubumu parçaladrysa, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et" diye dua etmişti.

Bu dua gerçekleşmiş, İran Kisrası, oğlu tarafından hançer ile öldürülmüş, şimdi sıra mülkünün parçalanmasına gelmişti. İran Kisrası Yezd-i Cürd'ün kumandanı Rüstem, İslâm ordusuna karşı hazırlıklarını tamamlamıştı. İslâm ordusunun 34 bin mevcuduna karşılık, İran ordusu­nun 80 bin yedeği yanında 120 bin mevcudu vardı. Bu mevcudun 30 bini, kaçmaması için zincirlerle birbirine bağlanmıştı.

İslâm ordusu, dinimizin emrine uyarak, elçiler göndererek, önce düş­manını İslâm dinine davet ediyordu. Bunun için Rüstem'e de birkaç defa elçi gönderilmişti. Rüstem her seferinde reddetmişti.

Rüstem'in yanına giden ikinci elçi de Ribî bin Âmir idi. Rüstem'in yanına vardığında, hiç görmediği şatafatlı bir manzara ile karşılaştı. Rüstem'in bulunduğu yer, nakışlı yastıklar, kadifeden halılar, inci ve yakutlar ve daha birçok zinetlerle süslenmişti. Rüstem, altından yapılmış bir koltukta oturuyor, etrafındaki insanlar bir köle gibi kendisine hizmet ediyorlardı.

Ribî'nin ise eski bîr kıyafeti, eğri bir kılıcı, yer yer eğilmiş bir kalkanı ve çelimsiz bir atı vardı. Ancak gördüğü şatafat Ribî bin Amir'i hiç mi hiç cezbetnıemişti. Bütün bu gördüklerine karşılık, onun da sarsılmaz bir imanı, yıkılmaz bir şecaati ve cesareti vardı. Halılarla örtülü yere varınca, atından indi ve hemen oraya atım bağladı. Silahı, zırhı üzerinde ve miğ­feri başında idi. Ona, "Silâhını bırak" dediler. O da şu cevabı verdi:

“Beni böyle kabul ederseniz ne âlâ, yoksa döner giderim.”

Orada bulunanlar, bu çelimsiz insandan çıkan cesurane sözler karşısın­da şaşırıp kalmışlardı. Rüstem, "Bırakın onu" dedi. Ribî ilerledi ve Rüstem'in yanına yaklaştığında, mızrağını yere sapladı. Yerde ise ipekli yas­tıklar vardı. Mızrağın keskin ucu, ipek yastıkları delip geçti. Etrafındakilerin fevkalâde değer verdiği bu süslü yastıkların, Ribî için hiçbir ehem­miyeti yoktu. Onun tek düşündüğü, elçilik vazifesini, İslâmın izzetine uygun bir şekilde yerine getirebilmekti. Ribî, süslü yastıklara aldırmayıp yere oturdu. İslâm elçisi Ribî bin Amir'in, huzurunda mızrağını yere sap­lamasından sonra, Rüstem dedi ki:

“Ne diyorsan, anlat bakalım!” Ribî şöyle cevap verdi:

Allahû Teâlâ, dilediği kimseleri, kula kulluktan kendisine kul­luğa, dünya sıkıntılarından feraha çıkaralım, bâtıl dinlerinin zul­münden kurtarıp İslâm adaletine ulaştıralım diye, bize bir Peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse, bizden olur, biz de döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allah'ın vaad ettiğine kavuşun­caya kadar onunla savaşırız.

“Allah'ın vaad ettiği nedir?”

“Kâfirlerle savaşırken ölen için cennet, geride kalanlar için ise zafer vardır.”

“Söylediklerini dinledim. Bu mevzuu düşünmemiz için bize mühlet verir misin?”

“Evet, istediğiniz mühleti veririz.”

“Kaç gün mühlet verirsiniz?”

“Bir veya iki gün ancak mühlet veririz.” Bunun üzerine Rüstem dedi ki:

“Hayır. Âlimlerimiz ve reislerimizle mektuplaşmamız için bu vakit az olur.”

Onun bu cevabı üzerine Ribî dedi ki:

“Peygamberimiz düşmanla karşılaştığımız zaman, üç günden fazla mühlet vermememizi emretti. Düşün ve adamlarına sor, bu mühlet içinde şu üç şıktan birini tercih et: Müslüman olmak, cizye vermek ve harb etmek.

Rüstem tekrar sordu:

“Sen onların efendisi misin?”

“Hayır, müslümanlar birbirlerine kuvvet veren tek vücut gibidir.”

Rüstem bunun üzerine adamlarını topladı ve dedi ki:

“Bu adamın sözlerinden daha kıymetli ve kabule şayan bir söz duy­dunuz mu?”

Adamları, Rüstem'in bu sözlerine şiddetli bir şekilde karşılık verdiler:

“Kendi dinini bırakıp, onun söylediklerine meyletmekten Allah seni muhafaza etsin! O adamın elbiselerini görmedin mi? Böyle elbiseler giyen adamın sözlerinde ne olabilir ki?”

Bunun üzerine Rüstem, adamlarına dedi ki:

“Yazıklar olsun size! Siz elbiselere mi bakıyorsunuz? İnsanın şah­siyeti elbiseleri ile değil, akıl, kabiliyet ve konuşması iledir. Bunlar zaten yiyecek ve elbiseye önem vermiyorlar. Onlara göre önemli olan, akıl ve kabiliyettir.”

Kısa bir zaman sonra, Ribî gibi elbise giyenlerden müteşekkil 34 bin kişilik İslâm ordusu, süslü elbiseler ve zinetler içerisinde bulunanların 200 bin kişilik ordusuna galip gelmiş ve İslâm orduları Medayin'e girerek, Resuli Ekremin duasının gerçekleşmesine şahit olmuşlardı. İslâm ordusundan, çok az kimse şehit olurken, İran ordusu 120 bin kişi zayiat vermiş, geri kalanları da yaralı olarak firar etmişlerdi.

[29]

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in yetiştirdiği inkılabçılardır. Sahabeler, Allah'ın dinini Allah'ın düşmanları karşısında net bir şekilde savunuyor­lardı. Cahiliyye düzenine meydan okuyorlardı. Kendi dâvalarının hedefi­ni açık bir şekilde düşmanlarına bildiriyorlardı. Düşman kula kullukta karar kılmıştı. Sahabe ise Allah'a kullukta karar kılmıştı. Allah'a kullukta karar kılanlar, kula kulluğa hayat hakkı tanımazlar. Şayet tanıyorlarsa, Allah'a kulluk dâvasına ihanet ediyorlar demektir. Cahiliyye ehli karşısında "Sizin dininiz size bizim de dinimiz bize" diyerek net tavır ortaya koymak, sahabe sünnetindendir.

 

Hz. Osman Bin Talhâ

(R.Anh)

 

Osman bin Talhâ, Mekke'de Kabe Kayyımlığı ile vazifeliydi. Sülâlesi câhiliye devrinde Kabe'nin hicâbet vazifesini yapardı, yanı kapı anahtarını taşırdı. Peygamber efendimiz, hicretten önce Osman'ı da biz­zat îmâna daavet etti. Osman:

Yâ Muhammedi Sen kavminin dînine aykırı davranmış ve ortaya yeni bir dîn çıkarmış bulunuyorsun. Doğrusu, benim sana tabi ola­cağımı ümit etmen şaşılacak şeydir, diyerek imana gelmedi. Atalar dini, tarih boyunca Allah'ın dinine girmeye hep engel olmuştur. Atalar dinini inkâr etmeden Allah'ın dinine girmek mümkün değildir.

Bir defasında Rasûlüllah efendimiz, iman edenlerle birlikte Kabe'ye girmek istemişlerdi. Osman Kabe'ye de sokmak istemediği gibi sert de davrandı. Fakat Rasûlüllah efendimiz onun bu hareketini sükûnetle karşılayıp, şöyle buyurdu:

 

“Ey Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide de göreceksin!”

 

 

O zaman Kureyş mahvolmuş, kıymetten düşmüş olur.

“Hayır! Asıl o zaman, Kureyş yaşayacak ve kiymetlenecektir.”

Osman bin Talhâ, Uhud harbine müşriklerin safında katıldı. Babası, kardeşleri ve akrabası öldürülünce, Kabe'nin hicâbet vazifesi tek başına üzerinde kaldı. Mekke'nin fethinden altı ay önce Amr bin As ve Hâlid bin Velid ile birlikte Medine-i Münevvereye gelerek, Müslüman oldu. Fetihten önce îmâna gelen Muhacirlerin derecelerine kavuştu.

Mekke'nin fethine katılıp, Rasûlüllahın yanında bulundu. Kabe'nin .anahtarını Rasûlüllaha arzetti, beraber girdiler. Burada Rasûlüllah efendimiz iki rekat namaz kıldı. Beyt-i şeriften çıkarken, Rasûlüllah efendimiz, Nisa sûresinin, "Allahû Teâlâ size emânetleri ehline ver­menizi emreder" meâlindeki 58. âyet-i kerimesini okuyup, anahtarı Osman bin Talha'ya ve amcasının oğlu Şeybe'ye verdi. Ona buyurdu ki:

 

“Ey Ebû Talhâ evlâdı! Ceddinizden kalma olan emâneti sizde pa­yidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zâlim olmaksızın hiçbir kimse sizden alamaz.”

 

 

Sonra, "Sana vaktiyle söylemiş olduğum  şey gerçekleşmedi mi?" buyurarak Hicretten önceki sözlerini de hatırlattı. O da dedi ki:

Evet, şehâdet ederim ki, sen hîç şüphesiz Rasûlüllahsın. Rasûlullah efendimiz o gün şöyle bir hutbe okudu:

Vaadi, sözü hak olan, kuluna yardım eden, kendinden başka kul­luğa müstahak bir ilâh bulunmayan Allahû Teâlâya hamdolsun. Dikkat ediniz! Câhiliye devrinde değer verdiğiniz her türlü âdet ve kan dâvası ayağımın altındadır. Bunlardan Kabe'ye hizmet etmek ve hacılara su dağıtmak müstesnadır.

O günden itibaren hicâbet vazifesi, Osmanlı devletinin sonuna kadar, Osman bin Talhâ'nın sülâlesinde kalmıştır. İslam'da emanetin ehiine ve­rilmesi, idare sisteminin vazgeçilmez unsurudur. Hukuk, Emanet, Ehliyet ve Liyakat, İslamî idare sisteminin değişmez alâmetleridir. Bu mesele­lerde arızalı bir idare sisteminin İslamî sayılması mümkün değildir. İşte Hz. Osamn b. Talha (R.a.) hakkıyla emanete riayet etti. Mekke'nin fethinden sonra Rasûlüllah efendimiz ile Huneyn gazasına katıldı. Rasûlüllahın vefatından sonra Mekke-i mükerremeye döndü. Kâbe-i muazzamadaki licâbet vazifesine devam etti. Dört Halife devrinde gazalara katıldı. Hz. Muâviye'nin hilâfeti devrinde 662 senesinde Mekke-i Mükerremede erat etti.

[30]

İnsanlar arasında hak ile hükmedip emaneti ehline vermek, sahabenin İdare tarzıydı. Sahabeler, emanet ve ehliyet sahibi kimselerdi. Emanet ve ehliyet  sahibi  olmayanalar, İslâmî idarede görev alamazlar. Sahabe anlayışmdan ve yaşayışından anladığımız budur.

 

Hz. Osman İbn-i Maz'un (R.Anh)

 

Hz.Osman İbni Maz'un (R.a.), Medine'de vefat eden ilk Muhacir sahabedir. Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacirdir. O, ilk müslümanlardandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz Dâru'l-Erkam'a yerleşmeden önce İslâmla şereflendi. Câhiliye döneminde de temiz yaratıhşh, ağırbaşlı bir insandı. O dönemde de hiç içki içmedi. "Aklı gideren, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem" derdi. Onun İslâm'a girişi Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'inde şöyle anlatılır:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün Mekke'de evinin yanın­da oturuyordu. Osman İbni Maz'un da oradan geçiyordu. Rasûlullah (sav)'e bakıp tebessüm etti. İki cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Biraz oturmaz mısın?" buyurdu. O da karşısına oturdu. Konuşurlarken Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize bir hal oldu. Sanki karşısında birisi ona bir şeyler anlatıyor, Efendimiz de anladım dercesine başını sallıyordu. Bu hal bir müddet sonra geçti. Osman bu hali merak etti ve Efendimize sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz kendisine Allah'ın elçisi Cebrail'in geldiğini ve Nahî Sûresi 90. âyet-i celileyi indirdiğini söyledi. Meâlen:

 

"Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktanda nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasiniz."

 

 

Bu hadise Osman îbni Maz'un'un gönlünde iman nurunun parlaması­na vesile oldu. Oracıkta İslâm'a giriverdi. İslâm'ın ilk günlerinde Osman'ın bu hareketi Fahr-i Kâinat (sav) efendimizi pek memnun etti. Ailesine de İslâm'ı anlattı ve onlar da müslüman oldular. Diğer müslümanlar gibi o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kaldı. Ama imanın­dan hiç taviz vermedi. Sonunda Habeşistan'a hicret etti.

O, hicret eden ilk gurubun başkanıydı. Habeşistanda inançlarını daha rahat bir şekilde yaşama imkânı bulan ilk muhacirler her an Mekke'den haber bekliyorlardı. İki cihan Güneşi Efendimizden ayrı kalmalarına çok üzülüyorlardı. Bir ara Kııreyş'in İslâm'a girdiği haberini aldılar. Bunun üzerine müslümanlar Mekke'ye geri dönmeye başladılar. Ancak Mekke'ye yaklaşınca bu haberin yalan olduğunu öğrendiler. Aralarında istişare ettiler ve herkes bir dostunun himayesine girmek süreliyle Mekke'de kalmağa karar verdiler. Kimi himaye edecek birini buldu, kimi de gizlice Mekke'ye girdiler. Osman İbni Maz'un (R.a.) Veiid bin Mugiyre'nin himayesine girmişti. Fakat inanan bir insan için müşrik birinin himayesinde olmak hazmedilir şey değildi. Bu yüzden hepsinin gönlü huzursuzdu.

Osman İbni Maz'un (R.a.) bu durumun acısını kalbinde hissetti ve bunu imandan taviz vermek olarak kabul etti. Birgün kendisini: "Vallahi benim arkadaşlarım Allah yolunda eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşriğin himayesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam benim için büyük bir eksikliktir diyerek iç muhasebeye tabi tuttu. Sonra kalktı Velid bin Mugire'ye geldi ve ona:

"Ey Ebû Abdişşems! Artık senin himayeni kabul etmiyorum." dedi. Velid:

"Niçin ey Kardeşimin oğlu!" dedi. O da:

"Ben artık Allah'ın himayesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himayesine girmek istemiyorum." diye cevap verdi. Velid:

"Öyleyse bunu Kabe'ye git ve orada açıkla." dedi. Birlikte Kabe'ye git­tiler. Osman İbni Maz'un (R.a.) orada:

"Ben Allah'dan başkasının himayesinde bulunmayı sevmiyorum. Onun için Velid'in himayesini artık kabul etmiyorum." diye ilân etti ve Velid'in himayesinden çıktı.

Münkir ve müşriklerin iradesi ve icazetiyle Allahû Teâla'ya kulluk edilmez. Allahû Teâla'ya kulluk etmenin rükünlerinden birisi de, münkir ve müşriklerin iradesini ve icazetini toptan reddetmektir.

Bir gün o, Kureyşlilerin toplandığı yere gitmişti. Lebid şiir okurken: "Şüphesiz Allah'tan başka her şey bâtıldır." dedi. Osman İbni Maz'un da: "Doğru söyledin." dedi. Lebid: "Her nimet mutlaka yok olacaktir." mısrasını okurken Osman (R.a.) Yalan söyledin, cennet nimetleri ,yok olmaz." dedi. Lebid Kureyşlüere sitemle: "Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size?" dedi. Bu sırada Abdullah İbni Umeyye adındaki müşrik Osman İbni Maz'un (R.a.) 'in gözüne şiddetli bir yumruk vurdu. Velid yeğenine: "Himayemi reddetmeseydin böyle olmazdı." dedi. Bunun üzerine o da: "Vallahi, Allah yolunda bu sağlam gözüm de ötekinin akîbetine uğrasa gam yemem. Şüphesiz ben senden daha güçlü birinin Mmâyesİndeyim. Bana ne kadar eziyet etseler de bu yolda yürüyeceğim." dedi. Sa'd İbni Ebî Vakkas (R.a.) da o meclisdeydi. Kardeşine yapılan bu zulme dayanamadı ve o da bu kâfirin suratına müthiş bir yumruk indirdi. Abdullah İbni Ümeyye'nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Lâyık olduğu cezayı buldu.

Osman İbni Maz'un (R.a.) Mekke'de kaldığı müddetçe belâ ve musi­betleri sabırla karşıladı. İki cihan Güneşi Efendimiz Medine'ye hicret izni verince, kardeşleri, zevcesi Havle binti Hakim ve oğlu Sâib ile beraber Medine'ye hicret etti. Sevgili Peygamberimiz onu Ebu'l-Heysem ile kardeş yaptı. O, dünyaya hiç değer vermedi. Geceleri namaz kılar, gündü­zleri oruç tutardı. Her şeyi bırakıp Allah'a yönelen âbid, zâhid bir kişiy­di. Birgün o, Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz ashabıyla otururken mescide girdi. Üzerinde post parçasıyla yamanmış bir elbise vardı. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz ona hüzünlü hüzünlü baktı ve şöyle dedi:

"Sizden birinizin giderken gelirken bir başka elbise giydiği, önüne bir tabak konulup başka bir tabağın kaldırıldığı, Kabe'nin örtüldüğti gibi evlerinizi örttüğünüz gün siz nasil olursunuz acaba?"

Bu inci danesi sözleri dinleyen Osman İbni Maz'un (R.a.) daha zâhidâne bir hayat sürmeye başladı. O kadar ki meşru nimetlerden kaç­maya kadar vardı. Bunun üzerine iki cihan Güneşi efendimiz ona:

"Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, bedeninin, ailenin senin üzerinde hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu, oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allah Teâlâ beni ruh­banlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi." buyurdu.

Bundan sonra o, hayatı terkedip inzivaya çekilen abidlerden değil, aksine hayati güzel amellerle, Allah yolunda cihadla dolduran örnek hayat âbidlerinden oldu. Sahabenin yolu ruhbanlık değil, cihad idi.

Hak yolunda yılmadan çalışan, hayırlı işlerde devamlı fedâkârlıklar gösteren Osman İbni Maz'un (R.a.) hicretten otuz ay sonra ebedî aleme göçtü. O sırada müslümanların henüz bir kabristanı yoktu. Efendimiz Medine etrafına çıktı ve Bakî ile emrolundum buyurdular. Osman İbni Maz'un (r.a.) Medine'de ilk vefat eden sahabî ve Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir oldu. Zevcesi kabri başında: "Ey Ebâ Sâib! cen­net sana afiyet olsun." dedi. Sevgili Peygamberimiz de: "Allah ve Rasûlünü severdi, desen kâfi idi" buyurdu. Teçhiz ve tekfin hazırlığı sırasında iki cihan Güneşi Efendimiz alnından öperken gözyaşlarını tuta­madı ve "Ey Ebû Sâib!.. Allah sana rahmet etsin!. Dünyadan çekip gittin... Ama ne sen ona iltifat ettin, ne de o sana..." buyurdu. Defnedildikten sonra da: "O bizim ne iyi selefimizdir..." dedi ve kabrinin başına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefat edince "nereye defnedelim" diye sorulunca Rasül-i Ekrem (sav) efendimiz "Selefimiz Osman İbni Maz'un'un yanına" cevabını verirlerdi. Kızı Rukiyye vefat ettiğinde de: "Bizim hayırlı selefimiz Osman'a kavuş..." buyurarak devamlı onu anardı. Cenab-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

[31]

Müslüman, İslâm'ın kendisine kazandırdığı izzete leke düşürmeyen kimsedir. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, müslüman arkasında gelenlere hayırlı izler bırakan kimsedir. Hayırlı ümmete mensub olmanın gereği, hayırlı işlerde hep önde olmaktır.

 

Hz. Sabit İbn-i Kays

(R.Anh)

 

Sabit İbni Kays (R.a.) gür sesli ve güzel konuşan bir sahabedir. Rasûlüllah (sav) efendimizin hatibi olmakla tanınan bir yiğit. Konuşmasıyla dinleyenleri hayran bırakan bir hatip... Savaş meydanların­da ise cengâverliğiyle meşhur bir kahraman...

O, Yesrib'in sayılı kişilerindendi. Hazrec kabilesine mensuptu. Hicretten evvel müslüman oldu. Mekke'li genç davetçi Mus'ab (R.a)'ın güzel sesiyle okuduğu Kur'an ayetlerini dinledi. Bundan etkilendi ve gön­lünü İslâm'ın nuruna açtı. Kelime-i şehadet getirerek İslâm'a girdi.

O, iki Cihan Güneşi Efendimiz'i Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, büyük bir süvari gurubuyla karşıladı. Onun önünde durarak son derece beliğ bir konuşma yaptı. Şöyle ki:

Ya Rasülallah! Biz canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuz gibi seni koruyacağımıza söz veriyoruz. Buna karşılık bize ne var? Bize neyi vaadediyorsunuz?" dedi. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz bu samimi karşılama ve suâle karşı tek kelime ile: "Cennet. diye cevap verdi. Orada bulunanlar bu cevaptan çok memnun oldu ve bir­likte: "Kabul ettik Ya Rasülallah!.. Razıyız Yâ Rasülallah!.." diye sev­inçlerini bildirdiler.

Ne güzel vaad!.. Ne güzel cevap!. Kendisine tâbi olanlara Allah'ın rızası ve cennetini müjdelemek. Ashab bu halis niyet ve maksatlarla başka şeylere değer vermediler. Gel-geç sevdalara kapılmadılar. Fâni lezzetlerle telezzüzü terkedip ebedi hayat için çalıştılar.

Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz arap şair ve hatipleri geldiğinde hatip­lere karşı Sabit İbni Kays (R.a)'i şairlere karşı da Hassan İbni Sabit (R.a)'i görevlendirirdi. 630 m. senede Beni Temim'den bir heyet geldi.

Fahr-i Kâinat (sav)'den izin alarak övünme yarışı yapmak istediler. Efen­dimiz de: "Hatibinize izin verdim. Konuşsun." buyurdu Utarid isminde bir hatip ayağa kalktı. Zengin olduklarını iyi işler yaptıklarını, halkın en güçlüsü en faziletlisi olduklarını sayıca çok ve savaşa çabuk hazırlandık­larını, sayıp döktü. Sonunda da; Bizim gibi faziletlere sahip olanınız varsa çıksın da görelim? dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz Sabit İbni Kays (R.a)'a cevap vermesini emir buyurdu, Sabit kalktı ve şöyle cevap verdi:

"Hamd Allah'a mahsustur. Ben O'na hamd ederim, O'na iman eder ve O'ndan yardım isterim. O'na güvenir, O'na dayanırım. O birdir. Eşi-benzeri yoktur. Gökde ve yerde ne varsa hepsini yaratan ve yaşatan O'dur. O'nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve açık her şeyi bilir. Yarattıklarının en hayırlısını Peygamber olarak gönderdi. O insanların en doğru sözlüsüdür. Soyu en asil soydur. Emindir. En cömerddir. Her bakımdan insanların en üstünüdür. Allah Teâlâ ona kitabını indirdi. O insanları Allah'a iman etmeye çağırdı. Biz bu dav­eti kabul ettik. O'na tabi olduk. Bu daveti kabul edenler kavmimizin en hayırlıları oldular. Bu davete karşı gelenlerle biz cihad edeceğiz, inananların canlarını ve mallarını koruyacağız. Allah'a hamdolsun ki bizleri dininin yayılmasına vasıta kılıp, Rasûlünün yardımcıları olarak şereflendirdi. Ben bunları söylüyorum. Allah'dan kendim ve bütün mü'minler için afv ve afiyet dilerim."

Temim heyetinin şâiri kalktı şiirini okudu. Buna karşı da Hassan İbni Sabit cevap verdi. İslâm hatip ve şâirinin hutbe ve şiirleri karşısında Beni Temim'in reislerinden Akra İbni Habis Peygamber efendimiz için: "Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi onun hatibi ve şairi bizimkinden daha kuvvetlidir. Ses ve sedaları, mânâları daha güzeldir. Bu zat Allah tarafından korunuyor." diyerek hakkı kabul etti. Kelime-i şehadet getir­erek müslüman oldu. Sevgili Peygamberimiz ona: "Bundan önceki halin sana zarar vermez." buyurdu Reislerinin peşinden Temim halkı da akın akın İslâm'a girdi.

Sabit İbni Kays (R.a) Rabbinden çok korkan, onun gazabını çekecek her şeyden uzak duran bir muttaki mü'mindi. Birgün Resûl-i Ekrem (sav) onu, korkudan titrerken gördü. "Neyin var Yâ Sabit!" dedi. O da: "Mahvolmaktan korkuyorum." dedi. Efendimiz:

 

"Niçin Ya Ebâ Muhammed!" dedi. Sabit  (R.a) da: 

 

 

"Allahû Teâlâ, yapmadıklarımızla övülmeyi istemememizi emretti. Halbuki ben kendimi övülmeyi seviyor görüyorum. Allah bize büyüklenmeyi yasakladı ama ben kendimi beğendiğimi zannediyorum." diye cevap verdi! Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz onun korkusunu şöyle gidermeğe çalıştı:

"Sabit! Övülmüş olarak yaşamaya, şehid olmaya ve Cennet'e girmeye razı olmaz mısın?" dedi. Bu müjdeyle onun yüzü aydınlandı. Gülerek:

"Evet isterim Yâ Rasûlallah!" dedi. Efendimiz:

"İşte bunlar senin için var" buyurdu.

Yine o: "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygambere yüksek sesle bağırmayın. Yoksa farkına varmadan, işledikleriniz boşa gidiverir" [32]ayeti nazil olunca evine çekildi. Rasûlüllah'ın mescidine gelmedi. Kendini, yaptıklarım boşa mı gidiyor diye hesaba çekti. Yanına gelenlere bu sebepten gelmediğini söyledi. Efendimiz bunu haber alınca ona adam gönderdi ve:

"Git ona şöyle söyle. Sen cehennemlik değilsin. Cennetliksin." buyurdu.

Ne hassasiyet!... Ne derinlik!... Ne iman!... Ne sevgi!. Allah'ım biz­leri de böyle hassas anlayışlı ve titiz davranışh eyle!...

Cennete sevdalanmış olanların yolu şehadete uğrasa yollarını değiştirmezler. Sahabe nesli için en büyük mutluluk, cennetlik bir insan olabilmektir.

Sabit İbni Kays (R.a) Hz. Ebû Bekir (R.a) devrinde Yemâme savaşma katıldı. Müseyleme üzerine gönderilen orduda Ensar'lı askerlerin kuman­danıydı. O gün kefenini giydi. Hanut yağı sürerek bedenini kokuladı ve meydana atıldı. Müslümanların hamiyetlerini kabartan, müşriklerin de korkularını çoğaltan bir vuruşmaya girdi. Şiddetli darbeler aldı. Fakat düşmanın da gücünü kırdı. Orada şehid düştü. Cenâb-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

[33]

Sahabe, cihadı cennete giden yol olarak bellemişlerdi. Onlar, cennete cihad yoluyla ulaşmaya çalışıyorlardı. Sahabe fıkhında, cihad bir külfet değil, bir nimettir. Onlar, Allah yolunda Allah düşmanlarına karşı savaşmayı cihad noktasında tahdisi nimet biliyorlardı. Çünkü cihad olmasaydı, müslümanlar bir ömür boyu kâfirlerin esareti altında inlemeye mahkûm olacaklardı. Cihad, kendi başına bir çıkıştır, bir kurtuluştur. Bu kurtuluş yolunu önümüze koyan Allah'a sonsuz hamdü senalar olsun.

 

Hz. Sa'd Bin Ebi Vakkas

(R.Anh)

 

Sa'd b. Ebî Vakkas Malik b. Vuheyb b. Abdi Menaf b. Zühre. Babası Malik b. Vuheyb'dir. Malik'in künyesi Ebî Vakkas olup, Sa'd bu künyeye nisbetle İbn Ebî Vakkas olarak çağrılırdı. Rasûlullah (sav)'in annesi Zuhreoğullarından olduğu için, anne tarafından da nesebi Rasûlullah (sav) ile birleşmektedir. Sa'd'ın annesi Hamene binti Süfyan b. Ümeyye'dir. Sa'd (R.a), ilk iman edenlerden bindir.

Kendisinden yapılan rivayetlere göre o İslâmı üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise'den sonra müslüman olmuşsa beşinci müslüman olmuş oluyor. Sa'd (R.a), müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış olduğunu ve o zaman on yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir.

[34]

Sa'd (R.a) İslama girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: "Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir'di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; "Bir saat kadardır" dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlullah (sav) gizlice İslâm'a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası imân etmemişti.

[35]

Sa'd'ın müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa'd'a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa'd, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeye­ceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıklığında Sa'd ona; "Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim" demişti.

Onun kararlılığım gören annesi yemininden vazgeçmişti.[36] Sa'd (R.a) annesine çok düşkündü ve ona bir zarar gelmesini asla kabul edemezdi. Ancak imanla alakalı bir konuda Rabbine isyan edip başkalarının heva ve heveslerine de tabi olamazdı. Sa'd (R.a) ve benzer­lerinin karşılaşacağı bu gibi durumları çözümlemek ve iman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeyi göndermişti:

"Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran."

[37]

Sa'd (R.a), Medine'ye hicrete kadar Mekke'de kalmıştır. Dolayısıyla müşrikler tarafından uğradıkları bütün saldırı ve işkencelere diğer müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca muhatab olduğu muhakkaktır. Mekke'de müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibâdetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı.

Bir gün Sa'd (R.a) arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken müşrik­lerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldır­mışlardı. Sa'd eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırak­mıştı. İşte İslâm 'da Allah için ilk akıtılan kan budur.

[38]

Sa'd (R.a) kardeşi Ümeyr (R.a) ile Medine'ye hicret ettiği zaman, kan davası yüzünden Mekke'den kaçıp buraya yerleşmiş olan diğer kardeşleri Utbe'nin evinde kalmaya başlamışlardı. Muahat olayında Rasûlullah (sav), Sa'd'ı Mus'ab b. Umeyr ile kardeş ilân etmişti. Başka bir rivayete göre de kardeş ilân edildiği kimse Sa'd b. Mu'az'dır.

[39]

Medine'ye hicretle birlikte İslâm devlet olmuş ve kendini tehdit eden güçlere karşı askerî faaliyetler başlamıştı. Bu çerçevede Mekke kervanlarına yönelik askerî birlikler (seriyye) sevkediliyordu. İlk seriyye, Hicretin yedinci ayında Mekke kervanının yolunu kesmek için otuz kişi­den oluşan Hz. Hamza komutasındaki seriyyedir. Sa'd (R.a)'da bu ilk askerî birliğe katılanlardandır (İbn Sad, aynı yer) Bir ay sonra Ubeyde b. Haris komutasında gönderilen seriyye Kureyş kervamyla karşılaştığında ilk oku Sad b. Ebî Vakkas (R.a) atarak çatışmayı başlatmıştı. Mekke'de Allah yolunda ilk kan akıtan kimse olma şerefi Sa 'd (R.a) 'a ait olduğu gibi, yine Allah yolunda ilk ok atma şerefi de böylece ona nasip olmuştur. Sa'd (R.a) şöyle demektedir: "Araplardan Allah yolunda ilk ok atan kimse benim.

[40]

Aynı yılın Zilkade ayında Rasûlüllah (sav), Sa'd b. Ebî Vakkas'i yirmi kişilik bir askerî birliğe komutan tayin ederek el-Harrar mevkiine gön­dermişti. Bu seriyyenin gayesi de Mekkelilere ait kervanı vurmaktı. Ancak kervan bir gün önceden bu yerden hareket etmiş olduğu için, bir çatışma çıkmamıştı. Rasûlullah (sav), sadece seriyyeler göndermekle yet­inmiyor, bizzat ordusunun başına geçerek seferler düzenliyordu. Bunlardan biri olan ve II. Hicrî yılın Rebiu'l-Evvel ayında gerçekleştir­ilen Buvat gazvesinde, ordu sancağını Sa'd taşımaktaydı.[41] Peşinden tehlikeli bir görevle Mekke ile Taif arasında­ki Nahle mevkiine keşif maksadıyla gönderilen Abdullah b. Cahş seriyyesine katılan Sa'd b. Ebî Vakkas (R.a)'m bütün cihad faaliyetlerine aktif bir şekilde iştirak ettiği görülmektedir.

Bedir savaşında müşrik süvari birliğinin komutanı olan Sa'id b. el-As'ı öldürüp kılıcını Rasûlüîlah (sav)'e getirmişti. O, Zülkife adındaki bu kılıcı ganimetlerin dağıtılışında Sa'd'a vermişti.

Uhud savaşında, müşriklerin üstünlüğü ele geçirdiği ve müslümanlarm paniğe kapılarak dağıldığı esnada Rasûlüllah (sav)'ın yanından ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa'd b. Ebî Vakkas (R.a) idi. O, cesaretinden hiç bir şey kay­betmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa'd (R.a) ok atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (sav) ona ok veriyor ve şöyle diyordu: "At Sa'd Anam babam sana feda olsun."[42] Rasûlüllah (sav), övgü, rıza ve hoşnutluğu ifade eden bu kelimeleri, ana ve babasını bir arada zikrederek başka hiç kimse için kullanmamıştır.

[43]

Sa'd (R.a)'ın Uhud günü gördüğü hizmet ve gösterdiği kahramanlık gerçekten çok büyüktü. Onun bu günde tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir.

[44]

O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır.

[45]

Rasülüllah (sav)'m vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (R.a)'a bey'at eden Sa'd (R.a), Hz. Ömer döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almıştır. Bu dönemde onun en önemli görevlerinden birisi, asrın emperyalist süper güçlerinden birisi olan İran İmparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır.

Bizansa yönelik askerî faaliyetler sürerken, İran topraklarına da sefer­ler yapılıyordu. Hz. Ebû Bekir (R.a) döneminde İranlıların elinde olan Irak'ın büyük bir bölümü fethedilmişti. Hz. Ömer (R.a) iş başına geçtiği zaman İran'a karşı kapsamlı ve netice alıcı bir askerî sefer düzenlenmesi için çalışmalara başladı. Yapılan istişareler sonucunda Sa'd b. Ebî Vakkas'ın hazırlanan orduya komutan tayin edilmesi kararlaştırıldı. Havâzin kabilelerinden zekât toplamak için bu bölgede bulunan Sa'd, Medine'ye çağrılarak ordu ona teslim edildi. Sa'd ordusuyla Irak'a doğru yürüyüşe geçerek Kadisiye mevkiinde karargah kurdu. İran şahı, müslümanlara karşı savaşmak üzere ünlü komutanı Rüstem'i görevlendirmişti. Yapılan savaşı müslümanlar kazanmış ve İran toprakları İslâm tebliğine açılmıştı. Sa'd hasta olduğu için bizzat savaşa iştirak edememiş ve yük­sekçe bir yerden, savaşan orduyu idare etmişti. Kadisiye, İslâm ordu­larının kazandığı en parlak ve kesin zaferlerden biri olarak tarihe geçmiştir.

Daha sonra Sa'd (R.a), Celula'ya yönelmiş ve burasını fethetmişti.[46] Celula'nın fethi bölgede büyük bir ihtida hareketini (İslam'a giriş hareketini) de peşinden getirmişti. Daha sonra İran İmparatorluk merkezi olan Medâin iki aylık bir kuşatmadan sonra düşmüş, büyük meblağlarda ganimet ele geçmiş ve Kisra III. Yezducerd buradan Hulvan'a kaçmıştı. Sa'd b. Ebî Vakkas, bir ordu göndererek sulh yoluyla burayı fethetmişti. Yezducerd ise İsfahan bölgesine kaçarak orada tutunmaya çalışmıştır.

Sa'd (R.a), Medâin'e yerleşerek, fethedilen toprakların idarî yapısını oluşturmaya çalıştı. Medâin'in havası, askerlerin sıhhatini olumsuz yönde etkilediği için, Hz. Ömer (R.a)'in onayı alınarak yerleşime ve ordunun askerî stratejisine uygun bir konumda olan Küfe, ordugâh şehir haline getirildi. Sa'd bölge valisi olarak Kûfe'de üç buçuk yıl kalmıştır. O, tekrar toparlanıp kaybettikleri yerleri geri almak için hazırlıklara girişen İran­lıların hareketlerini takip ediyor ve gerekli askerî önlemleri almaya çalışıyordu. Ancak tam bu sıralarda Kûfe'de bir topluluk, Hz. Sa'd'ı ganimetleri adil dağıtmadığı ve gaza işlerinde gevşek davrandığı yolunda iddialarla Hz. Ömer (R.a)'a şikâyet etti. Ayrıca onun namaz kıldırış tarzını da beğenmiyorlardı. Hz. Ömer (R.a) meseleyi inceletmiş; yapılan şikayet­lerin asılsız olduğunu anlamış olmakla birlikte, maslahatı gözeterek onu geri çağırmıştı.

[47]

Hz. Ömer (R.a), kendisinden sonra halife seçimini gerçekleştirmek için altı kişilik bir şûra oluşturmuştu. Sa'd (R.a) da bunlar arasındaydı. Hz. Ömer (R.a)'in vefatından sonra halife tayini için müzakereler başladığı zaman Sa'd, Abdurrahman b. Avf lehine adaylıktan çekildiğini açıklamıştır.

Hz. Osman (R.a), halife seçildiği zaman; Ömer (R.a)'in vasiyetine uyarak Sa'd'ı Küfe valiliğine tayin etti. Ancak, bu seferki Küfe valiliği de fazla sürmemiştir. O, hazineden borç olarak almış olduğu bir miktar parayı geri ödemekte zorluk çekince, hazine emini Abdullah İbn Mes'ud tarafından Halifeye şikâyet edilmiş; bu şikâyet üzerine Osman (R.a), onu Kufi; valiliğinden azletmişti. Bunun üzerine Sa'd (R.a) Medine yakın­larındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine yerleşmiş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır.

Sa'd (R.a), Hz. Osman (R.a)'ın şehid edilişiyle başlayan fitne ve ihti­laflardan tamamen uzak kalmaya gayret etmiştir. O, müslümanlar arasın­da kan dökülmesinden çok rahatsız oluyor ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin üzerinde anlaştığı bir halife ortaya çıkıncaya kadar kendisine hiç bir şeyden bahsedilmemesini istemişti. Sa'd (R.a), gruplar arasında verilen mücadelelerde kimin haklı kimin hak­sız olduğunun açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığını bildiği ve haksız yere bir müslümanın kanını akıtmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. O, kendisine gelenlere şöyle diyordu: "Bana, iki gözü, dili ve iki dudağı olan ve şu kâfirdir, şu mü'rnindir diyen bir kılıç getiri­linceye kadar asla kimseyle savaşmanı."

[48]

Sa'd (R.a), güçlü bir kişiliğe ve siyasî desteğe sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır. Oğlu Ömer ve kardeşinin oğlu Haşim gidip ona; "Yüz bin kılıç sahibi var ki, hepsi seni hilafet için en liyakatli adam tanıyor" dediklerinde onun buna verdiği cevap şu olmuştu:

"Bu sizin yüz bin kılıcınızdan daha kuvvetli tek bir kılıç, mü'mine çekilince onu kesmeyen, kâfire karşı sıyrılınca onu kesen kılıçtır."

[49]

Onun bu anlamlı sözleri, müslümanların birbirlerine zarar vermelerine karşı ne kadar hassas olduğunu ifade etmektedir.

Sa'd (R.a), Hicrî 55 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine'nin dışın­daki Akik vadisinde vefat etmiştir. Onun vefat tarihi hakkında, 54 ila 58 tarihleri arasında değişen farklı rivayetler bulunmaktadır.

[50]

Sa'd (R.a)'ın cenazesi Medine'ye on mü kadar uzaklıkta olan Akik vadisindeki evinden alınarak Medine'ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bakî mezarlığına defnedilmiştir.[51] Cenaze namazını Emevilerin Medine valisi Mervan b. Hakem kıldırmıştır. Rasûlullah (sav)'ın zevceleri de namaza iştirak etmişlerdi.

[52]

Sa'd (R.a), vefat edeceğini anladığı "zaman yünden mamul cübbesini getirtmiş ve ölünce onunla kefenlenmesini vasiyet etmişti. Bunun sebebi olarak, Bedir gününde müşriklerle kaişılaştığı zaman onu giymekte olduğunu ve bundan dolayı bu cübni çok sevdiğini söylemiştir."[53] İbnül Esir'in kayaettiği, Sa'd (R.a)'ın oğlu Âmir'den nakledilen rivayete göre Sa'd (R.a) Muhacirlerden en son vefat eden kimsedir.

[54]

Sa'd (R.a), Ashabın seçkinlerinden biri olup sağlığında Cennetle müj­delenen on kişi arasındadır. Yine tarihe şûra olayı olarak geçen ve Hz. 'Osman (R.a)'ın halife seçilmesini gerçekleştiren Hz. Ömer (R.a)'in oluş­turduğu altı kişilik şûranın rçinde bulunmaktaydı. O, ilk iman eden birkaç kişiden biri olarak Mekke döneminin sıkıntılarına Rasûlullah (sav)'ın yanından ayrılmayarak göğüs germişti. Kıyamete kadar devam edecek olan cihad hareketi için, müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan odur. Yine Medine döneminin başlarında kâfirlere karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona aittir. Sa'd (R.a), Rasûlullah (sav)'ın bütün gazalarına, katılmış, Bedir'de büyük yararlılıklar göstermiştir. Allah yolunda, islâm dışı nizamları yok etmek için canını feda etmeye her zaman hazır olduğunu pratik bir şekilde ortaya koymuştur. Uhud gününde müslümanlar dağıldığı zaman Rasûlullah (sav)'ı canlarını feda etme pahasına sonuna kadar korumaya çalışan bir kaç kişiden biri de odur. O, müşriklerin Rasûlullah (sav)'ı öldürmek için yaptıkları hamleleri, attığı oklarla sonuçsuz bırakmıştı. İşte Rasûlullah (sav) bu kritik anda onun gösterdiği sebat ve yararlılıktan dolayı onu başka hiç bir kimseyi övmediği bir şekilde "Anam babam sana feda olsun, At"[55] diyerek övmüş ve bunu defalarca tekrarlamıştı. Ve yine onun için dua ederek şöyle demişti: "Allahim! Sa'd dua ettiği zaman onun duasını kabul et Bu dua çerçevesinde Sa'd (R.a)'ın yaptığı bütün dualar gerçekleşmekteydi."

[56]

Sa'd (R.a), Rasûlullah (sav)'ı korumak ve ona gelebilecek zararları engellemek için sürekli gayret içerisinde bulunmaktaydı. Aişe (R.an) şöyle anlatmaktadır: "Rasûlullah (sav) Medine'ye gelişinde bir gece uyuyamadı ve; "Keşke ashabımdan Salih bir zat bu gece beni korusa" dedi. Biz bu durumda iken dışarıdan bir silah hışırtısı duyduk. Rasûlullah (sav);

"Kim o?" dedi. Gelen zat;

"Sa'd b. Ebi Vakkas'ım" karşılığını verdi. Rasûlullah (s.a.s), ona;

"Neden buraya geldin?" diye sor­duğunda Sa'd, şöyle cevap verdi:

"İçime Rasûlüllah (sav) hakkında bir korku düştü de onu korumak için geldim". Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona dua etti ve sonra da uyudu.[57]

İşte Rasûlullah (sav)'ın kendisi için duyduğu endişeyi Allah Teâlâ bu seçkin insanın kalbine ilham etmiş ve onu Rasûlünü korumak için harekete geçirmişti. Buradan, Sa'd (R.a)'ın, İslâm davasını yüceltmek ve düşman güçlerin ona karşı komplolarım engellemek için o kadar büyük bir Özveriyle çalıştığı açıkça anlaşılmaktadır. Onun Rasûlullah (sav)'e karşı 'duyduğu sevginin sınırsızlığı, Uhud'da olduğu gibi daha sonraları da onu kendi nefsini feda ederek korumaya sevketmiştir.

Sa'd (R.a), hakkında âyet nazil olan sahabelerden biri olma şerefine de sahiptir. O, "Benim hakkımda dört âyet nazil olmuştur."[58] demektedir. Bu âyetlerden bir tanesi, Mekkeli müşrik­lerin Rasûlüllah (sav)'den "yanındaki, ona iman etmiş güçsüz kimseleri kovmasını istemeleri üzerine nazil olan, Allah rızasını dileyerek akşam sabah ona dua eden kimseleri kovma" ayetidir.

[59]

Sa'd (R.a), devrin putperest-müşrik süper güçlerinden biri olan İran İmparatorluğunu çökerten ve böylece İslâmın kitlelere tebliği önündeki büyük engellerden birisini ortadan kaldıran İslâm tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Kadisiye savaşının komutanıydı. O, kendisine ver­ilen görevi hakkıyla yerine getirip, Kisranın saraylarını ve hazinelerini ele geçirmiş ve yapılacak fetih hareketlerine yeni bir boyut kazandırmıştı. Böyle güçlü bir askerî yeteneğe ve siyasî güce sahip olmasına rağmen; bu, onun sade ve zahidâne yaşayışına hiç bir tesirde bulunamamıştı. Her zaman, ümmetin gerçek temsilcileri olan idarecilerin verdiği görevleri hakkıyla yerine getirmeye çalışmış, bu görevlerden azledildiği zaman kalbinde hiç bir eziklik ve kırgınlık hissetmeden köşesine çekilmiştir. Şunu söylemek mümkündür ki; Sa'd (R.a), İslâm binasının sağlam temeller üzerine oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir.

Sa'b bin Ebî Vakkas (R.a.), Allah yolunda aç kalmış, sussuz kalmış, ama mücadeleden kalmamıştır. Bizzat Sa'd bin Ebî Vakkas (R.a.) anlatıy­or: Bir gece Mekke'de, Rasûlüllah (sav) ile beraber dışarı çıkmıştık.küçük abdestini yaparken, yerde birşey olduğunu hissettim. Bir de ne göreyim: Bir deve derisi parçası! Hemen aldım, yıkadım. Sonra ateşe tut­tum. Daha sonra iki taş arasında ezdim. Ağzıma bir parça ondan alıyor, bir yudum su içiyordum. Bunu yedikten sonra üç gün idare ettim.[60] İşte sahabeler bu şartlar altında Allah yolun­da mücadele ettiler. Onların mücadelesi dünyayı elde etme mücadelesi değildi. Onlar dünyada âhireti kazanmaya çalışıyorlardı.

Sa'd (R.a) Man çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Ondan, İbn Ömer, İbn Abbas, Cabir b. Semure, Sâib b. Yezid, Aişe (R.a), Said İbn Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, İbrahim b. Abdurrahman b. Avf, Kays b. Ebi Hazm ve diğerleri hadis rivayet etmişlerdir. Ayrıca, Amir, Mus'ab, Muhammed, İbrahim ve Aişe'de babalan  olan  Sa'd (R.a)dan hadis rivayetinde bulunmuşlardır.[61] O hadis rivayeti konusun­da çok itimat edilenlerden birisidir. Rasûlüllah (sav)'e atfedilen hadisler hakkında çok titiz ve hassas davranan Hz. Ömer (R.a)'in oğluna söylediği; "Oğlum, Sa'd, Rasûlûllah'dan bir rivayette bulundu mu, artık o meseleyi bir başkasına sorma" sözü onun bu konudaki güve­nilirliğini açıkça ortaya koymaktadır.[62] Sa'd (R.a), orta boylu, güçlü, büyük kafalı, sert elli bir vücud yapısına sahip olup, sempatik bir kişiliği vardı.

[63]

Sa'd (R.a), sekiz evlilik yapmış olup; bu evliliklerinde, on yedisi kız, on yedisi de erkek olmak üzere otuz dört çocuğa sahip olmuştu.[64] Sa'b bin Ebî Vakkas (R.a), bu çocuklarına sahip çıkmış, on­lara Rasûlüllah (sav)'in sünnetini ve siretini öğretmiştir. Nitekim Sa'b bin Ebî Vakkas (R.a.) şöyle diyor:

"Biz Rasûlüllah (sav)'in gazvelerini/savaşlarını çocuklarımıza, tıpkı  Kur'an'dan   bir  sûre  öğretir  gibi  öğretir  ezberletirdik."

[65]

İçtimai tufanlar karşısında kurtuluş gemisi olarak Rasûlüllah (sav) in sünnetine sığınmak, sahabe fıkhındandır. Sahabe neslinin fıkhında Rasûlüllah (sav)'in sünneti, Kur'an'ın pratiğidir. Dolayısıyla sahabeden hayatlarına izler taşımaya çalışanların Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ve siretine sarılmaları esastır. Bu esastan taviz verenler, sahabenin yolundan ayrılanlardır.

 

Hz. Sa'd Bin Ebi Ubade

(R.Anh)

 

Sa'd bin Ubâde, ikinci Akabe bey'atında Müslüman oldu. O da bu bey'atte, Peygamberimizle görüşüp, kendi canlarını ve mallarını koru­dukları gibi Peygamberimize yardım edeceklerine söz veren Sahabeler­dendi. Bu bey'atte seçilen 12 temsilciden biri de Hz. SaM bin Ubâde'dir. Çok zengin ve cömert idi. Peygamber efendimiz Medîne-i Münevvereye hicret ettiğinde, Hz. Hâlid bin Zeyd'in evinde yedi ay misafir olmuştu. Sa'd bin Ubâde hazretleri, Peygamberimize bu misafirliği sırasında her gün yemek göndermiştir. Hicretin ikinci yılında yapılan ve ilk gazve olan Ebvâ gazvesinde, Hz. Sa'd bin Ubâde Medine'de vekil olarak görevlendirildi.

Peygamberimiz Bedir savaşı yapılmadan önce müşavere heyetini topladığında, Sa'd bin Ubâde hazretleri de bu heyette bulunmuştur. Bedir ve Uhud savaşlarına katılmıştır. Uhud savaşında Peygamberimiz Hazrec kabilesinin sancağını Sa'd bin Ubâde hazretlerine vermiştir. Bu savaşta düşman karşısında büyük bir sebatla savaşmıştır.

Müreysi gazasında ensarın sancağı onun tarafından taşınmıştır. 627 yılında vuku bulan Gared gazvesinde, orduya erzak olarak on deve yükü hurma vermiştir. Onun bu hizmeti üzerine Peygamberimiz,

"Allahım Sa'd'a ve Sa'd ailesine rahmet eyle!" diyerek duâ etti ve buyurdu ki:

"Sa'd bin Ubâde ne iyi kimsedir." Hazrec kabilesinden olanlar da dediler ki:

"Yâ Rasûlallah! Sa'd bin Ubâde aramızda büyüğümüzdür. Babası da öyle idi."

Kuraklık ve kıtlık yıllarında halkı doyururlar, yolda kalanlara da yar­dım ederlerdi. Misafirleri ağırlarlar, musibet ve ihtiyaç zamanlarında yardım yaparlar, kabileleri yurtlarına göçürürlerdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:

 

"Cahiliye devrinde en ileri olanınız, İslâmiyette de en ileridir."

 

 

Hendek savaşı yapılmadan önce, Peygamberimiz istişare için Sa'd bin Mu'âz ve Sa'd bin Ubâde'yi çağırmıştı. Bu istişare sırasında, Peygamberimizin emirlerine uymakta en ufak bir tereddüt göstermeye­ceklerini ve müşriklerle savaşmaya, canlarını feda etmeye hazır olduk­larını belirtmişlerdir.

Bu sırada gösterdikleri sebat ve düşmanla çarpışma hususundaki karar­ları karşısında, Peygamber efendimiz çok memnun olmuştur. Hendek savaşma da katılan Sa'd bin Ubâde hazretleri, bu savaşta ensârın san­cağını taşımıştır.

Hendek savaşından hemen sonra yapılan Benî Kurayza gazasında bütün orduya yiyecek vermiştir. Hudeybiye antlaşmasında ve Bey'at-i Ridvânda bulundu. Hayber gazvesindeki ordunun kumandanlarından birisi de Sa'd bin Ubâde idi. Mekke'nin fethinde de bulundu. Bu sırada sancaklardan birini de o taşıdı. Bundan sonra vuku bulan Huneyn gazvesinde Hazrec kabilesinin sancağını taşıdı.

Sa'd bin Ubâde hazretleri, vefat edinceye kadar canıyla ve malıyla devamlı hizmette ve cihadda bulunmuştur. Medine civarında pek çok arazisi, bağı ve bahçesi vardı. Evi, Medine'nin kenar mahallesinde idi. Mescid-i Nebiye uzak olduğu için, orada bir mescit yaptırmıştı.

Hz. Sa'd bin Ubâde, sülâlece cömert bir ailedendi. Dedesi, "Et ve yağ isteyen, Düleym'in evine gelsin" diye nida ettirir ve gelenlere et ve yağ dağıtırdı. Düleym vefat edince, oğlu Ubâde de aynı şekilde nida ettirir ve gelenlerin ihtiyaçlarını görürdü.

Hz. Sa'd, dedelerinden beri sürüp gelen bu cömertliklerini, Müslüman olduktan sonra daha çok artırmıştır. Allahim, bana cömertlik yapa­bileceğim mal ver" diye dua ederdi.

Kale şeklinde bir evi vardı. Orada ikâmet ederdi. Burada hergün büyük ziyafetler verirdi. Herkes oraya gidip, yer içerdi.

Ashâbı  Kiram   içinde Ashâb-ı   Suffa  denilen  kimsesiz,  yoksul Müslümanlardan hergün 80 kişiye yiyecek ve içecek verirdi.

Rasûlullah efendimiz hicret edince de, Peygamberimize her gece et, süt ve tereyağı veya yemek gönderirdi.

Annesi vefat edince, Peygamberimize gelip dedi ki:

"Yâ Resûlallah! Annem öldü. Ona ne iyilik yapabilirim?" Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

"Su sadakası iyidir. Zira sadaka vermek, Allahû Teâla'mn gadabını yumuşatır. İnsanı azâbdan kurtarır. Eceli gelmemiş olan hastanın şifâ bul­masına sebep olur."

 

 

Bunun üzerine Hz. Sa'd bin Ubâde Medine'de bir kuyu açtırdı. "Sikâye-i âl-i Sa'd" adını verdiği bu su kuyusunu Müslümanların isti­fadesine sundu. Arap kabileleri içinde ensârdan olan Evs ve Hazrec kabilesinin İslama çok büyük hizmetleri olmuştur. Savaşlarda çok şehit vermişlerdir. Sa'd bin Ubâde ve Sa'd bin Mu'âz bu kabilelerin en ileri gelenlerinden idi.

Her ikisinin de İslâmiyete hizmetleri ve Müslümanlar için gösterdik­leri fedakârlıkları, akıllan şaşırtacak derecede idi. Bu uğurda feda etmedikleri hiçbir şeyleri kalmamıştı. Mallarıyla, canlarıyla hizmet ettil­er. Sa'd bin Mu'âz Peygamberimiz hayatta iken şehit olmuştur. Onun vefatından sonra, Ensâr arasında en önde gelen zat, Sa'd bin Ubâde olmuştur. O da dâima İslâmiyete hizmet etmiş, Medîneli Müslümanları İslâm dini için fedâkârlık ve hizmet etmeye teşvik etmiştir.

Hz. Sa'd bin Ubâde, Hz. Ebû Bekir'in halifeliği sırasında Medine'de ikâmet etti. Sonra Şam tarafında Havran'a gitti. Ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. 635 senesinde orada vefat etti. Guta kasabasında defnedil­di. Sa'd bin Ubâde hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet etmiş ve hadis-i şerif öğrenmekle meşgul olmuştur. Rivayetleri, meşhur hadîs kitaplarından olan Kütüb-i sittenin dördünde yer almıştır.

[66]

Sahabe, Allah yolunda fedakârdı. Sahabe Allah yolundaki fedakâr­lığının hesabını tutmuyordu. Çünkü Allah yolunda yaptıkları fedakârlık­ların hesabını tutanlar, Allah'ın dinine hizmet edemezler. Fedakârlıkta hasbilik sahabe sünnetindendir. Allah için yapmış olduğumuz bir fedakâr­lığın karşılığını insanlardan beklemeyelim. Allahû Teâla, rızasını kazan­mak amacıyla yapılan fedakârlıkları karşılıksız bırakmaz.

 

Hz. Sa'd Bin Ebi Muaz

(R.Anh)

 

Muhamnıed aleyhisselâmm bi'setinin onuncu yılı başlarında Medine'den gelen 12 kişi, Peygamberimizle görüşüp Müslüman oldular. Birinci Akabe bey'atı denilen bu görüşmeden sonra, Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı Kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek üzere, Mus'ab bin Umeyr'i Medine'ye gönderdiler.

Mus'ab bin Umeyr Medine'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'm teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakaretten kaçınmak âdet olduğu için bu işe mani olma teşebbüsünde de bulunamadı. Ancak bir kabile reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabilesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:

"Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan  bu  adamı, yanımıza  gelmekten  men  et!  Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim hallederdim. "

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve gitti. Oraya varınca:

"Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı boza­caksınız? Eğer, hayatınızdan olmak  istemiyorsan  yanımızdan  ayrılıp gidersin," dedi.

Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle dedi ki:

"Hele  biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin." "Yerinde bir söz söyledin."

Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı Kerim okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr:

Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dine girmek için ne yap­mak lâzımdır, dedi.

Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyliyerek Müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e döndü ve;

"Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o Müslüman olursa, Medine'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz," diyerek kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına vardı. Sa'd bin Mu'âz onu görünce:

"Ne yaptın yâ Üseyd?"

Üseyd bin Hudayr, Sa'd bin Muâz'ın Müslüman olmasını çok arzu ettiği için şöyle cevap verdi:

Mus'ab bin Umeyr ile konuştum, bir fenalığını görmedim. Yalnız duyduk ki, Hâriseoğulları, teyze oğlun Es'ad'ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak teyzenin oğlunu öldürmek için harekete geçmişler.

Bu sözler Sa'd bin Mu'âz'a çok dokundu. Çünkü birkaç sene önce yapılan bir savaşta, Hâriseoğullarını yenip, Hayber'e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi Sa'd bin Mu'âz'ı çok kızdırmıştı.

Halbuki işin aslında böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr böyle bir hileye başvurarak, Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye, dolayısıyla Mus'ab bin Umeyr'e zarar vermesini önlemek iste­di. Böylece onların tarafına geçmesini ve nihayet müslüman olmasını temin etmek gayretinde idi. Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr'ın, Hâriseoğullarının, teyzesinin oğlu Es'ad bin Zürâre'ye zarar verecekler deme­si üzerine, hemen yerinden fırlayıp, Es'ad bin Zürâre'nin yanına gitti.

Oraya varınca baktı ki, Es'ad bin Zürâre ile Mus'ab bin Umeyr, son derece huzur ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlar. Yanlarına yak­laşıp dedi ki:

"Ey Es'ad, aramızda akrabalık olmasaydı, sen bu adamı elimden kur­taramazdın. Sen memleketinden çıkarılmış    şu yabancı adamı, zayıflarımızın inançlarını bozmak için mi çağırdın?"

Bu sözlere Mus'ab bin Umeyr yumuşak bir şekilde cevap verdi:

"Ey Sa'd, hele biraz dur, oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer sözlerimizi beğenmezsen, biz bunu sana tekliften vazgeçeriz. Bizi bırakır gidersin."

Sa'd bin Mu'âz bu yumuşak ve tatlı sözler üzerine:

"Yerinde bir söz söyledin," dedi ve oturdu.

Mus'ab bin Umeyr, Sa'd bin Mu'âz'a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur'ân-ı Kerim'den bir miktar okudu. O okudukça Sa'd bin Mu'âz'ın hâli değişi­yor, kendinden geçiyordu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belagatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp dedi ki:

"Yemîn ederim ki ben, şimdiye kadar, hiç bilmediğim bir şeyi dinle­dim. Siz bu dîne girmek için ne yapıyorsunuz?"

Mus'ab bin Umeyr hemen ona Kelime-i şehâdeti öğretti. O da,

Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlüh, diyerek Müslüman oldu.

Sa'd bin Mu'âz Müslüman olmaktan duyduğu huzur ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu. Üseyd bin Hudayr'ı yanına alıp, kavmmin toplandığı yere gitti. Abdüleşheloğullarına hitaben dedi ki:

"Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız?"

"Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz."

"O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şeref­lendim. Sizin de Allahû Teâla'ya ve O'nun Rasûlüne imân etmenizi istiy­orum. Eğer îmân etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim."

Abdüleşheloğulları, reisleri Sa'd bin Mu'âz'ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslama da'vet ettiğini duyarduymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar, Medine semâlarını Kelime-i şehâdet ve tek­bîr sedâlanyla çınlattılar.

Bu hadiseden kısa bir müddet sonra bütün Medine halkı, Evs ve Hazrec kabîleleri İslâmiyeti kabul edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nuruy­la aydınlandı. Sa'd bin Mu'âz ve Üseyd bin Hudayr, kabilelerine ait bütün putları kırdı.

Bu durum sevgili Peygamberimize bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli Müslümanlar sevince garkoldular. Bu sebeple o seneye sevinç yılı denildi.

Sa'd bin Mu'âz İkinci Akabe bey'atında bulunup, Rasûlullaha bey'at etti. Bu bey'atte bulunanlar Rasûlullah (sav)'ı canları gibi koruyacakları­na ve gerekirse bu hususta mallarını ve canlarını feda edeceklerine söz verdiler.

Sa'd bin Mu'âz, Medine'nin ileri gelenlerinden ve reislerinden olduğu için, Mekke'ye gidip, Kabe'yi tavaf ederdi. Müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Bu ziyaretlerinden birinde Ebû Cehil karşısına çıkıp dedi ki:

Siz bizim dinimizden ayrılanları himaye ettiniz. Onlara her yardımda bulundunuz. Eğer burada seni himayesine alanlar olmasaydı  seni öldürürdüm. Dönüp çocuklarına kavuşamazdın.

Sa'd bin Mu'âz, Ebû Cehil'in bu tehditli sözleri karşısında ona şu cev­abı verdi:

"Eğer böyle bir şeye kalkışırsan, Medine yakınından geçen ticaret yol­unu keser, seni bir daha oralara ayak bastırmam."

Bunları söylerken sesi öyle güdüyordu ki, yanında bulunan Ümeyye bin Halef yavaşça dedi ki:

"Sesini biraz alçalt, bu kişi bu vadinin meşhuru."

Bunun üzerine Sa'd bin Mu'âz daha gür bir sesle konuştu:

"Yemîn ederim ki Rasûlullah, bize senin katlonulacağını haber verdi."

"Mekke'de mi öldürüleceğim?"

"Orasını bilmem."

Ebû Cehil bu şekilde Sa'd bin Mu'âz'dan öldürüleceği haberini aldığı için, Bedir Savaşında Mekke'den çıkmamak istemiş, çevresinin ayıpla­ması üzerine Bedir'e gelmişti. Nihayet Peygamberimizin buyurduğu gerçekleşip, Ebû Cehil Bedir savaşında katledildi.

Sa'd bin Mu'âz, Bedir Savaşına katılarak, Bedir Ashabından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı başlamadan önce, Peygamberimiz Mekkeli müşriklerin bir ordu hazırlayıp, Medine'ye doğru harekete geçtiklerini haber alınca, bir danışma meclisi kurup, Ashâb-ı Kiram ile istişare yaptı. Onlara, fikirlerini sordular. Ba'zıları dediler ki:

"Biz kervan için yola çıkmıştık. Onların kâr etmesine, mâni olmamız elzemdi. Çünkü kazanacakları parayla, bize karşı ordu hazırlayacak idi­ler!. Eğer savaştan önceden haberimiz olsaydı; daha hazırlıklı hareket ederdik."

Resûl-i Ekrem efendimiz de buyurdu ki:

 

"Kervan, sahil yolundan savuşup gitmiştir. Şu Ebû Cehil ordusu ise bize doğru gelmektedir."

 

 

Bunun üzerine Evs kabilesi reisi, Sa'd bin Mu'âz ayağa kalkarak şun­ları söyledi:

"Yâ Rasûlallah! Bizler, Allah 'a ve son Peygamberi olan Sana, îmân ettik. Allah tarafından sana tebliğ edilen İslâm'ın, hak dîn olduğuna kalbden inandık, doğruladık. Senin emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere, söz verdik. Teminat verdik. Seni hak Peygamber olarak gönderen Yüce Allah'a yemîn ederim ki, bize şu denizi gösterip içine dalsan; Seninle bir­likte denize dalarız. Hiç birimiz, geri kalmayız. İslâm düşmanlarıyla çarpışmayı da, seve seve kabul ederiz. Savaştan, geri dönmeyiz. Düşman 'karşısında sabır ve sebatla savaşırız.

İşte, Cenâb-ı Hakka yalvarıyorum:

"Ey Yüce Allahım! Bize öyle hizmet­ler nasîb eyle ki; gayretlerimizi görünce, Rasûlünün göz bebekleri dahî gülsün! Yâ Rasülallah! Artık bizleri, cenâb-ı Hakkın lütfü ile, istediğin yere götür."

Sa'd bin Mu'âz'ın bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:

 

"Öyle ise, Allanın lütuf ve bereketine doğru yürüyünüz! Cenâb-ı Hak kat'î olarak, ya kervanı, ya Kureyş ordusunu va'ad buyurmuştu. Vallahi ben, Kureyşlilerin ölüp düşecekleri yerieri şimdiden görüyorum."

 

 

Bedir savaşından sonra Uhud savaşma da katılan Sa'd bin Mu'âz, gös­terdiği cesaret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kiram arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr şehîd oldu.

Uhud savaşında Peygamber efendimiz yaralanmıştı. Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde ile birlikte Peygamberimizin yaralarını sarıp, tedavi etti.

Sa'd bin Mu'âz müşriklerle yapılan Hendek savaşına da katıldı. Bu savaşın yapıldığı sırada, sağlam kalelerden olan Hâriseoğulları kalesinde Sa'd bin Mu'âz'ın annesiyle birlikte bulunan Hz. Âişe şöyle anlatmıştır:

O gün şiddetli bir ses duydum. Baktım ki, Sa'd bin Mu'âz, yanında yeğeni ile savaşa gidiyordu. Kılıcını kuşanmış gür sesie şiirler okuyordu. Bunu işiten annesi dedi ki:

"Oğlum koş, arkadaşlarına yetiş, geri kalma!"

Hendek harbinde; Sa'd bin Mu'âz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kol­undan yaralandı. Ok atardamara isabet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa'd, yaralı bir hâlde, etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştık­larını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve şöyle duâ etti:

"Yâ Rabbî, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Çünkü senin Resulüne eziyet eden, O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa, beni şehîdlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyza'nın akıbetini görmeden ruhumu kabzetme."

Peygamber efendimiz bir çadır kurarak, Sa'd bin Mu'âz'ı oraya yatırttı. Eslemoğulları kabilesinden Rafıde'yi de O'nun tedavisine memur etti. Hz. Sa'd, orada yattığı sırada Peygamberimiz sık sık yanına gelip, halini sorardı.

Peygamberimiz Hendek savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza Ya­hudilerinin üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyza Yahudileri Pey­gamberimizle anlaşma yaptıkları hâlde Hendek savaşının en kritik anın­da, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalk­mışlardı. Sa'd bin Mu'âz böyle yapmamaları için onları ikâz etmişti. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek savaşından hemen sonra Benî Kureyza Yahudileri kuşatma altına alındı.

Bu kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa'd bin Mu'âz'ı hakem olarak istediler.

Onların, bu isteği üzerine Peygamberimiz Sa'd bin Mu'âz'ı yattığı çadırından getirtti. O, Yahîdîlere dedi ki:

"Ne hüküm verirsem razı mısınız? Evet razıyız."

Bunun üzerine Sa'd bin Mu'âz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti.

Sa'd'ın verdiği bu hüküm, Yahûdîlerin elinde bulunan kitaplarına tıpa tıp uyuyordu. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınları ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza'dan ba'zı erkekler ise Müslüman olup, kurtuldular. Sa'd bin Mu'âz bu hükmü ver­ince Peygamberimiz buyurdu ki:

 

"Onlar hakkında, Allanın ve Resulünün hükmüyle hükmettin."

 

 

Sa'd bin Mu'âz hazretleri Hendek savaşında ağır bir yara almıştı. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz, yanına gelip onu kucakladı ve:

"Allahım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda cihâd etti. Resulünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle," buyurarak duâ etti.

Sa'd bin Mu'âz, Peygamber aleyhisselâmm bu sözlerini duyunca gözlerini açıp şöyle fısıldadı:

"Yâ Resûlallah!  Sana selâm ve hürmetler ederim.  Senin, Allahü teâlânm peygamberi olduğuna şehâdet ederim."

Cebrail aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip dedi ki:

Yâ Rasûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefat edip de vefatı melek­ler arasında müjdelenen kimdir?

Bunun üzerine Peygamber efendimiz hemen Sa'd bin Mu'âz'ın hâlini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamber aleyhisselâm yanında Ashâb-ı Kirâm'dan ba'zıları olduğu hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti.

Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kiram dediler ki:

Yorulduk yâ Resûlallah.

Bunun üzerine, Peygamber efendimiz:

"Melekler Hanzala'nın cenazesinde bizden önce bulundukları gibi Sa'd'ın da cenazesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemeyeceğiz," buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı.

Peygamber efendimiz, Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefat etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup, Sa'd bin Mu'âz'ın künyesini söyleyerek buyurdu ki:

 

"Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah sana saadet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va'dettiğini verecektir."

 

 

Eşlem bin Haris şöyle anlatmıştır:

İçerde Sa'd bin Mu'âz'ın cenazesi yalnızdı. Başka kimse yoktu. Rasûl aleyhisselâm adımlarını gayet geniş açarak evin içinde yürüyordu. Bu durumu görünce yavaşladım. Durmamı işaret edince de durdum. Sonra da geriye döndüm. Rasûl aleyhisselâm içerde bir müddet durdu. Sonra dışarı çıktı. Çıkınca dedim ki:

"Yâ Rasülallah, niçin öyle yürüdünüz?"

 

"Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım, melekler dolmuştu. Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim."

 

 

Sonra, Sa'd bin Mu'âz'ın lâkabını söyleyerek:

"Sana afiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana afiyet olsun ya Ebâ Amr! Sana afiyet olsun yâ Ebâ Amr," buyurdu.

Onun vefatı Rasûl aleyhisselâmı ve Ashâb-ı Kiramı çok üzdü. Gözyaşı döküp ağladılar. Cenazesinde bütün Ashâb-ı Kiram toplandı. Peygamber aleyhisselâm cenaze namazını kıldırdı, cenazesini taşıdı. Ashâb-ı Kiram, Sa'd bin Mu'âz'ın cenazesini taşırken dediler ki:

"Yâ Rasülallah! Biz böyle kolay taşınan cenaze görmedik." Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:

"Sa'd'ın cenazesine yetmiş bin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi. Sa'd bin Muâz defnedilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu. Cenazesi kabre indirilirken Peygamber aleyhisselâm kabri başında oturup, mübarek göz­leri yaşardı."

[67]

Hayatı hüsn-ü hatime ile yani güzel bir son ile noktalamak, sahabelerin en önemli arzususydu. Hayatın evveli iman, sonu yine imandır. İman üzere yaşamak ve imanlı olarak ölmek, en büyük kazançtır. Bu kazanca sahib olanalar, cennetlik olanlardır. Öyleyse müslümanca yaşamak ve müslümanca ölmek için gayret göstermeliyiz. İmanımızı zulme, küfre, şirke bulaştırmamanın kavgasını vermeliyiz. îmanda emniyete erenler, imanlarınm zulme ve şirke bulaştırmayanlardir.

İmanı korumak, hayatı korumaktır. Hayat iman ile kurtulur. İmansız kalan, hayatın çıkmazlarında boğulur. Sahabe sürekli hayatını kendi imanının atmosferinde tutmaya çalışmıştır. İmanın atmosferinden çıkan hayat, başlı başına bir belâdır. Sahabeler bu belâya bulaşmamak için imanlarını korudular ve hayat boyu imanlarının atmosferinde ömürlerini geçirdiler.

 

Hz. Sa'd Bin Rebi

(R.Anh)

 

Sa'd bin Rebî' hazretleri, Ashâb-ı Kiramın büyüklerindendir. Rasûl aleyhisselâmın bi'setinin onbirinci senesinde, Akabe mevkiinde Medineli on iki kişi ile buluştu. Bunlardan birisi de Sa'd bin Rebî' idi.

Burada Peygamber efendimize, "Allahû Teâlâ'ya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldür­memek, kimseye iftira etmemek, hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak" hususunda bey'at ettiler. Söz verdiler. Peygamber efendimiz de onlara buyurdu ki:

 

"Verdiği sözde duranın, ücret ve mükâfatına Allahû Teâlâ garanti vermiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık îcâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya uğratilırsa, bu ona keffâret olur! Kim de yine bunlardan insanlık icabı birini işlerse, yaptığı o şeyi Allahû Teâlâ gizler, açığa vurmazsa, onun işi Allahû Teâlâ'ya kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır."

 

 

Ayrıca, "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse rahatlık zamanında söz dinlemek ve itaat etmek, başta gelir. Rasûlüllah, bizzat, onların üstünde bir tercihe sahip olup, ona karşı itaatli olacaklar." söz verdiler.

Hz. Sa'd, Bedir ve Uhud gazalarında bulundu. Uhud'da büyük kahra­manlıklar gösterdi. Vücudu delik deşik oldu. Uhud muharebesinde, bir ara, müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hz. Sa'd o zaman, gevşek­lik göstermedi. Ashâb-ı kirama Akabe bey'atında, canlarını feda edecek­lerine dâir verdikleri sözü ve yemini hatırlattı. Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Rasûl aleyhisselâm sordu;

Sa'd bin Rebî'nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa ölüler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm.

Ensârdan bir zât dedi ki:

"Bu işi ben yaparım, yâ Rasûlallah."

Haber getirmeye giden Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka'b'dan birisi idi. Resûlüllah efendimizin işaret buyurduğu tarafa gitti. Vadide yatan şehîdler arasında, seslenerek dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa seslendi:

"Ey Sa'd, beni sana Rasûlüllah gönderdi!"

O zaman Sa'd hazretleri inliyerek kımıldandı. Haber için gelen zât da dedi ki:

"Resûlüllah, senin sağlar mı, yoksa şehidler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti."

Bunun üzerini Hz. Sa'd şu cevâbı verdi:

"Ben artık ölüler arasmdayım! Rasûlüllaha selâmımı arz et ve "Sa'd bin  Rebî'  ümmetine  doğru  yolu  göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahû Teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor" de  Kavmin Ensâr'a da selâm söyle! Onlara da, "Sa'd bin Rebî' size, Akabe gecesinde, Rasûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahû Teâlâ'nın yanında gösterebileceğiniz hiç bir mazeret yoktur, diyor" de! Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefat etti.

[68]

Sahabe, Allah'ın arzında Ensarullah'tır. Yani Allah'ın dâsâsma hizmet eden hizmetkârdır. Sahabe fıkhında Ensarullah olmak, en şerefli rütbedir. Bu rütbeye Allah yolunda cihad ederek Rasûlüllah (sav)'in sünnetlerini ihya ederek ulaşır.

 

Hz. Saîd Bin Amir

(R.Anh)

 

Saîd bin Amir hazretleri, Yermük savaşından sonra Abbâs bin Ga-nem'den boşalan Humus valiliğine tayin edildi. Vali olmayı pek istemiyordu, ancak Hz. Ömer'in emrine itâ'at ederek Humus'a geldi.

Valiliği zamanında çok dikkatli ve âdil hareket eden Hz. Saîd, son derece fakir bir hayat yaşadı. Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyordu. Hz. Ömer, Şam'a teşrif ettiği zaman oradan Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin çıkarılmasını isteyen Hz. Ömer, fakirlerin içerisinde Saîd bin Amir hazretlerinin ismini görünce çok şaşırdı. Listeyi hazırlayanlara sordu:

"Saîd bin Amir'i niçin listeye yazdınız? "

Valimiz fakirdir, devamlı "Rüşvet alan da veren de Cehennemde­dir" hadis-i şerifini okur ve en küçük bir hediyeyi dahî kabul etmez. Hz. Ömer, Saîd bin Âmir'e bin dirhem tahsis etti. Hz. Saîd, bin dirhem ile hanımına geldi ve dedi ki:

"Hz. Ömer bize şu gördüğün bin dirhemi göndermiş."

Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alıp, kalanını saklayalım, ileride lâzım olur. Saîd hazretleri hanımına şöyle dedi:

"Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak, işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz." Hanımı, razı oldu:

"Peki, öyle olsun."

Saîd bin Amir hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd ederek hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarım Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az birşey dışında birşey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki:

"Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârım al ve onunla şunları şunları satın al."

Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı hâlleri ve sözleri ile Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına ge­lerek dedi ki:

"Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı.  Kadın üzüldü ve ağladı." Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle buyurdu:

"Allahû Teâlâ'nın razı olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahû Teâlâ'nın razı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı, onun nuru, yer­yüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı."

"İşte seni bu iyilikler için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve İyilikleri terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım." Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı ken­disi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu:

Rasûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki:

 

"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve, "bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu kıyametin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesabını verir, sonra Cennete girer."

 

 

Hz. Ömer zamanında, Humus valisi olan, Saîd bin Âmir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok sevilirdi.

Hz. Ömer, Saîd bin Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince Humuslulardan bir cemaata sordu:

“Peki valinin hiç kusuru yok mudur?”

Onlar da bazı kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevve­reye çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:

“Yâ Saîd, senin ba'zı kusurların varmış. Bunların aslı nedir?”

“Bunlar neymiş, ya Ömer?”

“Vazifene sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabul etmezmişsin. Ashâb-ı Kiramdan, Hubeyb hazretlerinin şehid edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.”

Bunun üzerine Hz. Saîd (R.a.), şu cevâbı verdi:

“Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izah edeyim:”

1- Vazifeme ancak kuşluk vakti gelebiliyorum. Çünkü hanımım has­tadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.

2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle meşgul olurum. Geceleri de Allahû Teâlâ'ya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhasebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim.

3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabul edemiyorum.

4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesaret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyo­rum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum.

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.):

“Yâ Saîd, Allahû Teâlâ'nın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, ümmette faydalı hâle getirmiş, dedi ve gözyaşı döküp ağladı.”

Sonra, Saîd bin Amir (R.a.), Hz. Ömer (R.a.) 'dan rica etti:

“Yâ Ömer, bundan sonra beni valilikten affet.”

Hz. Ömer bunu kabul etmeyip yine vali olarak bırakmıştır. Hz. Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi. Şam'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun idiler. Bir defa Hz. Ömer (R.a.), onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve oradakilere sordu:

“Neden ahali bu kadar ona muhabbet gösteriyorlar?”

“O, halkın dert ortağıdır da ondan.”

Hz.Ömer bu duruma sevindi ve memnuniyetini belli etti.

Saîd bin Amir, muhacir olan Ashâb-i Kiramdan oiup, Hayber'in fethinden önce Müslüman oldu. 641yılmda Rakka'da vefat etti.

[69]

Müslümanların idarecisi müslümanların dert ortağıdır. Aynı zamanda müslümanların en sade olarak yaşayanıdır. Sahabe fıkhında müslüman­ların idarecisi müslümanların beyefendisi değil, hizmetçisidir. Müslü­manların dert ortağı olmayan onların idarecisi olamaz.

 

Hz. Saîd Bin Zeyd

(R.Anh)

 

Hayattayken Cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Babası Zeyd b. Amr olup, nesebi Ka'b da Rasûlüllah (sav) ile birleşmektedir. Künyesi Ebul-A'ver'dir. Ebu Tür olarak da çağrılırdı.[70] Annesi Fatıma binti Ba'ce'dir. Babası Zeyd, Mekke müşriklerinin din­lerini akıl dışı bularak cansız putlara tapınmanın anlamsızlığı karşısında gerçek dine ulaşmak için araştırma yapmaya başlamış ve bunun için Suriye taraflarına giderek Yahudi ve Hıristiyan âlimleriyle görüşmelerde bulunmuştu. Ancak onların verdikleri dini bilgiler Zeyd'i tatmin etmemişti. Zeyd'in bu durumunu gören bir papaz ona, şirkten ve hurafel­erden uzak, Hz. İbrahim (a.s)'in dini olan Hanifliğe tabi olmasını tavsiye etmişti. Zeyd, Hanifliğin ne olduğunu öğrendiği zaman aradığı dini bul­duğunu anlamış ve Mekke'ye dönmüştü. O, Kabe'ye yönelerek ibâdet eder, Mekke'de İbrahim'in dini üzere bulunan tek kimse olduğunu Kureyş müşriklerine karşı iftihar ederek söyler ve onların putlar adına kurban kesmelerini ayıplardı. Zeyd, İsmail (a.s)'in neslinden bir peygam­berin geleceğini öğrenmişti. Arkadaşı Amr b. Rabî'a'ya kendisinin bu peygambere kavuşamayacağını zannettiğini, eğer ona ulaşırsa kendi selamını ona iletmesini söylemişti. [71] Zeyd, Rasûlüllah (sav)'m Peygamberlikle görevlendirilmesinden önce vefat etti.

Said, babası Zeyd'in kendisine telkin ettiği hanif dininin bilincinde olarak yetişmişti. Rasûlüllah (sav), İslâm dinini tebliğe başladığı zaman, onun çağırdığı dinin babasının söylediği prensiplerle aynı olduğunu gördü ve ona tabi olmakta gecikmedi. Rivayetlere göre o, Rasûlüllah (sav)'ın az sayıdaki ashâbıyla Erkam'ın evinde gizlice toplanmaya başla­nmasından önce iman etmiştir. Doğum tarihi kaynaklarda zikredilmemek­tedir. Ancak, onun Hicri 50 veya 51 yılında öldüğü zaman yetmiş yaşını aşmış olduğu [72] gözönünde bulundurulursa Hicretten yirmi beş yıl önce doğmuş olabileceği söylenebilir. Said (R.a) Hz. Ömer'in kızkardeşi Fatıma ile evli idi. Hz. Ömer (R.a) da Said'in kızkardeşi Atîke ile evli bulunmaktaydı.[73] Hz. Ömer, onların yeni dine girdiklerini öğrendiği zaman son derece kızmış ve yap­tıklarının hesabını sormak için hemen evlerine gitmişti. Ancak olay Ömer (R.a)'in iman etmesi sonucunu doğuracak bir şekilde gelişmişti.

[74]

Medine'ye hicret edildiği zaman Said, Rifaa b. Abdu'l-Munzir (R.a)'in evinde misafir olmuştur. Muâhât olayında bir rivayete göre Ebu Lübabe başka bir rivayete göre de Rafı' b. Malik ile kardeş ilan edilmişti.[75] İbnül-Esîr ise, Ubey b. Ka'b ile kardeş ilan edildiğini kaydetmek­tedir.

[76]

Saîd b. Zeyd, Bedir savaşı hariç, Uhud, Hendek ve Rasûlullah (sav)'in diğer bütün savaşlarına katılmıştır.

Rasûlullah (sav), Said ile Talha b. Ubeydullah (R.a)'ı, Suriye tarafları­na giden Kureyş kervanının dönüşü hakkında bilgi toplamak ve bu bilgi­leri hızlı bir şekilde Medine'ye ulaştırmakla görevlendirdi. Böylece, Ebu Süfyan'ın başkanlığındaki bu kervan Suriye dönüşünde yakalanabilecek­ti. Said, Talha ile birlikte el-Havra denilen yere kadar gitmiş ve kervanın dönüşünü beklemeye başlamıştı. Ancak onların bu kervanın dönüşü hakkındaki haberi Medine'ye ulaştırmadan önce Rasûlullah (sav) başka kaynaklardan gerekli bilgileri almış ve Medine'den Ensar ve Muhacirlerden oluşan ordusuyla yola çıkmıştı. Onlar Medine'ye Bedir savaşının vuku bulduğu gün ulaşabildiler. Rasûlüllah (sav)'ın, kervanın yolunu kesmek için Medine'den ayrılmış olduğunu gören Said ve Talha derhal ona katılmak için Bedir'e doğru yola çıktılar. Onlar Turban denilen yere geldikleri zaman Bedir'den dönmekte olan Rasûlullah (sav)'le karşılaştılar. Bedir savaşma fiilen iştirak edememiş olmalarına rağmen Rasûlullah (sav) onları savaşa katılmış sayarak ganimetten diğer müc­ahitler gibi pay vermişti.[77] Said (R.a), Hz. Ömer zamanında Suriye bölgesinde sürdürülen askeri harekâtlara katılmış; Dımaşk muhasarası ve Yermük savaşında bulunmuştur.

[78]

Said (R.a), ömrünün son günlerini, Medine'nin dışında bulunan Akik vadisindeki çiftliğinde geçirdi ve burada yetmiş yaşını geçmiş olduğu halde Hicri 50 veya 51 yılında vefat etti. Abdullah İbn Ömer onun öldüğünü öğrendiği zaman doğruca Akik vadisindeki evine gitti ve cenazesiyle ilgilendi. Said (R.a)'in cenazesi Medine'ye taşındı ve Sa'd b. Ebî Vakkas tarafından yıkandı. Medine'de defnedilen Said (R.a)'in cenaze namazını İbn Ömer kıldırdı ve onu mezara Sa'd b. Ebi Vakkas ile birlikte indirdi.[79] Onun Medine'de vefat etmiş olduğu kesin olarak bilinmekle beraber, Kûfeliler, Muaviye döne­minde Kûfe'de vefat ettiğini ve cenazesinin Küfe valisi olan Mugîre b. Şu'be tarafından kıldırıldığını iddia etmişlerdir.

[80]

Said (R.a), Hz. Osman (R.a)'ın şehid edilmesiyle.başlayan fitne olaylarına şahid olmuştur. O, ümmetin içine sürüklendiği fitne belasından ve kendini bilmez bazı kimselerin ileri gelen ashabdan bazılarına dil uzatmalarımdan aşırı derecede ızdırap duymuştur. Said (R.a), bir gün Küfe camiine gitmiş, orada Muaviye'nin Küfe valisi Mugîre b. Şu'be'yi, etrafında Kûfeîilerden bir takım insanlarla otururken görmüştü. Mugîre ona saygı göstererek yanma oturtmuştu. O esnada bir adam birilerini kast­ederek kötü sözler sarfetti. Said, Mugîre'ye; "Bu adam kime küfrediyor" diye sorduğu zaman; "Ali b. Ebi Talih'e" cevabını alınca son derece üzüldü ve Mugîre'ye;

"Mugîre, Mugîre! Rasûlullah (sav)'ın Ashabı senin önünde sövülüyor ve sen buna susuyor ve bir harekette bulunmuyorsun öyle mi? Ben Rasûlullah (sav)'ı; "Ebu Bekir Cennettedir, Ömer Cen­nettedir, Ali Cennettedir, Osman Cennettedir, Talha Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahman b. Avf Cennettedir. Sa'd b. Ebi Vakkas Cennettedir" derken duydum dedi ve şunu ekledi; "Bunların doku­zuncusunu da gerekirse sayarım". Ertesi gün Kûfeliler etrafını sarmış ve dokuzuncu kimsenin kim olduğunu söylemesi için çok ısrar etmişler­di, Bunun üzerine o; "Dokuzuncu benim, onuncu da Rasûlullah (şavk­tır" dedi ve sonra da etrafındaki insanlara bakarak sahabelerin İslâm'da­ki seçkin konumlarım; "Bir kimsenin, Rasûlüllah (sav) ile bir arada bulunarak yüzünün tozlanması, sizin herhangi birinizin Hz. Nuh kadar yaşasa bile, bu müddet zarfında amellerinden daha hayırlıdır" sözüyle vurgulamıştır.

[81]

Onun hakkında kaynaklar şöyle bir olay zikretmektedir: "Erva adında­ki bir kadın, Medine valisi Mervan b. Hakem'e giderek Said b. Zeyd'in kendi arazisine tecavüzde bulunduğunu şikayet etti. Mervan, memurlarını Akik vadisindeki çiftliğinde bulunan Said (R.a)'a göndererek şikayet konusu olayı soruşturdu. Said (R.a) gelenlere; "Ona haksızlık ettiğimi zannediyorsunuz değil mi? Rasûlüllah (sav)'in şöyle dediğini duydum:

"Haksız yere her kim bir karış toprağı gasbetse, kıyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna dolanır". Sonra şöyle ekledi: "Allahım bu kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olmadan canını alma ve kuyusunu ona mezar yap".

Rivayet edildiğine göre bu kadın, daha sonra kör oldu ve evine yürürken kuyuya düşerek öldü. Bu olaydan dolayı Medineliler birisine kızdıkları zaman ona, "Allah seni Erva gibi kör etsin" diyerek beddua etmekteydi. [82] Said (R.a)'dan bazı hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi, Cennetle müjdelenen on kişi hakkında olanıdır. Abdul­lah b. Zalim el-Mazinî, Said b. Zeyd'den şöyle rivayet etmektedir:

"Muaviye Küfe'den ayrıldığı zaman, Mugîre b. Şu'be'yi vali tayin etmişti. Hatipler minberlere çıkarak Ali (R.a)'a hakaretlerde bulunuyordu. Ben Sâid b. Zeyd'in yanındaydım. O, kızdı ve kaiktı. Benim de elimden tutmuştu. Ben de ona uydum, o bana; "Şu nefsine zulmeden adamı görüyor musun? Cennet ehlinden olan bir adama lanet edilmesini emrediyor. Ben şahitlik ederim ki dokuz kişi vardır ki onlar Cennettedirler. Onuncusuna da şahitlik etsem günah işlemiş olmam" dedi. Ve sormam üzerine şöyle devam etti; "Rasûlüllah (sav) (sarsılan Hira dağına); "Hira, yerinde dur! Senin üzerinde nebi, sıddık ve şehidden başkası bulunmuyor" dedi ve arkasından Cennetle müjdelediği sahabileri saydı.

[83]

Sa'd b. Habib, Sa'îd b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu, Cennetle müjdelenmiş kimselerin isimlerini zikrederek şöyle demektedir: ''Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (sav) 'in önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır [84] demektedir.

Mescide devam etmek ve cihad ibadetini iştahla ihya etmek, sahabe neslinin en önemli hassasiyetlerindendir. Onlar için mescid- kışla ayrıl­mazlığı esastı.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. İkrime b. Ebî Cehil (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Açıklayınız.

Hz. İmrân b. Husayn (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Kâ'b bin Züheyr (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Ka'b bin Mâlik (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Mikdad bin Esved (R.a)'in hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Mûaz b. Cebe (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Mugire-tebni Şu'be (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Muhammed bin Mesleme(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Mus'ab İbni Umeyr (R.a)'ın hayatı ve fıkhı bildikleriniz nel­erdir? Anlatınız.

Hz. Nuaym İbni Mesûd (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Nu'mân bin Mukarrin (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Ribi bin Âmir (R.a)'m hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz1 nelerdir? Anlatınız.

Hz. Osman bin Talhâ (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Osman İbni Maz'un (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsuınuz? Anlatınız.

Hz. Sabit İbni Kays (R.a)'m hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Sa'd b. Ubâde (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildiklerimiz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Sa'd b. Mu'âz (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Sa'd b. Rebî'(R.a)'ın hayatı ve fıkhı neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

 

Hz. Saîd b. Âmir (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.                                                       

 

 

Hz.Saîd b. Zeyd (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz? Anlatınız.

 

 

ÜNİTE X

 

 

 

Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe (R.anh)

Hz. Seddat İbni Evs (R.anh)

Hz, Sehl bin Hanîf (R.anh)

Hz. Sehl bin Sa'd (R.anh)

Hz. Seleme bin Hişâm (R.anh)

Hz. Seleme İbni Evka (R.anh)

Hz. Sevbân (R.anh) Hz. Selman el- Farisî (R.anh)

Hz. Süheyb-i Rumi(R.anh)

Hz. Sümâme bin Üsâl (R.anh)

Hz. Süraâka bin Mâlik (R.anh)

Hz. Talha b. Ubeydullah (R.anh)

Hz. Tufeyl bin Amr (R.anh)

Hz. Ubâde bin Sâmit (R.anh)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Ha Seddat İbni Evs (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sehl bin Hanîf (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sehl bin Sa'd (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Seleme bin Hişâm (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Seleme İbni Evka (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sevbân (R.a)'nı hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Selman el- Farisî (R.a)'m hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Süheyb-i Rumi(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sümâme bin Üsâl (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Süraâka bin Mâlik (R.a)'m hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Talha b. Ubeydullah (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Tufeyl bin Amr (R.a)'m hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ubâde bin Sâmit (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Salim Mevla Ebu Huzeyfe (R.Anh)

 

Hz. Ebû Bekir zamanında Müseylemet'ü! Kezzab'a karşı yapılan Yemâme gazasında Muhacirlerin sancaktan Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzey­fe idi. Sâlim'in sancağı taşıması dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Ashâb dediler ki:

Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız.  Fakat o buyurdu ki:

“Eğer ben sancağı taşımayacak olursam Kur'ân-i Kerîm ehlinin en bedbahtı olurum.”

Harp sırasında Beni Hanîfe kabilesi, sancağı düşürebilmek için san­cağın bulunduğu yere ve sancaktar Sâlim'e çok şiddetli bir hücum yap­tılar. Sâlim'in sancak tutan kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Salim, "Allah..." diye öyle bir haykırdı ki, harp meydanı inledi.

Fakat sancak yere düşmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat İslâm sancağı yine yere düşmedi. Çünkü Salim vücudu ve kesik kollan ile sancağa sarılmıştı. Kâfirlerin bütün şid­detli darbelerine rağmen sancağı asla yere bırakmadı. Sanki Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe'ye vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu.

Ne zaman ki İslâm askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman Salim (R.a.) yere düştü. Salim kâfilerin en şiddetli kılıç darbeleri altında:

“Muhammed bir Rasûl’den başkası değildir.”[85] âyeti kerîmesini okuyordu. Ashâb-ı Kiram ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû Huzeyfe'yi sordu. Şehîd olduğunu öğrenince buyurdu ki:

Beni de onun gibilerin yanına götürün! Vasiyetini yaptı ve 633 sen­esinde şehâdet mertebesine erişti. Ebû Huzeyfe ile beraber birini başı diğerinin ayağının yanında olduğu hâlde defnettiler. Malının bir kısmını kölelerin azâd edilmesi için, üçte birini beytülmâle, üçte birin de ehline bırakmıştı.   Hanımı  ve  çocukları  kendileri   için  vasiyet edilen malı almamışlar, onları da beytülmâte bırakmışlardır. Onun ilim ve irfanı Ashâb-ı Kiram tarafından kabul ve tasdik edilmekle beraber Hz. Ömer'in, husûsî bir muhabbeti ve hürmeti vardı. Hatta yerine halîfe tayin etmek istemişti. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Mekke'den diğer Muhacirlerle çıkıp Medine'ye gelinceye kadar Muhacirlere imâm oldu.

Bir gün Rasûlüllahın yanında Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe'nin ismi zikredildi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

“Muhakkak ki Salim, Allahû Teâlâ'yi çok sever. Eğer Allahû Teâlâ'dan korkusu olmasaydı yine sevgisinden dolayı Allahû Teâlâ'ya isyan etmez, günâh işlemezdi.” Peygamberimiz yine bir gün buyurdu ki:

“Kıyamet günü birçok kimseler Tehâme dağı gibi sevâblarla gelir­ler. Allahû Teâlâ onların amellerini boşa çıkarır ve onları şiddetli bir şekilde Cehenneme atar.” Bu dehşetli durumdan ürperen Salim dedi ki:

Ananı babam sana feda olsun yâ Rasûlallah; biz o kavmi nasıl tanıy­acağız? Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum.

Ey Salim onlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, fakat kendilerine haramdan bir şey teklif edildiği zaman Allahû Teâlâ'dan hiç kork­madan o haramı İşlerler. Allahû Teâlâ da onların amellerini, ibâdet­lerini kabul etmez.

[86]

Allah korkusu, Allah sevgisindendir. Allah'tan korkmayanlar, Allah'ı sevmeyenlerdir. Allah'tan korkmak, Allah'ın hududlanm ihlal etmekten çekinmektir. Allah'ın hududlarmı ihlal etmeyi içlerine sindirenler, kalblerinde Allah'ın sevgisi silinenlerdir. Sahabe fıkhından bunu anlıyoruz.

 

Hz. Seddat İbn-i Evs (R.Anh)

 

Seddad İbni Evs Allah korkusundan kalbi ürperen, devamlı vücudu titreyen ve derin tefekküre dalan bir yiğit... Gece yattığı zaman ilâhi rahmetin enginliğini düşünen ve ilâhi azabın şiddetini de unutmayan bir zâhid...

O, Medineli müslümanlardandır. Hazrec kabilesinin Neccar koluna mensuptur. Rasûlullah (sav) efendimizin şairi Hassan'ın yakın akrabası. Babası Evs İbni Sabit, Akabe'de İslâm'la şereflendi. Bedir harbine iştirak etti. Uhud'da şehid oldu. Annesi Harime de müslümandı. Seddat böyle güzel bir muhitte, müslüman bir aile ocağında yetişti. Geniş bir ilme sahipti.

Ubâde İbni Sâmit (R.a) onun, ilmî konularda herkesin kendisine başvurduğu zahir ve batın ilimlerine vakıf bir ilim eri olduğunu söyler. Seddat (R.a)'ın ilmi ve hilmini "Mecmeu'l-bahreyn" olarak tavsif eder.

O, yumuşak huylu, açık sözlüydü. Ağzından lüzumsuz bir söz çık­mazdı. Bir defasında ağzından bir söz kaçmıştı. Zaman kaymetmeden şu açıklamayı yaptı; "İslâm'a girdiğim günden beri sözlerimi dikkat ederek söylemeğe çalıştım. Fakat bu söz nasıl oldu ağzımdan kaçtı. Onu aklınız­da tutmayın." dedi. Riyadan, gösterişten de çok sakmırdı. Namazlarından sonra duâ ve istiğfarı çok yapardı. Sık sık tefekküre dalardı. Allah korkusuyla kalbi ürperir ve: "Ya Rabbi! Cehennem ateşini düşündükçe uykum kaçıyor." derdi. Saman üzerindeki tane gibi sabahlardı.

O, son derece halim selimdi. Kalbi rakik; yufka yürekli ve gözü yaşlıydı. Birgün ağlarken görüldü. Kendisine: "Niçin ağlıyorsun?" diye sorul­du. O da:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadisini hatırladım da onun için ağlıyorum," dedi. Rasûlüllah (sav) bu hadisinde:

"Ümmetim için şirk ve gizli şehvetten korkuyorum." buyurdu. O zaman ben:

"Ya Rasûlallah! Ümmetin senden sonra şirke düşecek mi?" diye sordum. Resûl-i Ekrem (sav):

“Evet,” dediler. Gerçi onlar güneşe, aya ve puta tapmayacaklar, fakat işlerinde riyakârlık yapacaklar. (Allah için değil de ondan başkalarının rızası için hareket edecekler) Gizli şehvet ise şudur: Onlardan biri, oruç tutar, oruçlu olur. Sonra şehvete sebeb bir şeyi görür ve orucunu bozar" buyurdu.

Seddat b. Evs (R.a) İslâm'ın emir ve nehiylerine uymakta çok titizdi. Hayatında tatbik eder, taviz vermezdi. Çevresine de Allahû Teâlâ'nın emir ve yasaklarını güleryüzle, tatlı diîle anlatırdı. Her fırsatta tebliğ vazifesi­ni unutmazdı. 50 kadar hadis-i şerif rivayet etti. Râvilen arasında Şam'ın en güzide ricali vardı. Oğullan, Ya'lâ ve Muhammed ile Mahmud bin Lebid, Mahmud bin Rebi Abdurrahman bin Ganem, Beşir bin Ka'b bun­lardan bazılarıdır. Onun rivayet ettiği hadislerden bir kaç tanesi şöyledir:

Ebü Es'as es-Sağani rivayet ediyor: "Şam Cami-i şerifine gitmiştim. Orada Seddat İbni Evs ile karşılaştım. Bir yere gidecekti. Nereye gide­ceğini sordum. O da; Hasta bir arkadaşını ziyaret edeceğini söyledi. Ben de kendileriyle gelebileceğimi söyledim. Beraber gittik. Oraya varınca hastaya durumunun nasıl olduğunu sordu. Hasta: "Nimet içerisinde olduğunu" söyledi. Bunun üzerine Seddad: "Günahlarının affedildiğini sana müjdelerim. Çünkü Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim." dedi ve Efendimizden duyduğu hadis-i kudsîyi nakletti:

"Allahû Teâlâ buyurur ki: Mü'min olan kullarımdan birini imtihan ettiğim zaman, o bu imtihanı hamd ile karşılarsa, anasından doğ­duğu günki gibi günahlarından temizlenmiş olur." buyurdu.

Seddat b. Evs (R.a) iki Cihan Güneşi efendimizden ayrılmazdı. Yaşı küçük olduğu için savaşlarda bulunamadı ise de onun muhabbetiyle hep beraberdi. Birgün bir arada iken, Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz: "Yanımızda yabancı birisi var mı?" diye sordu. Biz de: "Yok Ya Rasûlallah dedik. Kapının kapatılmasını işaret ettikten sonra: "Ellerinizi kaldırınız, Lâ ilahe illallah deyiniz." buyurdu.

Bir müddet bu şekilde kelime-i tevhide devam etti. Sonra mübarek ellerini indirdi ve; "Sana hamd olsun yâ Rabbi! Beni bu kelime ile gön­derdin. Bana onu emrettin. Bana, onunla cenneti vaadettin. Sen vaadinde hulf etmezsin. Vaadinde duran yalnız sensin." buyurdu. Bu sözlerden sonra bize:

"Sizi müjdelerim Allahû Teâlâ sizi mağfiret buyurdu. Hepinizi bağışladı." dedi.

Birgün o yine Fahr-i Kâinat (sav) efendimizden hadis naklediyordu. Onun şöyle buyurduğunu işittim.

"Kim riya ile namaz kılar, oruç tutar, sadaka verirse, o Allah Teâlâ'ya ortak koşmuş olur." buyurdu demişti. Avf İbni Mâlik ona:

"Böyle bir adamın amelinden halis olanı ayrılarak kabul olunmaz mı?" diye sordu. Seddad (R.a) da şu hadis-i kudşiyi nakletti:

 

"Müşrik olan insanın çoğundan da, azından da Zat-i Kibriya müstağnidir."

 

 

 

Yine rivayet ettiği hadislerden bir tanesinde: "Ey insanlar Dünya, hazır bir meta'dır. Ondan iyiler de kötüler de yer. Âhiret haktır. Orada Allah Teâlâ hükmeder. Ey insanlar! Sizler âhiret adamı olunuz. Ahireti düşünüp ona hazırlanınız. Dünya adamlarından olmayınız. Ahiretî unutup dünyaya dalanlardan olmayınız. Siz, Allah'dan korkarak amel yapınız. Biliniz ki, amellerinize göre arz olunursunuz. Allah Teâlâ'ya mutlaka kavuşacaksınız. Kim zerre miktarı hayır yaparsa, onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük işlerse onun karşılığını görür. Cezasını çeker."

 

 

Seddad İbni Evs (R.a) ömrünün sonlarına doğru Şam, Filistin, Beytül Makdis ve Humus'ta bulundu. Bu havalide ilimle uğraşanlar hep ona müracaat ederdi. 58. hicri yılında yetmiş beş yaşlarında iken Kudüs'te vefat etti. Cenab-ı Hak şefaatlerine nail etsin. Amin.

[87]

Sahabenin İslâm anlayışının merkezinde tevhid ve ihlas vardır. Onlar kendilerini insanlara değil, Allahû Teâlâ'ya beğendirmeye çalışıyorlardı. Onlar âhireti kazanmakla dünyayı kazandıklarına da inanıyorlardı. Bunun için bütün mesailerini âhireti kazanmaya sarfediyorlardı. Kazanılan dünyayı âhireti kazanmaya vesile ve vasıta kılmak, sahabe fıkhmdandır.

Sahabe nesli kelime-i tevhid eğitiminden geçmiş ve Peygamber (sav)'in  takdirini  kazanmış  bir nesildir.  Dolayısıyla kelime-i  tevhid eğitimine önem vermek, sahabeden hayata izler taşımaktandır. Kelime-i tevhid eğitimini ne kadar yaygmlaştırırsak, o kadar sahabeden hayata izler taşımış oluruz. Tevhidi anlamanın derdinde olan sahabenin izinde olur.

 

Hz. Sehl Bin Hanıf

(R.Anh)

 

Uhud gazasında bir ara Müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi oldular. Bu sırada hiçbir şey düşünmeyen, sadece Peygamberimizi düşünen Sehl bin Hanîf, parçalanıp ölünceye kadar, O'nu korumaya canla başla çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu. Savaşın en şiddetli anında Peygamberimizi bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya başladı. Hatta müşriklerin dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile ortaya çıkarak müşriklere:

“Sehl'i nişan alınız. Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz,” diyerek elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı. Bu haliyle onu gören Peygamberimiz de buyurdu ki:

 

“Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir, rahat, iyi ok atar.”

 

 

Ve o gün Sehl müşriklerden birçoğunu öldürdü.

Sehl bin Hanîf, Hendek gazası hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalıştı. Bu gazada müşriklere çok ok atmış, Peygamberimizin sevgisini daha çok kazanmıştı. Hendek savaşından hemen sonra Beni Kureyza gazasına katılarak onların üzerler­ine yürüdü. Burada da büyük kahramanlıklar gösterdi. Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber gazasına katıldı. Hicretin sekizinci yılında yapılan Mekke fethine katılarak, hemen bunun ardından Huneyn gazasına işitirak etmiştir.

Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamberimiz Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Ashabı yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanlar çok miktarda yardım ettiler. Bu hâli gören Sehl bin Hanîf çok duygulandı. Fakir olduğu ve Peygamberimizin bu yardım da'vetine katılamadığı için çok üzüldü. Hemen eve gidip çocuklarının ihtiyaçları için ayırmış olduğu iki ölçek hurmayı getirerek Peygamberimize teslim etti ve dedi ki:

Ey Allahû Teâlâ'nın Rasûlü! Bundan başka evde yiyecek hiçbir şey­imiz yoktur. Bu benim ve kızımın yardımlarıdır. Kabul buyurunuz ve bize bereketle dua ediniz.Peygamberimiz Sehl bin Hanîf'in getirdiği hurmaları bizzat kendi mübarek elleriyle diğer hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti.

Bu hali gören, İslâmiyeti kalben kabul etmeyen münafıklar, "Allahû Teâlâ'nın Sehl bin Hanîf in iki ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur" diyerek onun bu istek ve arzusunu ayıplayarak kınamışlardı. Hatta Seh! bin Hanîf'in Allahû Teâla'ya ve Peygamberimize karşı olan samimî duygu içerisindeki davranışını hafife alarak, Medîne şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta onu gördükleri zaman ona bakarak güldüler.

Münafıkların bu davranışları üzerine; Allahû Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in Tevbe sûresinin yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi. Burada meâlen buyuruldu ki:

 

"Sadaka hususunda bağışlarda bulunan mü'minlerle, bir türlü gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle başka türlü eğlenenler yok mu? Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır."

 

 

Allahû Teâlâ bu âyet-i kerîme ile Seh! bin Hanîf ve diğer Ashâb-ı Kiramın samimî hareketlerini övdü. Münafıkları ise susturdu.

Sehl bin Hanîf, dört halîfe döneminde çeşitli yerlerde valilik yapmıştır. En son Hz. Ali, onu Fars vilâyetinin genel valiliğine tayin etti. Burada da ahlâk ve fazîleti ile İslâmiyete çok hizmetleri oldu. Kûfe'de 659'da vefat etti. Oraya defnedildi.

[88]

Sahabe fıkhı; intak ve inkılab fıkhıdır. Allah yolunda malını, mesaisi­ni intak etmeyen ve inkılabçı olamayanlar, sahabe fıkhından birşey anlayamazlar.

 

Hz. Sehl Bin Sa'd

(R.Anh)

 

Sehl bin Sa'd çok genç yaşta olduğundan Peygamberimizle hiçbir savaşa katılamadı, ama ondan, çok ilim öğrendi. Hz. Sehl'in babası Sa'd bin Mâlik, Bedir savaşında çok yararlıklar gösterdi. Müslümanlar arasın­da kahramanca savaşırken ansızın yemiş olduğu bir darbe ile şehîd oldu. Peygamberimizin duasını alarak, "Ashâb-ı Bedir" sıfatını kazandı. Bu sırada Sehl bin Sa'd sekiz yaşlarında idi. Peygamberimiz yetim kalan Sehl'e Bedir savaşında kazanılan ve dağıtılan ganimetlerden babasının hissesini ayırarak verdi.

Seh! bin Sa'd, Uhud savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için Uhud savaşma da katılamamıştı. Diğer yaşı küçük sahabeler gibi Medine'de kalmıştı. Ancak Peygamberimiz yaralandığı haberi Medine'ye ulaştığı zaman, herkes gibi O da çok üzülmüştü.

Bu arada Peygamberimizin sevgili kerimeleri Hz. Fâtıma'nın, babasının yaralanma haberini duyar duymaz hemen O'nun yanına koş­tuğunu ve yardım etmeye başladığını, Sehl bin Sa'd, şöyle bildirmektedir:

Rasûlullah efendimizin Uhud savaşında yaralandığı haberini duy­duğumuz zaman çok üzüldük. Kızı Hz. Fâtıma'nın bir kalkan içinde su getirerek Peygamberimizin yaralarından akan kanları temizlediğini, bir hasır parçasını yakarak küllerini Peygamberimizin yaralarının üzerine sürdüğünü bizzat gördüm.

Sehl bin Sa'd, Hendek savaşına da yaşı küçük olduğu için katılamadı. Çünkü bu sırada on-onbir yaşlarında idi. Fakat hendeğin kazılmasında sahabelere çok yardımcı oldu. Bütün sahabelerin hizmetlerinin hepsine koşardı. Ayrıca hendek kazımında da yardımcı olur, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmazdı. Her an O'nun hizmetinde bulunurdu.

Sehl bin Sa'd, Hendek'te gördüklerini anlatırken der ki:

Hendek'te Peygamberimiz ile hep beraber idim. Onlar hendek kazılır, biz küçük yaştakiler omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk. Buırada Rasûlullah (sav)'in şöyle duâ buyurduğunu işittim:

 

“Yâ Rabbi! Bütün hayat, âhiret hayatıdır. Muhacir ile Ensarı mağfiretine (afvına) nail eyle."

 

 

Sehl bin Sa'd, Peygamberimizin bir emjr Ve isteği olduğu zaman .emen yerine getirir, hiç bir zaman gecîktirmezdi. O'nun bu durumunu Hz. Sehlin oğlu Abbâs şöyle anlatmaktadır;

Peygamberimiz hutbe okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe aslanır öyle okurlarmış. Bir gün Resûl-i Ekrem buyurur ki:

 

“Artık cemaat çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine otursam.”

 

 

Bunu duyan babam [89] hemen, okun yaydan fırladığı gibi kalkmış ve gitmiş.

Kısa bir zaman sonra minberin direklerini getirmiş. Yalnız babamın getirdiği bu direklerin kendisinin veya bir başkasının hazırladığı hakkın­da bilgim yoktur.

Daha sonra Sehl bin Sa'd'a, Peygamberimizin minberi hakkında suaî sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:

“Ben minberin hangi ağaçtan, hangi tarihte, hangi gün yapıldığını, hangi gün kurulduğunu, Peygamberimizin ifa defa  minherden hangi gün fııttbe okuduğunu ve oturduğunu bilirim.”

Sehl bin Sa'd, Peygamber efendimizin cömertliğini, kendi ihtiyacı olan bir malı isteyen herkese verdiğini şöyle anlatmaktadır:

Kadının birisi Peygamberimize gelir, yanında getirdiği ve kendi eli ile dokumuş olduğu güzel bir elbiseyi uzatarak der ki Ey Allahû Teâlâ'nın Rasûlü, bunu sizin için bizzat kendi elimle pokudum, ne olur onu kabûl ediniz.

Peygamberimizin de bu şekilde bir elbiseye ihtiyacı vardı. Bu hediyeyi kabûl ederek içeri girdi ve hemen giydi. Daha sonra dışarı çıktı. Bu sıra Peygamberimizin ziyaretine gelenlerden birisi, bu elbiseyi görerek:

“Ey Allahû Teâlâ 'nın Rasûlü! Bu ne kadar güzel bir elbise, bunu bana verseniz,”dedi.

Peygamberimiz hemen içeri girerek elbiseyi çıkardı ve isteyen sahab­eye verdi. Diğer ziyaretçiler, elbiseyi isteyen adama sitem ederek:

“Hiç de iyi etmedin, Peygamberimizin bu elbiseye çok ihtiyacı vardı. Sen onu istemekle doğru bir hareket yapmadın. Bilirsin ki, Hz. Peygamber kendisinden  birşey istiyenleri hiç  reddetmez ve geri çevirmez,” dediler.

Elbiseyi isteyen kişi ise şöyle cevap verdi;

“Ben bu elbiseyi giymek için istemedim. Aksine, o benim öldüğüm zaman kefenim olacaktır.”

Sonra öldüğü zaman bu elbiseyle kefenlendi ve gömüldü. Bunun üzer­ine Peygamberimiz şöyle buyurdu:

 

Mü'minin; iman sahibine karşı vaziyeti, bir kafanın vücuda karşı vaziyeti gibidir. İman sahibinin her derdi diğer bir mü'mine ızdırap verir. Nasıl ki kafanın her derdi bütün vücudu üzüntüye uğrattığı gibi.”

 

 

Sehl bin Sa'd diyor ki:

Birgün birisi Peygamberimize gelerek dedi ki:

“Ey Allanın Rasûlü! Allahû Teâla'nın ve insanların, beni sevecekleri bir işi bana öğretir misin?”

Bunun üzerine, Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

“Dünyadan yüz çevir ki, Allahü Teâlâ da seni sevsin. İnsanların eline bakma ki, onlar da seni sevsin.”

 

 

Sehl bin Sa'd şöyle anlatıyor:

Peygamberimiz, birgün bir topluluğa dünyanın boş, gerçek hayatın âhirette olduğunu anlatmak için onları bir koyun ölüsünün başına götür­erek buyurdu ki:

Şu gördüğünüz koyun ölüsünün, sahibi yanında bir kıymeti var mı? Eshâb-ı Kiram:

“Onun bir kıymeti olmadığı için onu buraya attı, diye arz ettiler.” Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:

 

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâlâ'ya yemîn ederim ki, dünya, koyunun sahibi yanında olan kıymetinden ziyâde Allahû feâlâ katında değerli değildir. Eğer dünyanın Allahû Teâlâ katındair sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allahû Teâlâ ondan dünyadan kâfire bir yudum su içirmezdi.”

 

 

Hz. Sa'd, Ensarın Hazrec kabilesi kulundandır. Babasının ismi Sa'd in Mâlik olup, hicretten önce Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe levrinde çeşitli savaşlara katıldı. Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olanara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında Medine'de vefat etti.

[90]

Her sahabe aynı zamanda dininin iyi bir muallimidir. Sahabeler nerede alurlarsa olsunlar, kendilerini İslâm dinini başkalarına öğretmekten sorumlu kabul ediyorlardı. Bunun için ellerine geçen her fırsatı değer­lendirip Allah'ın dinini insanlara öğretiyorlardı. Dolayısıyla sahabenin fıkhından pay almak İsteyenler, bütün imkânlarını seferber ederek Allah'ın kitabından tek bir ayeti de biliyorlarsa onu hemen insanlara öğretmelidirler.

 

Hz. Seleme Bin Hişam (R.Anh)

 

Muhacir bir sahabedir. Rasûlüllah (sav) ile birlikte İslâm inkılab çalış­malarına katılmıştır. Mekke ufuklarını aydınlatan hidâyet nuru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandıran cehalet ve zulüm kirlerinden kurtularak huzura kavuşuyorlardı.

İnsanlık, o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp, İslâmiyetin munis ve şefkatli sinesine, merhametli kucağına da'vet eden yüce Rasûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.

İslâmiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba, mü'min oğlunu en büyük düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.

Bu ibretli tablo Hişâm'ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede ediliyordu. Seleme ile Haris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, Âs ve Hâlid nasîbsiz güruhu­nun elebaşısıydılar.

Büyük kardeşi Seleme'nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil’in hısım­lığı hasımlığa  çevrilmiş, kendi ailesinden  bir ferdin, Peygamber efendimizin safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı. İmanın ulvi haz­zını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?

Hz. Seleme, zalim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan'a hicret etti. Böylece her ne kadar yer ve yurtların­dan ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri emniyette idi. Bu Müslümanlar hicret bedeli üç ay olmuştu. Receb, Şaban ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:

"Mekkeliler iman etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu."

Bunun üzerine kendi aralarında, "Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke'de Müslüman olmayacak kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir" diyerek bir kısmı geri dön­meye karar verdi. Fakat Mekke'ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradılar. Mekke'ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke'ye girmek demek, müşriklerin reva göre­cekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böyle bir tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke'de bulunan akraba ve yakınlarının himayesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci gibi kabul edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı.

Bazıları da himayeye girmediler ve Mekke'ye gizliden girerek uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendüerse de müşrikler tarafından yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin Velîd, Hişâm bin As, Abduilah bin Süheyl ve daha birkaç sahabe bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.

Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan Hz. Seleme, İyas ve Hişâm Medine'ye hicret emri çıkınca bile esaret zincirinden kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı. Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'i işkenceden işkenceye sokuyordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ızdırap içine atıyordu.

Bütün bu zulümleri yapmasındaki maksadı, '"Belki tahammülsüz kalır da, dininden vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz. Seleme'de kâinata meydan okuyacak kadar kuvvetli bir iman; bitip tüken­mez bir Rasûlüllah sevgisi vardı.

Uzun yıllar îmânında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bık­madan, sabır ve azim içinde, reva görülen işkencelere aldırmadı.

Bu iman fedailerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhunda da hisseden Resûl-i Ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar ederdi:

 

“Allahım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allahım, Seleme bin Hişâm'ı kurtar! Allahım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allahım, mü'minlerin zayıf olanlarını kurtar!"

 

 

Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahabe birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş bin Rebia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine bağlamışlardı.

Hz. Velîd bir fırsatını bularak kaçıp Medine'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.

Peygamberimiz, bu mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kur­tarmak istiyordu. Bunun için bir defasında sordu:

Bunları kim kurtarıp Medine'ye getirir? Hemen ayağa kalkan Hz. Velîd dedi ki:

“Onları ben kurtarıp size getiririm, yâ Rasûlallah!”

Mekke'ye giden Hz. Velîd gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hz. Seleme ile Hz. Iyaş'ın bulundukları yeri öğren­di. Geceleyin oraya varan Velîd, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı.

Mazlumların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları ele geç iremediler. Hz. Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medine'ye geldiğinde yürümekten ayak parmaklan parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı. İki mümtaz sahabenin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinmişti.

Hz. Seleme artık rahattı. Peygamberimizin vefatına kadar Medine'de kaldı. Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinde Suriye seferine katılan mücâhidler arasında yer aldı. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında vuku bulan Mercu's-Sufr savaşında, Hicretin 14. senesi Muharrem ayında şehîd düştü.

[91]

Sahabe imanı miktarınca küfrün karşısında direnmiştir. Bazan azimeti ve bazan de ruhsatı kullanmıştır. Ama hiçbir zaman imanından ayrıl­mamıştır. Allah yolunda sahabenin canı çıkmış ama imanı çıkmamıştır. Dolayısıyla sahabe fıkhından pay almak alanlar, Allah yolunda bütün servetlerinden, şirin canlarından vaz geçtikleri halde, bir nefes alıp vere­cek kadar imanlarından ayrılmayı kabul etmeyenlerdir.

 

Hz. Seleme Bin Evka

(R.Anh)

 

Seleme İbni Ekva (R.a.) sayılı arap okçularından... Sahabe arasında şecaat ve cesareti ile şöhret kazanmış bir yiğit. Ok ve mızrak atışıyle, ata binişiyle usta bir süvari... Yaya olarak düşmanı takip eden piyadelerin kahramanı. O, hicretin 6. senesinden önce İslâm'la şereflendi. Çoluk çocuğunu Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret etti. Rasûlullah (sav)'den aldığı nurla gönlünü yıkadı ve orada hiçbir şirk kalıntısı bırakmadı. İslam'a ihlasla sarıldı. Kahramanlıkda, cömertlikte, hayır işlerde yarışan bir cihad eri oldu. Seleme (R.a.) Medine'ye geldikten sonra bütün gazvelere katıldı. İlk önce Hudeybiye gazvesine iştirak etti. Bu gazvede cesaret ve secaatiyle kendini gösterdi. İslam tarihinde mühim bir yeri olan Rıdvan bey'ati de bu gazvede gerçekleşti. Seleme (R.a.), burada Efendimize iki defa bey'at etti. Bu tarihi hadise şöyle oldu:

Sevgili Peygamberimiz ve ashabı hicretin altıncı yılında Kabe'yi ziyaret maksadıyla yola çıkmıştı. Kureyş buna engel oldu. Rasul-i Ekrem (sav) efendimiz onlara, savaşmaya değil ziyarete geldiğini Umre yapmak istediklerini haber vermek üzere Osman İbni Affan (R.a.)'i gönderdi. Kureyşliler Osman (R.a.)'a: "İstersen sen beyti tavaf et fakat hepinizin girmesine yol yok" dediler. Hz. Osman (r.a.) da: "Rasûlullah (sav) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine Osman (R.a.)'ı tutuklayıp göz hapsine aldılar. Dönüşü gecikince ashab telaşa düştü. Bu arada onun öldürüldüğü haberi yayıldı. Bunun üzerine iki cihan Güneşi efendimiz: "O kavimle çarpışmadan gitmeyiz." buyurdu. Sahabeden ölünceye kadar savaşmak ve kaçmamak üzere bey'at aldı. Ashâb teker teker gelip bey'at ettiler. Seleme (R.a.) kendi bey'atını şöyle anlatıyor:

Ben Rasûlüllah'a ağacın altında bey'at ettim. Ölünceye kadar savaşmak ve kaçmamak üzere. Sonra bir kenara çekildim seyrediyordum, Bey'at edenler azalınca Rasûl-i Ekrem (sav) bana:

"Seleme! Sana ne oluyor da bey'at etmiyorsun?" dedi. Ben de:

"Ya Rasûlallâh bey'at ettim, dedim.

"Yine bey'at et!" buyurdu.

"Tekrar koştum bey'at ettim."

Bey'at tekrarı da sahabenin yaptığı icraatlardan bindir. Bey'atı tekrar etmeyi isteyen bizzat Rasülüllah (sav)'dır.

Muhtelif vesilelerle üç kere bey'at eden Seleme (R.a.) Rasûlüllah (sav) ile birlikte yedi gazveye katıldı. O, piyadelerin kahramanı idi. Nerde biri gözetlenecekse onu gözler, nerede biri takib edilecekse onu takib eder yakalardı. Rasul-i Ekrem (sav) efendimiz Hudeybiye dönüşünde kon­aklarken Seleme'ye gözcülük vazifesi vermişti.

O, ok ve mızrak atmakta da ustaydı. Onun savaş tekniği bu günkü ger­illa savaşlanndaki usûle benzerdi. Düşmanı kendisine saldırdığında onun önünden çekilir, düşman geri çekildiğinde veya dinlenmek üzere dur­duğunda süratle ona saldırırdı. O, bu usulle Zû Kared gazvesinde ve bazı seriyyelerde düşman kuvvetlerini tek başına püskürtmeyi başardı. Onun şecaat ve kahramanlığı Zû Kared gazvesinde daha bariz bir şekilde görüldü. Şöyle ki:

"Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizin sağmal ve doğurmaları yaklaşmış yirmi devesi Gabe-Zû Kared mevkiinde otlatılıyordu. Burası Gatafan kabilesinin mıntıkası idi. Seleme (R.a.) sabahları erkenden, develerin süt­lerini efendimize getirmek üzere at ile buraya gelirdi. Birgün Gabe dağının eteklerine vardığında Abdurrahman İbni Avf (R.a.)'ın kölesi onu gördü ve koşarak yanma geldi. Çok heyecanlıydı. Kendisi anlatıyor: Ne oldu sana? dedim. O da: Rasülüllah (sav)'ın çobanı Zerr şehid edildi, develeri de götürüldü! dedi. Kim götürdü diye sordum. Gatafan oğulları dedi. Bu hadiseden çok müteessir oldum. Hiç vakit kaybetmeden, derhal Medine'ye haber ulaştırdım. Yardımcı kuvvet gönderilmesini istedim. Kendim de tek başıma Gatafanoğullarının peşini takib ettim. Süratle onlara yetiştim. Hemen yayıma ok yerleştirip onlara ok yağdırmaya başladım. Okları atarken de: "Ben Ekva'ın oğluyum! Bugün alçakların .öleceği gündür!" diyor onları oyalıyordum. Vallahi onlara, durmadan ok atıyor ve onlan öldürüyordum. Bana yönelip de öldürmediğim hiçbir atlı yoktu. Dağ yolu daraldı. Müşrikler  boğazın dar geçidindeyken ok yetişmez oldu. Dağın üzerine çıktım onlara tekrar atmaya başladım. Baskıncı müşrikler güneş batmadan önce Zû Kared denilen sulu bir vadiye saptılar. Çok susamışlardı. Su içmek istediler. Onları orada da tedirgin edip uzakîaştırdım. Bu arada Rasûlüllah (sav) sahâbeleriyle yetişti. Onlarla birlikte peşlerini takibe başladım.Yaya olarak tek başıma baskıncılara o kadar yaklaşmıştım ki; ashab ordusunu arkamda göremiyordum. Sabahdan akşama kadar kaçmaktan yorulan müşrikler beni arkalarında görünce çok şaşırdılar. Nihayet develeri bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. İşte o gün Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz ashabına: "Süvarilerin en iyisi Ebu Katade, piyadelerin en hayırlısı Seleme İbni Ekva'dır" buyurdu.

Müslümanların askeri becerilerini gözetleyip takdir etmek, onları bu yönde teşvik etmek, müslümanların başındaki emirin görevidir. Seleme (R.a.)'ın kahramanlikları her gazvede görülürdü. Sakif ve Hevazin gazvelerinde bir adam İslâm ordugâhına gelmiş işbirliği yapmayı tekül" edi­yordu. Sonra sıvışıp gittiği anlaşıldı. Seleme onu takip elti ve yakalana­cağı sırada vuruşarak onu öldürdü. Devesini, silahım eşyasını alıp getirdi. Hadise Rasûl-i Ekrem efendimize arzedilince alınan ganimetlerin hep­sinin Seleme'ye ait olduğunu söyledi ve onu bu şekilde taltif buyurdu. O, Hz. Ebu Bekir (R.a..)'in başkanlığında Beni Kilab seriyyesinde de bulun­du. Tek başına yedi aileyi dağıtan Seleme (R.a.) çoluk-çocuk, kadın-erkek hepsini toplayıp esir alarak getirdi. Hz. Ebu Bekir (R.a.) kadın ve çocuk­ları niçin getirdin deyince müslüman esirlerin kurtarılması için dedi. Müşriklerle anlaşma yapıldı ve onlar da serbest bırakıldı.

O, cömertlikte de kahramandı. Allah için istendiğinde, olduğundan daha fazla verirdi. Halk onun bu özelliğini bildiği için; "Allah rızası için senden istiyorum." derdi. Seleme (R.a.) da "Allah rızası için istemeyen ne için ister ki?" diye onların gönüllerini hoş eylerdi. Tanımadıklarına bile ikramda bulunurdu. Kendisinden bir şey isteyen kimseyi reddetmezdi. Herkese de böyle öğüt verirdi.

Seleme İbni Ekva (r.a.) 77 hadis rivayet etti. Hz. Osman (R.a.)'m şehadetinden sonra Rebeze'ye yerleşti. Hicretin 74. yılında Medine'ye ziyaret için geldiğinde vefat etti ve sevgilisinin toprağına defnedildi. 'Rabbimizden şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

[92]

Sahabe, Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için kötülüklerden nehyeder, Allah için iyilik işlemeye insanları teşvik eder, Allah için isteyene verir ve Allah için hareket edenin yanında yer alırdı. Sahabe fıkhı, bir manada hayatı bütünüyle Allah için kılmaktır. Daha doğrusu hayatı Allah için kılmanın bilgisidir. Sahabelerin sevgileri, buğzleri, infakları, emretmeleri ve nehyetmeleri bizim için birer örnektir.

 

Hz. Sevban

(R.Anh)

 

Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu satın aldı, sonra da serbest bırakarak hür­riyetine kavuşturdu. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem'e bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu:

“İstersen ailenin yanma dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i bey­timizin arasında bulun.”

Bu, Hz. Sevbân'ın dört gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın efendisiyle beraber kalmayı kabul etti.

Hz. Sevbân, böylece Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi. Peygamberimizin husûsî hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde istediklerini yerine getirirdi. Bir gün Müslümanlar Resûlullahın hizmetçisi Sevbân'a bir hadîs-i şerîf nakletmesini rica ettiler: Hz. Sevbân dedi ki:

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki:

 

"Bir Müslüman Cenâb-ı Hakka bir secde ederse, Cenâb-ı Hak onun makamını bir derece yük­seltir ve günahlarını affeder."

 

 

Eshâb-ı Suffa'dan olan Hz. Sevbân, Resûl-i Ekrem'den sonraki ilim, fazilet ve fetva sahibi kimseler arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hz. Sevbân, Resûl-i Ekreme, hizmet ve taz­imde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu kelimelerle izah etmek­te âciz kalırlardı.

Resûl-i Ekreme olan bu sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı. Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i Ekreme, "Esselâmü aleyke yâ Muhammedi" demişti. Orada bulunan Hz. Sevbân (R.a.), "Niçin, yâ Rasûlallah, demedi" diye Yahudiyîe dövüşmüş ve yaralanmıştı.

Hz. Sevbân (R.a.), "Peygamberimizin ismini, yalnız başına söyle­meyi günâh kabul ederim" derdi. Hz. Sevbân (R.a.), Peygamber aşkını hayata dönüştürmenin pratik modelidir.

Hz. Sevbân, Peygamber efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara titizlikle uyardı. Bir defasında Resûl-i ekrem Sevbân'a;

“Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma!” diye buyurmuşlardır.

Bundan sonra, Hz. Sevbân (R.a.), ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek hususunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.

Hz. Sevbân'ın bildirdiği bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki:

 

"İhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar hidâyet kandil­leridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar."

 

 

Hz. Sevbân (R.a.) her işte müslümanların maslahatını göetirdi. Hz. Sevbân (R.a.) buyururdu ki:

"Bir Müslümana faydası dokunan veya bir Müslümanm zararını kaldıran yalan hariç, her yalan günâhtır."

Hz. Sevbân (R.a.), Rasûlullah'tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayana­mayan bir Peygamber aşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazan Rasûlullah'tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir halde Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtilen noktalanmıştı. Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu:

 

“Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?”

 

 

Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı: Ne hastalığım, ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Rasûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemâline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhıreti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennet'te diğer Peygam­berlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennet'e girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağım­dan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum."

Bunun üzerine Nisa sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nazil oldıu Bunlarda meâlen buyuruldu ki:

"Allahû Teâlâ ve Peygamberlere itaat edenler, işte bunlar, Allah Teâla'nın kendilerine ni'met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlarsa ne güzel birer arkadaştır!

İşte İtaatkârlara yapılan bu ihsan Allahû Teâla'dandır. Her şeyi bilici olarak Allahû Teâlâ kâfidir."

Bu âyetleri duyan Hz. Sevbân (R.a.) sevincinden uçacak gibi oldu.

Hz. Sevbân, çok sadık, Peygamberimize candan bağlı, fazîlet yönün­den örnek bir Sahabe idi.

Hz. Sevbân (R.a.), Resûl-i Ekrem (sav)'in her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifâde etmiş ve ilim bakımından pek yüksek bir dereceye kavuş­muştur. Nitekim 124 veya 127 hadis rivayet etmişti. Çok hadis-i şerif ezberleyip neşredenler arasına girmişti.

Hadisleri iyi ezberlerdi. Ezberlediği hadisleri yaymayı farz bilirdi. Haîk, hadis ilmindeki derecesini bildiklerinden, daima ondan hadîs-i şerif sorar öğrenirlerdi. Bildirdiği hadislerin bazılarında buyuruldu ki:

 

"Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygam­ber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Ben­den sonra Peygamber gelmeyecektir. Ümmetim arasında, doğru yol­da olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar veremeyecektir.

 

 

 

Biliniz ki en hayırlı ameliniz namazdır. Yalnız kâmil mü'min abdestli durur.

 

 

 

Kim Ramazandan sonra altı gün oruç tutarsa, bütün sene oruç tutmuş gibi olur. Kim bir iyilik yaparsa, ona, bunun on katı verilir."

 

 

Hz. Sevban (R.a.), rivayet ediyor: Rasûlullah (sav) buyurdu:

"Yakında milletler yemek yiyenlerin çanağına eğilerek toplandıkları gibi sizin aleyhinize toplanacak, birleşecektir."  buyurdu. Bir kişi:

Biz o gün sayıca az mı olacağız? dedi.

Rasûlullah (sav): "Belki siz o gün çok olacaksınız. Fakat siz selin üzerinde taşıdığı çor çöp gibi dağınık olacaksınız, Allah sizin korkunuzu düşmanlarınızın kalbinden çıkaracak, Allah sizin kalbinize vehni atacak." buyurdu.

Bir kişi: "Ya Rasûlullah! Vehn ne demektir?" dedi. Rasûlüllah (sav): "Dünyayı sevmek, ölümü sevmemek," buyurdu.

[93]

Sahabe fıkhı, zor zamanların ve dar zeminlerin fıkhıdır. Sahabeler, Allah yolunda her türlü zorluğu ve meşakkati göğüsleyen cengaverlerdir. Onlar bizzat Rasûlullah (sav) Men cengaverlik, kahramanlık dersini almışlardır. Dolayısıyla sahabe fıkhından pay almak isteyenler, Allah'ın dini uğrunda başa gelecek her türlü musibet ve belâya katlanmalıdırlar. Allah yolunda meşakkatlere katlanmayanlar, sahabe fıkhından nasiblenemezler.

 

Hz. Selman El-Farisı (Ranh)

 

Seçkin ve meşhur sahabelerden biri. İran asılı olup, İsfehan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (R.a)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahsan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman İbni İslâm'ını" demiştir.

[94]

Selman (R.a)'ın babası Mecusîliğe aşın bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Seîman (R.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (R.a), Mecusîliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı.

Bir ara babası, işleri yoğunlaşmca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değer­li olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hıristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (R.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hap­sedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip de­ğildi. Selman (R.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusîlikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilen­dirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi.

Selman (R.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (R.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (R.a) babasına karşı çıkarak, hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti.

Selman (R.a), kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini iste­di. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarf etmeyerek kendisi için biriktiriyordu.

Bu rahib ölünce, Selman (R.a), onun yerine geçen rahibe tabî oîdu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (R.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebile­ceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığın!, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (R.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabî oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulun­dukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabî olabileceğini söyledi.

Selman (R.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (R.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulun­duğunu söyledi. O ölünce Selman (R.a), Ammuriye'ye gitti.

Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi:

Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrahim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun pey­gamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap.

[95]

Selman (R.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (R.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (R.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalık­ları gören Selman (R.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (R.a), burays görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.

Rasûlüllah (sav) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekü meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (sav) Küba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (R.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (R.a)'m sahibine[96] "Allah Benu Kayle'ye lanet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi.

Selman (R.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "Bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve;  Bundan sana ne! işinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (R.a), birik­tirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Küba'da bulunmakta olan Rasülüllah (sav)'ın yanma gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (sav)'m yanına koydu. Rasûlüllah (sav), ashabına; "Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (R.a), sadaka kabui etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alâmetlerin biridir" dedi. Daha sonra Rasülüllah (sav) Medine'ye geçti. Seİmân (R.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (sav)'ın yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Seiman (R.a) tekrar Rasûlüllah (sav)'m yanma gitti. Rasûlüllah (sav) ashâbıyia birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (sav)'ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (sav) ridasını kaldırdı. Seiman (R.a), Rasûlüllah (sav)'ın sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bah­settiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (sav) onu yanma oturtarak halini sordu. Selman (R.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (sav) ve orada bulunan sahabeler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi.

[97]

Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayi bilen bir tercüman aracılığı ile konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir.

[98]

Selman (R.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklet­tiği başka bir rivayette ise Seiman (R.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslâm'a ulaşan yolculuğu esnasında, Hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüs'e ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tah­sil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir.

[99]

İbnul-Hacer, Selman (R.a)'m müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını te'lif etmenin güç olduğunu söylemektedir.

[100]

Selman (R.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (sav) ona, efendisiyie mükâtebede bulunmasını söyledi. Selman (R.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav), Sahabelere:

"Kardeşinize yardım edin " dedi. Sahabeler güçleri miktarmca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (sav), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım" dedi. Selman (R.a), çukurların kazılma işini Sahabelerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (sav), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (sav) Selman (R.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (R.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (sav) ona,

"Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (R.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim." Artık böylece Selman (R.a) hür­riyetine kavuşmuş oluyordu.

[101]

Selman (R.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müt­tefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (sav), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan isti­şareler esnasında Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü.[102] Bu görüş Rasûlüllah (sav) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazıl­ması için faaliyete geçilmişti. Selman (R.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (R.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (sav); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i bey­tine dahil etmiştir.

[103]

Selman (R.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (sav) ile bir­likte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hen­deği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hen­değin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'ın yanından vefat edinceye kadar ayrıl­madı. Hz. Ebu Bekir (R.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulun­muştur.

Ömer (R.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (R.a) da bu orduya katıldı. Selman (R.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Parsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebî Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şek­ilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (R.a)'ın yanında Selman (R.a) bulun­maktaydı. Sa'd (R.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağım ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir toplu­luğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (R.a)'a, Selman (R.a) şöyle demekteydi:

"İslâm yepyenidir. Allah, karalan nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır."

Gerçekten Selman (R.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti [104] İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir demekteydiler."[105] İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (R.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (R.a) onlara şöyle diyordu:

"Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyo­rum. Eğer müslüman olursanız bizi kardeşlerimiz olarak aynı hak­lara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dinîniz de kalmak isters­eniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız.

[106]

Selman (R.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek [107] ikna etmeye çalışıyordu. Selman (R.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslü­manların eline geçmiş oldu.

[108]

Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak bura­dakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi.

[109]

Sa'd (R.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (R.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için SeSinan (R.a) ile Huzeyfe (R.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özel­likle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (R.a) ve Huzeyfe (R.a), sonunda Küfe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi. (17/638) [110] Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır.

[111]

Selman (R.a), Hz. Ömer (R.a) döneminde Medâin valiliğinde bulun­muştur. Selman (R.a), Hicri 36 yılında Medâin'de vefat etmiştir.[112] Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulun­maktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylenmektedir.[113] İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (R.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (R.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (R.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir.[114] Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler.[115] İbn Hacer, Zehebî'nin rivayet­lerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış ola­bileceği kanaatine vardığını nakletmektedir [116] ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (R.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarmdadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafın­dan tamir ettirilmiştir.

Selman (R.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (sav)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (R.anha), şöyle demektedir:

"Bir çok geceler Selman (R.a) Rasûlüllah (sav) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (sav) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi."[117] Rasûlüllah (sav), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti. Hz. Ali (R.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir. Muaz (R.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (R.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (sav)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu."[118] Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (R.a), Ebu'd-Derdâ' (R.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver"[119] Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (sav)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir" dedi ve bunu üç kere tekrarladı.

[120]

Hz. Ömer (R.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (R.a), duyduğu bir endişesini dile geti­rerek Selman (R.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (R.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müsîümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bîr para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun."

[121]

Hz. Ömer (R.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (R.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farsh ise dört bin dirhem alıyor" diy­erek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûiüllah (sav) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır" diyerek cevapladılar.

[122]

Başka bir rivayette, Ömer (R.a), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabeler için İslâm'da­ki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (R.a)'ı, Hasan (R.a), Hüseyin (R.a) ve Ebu Zerr ile bir­likte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir. [123] Ra­sûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman."

[124]

Selman (R.a), son derece mütevazı ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezer idiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi.

Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşı­masını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla bir­likte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (R.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti.

[125]

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyor­lardı. Selman (R.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! şunlarm 'ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (R.a) ona şöyle dedi:

Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allahû Teâlâ arasında perde yoktur.[126] Selman (R.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü.

[127]

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yer­lerdi.

[128]

Selman (R.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (sav) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti:

 

"Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun."

 

 

Onun ilmi ve takvası diğer sahabeleri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebî Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti.

[129]

Selman (R.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medain'de Bukeyre adında bir hanımı vardı. [130] Selman (R.a), Medine'deyken Hz. Ömer (R.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (R.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir. [131] Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.

Sufıler, Selman (R.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucu­larından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırıl­maktadır. O, Rasûlüllah (sav)'m berberliğini yaptığı için Fütüvvet teşki­latına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi.

Selman (R.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbelâ'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (R.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriîiğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayrı Ali'yi, mim Muhammed (sav)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayri teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dir. Dürziler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer birkaç sahabe ile birlikte Selman (R.a)'ı temel unsur olarak kullan­mışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçek­te mutedil Şia ile alakalan yoktur. Zira muhtevalarındaki inanç prensip­leri gözönüne almdığı zaman İslâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. Oysa ki, Selman-i Farisi (R.a.)'in ömrü putperstlere karşı savaşmakla geçmiştir.

Selman, İslâm'a mensubiyetin beraberinde getirdiği şerefin sem­bolüdür. İslâm teslim olup müslümanlara mensub olmak, başlı başına bir şereftir. Sahabe fıkhında kavim ve kabile değil, İslâm önplandadır. Müslümana şeref kazandıran kavmi veya kabilesi değil, dinidir.

 

Hz. Süheyb-i Rumi

(R.Anh)

 

Kâbe-i muazzamanın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam'ın evi bulunuyordu. Kabe'ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan Kabe rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke'nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve ikram ederdi.

Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibâdetleri­ni rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Daru'l-İslâm ve Dâru'l-Erkam gibi isimler verilmişti. Daru'l Erkam, İslam cemaatının teşkilatlanma merkezdir. Daru'l İslam ise, İslam devletinin teşkilatlanma merkezdir. İslam devleti, İslam cemaatının son aşamasıdır.

Bir gün Hz. Ammâr bin Yâsir, Hz. Erkam'ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan'a rastladı. O'na sordu:

“Burada ne yapıyorsun?”

“Sen ne yapıyorsun?”

“Ben  içeri  gireceğim  ve Hz.  Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği dine gireceğim. Müslüman olacağım.”

“Ben de aynı maksatla buraya geldim.”

İkisi de aynı maksatla geldiklerini söyleyince, beraber içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler.

Mekkî toplumlarda teşkilat gizli, tebliğ açıktır. Mekkeli müşrikler, müslümanların kendilerini neye davet ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Ama müslümanların nerede ve ne şekilde teşkilatlandıklarını bilmiyorlardı. Rasûlüllah (sav)'in gününde Daru'l Erkam'daki müslümanlar teşkilat yapılarını bir sır olarak saklıyorlardı.

Peygamber efendimiz, îslâmiyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azadlı kölesi idi. Müslüman olduğunu açıkla­maktan çekinmeyen yedi mücahid Sahabeden biri idi.

Hz. Süheyb, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekke'li müşrik­lerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz. Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi.

Bir gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden bazıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce:

İşte Muhammed'e tâbi olan kimseler, diye alay ettiler ve ba'zı uygun­suz sözler söylediler.

Hz. Süheyb onlara cevaben buyurdu ki:

“Evet! Allahû Teâlâ'nın Peygamberine tâbi olan, Onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hz. Muhammed'e biz inan­dık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hep­sinin doğru olduğunu kabul ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve faziletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.”

Hz. Süheb (R.a.) böyle söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan'ı dövdüler. Öyle ki, konuşamayacak hatta ne söyle­diğini bilemiyecek hale geldi.

Hz. Süheyb (R.a.) bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda sabır ve sebat için bir teşvik oluyordu, imânı kat kat artıyor, müşriklerin onu hak yoldan döndürme gayretleri boşa gidiyordu.

Hz. Süheyb (R.a.), Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medine-i Münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi. Dediler ki:

“Sen Mekke 'ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz.”

Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki:

“Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üze­rime gelirseniz, ok çantamdaki okların hepsini size atarını ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan  biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz.”

Fakat Hz. Süheyb'in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzusu ve Medine-i Münevvereye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanma­mak için onlara dedi ki:

Yanımdaki ve Mekke'de bulunan mallarımı size verirsem önüm­den çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?

Hak ve hakikatlerden nasibi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen kabul ettiler. Hz. Süheyb (R.a.), yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kur­tuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti. Hatta başka bir rivayette üzerindeki elbiseleri de iç elbiseleri hariç aldılar. Buna rağmen o yoluna devam etti.

Mekke ile Medine arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu hâlde Hz. Külsüm bin Hedm'in hanesine misafir idiler. Önlerinde de ev sahibinin getirdiği yaş hurmalar vardı. Hz. Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu. Yolda çok acıkmış ve susamıştı. Bu sebeple Peygamber efendimizin önlerinde hazır bulunan taze hurmalardan yemeye başladı. Hz. Ömer (R.a.):

“Yâ Rasûlüllah! Süheyb'i görüyor musunuz, hem gözü ağrıyor, hem yaş hurma yiyiyor,” dedi.

Peygamber efendimiz de Hz. Süheyb'e lâtife ile buyurdu ki:

“Gözlerinde rahatsızlık var, yine de hurma yiyorsun.” Hz. Süheyb de cevaben dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Gözümün birisi sağlamdır. Onun hakkını yiyorum.”

Peygamber efendimiz ve orada bulunanlar, bu cevap hoşlarına git­tiğinden tebessüm ettiier. Sonra Süheyb başından geçenleri anlattı:

“Yâ Rasûlallah, Mekke'den, Medine'ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabul ettiler. Bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim.”

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

“Süheyb kazandı, Süheyb kazandı, Ebû Yahya kazandı! Satış kârlı çıktı. Satış kârlı çıktı.”

 

 

Sonra Hz. Süheyb hakkında nâzil olan:

"İnsanlardan bir kısmı, Allahû Teâla'nın rızâsını isteyerek O'na ibâdet yolunda kendini ve malını feda ederler."[132] mealindeki âyet-i kerîmesini okudular.

Hz. Süheyb-i Rumî, nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazalarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlıklar gösterdi. Buyurdu ki:

“Her zaman, Rasûlüllahın yanında bulundum. Bütün bey'âtlerde, bütün gazalarda ve seferlerde hep yanlarındaydım. Hiç bir zaman Rasûlüllah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O'na bir zarar gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim.” Bu durum, O âhirete irtihâl edinceye kadar devam etti.

Bir gün Hz. Ömer kendisine takıldı:

“Yâ Süheyb! Oğlunun adı Hamza olduğu halde, Ebû Yahya yani Yahya'nın Babası diye tanınırsın. Rumî olduğun hâlde, Arabım dersin. Bir de çok harcıyorsun. Niçin?” Hz. Süheyb gülerek, şu cevabı verdi:

“Ebû Yahya  künyesini, bizzat Rasûlüllah  efendimiz verdiler. Soyum Nemr neslindendir ama, Rumların eline esir düşmüşüz. Çok harcamama gelince, çok harcıyorum ama, hep Allah yolunda sarf ediyorum. Zîrâ sevgili Peygamberimizden duydum, buyurdu ki:”

 

"Sizin hayırlınız, selâmı güzelce alıp veren. Bir de, çokça ikram eden kimsedir."

 

 

Hz. Ömer, Hz. Süheyb'i çok severdi. Hz. Ömer (R.a.), Ebû Lü'lû kâfiri taraflıdan yaralanınca, yerine geçecek halîfeyi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni halîfe seçilinceye kadar Hz. Süheyb 'in kendisinin yerine vekil olması ve cenaze namazım kıldırması için vasiyet etti.

Hz. Süheyb, üç gün müddetle cemaate namazları kıldırdı. Bu mukad­des vazifeyi büyük bir ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer'in cenaze namazını da kıldırdı. Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı.

Hz. Süheyb, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. İkram ve ihsan­ları çok idi. 70 yaşında, 658'de Medine-i Münevverede vefat etti. Baki kabristanına defholundu.

Orta boylu, buğday tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve siyah, yakışık­lı bir zât idi. Çocukları Habib, Hamza, Sa'd, Salih, Seyfı, Ubbâd, Osman ve Muhammed'dir.

Rasûlüllah efendimiz Süheyb'i çok severdi. Buyurdu ki:

 

“Bir kimse Allaha  ve Ahiret gününe inanıyorsa,  bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheb'i sevsin.”

 

 

Süheyb'in babası, Nemr soyundan Sinan, anası Kuayd kızı Selma'dır. Hep birlikte Übülle şehrinde yaşıyorlardı. Dedesi, Musul civarındaki bu şehrin Hâkimi idi.

Günün birinde, Bizanslılar hücum ettiler. Çok kimseyle birlikte, Küçük Süheyb de esir düştü. Uzun müddet, Rumların elinde kaldı. İşte bu yüzden, Süheyb-i Rumî olarak anılmıştır.

O'nu, Mekkeli Abdullah bin Ced'an satın aldı. Bir müddet sonra da, iyi hareketlerinden dolayı âzâd etti...

Hz. Süheyb, orta boylu, kırmızı yüzlü, çok cömert ve latifeyi seven bir zât idi. Resûlullahın hadîslerine büyük önem verir, hata ederim endişe­siyle hadisleri nakletmezdi. Niçin nakletmiyorsun diyenlere buyurdu ki:

Vallahi ben Rasûlüllahın hadîslerini hile bile nakletmiyorum. İster­seniz gelin size Peygamber efendimizin savaşlarını ve yanlarında bulun­duğum sırada gördüğüm şeylerin hepsini anlatayım. Fakat, "Peygamber efendimiz şöyle buyurdu" demeye gelince, ben onu yapamam.

[133]

Sahabe nesli, rastgele Rasûlüllah (sav)'den hadis rivayet etmemiştir. Rasûlüllah (sav)'in söylemediği bir sözü Rasûlüllah (sav)'e nisbet etmeyi, sahabe nesli Peygamberi inkâr cümlesinden saymıştır. Dolayısıyla sahabe fıkhında uydurma hadislerin yeri yoktur.

 

Hz. Sümâme Bin Üsâl (R.Anh)

 

Hicretten sonra Medine'de İslâmiyet hızla yayılıyordu. İslâm güneşi gittikçe daha fazla insanı hidâyet nuru ile aydınlatıyordu. Peygamber efendimiz çevre kabilelere elçiler gönderiyor, onları İslâmiyete da'vet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabul ediyordu.

Bir gün Sümâme bin Üsâl da Rasûlüllahın ziyaretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabilesinin reisi idi. Asıl maksadı Rasûlullah (sav)'ı öldürmekti.

Nitekim Rasûlüllahın huzurunda iken, Peygamber efendimize saldır­maya teşebbüs etti. Ancak Eshâb-ı kiram araya girerek buna mâni oldu. O kargaşa esnasında Sümâme kaçmaya muvaffak oldu. Rasûlüllah efendimiz onun yakalanarak cezalandırılması için emir verdi ve yakalan­ması için duâ etti.

Hicretin altıncı yılı başlarında, Sümâme bin Üsâl, umre için yola çıkıp, Medine yakınlarına gelmişti. Rasûlüllahın süvarileri onu burada yakalayıp, Peygamberimize getirdiler. Yakalayanlar onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara buyurdu ki:

 

“Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsâl'dir. Ona iyi esir muamelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz!”

 

 

Sümâme, mescide habsedildi. Rasûlüllah kendi evine geldiklerinde, mübarek hanımlarına:

“Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme'ye gönderin!” buyurdular.

Böylece Sümâme'ye yiyecek gönderdikleri gibi iyi muamelede bulun­dular. Ancak Sümâme'yi bulunduğu yerden bir tarafa ayırmadılar.

Peygamber efendimiz mescide çıktıklarında buyurdu:

 

“Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun?”

 

 

Sümâme cevap verdi: İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir caniyi  öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden birisine ihsan etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.

Resûlüllah efendimiz, üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve Sümâme'nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:

 

“Artık Sümâme'yi salıveriniz!”           

 

 

Bu emir üzerine Ashâb-ı Kiram onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i Şehâdet getirdi. Rasûlullah efendimize bey'at etti.

Rasûlullah efendimiz ona, hemen gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra mescide girdi. Resûlüllahın huzurunda şun­ları söyledi:

“Vallahi, akşamleyin, yanına geldiğim zaman, bana senin yüzün­den daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur”.

Böylece dünün azılı bir müşriki Peygamberimizin engin merhameti sayesinde Müslüman olmuş hidâyete kavuşmuştu. İslâm harp hukuku insanîdir, islâm 'in harp hukukunun amacı; insanları ifsad etmek değil, ıslah etmektir.

Hz. Sümâme hicretin altıncı yılında Rasûlüllahın huzurunda Müslüman olduktan sonra Peygamber efendimize:

“Yâ Rasûlallah! Ben umre yapmak için giderken süvarilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne buyuruyorsunuz?” diye arzetti.

Rasûlullah onu dünya ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip, umresini yap­masını emretti.

Hz. Sümâme, Mekke'ye, telbiye ederek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse boynunu vuracaklardı. Fakat o sıra­da birisi:

Bırakınız onu! Siz yiyecekleriniz hususunda Yemâme halkına muh­taçsınız. Ona bir şey olursa hepimiz aç kalırız, dedi.

Bunun üzerine müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşrikler­den birisi ona dedi ki:

“Demek, dinden çıktın ha!”

Hz. Sümâme şöyle karşılık verdi;

“Hayır, ben dinden çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyeti kabul ettim. Muhammed aleyhisselâmı ve Onun getirdiklerini tasdik ettim. Vallahi Allahın Rasûlünden izinsiz buğday alamiyacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâmeden faydalanamıyacaksınız.”

Sümâme umresini yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple Rasûlullaha mektup yazıp, çek­tikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine müsâade edilmesini istediler. Hattâ, Ebû Süfyân Medine'ye kadar gelerek, Peygamber efendimize:

“Âlemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun,” diyerek bu hususta müracaatta bulunup, hallerini uzun uzun anlattı.

Rasûlullah, müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hz. Sümâme bu emre uyarak, engel olmaktan vazgeçti.

Resûlüllah efendimizin vefatından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün Yemâme halkı İslâmdan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl Yemâme'de bulunuyordu.

Halkı, Peygamberlik dâvasına kalkışan Müseyleme'ye tabi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya çalıştı. Onlara dedi ki:

“Ey Hanîfeoğulları! İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Bundan sakınıp, uzak kalınız. Son Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmiyecek, Ona ortak da olmıyac aktır.”

Sonra Mü'min sûresinin ilk üç âyetini okudu ve:

“Ey Yemâme halkı! İşte bu Allahû Teâlâ'nın kelâmıdır,” dedi.

Yemâme halkı onun bu nasîhatlarını dinlemedi. Onlar Müseyleme'ye uymakta birlik hâlinde idiler. Bu sırada, Alâ bin Hadramî komutasında bir İslâm ordusu, Bahreyn'e doğru gidiyordu. Yemâme tarafına da uğradı. Sümâme bunu duydu. Orada bulunan Müslümanlarla birlikte Alâ bin Hadramî'nin ordusuna iştirak ettüer.

Temim kabilesinden de bir hayli asker katılıp, Alâ'nin ordusu iyice kuvvetlendi. Alâ bin Hadramî, bu ordu ile, Hatam komutasındaki mürted ordusu ile çarpışmaya başladı. Nihayet, bir gece müşrik ve mürtedlerin sarhoş oldukları bir vakitte İslâm ordusu gece baskını yaptı. Müşrik ve mürtedler perişan olup, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi. Diğerleri kaçtılar. Müslümanlar harbi kazandılar. Hz. Sümâme bu savaştan dön­erken yol kesiciler tarafından şehîd edildi.

[134]

Sahabe nesli, insanlara Allah dini adına nasihatte bulunuyordu. Nasihat aynı zamanda bir peygamberler mirasıdır. Sahabeler ise, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'den öğrendikleri peygamberler mirasının varisliğini yapmışlardır.

 

Hz. Süraka Bin Malik

(R.Anh)

 

Peygamber efendimize, Peygamberlik görevinin 13. senesinde, Kureyş müşrikleri, Peygamber efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kesin karar almışlardı. Bu hususta ısrarlı idiler. Bunun üzerine Allahû Teâla, Habibine hicret etmesi için izin verdi. Rasûlüllah efendimiz Hz. Ebû Bekir'e, beraber hicret edeceklerini bildirince, Hz. Ebû Bekir'in göz­lerinden sevinç yaşları aktı. Çünkü Kâinatın efendisiyle böyle bir yolcu­luk yapmak, herkese nasip olmazdı. Hz. Âişe validemiz buyurmuştur ki:

O güne kadar, bir kimsenin, sevincinden dolayı bu derece ağladığına şahit olmamıştım.

Rasûlüllah efendimiz ile Hz. Ebû Bekir hicret için yola çıktıktan sonra, müşrikler arzularını yerine getirmek için, Peygamberimizin hâne-i saadet­lerine uğramışlardı. Fakat, Peygamberimizi evde bulamayınca, şaşkına döndüler. Derhal her tarafı aramaya başladılar. Ancak Mekke'de olmadığını anlayınca, dışarıda aramaya karar verdiler. Bunun için herşeylerini ortaya koydular.

Peygamber efendimizle, Hz. Ebû Bekir'i öldürene veya esir edene çok miktarda mal ve para vereceklerini vaadettiler. Miktarını da 100 deve olarak bildirdiler.

Bu haber, Sürâka bin Mâlik'in bağlı olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik iyi iz takibi yapan birisiydi. Bu yüzden bu haberle yakından ilgilendi.

Bir salı günü Sürâka bin Mâlik'in oturduğu bölge olan Kudeyd'de, Müdlicoğulları toplantıda bulunuyorlardı. Bu toplantıya Sürâkabin Mâlik de katılmıştı. O sırada Kureyş'in adamlarından biri gelip, Sürâka'ya dedi ki:

"Ey Sürâka! Vallahi ben az önce, sahile doğru giden üç kişilik bir yolcu kafilesi gördüm. Onlar herhalde Muhammed ile arkadaşıdır."

Sürâka, durumu anladı. Ancak, ortada çok fazla miktarda mükâfat vardı. Bunu kendisi elde etmek istiyordu. Onun için başkasının bundan haberdar olmasını istemiyordu. Bu yüzden, ortada önemli bir şey yokmuş gibi konuştu:

"Hayır, o senin gördüğün kimseler, filân kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük."

Sürâka bin Mâlik biraz daha orada kaldı. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve silâhını alıp vadinin arkasında kendisini bek­lemesini söyledi. Kendisi de kargısını almış, ucunun parlaklığının, başkalarının dikkatlerini çekmesini önlemek için de, kargının ucunu aşağıya çevirmişti.

Müşriklerin bâtıl bir âdetleri vardı. Bir işi yapmadan evvel, oklarla fala bakarlardı. Sürâka da yanına aldığı çantadan fal oklarını çıkardı. Peygamber efendimiz ile arkadaşına zarar verip veremeyeceğini, fal oklarından anlayacaktı.

Sürâka oklarla fala baktığında, oklar, Hz. Muhammed ve arkadaşına zarar veremeyeceğini gösteriyordu. Sürâka'nın buna çok canı sıkıldı. Fakat bütün düşüncesi vaadedilen yüz deveyi almaktı.

Yüz deveyi almak askıyla yanan Sürâka, başka bir şeye aldırmadan atma bindi. Falının ters göstermesi bile, onu bu takibinden vazgeçiremedi. Atını koşturmaya başladı. Fakat Sürâka'nın atı tökezlenerek yere düştü ve kendisi de yuvarlandı. Acaba yanlış mı fala baktığını öğrenmek için, tekrar birkaç defa daha aynı işi yaptı.

Netice hep aynı çıkıyordu. Muhammed ve arkadaşına zarar veremeye­cekti. Buna rağmen, yine yoluna devamda ısrar etti. Aldığı bir haber üzer­ine Rasûlullahm ve Hz. Ebû Bekir'in izlerini yine buldu.

Nihayet Sürâka yaklaşmıştı. Artık onları iyice görebiliyordu. Hatta, o sırada Rasûlullahın okuduğu Kur'an-ı Kerimi dahi işitiyordu. Fakat Resûl-i Ekrem efendimiz arkalarına hiç bakmıyorlardı.

Hz. Ebû Bekir arkasına bakınca, Sürâka'yi görüp, telâşa kapılmıştı. Peygamber efendimiz ona, mağaradaki gibi buyurdular:

 

"Üzülme, Allahû Teâla bizimle beraberdir!"

 

 

Sürâka yanlarına iyice yaklaşınca, Hz. Ebû Bekir, ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz, ona niçin ağladığını sordu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle cevap verdi:

“Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelirse diye ağlıyo­rum.”

Sürâka, Peygamber efendimize saldırabilecek kadar yaklaşmıştı ki, seslendi:

“Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak?” Resûl-i Ekrem efendimiz de buyurdu ki:

 

“Beni Cebbar ve Kahhâr olan Allahû Teâla korur.”

 

 

O sırada Sürâka'nın atının iki ön ayakları, dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Atını bu durumdan bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiçbir şey yoktu.

Bunun üzerine çaresiz kalan Sürâka, âlemlere rahmet olarak gönder­ilen şefkat ve merhamet sahibi Rasûlüllaha yalvardı:

“Yâ Muhammed! Bu işin, senin sebebinle olduğunu anladım. Dua et de kurtulayım. Bundan sonra sana asla zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmeyeceğim.”

Bütün olgunlukları ve iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamber efendimiz, onun bu dileğini kabûi etti ve Allahû Teâla'ya şöyle duâ etti:

 

"Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmi ise, onun atını kur­tar. "

 

 

Allahû Teâlâ bu duayı kabul buyurdu. Sürâka bin Mâlik'in atı bir hayli çaba sarfettikten sonra ayağını çukurdan çıkarabilmişti. Bu sırada atın ayağının çıktığı yerden, ateş dumanı gibi birşey göğe doğru yükseliyordu. Bu manzarayı gören Sürâka hayretler içerisinde kaldı.

Rasülüllah efendimiz ile arkadaşları, Sürâka'nın atım kurtarmasını beklediler. Sürâka, bütün bu olup bitenleri dikkatle düşünüyordu. Anladı ki, Hz. Muhammed bu hadiselerde dâima korunuyordu. Bütün bunları gördükten sonra Sürâka dedi ki:

“Yâ Muhammed, ben Sürâka bin Mâlik'im, benden asla şüpheniz olmasın! Size söz veriyorum. Bundan sonra beğenmediğiniz hiçbir işi yapmayacağım.”

Bunları söyledikten sonra, Kureyş müşriklerinin, kendilerini yakalayanlara çok mükâfat vereceklerini ve yapmak istedikleri şeyleri tek tek haber verdi.

Bu sırada Sürâka, onlara yol azığı ve binek deve vermek istediyse de, Peygamberimiz kabul etmedi ve buyurdu ki:

“Ey Sürâka! Sen İslâm dinini kabul etmedikçe, ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü gizli tut, hiç kimsenin bize yetişmesine meydan verme yeter.”

Allahû Teâlâ dileyince herşey oluyordu. O'na hâlis bir şekilde güve­nilip, rızâsı yolunda yürüyünce, akıllara durgunluk veren hâdiseler mey­dana geliyordu. Resûlullahı öldürüp, büyük mükâfatlara kavuşma hırsıy­la, kükreyen bir aslan misâli yola çıkan Sürâka, şimdi munis, uysal, bir çocuk oluvermişti.

Her şeye kadir olan Allahû Teâlâ, Habibine zarar vermemesi için Sürâka'nın kalbini iyiliğe doğru çevirmişti. Elbette Allahû Teâlâ, Habibini yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O, insanlara merhamet için, onların dünyada ve âhirette ebedî saadet ve mutluluğa kavuşması için gönderdiği Peygamberiydi.

Peygamber efendimiz, ayrılmadan önce, Hz. Ebû Bekir'e, Sürâka'nm bir isteği olup olmadığım sormasını emir buyurdular. Hz. Ebû Bekir sorunca, Sürâka dedi ki:

“Sizinle benim aramda emannâme olacak bir yazı verir misiniz?”

Peygamberimiz emannâmenin verilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir, hicrette yanlarında bulunan Âmir bin Füheyre'ye bu emanname'yi yazdırıp, Sürâka'ya verdi. O da alıp çantasına koydu.

Sürâka bundan sonra izini takip ederek geri döndü. Karşılaştığı bu durumları yolda kimseye anlatmadı. Ebû Cehil, onun eli boş döndüğünü görünce, Müslüman olduğunu zannetti. Söylediği şiirlerle onu kötüleyip herkesin gözünden düşürmeye çalıştı.

Sürâka şair birisiydi. Onun için Ebû Cehil'e şiirle şöyle cevap verdi:

Ey Ebû Cehil! Ben Muhammed'e iyice yaklaşmış, saldırmak üzereyken, atımın ayaklan birdenbire yere batıverdi. Sen eğer bu hâli görmüş olsaydın şüphesiz, Muhammed'in apaçık Peygamber olduğunu anlardın.

Sen söyle, artık buna kim dayanabilir? Senin yapacağın, Kureyşlileri ona saldırmaya teşvik değil, bilâkis buna mâni olmandır. Ben inanıyorum ki, Onun davet ettiği İslâmiyet bir gün yerleşip, her tarafa yayılacaktır. Öyle olacak ki, herkes ona karşı gelmeyi değil, Onunla sulh içerisinde yaşamayı isteyecektir.

Müslüman! öldürmeye gelen müslümanda dirilir. Müslümanda dirilen Allah için zorbalara karşı direnir. Sürâka, bundan sonraki senelerde, İslâmiyetin hızla ilerlediğine, karşısına çıkan küfür ve şirk engellerini bir bir aştığına şahit oluyordu. Sürâka anlatır:

Tâif'ten Cirâne'ye indiği sırada, Rasûlüllah efendimizle buluştum. Müslümanlar; Rasûlüllah (sav)'in önünde, aralıklı olarak; birbirlerinin ardınca, takım takım gidiyorlardı. Ensardan, otuz-kırk kişilik bir süvari birliğinin arasına girince, onlar, mızraklarını bana dürtmeye ve, "Sen, ne istiyorsun?" demeye başladılar. Beni, tanımadılar. Ben, Rasûlüllah efendimizi görünce, tanıdım. Sesimi işiteceği kadar, yanına yaklaştım. Hicret sırasında, Hz. Ebû Bekir'in, benim için yazmış olduğu emannâmeyi, iki parmağımın arasında tutarak kaldırdım ve dedim ki:

“Ya Rasûlallah! Bu, benim için yazdırdığın yazıdır! Ben, Sürâka bin Mâlik'im.” Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“Bugün, verilen sözde durma ve sözü yerine getirme günüdür. Yanıma, yaklaş!”

 

 

Hemen, yanma yaklaştım ve Müslüman oldum. Rasûlüllah efendimize soracağım bir şeyi, hatırlamaya çalıştımsa da, hatırlayamadım. Onun yer­ine başka bir meseleyi sual ettim:

“Ya Rasûlallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın etrafını, yitik develer sararlar. Havuzumdan, onları da sularsam, bana ecir ve sevap var mı?”

Resulullah efendimiz buyurdu ki:

“Evet! Her susamış canlıyı sulamakta, ecir ve sevap vardır!” Sonra Peygamber efendimiz tekrar bana buyurdular ki:

Ey Sürâka! Kisrânın bileziklerini kollarında görür gibi oluyorum. Ben, "Krallar kralı Kisrâ bin Hürmüz'ün mü?" diye hayretle sordum.

Rasulullah efendimiz buyurdu ki:

 

"Evet, Kisrânın!"

 

 

Aradan uzun zaman geçmişti. Hz. Ömer devrinde, ülkesi fethedilen Kisrânın kürk ve bilezikleri Medine'ye getirilmişti. O sırada Hz. Sürâka bin Mâlik de Medine'de idi.

Hz. Ömer (R.a.) bu gümüş bilezikleri Sürâka bin Mâlik'e verdi.

Sürâka, bu bilezikleri bileğine takmış çok geniş olduğu için, bilezikler dirseklerine kadar uzanmıştı.

Sürâka bu sırada Resul-i Ekrem'in seneler önce buyurduğu mübarek sözü hatırlayıp, bu mucize karşısında ağladı.

Sürâka'nin bileğinde bu bilezikleri gören Hz. Ömer (R.a.) de buyurdu ki:

"Kisrânın iki bileziğinin, Müdlicoğullarından biri olan Sürâka bin Mâîik'in bileklerine takıldığı günü bize gösterdiği için, Allahû Teâlâya şükürler olsun. zamanında vefat etti."

[135]

Her müslümanın konumu ve mevkii gereği İslâm için yapacağı bir hizmet vardır. Müslümanların zaferi, hayatın bütün alanlarında müslümanların üstlerine düşeni yapmakla gerçekleşen zaferidir.

 

Hz. Talha Bin Ubeydullah

(R.Anh)

 

Talha b. Ubeydullah b. Osman b. Amr b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Katb b. Lüeyy b. Gâlib el-Kurasî et-Teymî. Künyesi, Ebu Muhmmed'dir.

Talha, Cennetle müjdelenen on kişiden biri, İslâm'a giren ilk sekiz kişiden ve Hz. Ebû Bekir aracılığıyla müslüman olan beş kişiden biridir. Ayrıca, halife seçimini gerçekleştirmeleri için oluşturulan altı kişilik Ashâb-ı Şura arasında yer almış meşhur bir sahabedir. Annesi, es-Sa'be bint Abdillah b. Mâlik el-Hadramiyye'dir.

[136]

Rivayete göre, Talha b. Ubeydullah, Busra panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın rahibi: "Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem'den bir kimse var mı?" diye seslenir. Talha da:

"Evet var! Ben Mekke halkındanım" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip:

"Ahmed zuhur etti mi?" diye sorar. Talha:

"Ahmed de kim?" der. Rahip:

"Abdullah b. Abdulmuttalib'in oğludur. Bu ay O'nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusudur. Haremden çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakin onu kaçırma" der.

Rahibin söyledikleri Talha'nın kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrılarak Mekke'ye döner ve yakında herhangi bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn'in peygamber­liğini ilan etmiş olduğunu ve Ebû Bekir'in de O'na tabî olduğunu öğrenir. Hemen Ebû Bekir'in yanma vararak rahibin anlattıklarını haber verir. Sonunda her ikisi birlikte Rasulullah (sav)'a giderler. Talha oracıkta müs­lüman olur.

[137]

Birçok müslüman gibi, Talha b. Ubeydullah da İslam'a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslâm'ın azılı düşmanlarından Nevfeî b. Huveylid, Talha'nın müslüman olduğunu duyunca, Ebû Bekir'le onu bir iple biribirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiş, Teymoğulları da bu duruma seyirci kalmışlardır.

[138]

Talha ile Zübeyr müslüman olunca, Rasûlüllah (sav) onları kardeş ilan eîti. Hicretten sonra da Medine'de, Talha ile Ubeydullah b. Ka'b'ı, başka bir rivayete göre ise Talha ile Saîd b. Zeyd'i kardeş ilan etmişti.

Talha, Bedir savaşma iştirak etmemesine rağmen Rasûlüllah (sav) ken­disine ganimetten pay vermiştir. Kimi rivayetlere göre, bu sırada ticaret için Şam'da bulunuyordu. Akla daha yatkm olan bir başka rivayete göre ise, Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamak üzere, Rasûlüllah (sav) tarafından Şam yoluna gönderilmişti. Nitekim, dönüşte Talha'nın ganimetten pay istemesi bunu gösteriyor.

[139]

Bedir'den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamber (sav)'i kahramanca müdafaa etmiş, O'na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah'ı müdafaadan geri durmamıştır.

[140]

Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra, müslümanların büyük bir kıs­mının Hz. Ali'ye bey'at ettiğini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tır. Ancak, bey'atten kısa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr İbnü’l-Avvam'ın, Hz. Ali'ye karşı çıkan Hz. Âîşe'nin yanında yer almışlardır. Neticede ez-Zübeyr, Hz. Ali'ye karşı çıktığına pişman olarak savaş meydanını terketmiştir. Talha ise mücadeleye devam etmiş, nihayet Cemel günü [141] Mervan b. Hakem tarafından öldürülmüştür. Vefat ettiği zaman tahminen 60-64 yaşlarındaydı.

[142]

Talha, Peygamber Efendimizin bacanağıydı. Hanımlarından dört ta­nesi Rasûlüllah (sav)'in zevcelerinin kız kardeşleriydi. Bunlardan Ümmü Gülsüm, Hz. Âîşe'nin; Hamne, Zeynep bint Cahş'ın; el-Fâria, Ümmü Habibe'nin ve Rukiyye, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi idi.

[143]

Talha b. Ubeydullah'ın, onbiri erkek, ikisi kız olmak üzere onüç çocuğu vardı. Erkek çocukların herbirine bir peygamber ismi vermişti. Bunlar: es-Seccâd diye bilinen ve Cemel vak'asında babasıyla birlikte öldürülen Muhammed, İmran, Musa, Ya'kub (Harre günü öldürüldü), İsmail, İshak, Zekeriyyâ, Yusuf, îsâ, Yahya, Salih idi. Kızları ise Aişe ve Meryem idi.

[144]

Talha, doğrudan Resulullah (s.a.v.)'dan rivayette bulunduğu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'den de hadis nakletmiştir. Kendisinden de, oğulları; Yahya, Musa ve İsa ile Kays b. Ebi Hâzim, Ebu Seleme b. Abdirrahman, el-Ahnef, Mâlik b. Ebî Amir ve başkaları rivayet etmişlerdir.

[145]

Talha; orta boylu, geniş göğüslü, geniş omuzlu ve iri ayaklı idi. Esmer benizli, sık saçlı fakat saçları ne kısa kıvırcık ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi. Saçlarını boyamazdı. Yürüdüğü zaman sür'atli yürür, bir yere yöneldiği vakit tüm vücudu ile dönerdi.

[146]

Ashabın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayri menkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivayete göre gayrı menkullerinin tutarı otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon ikiyüz dirhem ve ikiyüz bin dinar idi. Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüzbin dirhem civarındaydı.

[147]

Sahabe nesli, tertip ve düzen nesliydi. Onların hayatını şekillendiren din disipliniydi. Çünkü sahabe nesli, önce kendi hayatlarının sonra da dünyanın din ile disiplin altına alınması için çalışıyordu. Din disiplinini hayata taşıdğımız miktarınca sahabe izindeyiz.

 

Hz. Tüfeyl Bin Amr (R.Anh)

 

Tufeyl bin Amr, meşhur bir şairdi. Misafirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu.

Peygamberimiz, Mekke'de îslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllar­da, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediy­ordu. Mekke'li müşrikler ise, Rasûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.

Hattâ dışarıdan Mekke'ye gelenleri Peygamberimizle görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. İşte böyle bir za­manda Tufeyl bin Amr, bir iş için Mekke-i Mükerremeye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, hemen onun yanma gittiler ve dediler ki:

Ey Tufeyl! Sen meşhur bir şairsin, sözüne güvenilir, akıllı bir insansın. Biliyorsun, aramızdan çıkan Abdülmuttalib'in Yetimi, put­larımızı kötülüyor, bizi kendi dinine çağırıyor. Babayı oğlundan, kadını kocasından ayırıyor, akrabaları birbirlerine düşman ediyor.

Onun sözünü işiten oğul babasına bakmıyor. O'na tabi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip, müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninie kavminin başına da gelir. Sana nasihatimiz olsun, O'nunla sakın konuşma. Ne O'na bir söz söyle, ne de O'nun sözlerini dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol. Burada daha fazla da kalma. Hemen çekip git!

Bundan sonrasını Tufeyl bin Amr şöyle anlatıyor:

Bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O'nunla konuşmamaya, O'nun sözünü asla dinlememeye kara verdim. Hatta Kabe'ye girdiğim zaman, ne olur, ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım.

İnsanları Allah yolundan alıkoymak, münkir ve müşriklerin en büyük karakterleridir. İnsanları Allahû Teâla'ya davet eden davetçileri karala­makta müşrik ve münkirlerin adetidir.

Ertesi gün, sabahleyin Kabe'ye gittim. Gördüm ki, Rasûlullah efendimiz Kabe'nin yanında durmuş namaz kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Cenab-ı Hakkın hikmeti olarak Kur'ân-ı Kerimden okuduklarından bazısı kulağıma gitti. İşittiğim sözleri, o kadar güzel bul­dum ki, kendi kendime:

"Ben, iyiyi kötüyü ayırd edemiyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemiyeyim? Sözlerini güzel bulursam Onu kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim" dedim.

Ve bir tarafa gizlenip, Rasûlullah efendimiz namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine girinceye kadar peşinden gittim. Evine girince, ben de girdim.

Yâ Rasûlallah! Ben bu diyara geldiğimde senin kavmin, senden uzak durmamı istediler. Beni, o kadar korkuttular ki, ben de senin sözünü işit­memek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahû Teâlâ'nın hikmeti olacak ki, bana senin okuduklarını işittirdi. Onları pek güzel buldum. Bana yolunuzu anlatır mısınız?

Rasûlullah efendimiz, bana İslâmiyeti anlattılar, Kur'ân-ı Kerîm okudular ve îmân etmemi istediler.

Vallahi ben bu zamana kadar, böyle güzel söz, böyle âdil bir din işitmemiştim. Huzurunda hemen Müslüman oldum. Sonra:

Yâ Rasûlullah! Ben, kavmimde sözü dinlenen itibarlı bir kimsey­im. Onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar. Gidip onları da, İslâm dinine davet edeyim. Dua ediniz de, Allahû Teâlâ benim için bir alâmet, bir keramet buyursun! Böylece o alamet, kavmimi İslâmiyete da'vet ederken bana bir kolaylık, yardım olsun! dedim.

Mü'min insandaki insanları Allahû Teâla'ya davet etme aşkı, imandan gelir. Tufeyl bin Amr R.anh bu talebi üzerine Rasûlullah (sav) efendimiz:

“Ey Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!” diye dua buyurdu.

Bundan sonra Mekke'den çıkıp kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, hemen alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu. Çıra gibi ışık vermeye başladı. O zaman dua edip:

“Allahım! Bu nuru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabilesinin câhilleri görüp de, dininden döndüğü için Allah, onun alnında ilâhi bir ceza olarak bunu çıkardı, sanmasınlar!” dedim.

O nur, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yurduna yaklaşıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada orada bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil gibi parlayan, etrafa ışık saçan nuru birbirine gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim. Yanıma ilk önce, ihtiyar olan babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden dolayı boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki:

“Ey babacığım! Eğer evvelki hal üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin”

“Sebebi nedir?, Ey oğlum!”

“Ben, artık Muhammed aleyhisselâmin dinine girip Müslüman oldum.” Bunun üzerine babam da:

“Oğlum, ben de senin girdiğin dine girdim. Senin dinin benim dinim olsun,” deyip hemen Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dininden bildiğimi ona öğretttim. Sonra yıkanıp temiz elbisel­er giydi.

“Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O da kabul edip Müslüman oldu.”

Sabah olunca Devs kabilesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyeti anlattım. Onları da bu dîne girmeye davet ettim. Fakat onlar, bu daveti kabullenmede ağır davrandılar. Hatta kaş göz hareketleri yaparak benimle alay etmeye başladılar. Faiz ve kumara düşkünlüklerinden beni dinlemediler. İslâmiyete. uymaktan kaçındılar. Allaha ve Peygamberine âsi oldular.

Bir müddet sona Mekke'ye gelip kavmimin durumunu Rasûlullaha anlatarak:

“Yâ Rasûlullah! Devs kabilesi Allaha âsi oldular. İslama girmeleri için yaptığım da'vetimi kabul etmediler. Onların aleyhinde beddua et de, helak olsunlar,” dedim.

Herkese şefkat ve merhameti çok olan Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek:

“Yâ Rabbi! Devs halkına doğru yolu göster de, onları İslâm dinine getir,” diye dua buyurdu. Bana da:

“Kavmine dön! Onları güleryüzle ve tatlı dille İsîâmiyete da'vet etm­eye devam et! Kendilerine yumuşak davran!” buyurdu.

Hemen dönüp memleketime geldim. Devs halkını İslama davetten hiç boş kalmadım. Hz. Ebû Hureyre de dahil bir çok kimse Müslüman oldu.

Tufeyl bin Amr, Peygamber efendimiz, Hayber'de bulunuduğu sırada, Devs kabilesinden kendisine tâbi olup, Müslümanlığı kabul edenlerle bir­likte Medine'ye geldiler. Sayılan 70 veya 80 civarındaydı.

Rasûlullah efendimizden, ordunun sağ kanadında yer almalarım rica ettiler. Kendilerine "Yâ Mebrûr" sözünü savaş parolası yapılmasını iste­diler. Peygamberimiz de bu isteklerini kabul etti. Ordunun sağ kanadının kumandanlığını Tufeyl bin Amr yürüttü. Hayberdeki ganimetlerin hepsin­den pay aldılar.

Tufeyl (R.a.); Yâ Rasûlullah! Beni, Huzâa ve Devs kabilelerinin putu olan Zülkeffeyn'e gönder de, onu yakayım!" dedi.

Resûlullah efendimiz, bu putu yakıp, yok etmek için Onu görevlendir­di ve buyurdu ki:

 

“Zülkeffeyn'in işini bitirdikten sonra, kavminle beraber İslâm ordusunu desteklemek üzere Taife gelip, bize yetişeceksin!”

 

 

Tufeyl bin Amr, derhal Devs kabilesinin putunu yakmak üzere hareket etti. Putun, Bulunduğu yere gelip onu yıktı, kırdı ve içine ateş doldurup yaktı.

Devs kabilesi, Zülkeffeyn putu yakılıp orada tapılacak bir şey kalmayınca, hepsi birden İslâmiyetin bütün emirlerine tam olarak uymaya söz verip, Müslüman oldular. Puta tapmaktan vazgeçtiler.

Ondan sonra Tufeyl, kendi kabilesinden 400 kişi a!arak acele yola çıktı. 4 gün sonra Tâif'te Peygamber efendimize yetişti. Yanında, ağır savaş aracı olarak Debbâbe ile mancınık da götürdü.

Hz. Ebû Bekir zamanında Mekke ve Medine'nin dışında birçok kabile dinden ayrılmaya başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir, bunların üzerine yürüdü. Hepsini mağlup etti. Yalancı peygamberlik iddia eden Tuleyhâ adındaki kimsenin üzerine, Hz. Tufeyl bin Amr gönderildi.

Tufeyl bin Amr, Mekke'nin fethinde de Rasülullahın maiyetinde bulundu. Peygamberimiz Mekke'nin fethinden sonra Huneyn'de Hevâzinlileri bozguna uğratıp Tâif üzerine yürümek istediği sırada, oğlu Amr ile giderken bir rü'yâ gördü. Rüyasında, başı tıraş ediliyor, ağzından kuş uçuyor ve bir kocakarı onu karnına sokuyor, oğlu da onu arıyordu.

Bu rüyasını arkadaşlarına anlattı. Onlarda:

“Hayırdır inşaallah,” dediler.

Bu rüyayı kendim şöyle yorumladım:

Başın tıraş edilmesi, başın kesilmesi demektir. Ağızdan kuşun çıkması ruhun çıkmasıdır. Kocakarının karnına alması, toprağın içine gömülmek­tir. Oğlumun beni araması da savaşta yaralanacağına ve sonradan O'nun da şehid olacağına alâmettir. Ben şehid olacağımı umuyorum.

Gerçekten, Tufeyl bin Amr hazretleri Yemâme savaşında şehîd oldu. Oğlu da bu savaşta ağır yaralandı. Yermuk savaşında da şehîd oldu.

[148]

Sahabe neslinde cihad sevda, şehadet ise özlemdir. Onlar Kur'an uğrunda kan vermeyi, kurban olmayı esirgemediler. Kur'an kansızdır. Ama dinin hayata hakimiyeti kurbansız değildir. Yüzlerce yıldız bat­madan sabah olmaz. Gündüzü karanlıkta kalanlara emanet edenler, karan­lığa karşı direnerek gözden kaybolanlardır.

 

Hz. Ubade Bin Samit

(R.Anh)

 

Rasûlüllah efendimiz hicretten sonra Medine'de, Yahudilerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahudiler, Müslümanlara saldırmayacaklar, onların düşmanlarına yardım etmeyeceklerdi!

Buna rağmen, Yahudiler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler. Medineli Yahudiler, üç kabile hâlinde yaşıyor­lardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğullan. En cesurları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.

Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Rasûlüllah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslü­manlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da ge­lebileceğini ihtar ettiler. Yahudiler işi, daha da ileri götürerek dediler ki:

Savaşmasını bilmeyen kimselere yanı Kureyş 'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şayet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa,  o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!

Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Ashâb-ı Kirama hareket emrini verdiler. Kaynukaoğulları, o çok sağlam kaleler­ine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahudiler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhametine sığın­dılar. Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişare ettiler. Yahudilere, nasıl bir ceza verilmesini, Ashabına da sordular. Münafıkların başı İbni Selül, söz aldı:

Yahudilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostlu euııu bırakamam!.. deyince, Hz. Ubâde bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:

Yâ Rasûlüllah! Benim Kabilem de Yahudilerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini;   ayaklar altına aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Pey­gamberinden  başka  dostum yoktur. Allah ve Rasûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.

Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:

 

“Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahudilerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resulünün dostluğu da, Onun olsun!”

 

 

Bunun üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzü oldu. Meâlen şöyledir:

 

"Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah, zâlimleri doğru yola eriştirmez."

 

 

Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhametli davrandılar. Kaynukaoğullarımn, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medine'den çıkarıl­malarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hz. Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.

Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:

Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bey'at ettik ki:

 

“Allahû Teâlâ'ya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zina yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyley­erek iftira etmeyelim, herhangi bir iyilik hususunda O'na asi olmayalım.”

 

 

Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:

 

“Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya aittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.”

 

 

Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bey'atinde de bulunan Hazrec kabilesinin oniki temsilcisin­den biridir. Bî'atte dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcımn kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bey'at ediyorum.”

Ubâde bin Sâmit'in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu. Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hz. Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Rasûlüllah efendimiz kıydı.

İslâm güneşi parladıkça, Medine'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, bazı ailelerin yanına misafir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı Kerim öğretilmesini de istiyor­lardı.

Onlardan biri, Hz. Ubâde'nin misafiri oldu. Kur'ân-ı Kerimi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki:

“Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabul et!”

Hz. Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resulü buyurdu ki:

 

“Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olur­sun.”

 

 

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân Kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir.

Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:

Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Rasûlullah efendimiz, şehîdlerden bahsederek;

“Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.

Herkes susmuştu. Rasûlüllah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:

“Şehîd,  İslâmiyet! kabul  eden, hicret eden,  sonra Allah yolunda ölendir.”

Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdu:

 

“O zaman ümmetimin şehidleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehiddir, karın  ağrısından ölenler şehiddir, lohusalıktan ölen kadın şehiddir.”

 

 

Ubâde  bin  Sâmit,  talebelerinden  Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:

 

“Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.”

 

 

Bu Resûl-i Ekrem den işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i Ekrem'in diğer bir hadîs-i şerîfini rivayet ediyorum. Resûl-i Ekrem efendimiz buyurdu ki:

 

"Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Rasûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme haram olur."

 

 

Ubâde bin Şâmil şöyle anlatır: Birgün bir zât Peygamber efendimize. gelerek sordu:

“Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?”

 

“Allahû Teâlâ'ya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda cihaddır.”

 

 

“Yâ Rasûlallah, daha kolayı yok mu?”

 

“O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!”

 

 

“Yâ Rasûlallah, daha da kolayını istiyorum.”

“O hâlde, Allahû Teâla sana ne kısmet etmiş ise ona razı ol!” Başka bir zamanda da Resûlüllah efendimiz o'na şöyle buyurdu:

 

“Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyi ve rağbet etmenizdir.”

 

 

Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki:

Ben harb ederken Allahû Teâla'nın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim.

Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:

“Sana bundan kâr yok”.

Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerifi okudu:

 

"Allahû Teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstağni olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim."

 

 

Ubâde bin Sâmit, Ashâb-ı Kiram'in en faziletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı Kerîm yazmıştı. Buyurdu ki:

 

"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir."

 

 

 

"Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."

 

 

Allahû Teâla'nın rızası için yaşayan Peygamber efendimiz, vazifeleri­ni tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar.

Hz. Amr İbni As kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihayet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..

Bunun üzerine Hz. Ömer de, bir mektup yazdı:

"Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gön­deriyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir.

Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümam, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle."

Cuma günü, zevalden sonra hücum emrini ver. Çünkü o saatte, dualar kabul olunur ve Allanın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahû Teâla'dan yardım dilesinler. Son­ra da, hücuma kalksınlar!"

Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu:

Ey mücâhid gaziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazret­lerinin; bizlere yardım için yolladığı bahadırları, işte sizlere tanıtıyorum:

Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm'dır.

Şu kahraman; "Rasûlüllahın süvarisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved'dir. Bu genç ise; Peygamber efendimizin dualarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.

Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hafız, hem cengâver ve de Akabe Bey'atınm reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.

Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübarek Cuma vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarım kıldılar ve zafer için, Cenab-ı Hakka dua ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücuma geçtiler. İşte bu îmânlı hücumlar sonunda, dualar nihayet kabul oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.

Hz. Ubâde, dirayetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.

Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu halde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;

Lâ ilahe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler. Kralın huzuruna   çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar geçti:

“Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir? Lâ ilahe illallahü vallahü ekber'dir.”

“Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?”

“Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.”

“Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum; ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.”

Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi. Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahabe olduğu için, bütün mü'minler ziyaretine koşuyorlardı. Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerini ve mübarek Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasihatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:

“Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.”

“Beni yatağımda doğrultun, oturayım!” Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:

“Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; İmânın tadına eremezsin.”

“Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?”

“Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni asla bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, asla kaçamazsın.”   Hz. Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefat edeceğini anlayınca dedi ki:

“Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!”

Hepsi gelince, onlara dedi ki:

“Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Bazılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız.”

Etrafındakilere helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:

Ruhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rekat namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde 'ye dua edin. Çünkü cenabı Hak, yüce kitabında "Sabır ve namazla, Allaha sığının/yardım dileyin!" buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün.

[149]

Sahabeler sade bir hayat yaşamışlardır. Hayatlarında şetafete yer ver­medikleri gibi, cenazelerinin defn işleminin de şetafetli olmasına müsaade etmemişlerdir. İnanmış insanlann eliyle dualarla âhiret uğurlan­mayı arzulamişlardır. Unutmayalım, Müslümanın hayatı da ölümü de Allah içindir.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. Salim Mevlâ Ebü Huzeyfe (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Seddat İbni Evs (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Sehl bin Hanîf (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Sehl bin Sa'd (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Seleme bin Hişâm (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Seleme İbni Evka (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Sevbân (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Selman el- Farisî (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Süheyb-i Rumi(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Sümâme bin Üsâl (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Süraâka bin Mâlik (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Talha b. Ubeydullah (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Tufeyl bin Amr (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Ubâde bin Sâmit (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

 

ÜNİTE XI

 

Hz. Ukayl b. Ebî Tâlib (R.anh)

Hz. Ukbe İbni Âmir el Cuhenî (R.anh)

Hz. Umeyr İbni Vehb (R.anh)

Hz. Übeyb b. Ka'b (R.anh)

Hz. Üseyd bin Hudayr (R.anh)

Hz. Üsame b. Zeyd (R.anh)

Hz. Vahşî (R.anh)

Hz. Velîd bin Velîd (R.anh)

Hz. Zeyd bin Desinne (R.anh)

Hz. Zeyd b. Harise (R.anh)

Hz. Zeyd b. Sabit (R.anh)

Hz. Zübeyr b. El-Avvam (R.anh)

 

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

 

 

Hz. Ukayl b. Ebî Tâlib (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ukbe İbni Âmir el Cuhenî (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Umeyr İbni Vehb (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Übeyb b. Ka'b (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Üseyd bin Hudayr (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Üsame b. Zeyd (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Vahşî (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Velîd bin Velîd (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Zeyd bin Desinne (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek ..   

 

 

Hz. Zeyd b. Harise (R,a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Zeyd b. Sabit (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Zübeyr b. El-Avvam (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Ukayl Bin Ebî Talib

(R.Anh)

 

Hz; Ukayl Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib'in dört oğlundan ikin­cisidir. Başlangıcından beri İslâm'a yakınlık duyuyordu. Ancak, Mek­ke'deki sosyal durumdan ve Mekkeli müşriklerin Müslümanlara yaptığı işkenceleri görüp çekindiğinden, bu düşüncesini açığa vuramadı.

Hz. Ukayl, Mekke müşrikleri baskı yaptıkları için, Bedir savaşında istemeyerek onların yanında yer aldı. Müslümanlar onu esir aldılar. Kendisi fakir idi. Kurtuluş fidyesini ödeyecek durumu yoktu. Bundan dolayı, onun fidyesi, amcası Abbâs bin Abdülmuttalib tarafından ödendi.

Hz. Ukayl'in İslâm'ı kabul edişi, Hudeybiye anlaşmasından sonra olmuştur. Müslüman olan Ukayl, Mûte gazasına iştirak etti. Ancak dönüşünde uzun süren bir hastalığa yakalandı ve bu sebeple Mekke, Huneyn ve Tâif gazalarına iştirak edemedi.

Daha sonra, tekrar Mekke'ye yerleşti. Ancak, zaman zaman Rasûlullahı ziyaret eder, hizmette kusur etmezdi. Bu bakımdan Resûl-i Ekremden birkaç hadis-i şerif rivayet etmiştir.

Hz. Ukayl, Müslüman olmadan önce fakir idi. Müslüman olup, hicret ettikten sonra daha da fakirleşti. Rasûlullah efendimiz bu durumu görünce, Hayber seferinden sonra, kendisine yıllık bir maaş bağladı. Başka geliri olmadığından, geçimini yalnız bu maaşla temin ediyordu.

Ukayl bin Ebi Tâlib, Peygamberimizi çok severdi. Her fırsatta Resûlullaha olan bağlılığını ve sevgisini gösterdi. Rasûlüllah efendimiz de onu severdi. Ukayl hazretlerine buyurdu ki:

 

“Yâ Ukayl! Ben seni iki cihetten seviyorum. Birincisi, yakın akrabam olduğun için, ikincisi, amcamın seni sevdiğini bildiğim için.”

 

 

Hz. Ukayl, Rasûlüllahın kıymetli sünnetine uymakta çok dikkatli ve titiz idi. Çevresindekilere, cahiliyye âdetlerinden uzaklaşmalarını tavsiye ederdi. Nesepler, soylar üzerinde geniş bir bilgiye sahipti.

Cahiliyye devrine dâir, örf ve âdetler, meşhur günler, hikâye ve des­tanlar hakkında da derin bilgisi vardı. Bu yüzden komşu kabileler arasın­da hürmet ve saygı görürdü. Bu konuda sorulan suâllere geniş ve doyuru­cu cevaplar verirdi.

Müslüman olduktan sonra, cahiliyye devrine ait âdetlerini iyi tanıdığından, neleri terkedeceğini de gayet iyi biliyordu. Çünkü şerri, günahı, haramı bilmeyenin, tanımayanın, harama düşme ihtimali her zaman mevcuttur. Ama tanırsa, ondan kendisini muhafaza etmesi müm­kündür.

Ukayl hazretleri hazır cevap bir zat idi. Yüz küsur sene yaşamıştır. Yezid ile olan anlaşmazlıkta Hz. Hüseyin'in tarafını tutarak, bu konuda önemli rol almıştır.

Bid'at sahiplerinden uzak dururdu. Bildirdiği bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

"Bid'at sahipleri ile birlikte bulunmayınız! Onlarla birlikte yiyip içmeyiniz! Onlardan kız alıp vermeyiniz!"

Ukayl hazretleri, Câfer-i Tayyar hazretlerinden on, Hz. Ali'den yirmi yaş büyük olup, üçü de aynı anadandır. Künyesi Ebû Yezid'dir. 680 tari­hinde vefat etti.

[150]

Cahiliyye adetleriyle, bid'atlerle mücadele sahbenin en önemli uğraşlarındır. Onlar bid'atleri mezara gömmüşler, sünnetleri ise ihya etmişlerdir. Sahabe fıkhında sünneti ihya edip ittiba etmek, bid'atlerle mücadele miktarıncadır.

 

Hz. Ukbe İbn-i Amir El-Cuheni

(R.Anh)

 

Hz.Ukbe İbni Âmir el-Cuhenî (R.a.) Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan bir Kur'an hafızı... Gecenin seher vakitlerinde kalkıp Mevlâ ile konuşurcasına huşu ile Kur'an tilâvet eden bir âşık... Kendi el yazması Kur'an'ı bulunan bir ilim eri...

O, Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizin Medine-i Münevvere'ye hic­retinden sonra İslâm'la şereflendi. Müslüman oluşunu kendisi şöyle an­latıyor:

"İnsanlardan uzak, çöllerde küçük sürülerimin peşinde hayatımı geçiriyordum. Mekke'de yeni dinin ve son Peygamberin geldiğini daha sonra Medine'ye hicret edeceğini duydum. Kısa bir zaman sonra da Medine'ye teşrif ettiği müjdesini aldım. Bütün Medine'li müslümanların sevinç haberleri geliyordu. Ben de sürülerimi bırakıp Medine'ye koştum. Huzuruna vardım ve:

"Ya Rasûlallah! Ben size bey'at edeceğim" dedim. Sevgili Peygamberimiz:

"Sen kimsin?" dedi. Ben de:

"Ukbe İbni Âmir el-Cuhenî'yim" dedim. Bana:

"Sence hangisi daha iyi. Bedevi bey'ati mi, yoksa hicret bey'ati mi?" dedi. Ben de:

"Hicret bey'ati yapmak istiyo­rum." Yani, Medine'de kalmak üzere bey'at ediyorum dedim. Muhacir­lerle beraber yanında bir gece kaldım. Ertesi gün küçük sürümün yanına döndüm."

Ukbe (R.a)'ın gönlüne İslâm ışığı girmişti, fakat o sevgiliden ayrı kalışı yeni gelen vahiyleri duyamaması ona çok zor geliyordu. Kendi ifadesiyle şöyle bir çare bulmuştu: "Biz oniki arkadaştık. Sürülerimizi otlatmak için Medine'den uzakta kalıyorduk. Arkadaşlarla aramızda: "Biz de hiç iş yok. Yeni gelen vahyi öğrenmek ve Rasûlüllah (sav)'ın sohbetinde bulunmak için hergün birimiz Medine'ye gitse, sürüsüne burada kalanlar baksa diye anlaştık. Ben sürüleri bırakmaktan kor­kuyordum. Siz gidin ben sürünüze bakayım. Geldiğinizde, dinlediklerinizi ve öğrendiklerinizi sizden alırım" dedim. Bir müddet böyle nöbetleşe devam ettik. Sonra o sevgilinin yüzünü görememek, huzurunda bulunamamak canıma tak etti ve kendi kendime:

"Yazıklar olsun sana! Sen bu sürüler yüzünden mi Rasûlullah (sav)'ın sohbetinde bulunmayı terk ediyorsun. Gelen vahyi direk onun ağzından duymak, aracısız, ondan almaktan bu sürüler mi seni alıkoyuyor?" dedim. Gafletten uyanarak kendime geldim ve koyunlarımı bırakıp Rasûlullah (sav)'ın yakınında bulunmak için Medine'ye hicret ettim. Mescid'de yatıp kalktım.

Ukbe (R.a) gölge gibi Rasûlullah (sav) efendimizi takip etmeğe başladı. Yolculukda hayvanının yularını tuttu. Ona hizmeti zevk haline getirdi. Efendimiz de Ukbe'yi çoğu kere terkisine alırdı. Bu sebebten ona Rasülüllah'ın redifi diye isim verildi. Kendisi şöyle anlatıyor.

Birgün Rasûlullah (sav) efendimiz bana: "Ukbe! Sana, şimdiye kadar benzeri görülmeyen iki sûreyi öğreteyim mi?" dedi. Ben de:

"Evet Ya Rasûlallah!" dedim. Bunun üzerine iki Cihan Güneşi efendi­miz bana "Felâk ve Nas" sûrelerini okudu. Namaz vakti girince imam oldu ve o iki sûreyle namazı kıldırdı. Daha sonra: "Ey Ukbe! Yatarken bu sûreleri daima oku!" buyurdu.

Ukbe (R.a) Allah'ın sevgilisine yakın olmanın ve ona hizmet etmenin bereketini, hayatında gördü. Kur'an, hadis, fıkıh ve ferâiz ilminde güzide şahsiyet oldu. Ashab arasında ilim ve cihad eri olarak anıldı.

O, Kur'an okumak ve öğretmekten büyük zevk alırdı. Birgün Resûl-i Ekrem (sav) efendimizden:

"Ya Rasûlallah! Hûd ve Yusuf sûrelerini bana okur musunuz?" diye ricada bulundu. Efendimiz okudu Ukbe dinledi. Daha sonra öğrendiği şekilde etrafına okudu ve öğretti.

O, Kur'an-ı Kerim'i çok güzel okurdu. Sahabe onun tane tane okuyuşunu dinler, kalpleri ürperirdi. Bilhassa geceleri ortalık sakinleşince yüksek sesle, Mevlasıyla konuşurcasına âyetleri tefekkür ederek hûşû ile okur gözleri yaşlarla dolardı.

Hz. Ömer (r.a) onu birgün çağırıp şöyle dedi "Ey Ukbe! Bana biraz Kur'an oku!" O da: "Hay, hay, Ey ermru'l-mü'minin" dedi ve bir miktar Kur'an okudu. Ukbe (r.a)'m tatlı tatlı okuyuşunu hûşû ile dinleyen Hz. Ömer (r.a) gözyaşlarını tutamadı ve sakalını ıslatıncaya kadar ağladı.

Evet!. Kur'an böyle bir kitaptır. Onu huşu ile dinlemek kalbleri ürper­tir... Gönülleri yumuşatır. Gözyaşlarını akıtır. Çünkü kâmil mü'minlerin gıdasıdır Kur'an. Allah'ım!. Bizlere de o yüce kitabın derinliklerine dalabilmeyi, onu okumak okutmak ve dinlemeyi zevk haline getirebilmeyi nasib et!.

Tilavetü'l Kur'an, Ashâb-ı Kirâm'ın en önemli hassasiyetlerinden biridir. Kur'an onların ruhuna gıda, kalblerine cila, hayatlarına şifa olmuştu. Ukbe (R.a) kendi elleriyle yazdığı bir Kur'an bıraktı. Yakm zamana kadar Mısır'da kendi adıyla bilinen cami'de muhafaza edildi. Fakat kaybolan kültür hazinelerimiz arasında maalesef o da kayıplara karışıp gitti.

O, Hz. Ömer (R.a) devrinde Şam'ın fethinde bulundu. Büyük kahra­manlıklar gösterdi. Komutan Ebu Ubeyde (R.a) halifeye müjdeyi ulaştır­mak üzere onu gönderdi. Hz. Muaviye (R.a.) devrinde Mısır'da valilik yaptı. Onun emriyle Rodos adasının fethi için gönderilen orduya kuman­dan oldu.

Ukbe (R.a) askeri bilgileri öğrenmekten zevk alırdı. Kendisi de mükemmel ok atardı. Halkı da bu ise teşvik ederdi. Bir defasında Hz. Halid b. Velid (R.a)'a Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin: "Cenab-ı Hak bir ok için üç kişiye cennet nasib edecektir" hadisini hatırlatmıştı. Bunun için ok atmak hususunda büyük gayret sarfederdi.

İlim ve cihada çok önem veren Ukbe (r.a) 55 hadis-i şerif rivayet etmiş ve 58. hicri senede Mısır'da vefat ettiği bildirilmiştir. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

[151]

Sahabenin hayatında ilim-cihad, cihad-zikir ayrılmazlığı vardı. Onlar ilim halkasından kalkıp cihad cephesine koşuyorlardı, cihad cephesinden zikir meclislerine intikal ediyorlardı. Sahabe fıkhında hayat bir bütün olduğu gibi, hayatı disipline etmek için Allah katından gelen din de bir bütündür. Dinin sahası dışında kalan her hangi bir hayat alanı bırakmıy­orlardı. Onlar din içinde bir hayat inşa etmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla hayat içindeki dinden vaz geçip din içindeki hayatta karar kılmak ve bunun için mücadele etmek sahabe fıkhından pay almaktır.

 

Hz. Umeyr İbn-i Vehb

(R.Anh)

 

Hz. Umeyr İbni Vehb (R.a.) Resûlüllah (sav) efendimizin kendisine göstermiş olduğu açık mucize karşısında hayrette kalan ve derhal gönlünü İslâm'a açan bir yiğit...

O, İslâm'la şereflenmeden önce Kureyşin azılılarındandı. Cesur, keskin görüşlü bir yiğitti. Bedir Gazvesinde müşrikler safında yer aldı. Kavmi onu müslümanların sayısını öğrenmek ve arkalarında yardımcı kuvvetleri olup olmadığını araştırmak üzere seçip gönderdi. Kavmine döndüğünde gördüklerini sanki bir müslüman gibi nakletti, şöyle ki: "Ey Kureyş topluluğu!.. Onların sayıları azdır. Arkalarında yardımcı kuvvetleride görünmüyor. Fakat onların herbirini ölüme susamış kişiler olarak gördüm. Sizlerden birini öldürmedikçe onlardan birisinin öldürülmesi mümkün değildir. Onların sayısı kadar sizden de ölen olacaksa hayatın ne tadı kalır? Ona göre kararınızı veriniz... " dedi.

Bu sözlerden Kureyş'in bazı ileri gelenleri etkilendi. Savaş yapmadan Mekke'ye dönmeyi bile gönüllerinden geçirdi. Fakat "Kureyş'in şey­tanı" diye bilinen Ebu Cehil'in kin, kibir ve gururu baskın çıktı. Harb ateşi yakıldı. Başlarına gelen belaya ne kendisi ne de kavmi engel ola­madı. Kureyş hezimete uğrayarak geri döndü. Umeyr İbni Vehb'de yara-bere içerisinde güç belâ Mekke'ye döndü. Oğlu esir olarak Medine'de kaldı. Zamanla Umeyr'in yaraları iyileşti. Ama İslâm'a düşmanlığı daha bir koyulaştı. Kendisinin Rasûlüllah'a ve ashabına yaptığı ezâ ve cefalar aklına geliyor ve oğluna işkence yapılmasından korkuyordu.

Bir gün amcazadesi Safvan İbni Ümeyye ile Kabe'de Hicir mevkiinde oturmuş hasbıhal ediyorlardı. Bedir felâketinden ve esirlerden bahsediy­orlardı. SafVan "Bedir'den sonra hayatın tadı tuzu kalmadı." dedi. Umeyr de: Gerçekten öyle. Bundan sonra yaşamaya değmez. Şayet şu borç­larım olmasa, çoluk çocuğumu geçindirmek düşüncem bulunmasaydı, Medine'ye varır, Muhammed'i öldürürdüm. Oğlumun ellerinde esir olması da bu iş için iyi bir bahanedir." dedi.

Safvan çok zengindi. Bedir'de kaybettiği yakınlarının intikamını almak istiyordu. Umeyr'in bu sözlerini fırsat bildi ve ona: "Umeyr. Eğer Muhammed'i öldürürsen, senin bütün borçlarını öderim. Çoluk çocuğuna da benimkilerle birlikte ölene kadar bakarım. Malım onların hepsine yeter" dedi. Umeyr'in istediği de buydu. Peki Öyleyse dedi. Fakat bu anlaşmamızı gizli tut! Sakın kimseye söyleme diye tenbih etti.

Umeyr kılıcını bileyip zehirledi. Devesine binip Medine'nin yolunu tuttu. Mescid-i Nebevî'nin kapısına yakın bir yerde devesini indirdi. Hz. Ömer (r.a) onun devesinden inip, kılıcını kuşanmış olarak Mescide doğru gittiğini görünce: "Bu, Allah düşmanı Umeyr'dir. Buraya mutlaka bir kötülük yapmak için gelmiştir" dedi. Kendisi derhal Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizin huzuruna geldi ve durumu arz etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz:

"Onu bana getirin." buyurdu. Hz. Ömer (R.a) geri dönüp Umeyr'in yanına geldi. Yakasından tuttu. Boynundaki kılıcı sımsıkı yakalayarak Rasûlüllah'ın huzuruna götürdü. Efendimiz Umeyr b. bu halde görünce: "Onu serbest bırak Ömer!... Sen geri dur!  Sen de yakın gel ey Umeyr!... Yaklaş ya Umeyr!  buyurdu. Sonra aralarında şu konuş­ma geçti. Efendimiz ona:

 

"Ey Umeyr! Buraya niçin geldin?" dedi. O da 

 

 

"Oğlum elinizde esir. Bir iyilik edip onu bırakasınız diye geldim" dedi.

"Boynundaki şu kılıç ne oluyor?"

"Öyle kılıç olmaz olsun! Bize ne fay­dası dokundu ki... Bedir'de bir fayda verdi mi?" dedi. Efendimiz tekrar: "Bana doğru söyle! Buraya niçin geldin?" diye sordu. O da: Sadece bunun için geldim" dedi. Aldığı bu cevaplardan sonra Fahri Kâinat (sav) efendimiz ona:

"Peki öyleyse Hicir'de Safvan İbni Ümeyye ile yap­tığınız anlaşma neydi? Orada, Bedir'de kuyuya atılan kimselerden bah­settiniz. Sonra sen, borcum ve şu çocuklarım olmasaydı, gider Muhammed'i öldürürdüm, dedin. Safvan da borcunu ödemeyi, çocukları­na bakmayı üstlendi. Sende kalkıp geldin. Fakat Allahü Teâlâ yapmayı düşündüğün işe izin vermeyecektir." buyurdu.

Umeyr bu bilgiler karşısında hayretler içerisinde kaldı. Renkten renge girdi. Ürkek ürkek, kekeleyerek: "Bu konuyu sadece Safvan'la ikimiz konuşmuştuk. Yammızdabaşka biri yoktu. Vallahi, kesin olarak inandım ki, sana bu haberi ancak Allah getirmiştir. Anlıyorum ki, sen Rasûlüllahsın. Müslüman olmam için beni sana gönderen Allah'a hamdolsun..." dedi. Peşinden kelime-i şehadet getirerek İslâm'la şereflendi.

İki Cihan Güneşi Efendimiz ashabına: "Kardeşinize dinini ve Kur'an'i öğretin. Esirini,de salıverin." buyurdu, Kısa zamanda dinini iyice öğrenen Umeyr  Rasûl-i Ekrem (s.a) efendimizden izin alarak Mekke'ye döndü.

Safvan İbni Umeyye Mekke'de Kureyş'in toplantılarına katılıyor ve "Yakında Bedir acılarınızı unnulturacak bir haber vereceğim!" diye ilan ediyordu. Umeyr'in dönüşü, gecikince merak edip yolcu kafilelerinden onu sormaya başladı. Onun İslâm'a girdiğini duydu. Ama inanamıyordu. Onun İslâm'a girişi ve Mekke'ye dönüşü büyük bir hadise oldu. İslâm'ı yaymak için çok çalıştı. Birçok müşrik onun sayesinde İslâm'ın nuruna kavuştu. Mekke fethinden sonra da Safvan'in müslüman olmasına vesile oldu. Uhud'dan evvel Medine'ye hicret etti. Bütün gazalarda bulundu. Hz. Ömer (R.a) devrinde Amr İbni As (R.a)'a gönderilen yardımcı kuvvetlerin birinde komutanlık yaptı. İskenderiye fethinde büyük yarar­lılıklar gösterdi. Diğer bazı şehirlerin fethinde de bulunan Umeyr İbni Vehb (R.a) Hz. Ömer (R.a)'in hilafetinin son zamanlarında vefat etti. Cenâb-l Hak şefaatlarına nail eylesin. Amin.

[152]

Müslümanları öldürmeye gelenler onlarda dirilir. Müslümanların tari­hi ile insanlık tarihi bunun şahididir. Sahabeler İslâm'ı o kadar diri ve duru bir şekilde yaşamışlar ki, onlara düşmanlık edenler onları gördük­lerinde İslâm'a teslim olmaktan kendilerini ahkoyamamişlardır. Sahabe nesli, İslâm'ı insanlığın müşterek cazibe noktası haline getirmiş olan bir nesildir.

 

Hz. Übey Bin Ka'b

(R.Anh)

 

Sahabe-i Kiramın büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (sav)'ın vahiy kâtiplerindendir. Übey (R.a)'in babasının adı Ka'b, annesinin ismi Suheyle'dir. İki künyesi vardir: Ebu'l-Münzir ve Ebu't Tufeyl. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccaroğulları kulundandır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.

Übey b. Ka'b'ın Müslümanlığı kabul etmesi Rasûlüllah (sav)'ın Medine'ye hicret etmesinden önce, Akabe biatlarında olmuştur. Übey b. Ka'b ikinci Akabe bey'atında Rasûlüllah (sav)'e biat eden yetmiş kişi içerisinde idi. Rasûlüllah (sav) Medineli Müslümanlar arasında yapmış olduğu kardeşlik antlaşmasında Übey b. Ka'b ile Aşerei Mübeşşere[153] den Said b. Zeyd'i kardeş yaptı. Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok isabet etmiş, Rasûlüllah (sav) ona bir tabib göndermiş, tabib okun girdiği yerdeki daman keserek üzerini dağlamiştı. Bu suretle Übey b. Ka'b bu arızadan kurtulmuş oldu .

[154]

Übey b. Ka'b cahiliyye döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi.[155] Rasûlüllah (sav) Medine'ye hicret edince, orada, Ensar içerisinde yazılarım ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. [156] Yazdığı yazıların sonuna "filan oğlu filan yazdı" diyenlerin de ilki idi.

[157]

Şu halde Medine döneminde Rasûlüllah (sav)'a gelen vahyi ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. Übey b. Ka'b olmadığı zaman Zeyd b. Sabit yazardı. Peygamber Efendimiz (sav) ilahi vahyi Cebrail (a.s)'dan aldığı zaman, Übey b. Ka'b onu daha yazının ıslaklığı üzerinde iken ezberler, Rasülüllah (sav)e okurdu. [158] Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683) şöyle derdi: "Rasülüllah (sav)'in ashâbıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ.

[159]

Übey b. Ka'b, Kur'an-ı Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (sav) "Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir."[160] buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra (okuyucu­ların efendisi) lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasûlüllah (sav)'in zamanında Kur'an'ı cem ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b. Malik, "Rasülüllah (sav) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir.[161] demiştir.

Übey b. Ka'b, Rasûlullah (sav)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlüllah(sav)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan" Rasûlüllah (sav) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan. Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.

Rasülüllah (sav) Übey b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabe olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerim'i öğretirdi. Aralarında Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabenin hocalığını yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerim'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivayet edilmiştir: "Muhacirlerden birine Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasülüllah (sav) 'e anlatınca: "Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim.

[162]

Übey b. Ka'b, Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allahû Teâlâ, Peygamber Efendimiz (sav)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle rivayet edildi: Rasûlullah (sav) Übey b. Ka'b'a: "Allah bana Lemyekünillezîne kefeni suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey

"Allah benim adımı da andı mı?" dedi. Peygam­ber Efendimiz (sav)

"Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı.[163] Bu hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi, onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.

Übey b. Ka'b, kıraati bizzat Rasülüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e "Ben Kur'an-ı Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım" demiştir.

[164]

Kur'an-ı Kerim'e karşı duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın fazile­tini artırmış, bu. sebeple Rasûiullah (sav)'in takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.

Übey b. Ka'b aynı zamanda Rasülüllah (sav) zamanında fetva veren az sayıda sahabeden biridir. Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Rasülüllah (sav) zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi. Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir."

[165]

Übey b. Ka'b, Rasülüllah (sav) zamanında idarî görevlerde de bulun­muştur. Rasülüllah (sav) onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekât­larını toplamak üzere görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasın­da karşılaştığı bir vakıayı şöyle anlatır:

"Rasülüllah (sav) beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onların zekâtlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu adamın yanma vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasülüllah (sav)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekât olarak almaya henüz iki yaşma girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine onu ala­cağımı söyledim. Mal sahibi, "Bunun sütü de yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekât toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine malımdan sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz 'dişi deve. Onu al." dedi.

Ben ona, "Bana emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasülüllah (sav) sana yakın, istersen ona gider, bana söylediklerini anlatırsın. Şayet o, kabul ederse, eder, etmezse reddeder" dedim. Adam:

"Bunu yapacağım" dedi ve benimle çıktı, bana vermek istediği deveyi de aldı. Rasûlüllah(sav)'e gelince:

Yâ Rasulüllah, malımın zekâtını almak için elçin geldi. Malımı topladım. O, sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan henüz iki yaşına girmiş bir deveyi seçti. Ben kendisine alması için genç, semiz bir dişi deve gösterdim, almaktan imtina etti. İşte o deveyi getirdim, al ya Rasûlullah" dedi. Peygamber Efendimiz (sav); "Senin üzerine borç olan Übey b. Ka'b'in ayırdığı devedir. Sen kendi rızanla daha iyisini vermek istersen, onu kabul ederiz ve Allah bundan dolayı sana ayrı­ca mükafat verir," buyurdu. Adam:

"Ben de bu maksatla onu getirdim, buyur al, yâ Rasıılullah!" dedi.

Hz. Peygamber (sav) devenin alınmasını emretti ve malının bereketlenmesi için dua etti.

[166]

Übey b. Ka'b'ın, Rasûlullah (sav)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında da mühim görevler yaptığını görüyoruz. Hz. Ebû Bekir mühim bir mesele ile karşı karşıya gelip çözümünü Kur'an ve sün­nette bulamadığı zaman ashâbın seçkin alimlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Übey b. Ka'b da Hz. Ebû Bekir'in danışma meclisi üyelerinden idi. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir döneminde fetva vermekle görevli meşhur fakihlerden biri idi.[167] Bu dönemde onun Kur'an'm cem'i için kurulan komisyonda görev aldığını da görü­yoruz.

Übey b. Ka'b, ikinci halife Hz. Ömer'in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'a çok hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü'l-Müslimin (Müslümanların ulusu) derdi.[168] Hz. Ömer'in hilafeti döneminde onun şura meclisinde çalışır ve kabilesi Hazrec'i temsil ederdi. Aynı zamanda fetva işleri ne de bakardı. Hz. Ömer bir zaman halka hitabında şöyle demiştir:

"Kur'an'dan sormak isteyen Übey b. Ka'b'a gelsin, feraizden sor­mak isteyen Muaz'a, mal isteyen de bana gelsin. Çünkü Allah beni hazinedar ve dağıtıcı kıldı."

[169]

Hz. Ömer zamanında teravihi cemaatle ilk kıldıran da Übey b. Ka'b olmuştur. Hz. Peygamber (sav) zamanında, onun vefatından sonra ilk hal­ife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferid olarak kılınmıştır. Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş kılıy­orlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek imamın arkasında toplamayı düşündü ve ertesi gün Übey b. Ka'b'ı teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasına topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya baş­landı.

[170]

Hz. Ömer, hilafeti zamanında fetva işleri üzerinde hassasiyetle durur, ancak bu işe ehil olanların fetva vermesine müsade ederdi. Onun zamanında ancak Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Ebu'd-Derdâ gibi tayin ettiği zatlar fetva verirdi.

[171]

Übey b. Ka'b, Hz. Ebû Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döne­minde de danışma meclisi üyesi idi. Çeşitli konularda fikri alınır, görüş­lerine değer verilirdi.

[172]

Übey b. Ka'b tefsir sahasında da ashabın önde gelenlerinden biri olup Medine tefsir ekolünün reisi olarak kabul edilmiştir. Celaleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) tefsir sahasında meşhur olan sahabelerin on kişi olduğunu belirtmiş, bunlar içerisinde de kendilerinden en çok tefsir rivayet edilen­lerin Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Übey b. Ka'b olduğunu belirtmiştir.

[173]

Übey b. Ka'b vahiy kâtibi olması sebebiyle Rasûlullah (sav)'in fiil ve hareketlerine muttali bir sahabî idi. Kütüb-i Sitte'de kendisinden altmış küsur rivayet edilmiştir. Bakiy b. Mahled (ö. 276/889)'in Müsned'inde Übey b. Ka'b'ın yüz altmış dört hadisi vardır. Bunlardan üçü hem Buhari'de ve hem de Müslim'de vardır. Ayrıca Buhari üç hadisi tek başı­na rivayet etmiş ,yedi hadisi de yalnız Müslim rivayet etmiştir.[174] Übey b. Ka'b in rivayet etmiş olduğu "hadislerden birinin anlamı şöyledir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Ademoğlunun bir vadi dolusu malı oisa, bir ikincisini ister. İki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun içerisi­ni topraktan başka bir şey doldurmaz. Allahu Teâlâ ise tevbe edenin tevbesini kabul eder.”

 

 

 

[175]

Übey b. Ka'b'm vefat tarihi ihtilaflıdır. El-Vakidî der ki, "Bir kısım hadiseler onun Hz. Ömer'in hilafeti döneminde olduğuna delalet etmek­tedir.

Yakınları ve başkalarının onun Medine'de hicri 22 senesinde öldüğünü söylediklerini gördüm. Hz. Ömer "Bugün Müslümanların ulusu öldü" demiştir. Onun Hz. Osman'ın hilafeti döneminde hicri 30'da öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Bize göre bu daha doğrudur. Çünkü Hz. Osman (R.anh) ona Kur'an'ı cem etmesini emretmiştir.

[176]

Sahabenin fıkhında Kur'an; ruhun gıdası, kalbin cilası, hayatın da şifasıdır. Sahabe Kur'an'sız gün geçirmemiştir. Kur'an öğrenmek isteyen­lerin adresi olmak, sahabenin fıkhından pay almış olmanın alâmetidir. Sahabenin fıkhına göre her müslümanın evi bir Kur'an kursudur ve Kur'an kursu da olmalıdır.

 

Hz. Üseyd Bin Hudayr

(R.Anh)

 

Medine'ye İslâmiyeti öğretmek için gelen Mus'ab bin Umeyr Me­dine'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakaretten kaçınmak adet olduğu için, bu işe mani olma teşebbüsünde de bulunamadı.

Ancak bir kabile reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu mak­satla kabilesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:

“Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın  inançlarını  bozmak  için  mahallemize  gelmiş  olan bu adamı, yanımıza gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasay­dı, bu işi kendim hallederdim.”

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek dedi ki:

“Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı boza­caksınız? Eğer, hayatından olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gider­sin.”

Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle cevap verdi:

“Hele biraz otur, sözümüzü  dinle!  Beğenirsen  kabul edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin.”

Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı Kerim okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı Kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr dedi ki:

“Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yap­mak lâzımdır?”

Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, Kelime-i Şehâdet söyliyerek müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e şöyle dedi:

“Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o müslüman olursa, Medine'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz.”

Sonra kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanı­na koştu. Sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gayet yumuşak konuştu ve oturup biraz din­lemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyeti anlattı ve Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okudu. Kur'ân-ı Kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanma gidip, onlara müslü­man olduğunu söyledikten sonra sözlerini şöyle tamamladı:

Hepiniz îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!

Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabul etti. O gün kabilesin­den iman etmedik kimse kalmadı.

Üseyd bin Hudayr bütün güç ve kuvvetini, maddî ma'nevî imkânlarını İslâm uğrunda kullandı. Medîneli Müslümanlardan 75 kişi ile ikinci Akabe bey'atına katıldı. Peygamberimizin bu Müslümanlar içerisinden seçtiği on iki temsilciden birisi de Üseyd bin Hudayr'dır.

Hz. Üseyd, Rasûlüllah efendimizin bütün savaşlarında yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud savaşında Evs kabilesinin sancağı Hz. Üseyd'de idi. Bu savaşta cesaret ve şecaat örnekleri gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.

Mücahidler Medine'ye döndükten hemen sonra, Peygamber efen­dimiz, müşriklerin geri dönüp Medine'ye baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hz. Bilâl'e, "Rasûlüllah düşmanınızı takip etmenizi emrediyor!" diye seslenerek müslümanlara duyurmasını emretti.

Dertlerini unutturdu.Bu sırada Üseyd yaralarını tedavi ettirmek istiy­ordu. Rasûlullah'm da'vetini işitince dedi ki:

“İşittim, Allah'ın Rasûlünün emrine boyun eğiyorum!”

Sonra Üseyd bin Hudayr, silâhını eline aldı. Yaralarının tedavisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihâd da'veti ve Rasûlullah'ın emri, ona, bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.

Uhud savaşından sonra bir gün Mekkeliler Peygamber efendimizi öldürmesi için bir bedeviyi kiralık katil tuttular. Bedevi Medine'ye gel­erek Peygamber efendimizin bulunduğu yeri öğrendi. Peygamber efendimiz bu sırada Abdülesheloğullarının yanında idi.

Ashâb-i Kiram Peygamberimizin mübarek sohbetini tatlı tatlı din­lerken, bedevi girdi. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. Buyurdu ki:

“Şu adamın niyeti kötü. Suikastte bulunmak istiyor.” Az sonra bedevi yaklaşarak sordu:

“Abdülmuttalib'in torunu hanginizdir?” Peygamberimiz;

“Abdülmuttalib'in oğlu benim,” diye karşılık verdiler.

Bedevî, kötü maksadını gerçekleştirmek üzere Resûlüllaha doğru iler­lerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bede­vinin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu te'sîrsiz hâle getirdi. Bedevî, "Canımı bağışla, yâ Muhammed!" diye bağırıyordu.

Peygamber efendimiz bedeviye buyurdu ki:

 

“Bana doğrusunu söyle, buraya niçin  geldin? Eğer doğrusunu söylersen doğruluk sana fayda verir. Yalan söylersen bu senin için iyi olmaz. Yapmaya kalkıştığın işten zâten haberim var.”

 

 

Bunun üzerine bedevî, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığını itiraf etti. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz, ken­disini öldürmeye gelen bedeviye;

Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git, yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et! buyurarak onu İslâma da'vet etti.

Bedevî Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden:

Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen de muhakkak Allah'ın Resulüsün, diyerek Müslüman oldu.

Hendek savaşının uzaması üzerine Resûlüllah efendimiz, çeşitli kabilelerden meydana gelmiş olan müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı plânladı. Bunun için, Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hisn ile Haris bin Avf'a şöyle bir haber gönderdi:

Müslümanları muhasaradan vazgeçip, yurtlarına döner giderlerse, kendilerine, Medine'nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm. Fakat onlar üçte bire razı olmadılar ve mahsûlün yarısını istediler. Peygamberimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna razı oldular. On kişilik bir heyetle Peygamberimizin huzuruna geldiler. Ne hakla ayaklarım uzatıyorsun Onlar Resûlüllahla görüşürlerken Üseyd bin Hudayr bir vesileyle Peygamberimizin yanma girdi. Uyeyne bin Hisn'in Rasûlullahın karşısın­da ayağını uzatarak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı:

“Topla ayaklarını! Rasûlullahın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyor­sun? Eğer Resûllahın huzurunda olmasaydın, vallahi şu mızrağımı sana saplardım.”

Gatafan kumandanının ne maksatla geldiğini öğrenince de Peygamberimize hitaben son derece saygılı bir şekilde dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Bu, Cenâb-ı Haktan gelen bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında ulvî bir gayeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizini onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur. Onlar ne zaman bizden birşey koparmayı umdular ki, şimdi umabilsinler.”

Üseyd bu sözleriyle, Allah Rasûlünün yapılmasını arzu ettiği bir işi, nefsi istemese de teslimiyetle kabul edeceğini ortaya koyarak, Resûlüllaha olan bağlılığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan, bu sözler, onun, Allah ve Rasûlünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şekilde tâviz vermeye yanaşmaya­cağının da bir ifadesiydi.

Üseyd bin Hudayr'ın bu konuşması Rasûlüllahı sevindirdiği gibi, orada bulunan Sahâbîleri de gayrete getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti.

Uyeyne bin Hisn ile Haris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak oradan ayrıldılar. Ashabın ihlâs, sabır ve metanetlerini, Peygamberimizin emirlerine göre hareket etmekten vazgeçmeyeceklerini görünce, Medine'yi  hiçbir şekilde  ele  geçiremeyeceklerini  anladılar. Karargâhlarına gittiler.

Kabilelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:

Meseleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarım seve seve feda edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular.  Kureyşliler Muhammed'e birşey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahûdîlerinin üzerine düşecek. Gebersinler, Cehenneme gitsin­ler. Muhammed bize Yahudiler gibi zp.arlı değildir. Böylece Peygamberimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhasaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler.

Üseyd bin Hudayr, Mekke'nin fethine de katıldı. Hz. Ebû Bekir ile bir­likte Peygamberimizin hemen yanıbaşında yer aldı. Huneyn ve Tebük savaşlarında Evs kabilesinin sancaktarlığını yaptı.

Peygamber efendimizin, "Ne iyi kimsedir!" şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr'ın sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur'ân-ı kerîm oku­makla süslerdi. Okumaya başladığı zaman bambaşka bir âleme giderdi.

Bir gece hurma sergisinde Bakara sûresini okuyordu. Yanında bağlı bulunan alı birden şahlandı. Hz. Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine şahlandı. Üseyd sustu, at da sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya başladığında at yine şahlandı. Ondan sonra da artık okumaktan vazgeçti.

Atının yanına gitti, başım kaldırdı, semâya baktı. Birden şaşırdı. Çünkü, başının üzerinde gölgeye benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltılar gördü. Daha sonra bu gölge tabakası, içinde ışık manzûmesiyle birlikte semâya çekilip gitti ve görünmez oldu.

Hz. Üseyd, sabah olur olmaz hemen Peygamberimize koştu ve durumu anlattı. Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

“Ey Hudayr'ın oğlu! Bilir misin, onlar nedir?”

“Hayır, yâ Rasûlallah!”

 

“Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur'ân-ı Kerîm okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar insanlar­dan gizlenmezlerdi.”

 

 

Üseyd bin Hudayr, ilimden bir hakikat öğrenebilmek için, ba'zan geç saatlere kadar Rasûlüllahla sohbet ederdi. O meseleyi öğrenmeden rahat edemezdi.

Hz. Üseyd, Kur'ân-ı kerîm okumak ve dinlemekten, Rasûlüllahın soh­betinde bulunmaktan o derece huzur duyuyordu ki, adetâ bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumunu şöyle ifâde eder:

Bütün arzum, ömrümü üç hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman  ayrılmamaktır. Bunlar: Kur'ân-ı kerîm okuduğum veya dinlediğim zamanki hâlim. Rasûlüllah (sav)'m hutbesini, ko­nuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve bir cenazeyi  gördüğüm zamanki hâlim.

Bir gün, yine bir arkadaşıyla birlikte Rasûlullahın sohbetinde bulun­muşlardı. Huzurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıldı. Her biri kendi bastonunun aydınlığın­da yürüyerek evlerine gittiler.

Hz. Âişe-i Sıddîka buyurur ki: Ensârdan üç zât var ki, fazilet yönünden hiç kimse, onların üstünde sayılmazdı. Bunların üçü de Abdülesheloğullarından olup, Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Bişr idi. Hz. Üseyd, Hicretin 20. yılında, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.

[177]

Sahabe nesli, hayırlı işlerin takibçisidir. Hayrda yarışmak, birr ve tak­vada birleşip yardımlaşmak, sahabenin sürekli üzerinde bulunduğu bir hâldir. Sahabenin izinde gitmek istiyorsak başka bir ifadeyle sahabenin fıkhından nasiblenmek istiyorsak, hayr işleyelim, hayırlı işleri takip ede­lim, hayırlı hizmetlerde müslümanlara ortak olalım, hayrda yarışanları destekleyelim, birr ve takvada kardeşlerimizi yardımsız bırakmayalım.



[1] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suvenın Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[2] İbn Sa'd, Tabakât, III, 583-590

[3] Sahih-i Buharî, Tevridi Sarih Tercemesi, 11, 353-354

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 190; Tecrid Tere, IX, 401; X, 22

[5] İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, V, 194-197

[6] en-Nahl: 16/120

[7] Üsdü'l-Gâbe, V, 397

[8] ez-Zehebî, Tezkiratü'l-Huffız, 1,19-22; Nevzat Âşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. II7

[9] Tecrid Tercemesi, I, 84

[10] İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590

[11] Buhari, Zekât

[12] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty

[13] İhya-u Fıkhu'd Dave/Muhammed Ahmed Er-Raşid: 1/5-6, Beyrut/1989

[14] Hayatis Sahabe/M. Yusuf Kândehievî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverıın Min Hayalü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty.

[15] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; 'Hilyetül Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sabnbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[16] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1960,111, 116

[17] İbn Sa'd, a.g.e., III, 318

[18] İbn Sa'd a.g.e., Eli, 120

[19] Tefhimu'l Kur'an/Mevdudî/Ter: Heyet: 6/ S69, İst/1987

[20] Ali İmrân: 3/144.

[21] İbn Sa'd, a.g.e., 111,120,121

[22] İbn Sa'd, a.g.e., II, 121

[23] el-Ahzab: 33/23.

[24] İbn Sa'd, a.g.e., III, 121

[25] Buharı, Cenâiz 27; İbn Sa'd, a.g.e., III, 121

[26] Siyer-i Kebir/İmam Muhammed/İmanı Serahsi, Ter: Said Şimşek: 1/137, İst/1980

[27] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[28] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; el-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahmarı Ref'aî el- Başa, Beyrut/ty

[29] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehtevî; Hüyelü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty

[30] Hayaîü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at Başa, Beyrut/ty.

[31] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî: 2/274-275; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani:2/464; Siyerul A'lâmi'n Nübelâ: 1/153-160; El-Müstedrek/Hakim: 4/209-210; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başâ, Beyrul/ty

[32] Hucurat Suresi: 49/2.

[33] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty

[34] İbn-i Sa'd, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139

[35] İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 368

[36] Üsdül-Gabe, aynı yer

[37] Lokman: 31/15.

[38] Üsdü'l-Gâbe, II, 367

[39] İbn Sa'd, a.g.e., III, 139-140

[40] İbn Sa'd, aynı yer

[41] Taberi, Tarih, Beyrut 1967, II, 407

[42] Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 5; İbn Sa'd, a.g.e., 111,141; İbnül-Esîr, el-Kâmil,i't-Tarih, Beyrut 1979, II, 155

[43] İbn Sa'd, aynı yer

[44] Üsdül-Gâbe, II, 367

[45] İbn Sa'd, a.g.e., 111, 142

[46] H 16

[47] Asr-ı Saadet, I, 432 vd

[48] İbn Sa'd, a.g.e., 111,143; Üsdül-Gâbe, II, 368

[49] Asn Saadet, I, 436

[50] Üsdül-Gâbe, II, 369

[51] İbn Sa'd, 111,148

[52] Üsdül-Gâbe, aynı yer

[53] Üsdül-Gâbe, aynı yer

[54] Üsdül-Gâbe, aynı yer

[55] Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 5

[56] Üsdül-Gâbe, II, 366-369; İbn Sa'd, 111,139 vd

[57] Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 5

[58] Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5

[59] el-Enam: 6/52; Müslim, Fe­dailu's-Sahabe, 5; diğer âyetler şunlardır: el-Enfal: 8/1; Lokman: 31/15; el-Maide: 5/9.

[60] Hüyetu'l Evliya ve Tabakatü'l Esfiya: 1/93

[61] Üsdül-Gâbe, II, 369

[62] Asrı Saadet, I, 437-438

[63] Asrı Saadet, I, 440; farklı bir rivayet için bk. Üsdü'l-Gâbe, II, 368

[64] Asr-ı Saadet, 1,441

[65] Terbiyetü'l Evlad Fi İslam Abdullah Nâsıh Ulvan, Suriye/ 1981

[66] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[67] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[68] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty

[69] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'i Askaİani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[70] İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 387

[71] İbn Sa'd, Tabakâtül-Kübra, Beyrut (t.y), III, 379

[72] İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 389

[73] İbnül-Esir, a.g.e., II, 387

[74] bk. Ömer İbnel-Hattab mad

[75] İbn Sad, III, 382

[76] Üsdül-Gabe, II, 387

[77] İbn Sa'd, III, 382-383

[78] İbnül-Esir, a.g.e., II, 388; İbn ül-İmad el-Hanbelî, Sezerâtu'z-Zeheb, Beyrut (t.y), 1, 57

[79] İbn Sa'd, ili, 384; İbnül-Esir, II, 389

[80] İbn Sa'd, III, 381

[81] Ahmed b. Hanbel, I, 187

[82] İbn Hacer el-Askalanî, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, Bağdat (t.y), 11, 46; İbnül-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 388; ayrıca bk. Ahmcd b. Hanbel, 188-189

[83] Ahmed b. Hanbel, I, 189; İbnül-Esir, a.g.e., II, 389; Sa'd b. Zeyd'in rivayet ettiği diğer hadisler için bk. İbn Hanbel, I, 187

[84] İbn Hacer, el-Askalanî, a.g.e., II, 46

[85] Âl-i İmrân Suresi: 3/144.

[86] Hayalü's Sahâbe/M. Yusuf KAndehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Refat et- Başa, Beyrut/ty

[87] Hayatti's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty

[88] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayattı's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[89] Sehl bin Sa'd

[90] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetti'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/ Abdurrahm an Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[91] Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[92] Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's  Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty

[93] Süneni Ebu Davud/ Kitabü'l Melahim/ 5, Beyrııt/ty. Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[94] İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, El-İsâbe, Bağdat (t.y.), 11, 62

[95] Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, H, 417-4İ8

[96] Evs ve Hacrec'i kastederek

[97] İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbmil-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, 1,187-189

[98] Diyarbekrî, a.g.e., I, 352

[99] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd

[100] Askalanî, a.g.e., II, 62

[101] Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekri, a.g.e., I, 469

[102] Taberi, Tarih, II, 566

[103] Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83

[104] Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512

[105] Taberi, II, 514

[106] Taberi, a.g.e., IV, 14

[107] İbn Hanbel, V, 444

[108] Taberi, a.g.e., IV

[109] Taberi, aynı yer

[110] Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fıt-Tarih, II, 527-528

[111] Taberi, IV, 305; İbnül-Esir, et-Kâmil fıt-Tarih, III, 132

[112] İbnul-İmad, Sezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,! 7

[113] İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 421

[114] İbn Hacer, a.g.e, II, 63

[115] el-Askalanî, a.g.e., II, 62; Îbnül-Esîr, Tarih, ü, 287; Üsdül-Gabe, 421

[116] İbn Hacer, aynı yer

[117] İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 420

[118] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85

[119] bunları naille olan ibâdetleri için söylemiştir

[120] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86

[121] Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fıt-Tarih, II, 527-528

[122] İbn Sa'd, IV, 86

[123] Taberi, a.g.e., ili, 614

[124] Tirmizi, Menâkib, 34

[125] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer

[126] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88

[127] İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 42

[128] İbn Sa'd, IV, 9

[129] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91

[130] İbn Sa'd, IV, 92

[131] İbn Abdirrabbih, İkdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90

[132] Bakara Suresi: 2/207.

[133] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireü İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; ililyettil Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty

[134] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[135] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyvut/ty

[136] İbn Hişam, "es-Sîretü'n-Nebeviyye", I, 251, Mısır 1955; el-Askalânî, "el-İsâbe fî Temyizi's-Sahabe", III, 290;İbnül-Esîr, "Üsdü'l-Gabe fî Ma'rifeti's-Sahâbe", III, 85 vd. 1970

[137] İbn Sa'd/'et-Tabakâtü'l Kübrâ", 111, 215, Beyrut; el-Askalânî, a.g.e., III, 291

[138] İbn Hişam, a.g.e., I, 709; el-Askalânî, a.g.e., ili, 291; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 10, 86

[139] İbn Sa'd, a.g.e., III, 216; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86

[140] İbn Hişam, a.g.e., II, 80; İbnü'l Esir, a.g.e., III, 86; el-Askalânî, a.g.e., III, 291

[141] h. 36

[142] İbn Hişam, a.g.e., 1,251; İbn Sa'd, a.g.e., 111, 224; İbnü'l-Esir, a.g.e., 111, 87; el-Askalânî, a.g.e., 111, 292; İbn Cerir, Tarîhü'l-Ümemi ve'l Mülûk, XI, 50' Beyrut

[143] el-Askalânî, a.g.e., İH, 292

[144] İbn Sa'd, a.g.e., III, 214; İbn Hişam,.a.g.e., 1,-307

[145] İbn Sa'd, a.g.e., III, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 290

[146] İbn Sa'd, a.g.e., 111, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 291

[147] İbn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 111, 85. Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başâ, Beyrut/ty

[148] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişapı; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/ Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty

[149] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahibe/M. Yusuf Cândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa,. Beyrut/ty

[150] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kandehlevî; Hiiyelü'l Evüya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty

[151] Siyeru A'lamu'n Nubeiâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehievî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başâ, Beyrut/ty

[152] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayalü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty

[153] Cennetle müjdelenen on kişi

[154] bk. Müslim, Selam, 73-74

[155] İbn Sa'd, Tabakat, I, 498

[156] İbn Seyyidi'n-Nas, II, 3! 5

[157] İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gabe

[158] Zehebî, Siyer, I, 280

[159] İbn ü'l-Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 6

[160] Zehebî, Siyer, 1, 392

[161] Buharî, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33

[162] İbn Mace, Ticarât, 8

[163] Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21

[164] Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117

[165] İbn Sa'd, aynı eser, II, 350

[166] Ahmed b. Hanbe!, Müsned, V, 142

[167] İbn Sa'd, Tabakat, II, 350

[168] Tecrid X, 22

[169] Zehebî, Siyer I, 394

[170] Buharı, Teravih, I; Tecrid-i Sarih Tere, IV, 75-76

[171] M. Siblî, Asr-ı Saadet, Tere. Ö. Rıza, Doğrul, İst. 1974, VI, 369

[172] İbn Sa'd a.g.e, II, 350; M. Siblî, a.g.e., IV, 334

[173] bk. Suyutî, el-İkten, II, 187

[174] Zehebi, Siyeru A'lami'n-Nübela I ,402

[175] Tirmizî

[176] İbn Sa'd, Tahikat, m, 502; Zeheb, I, 400

[177] Siyenı A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol