FIKHU’S-SAHABE _06

Hz. Üsame Bin Zeyd (R.Anh) 2

Hz. Vahşi (R.Anh) 3

Hz. Velıd Bin Velid (R.Anh) 4

Hz. Zeyd Bin Desinne (R.Anh) 5

Hz. Zeyd Bin Harise (R.Anh) 6

Hz. Zeyd Bin Sabit (R.Anh) 7

Değerlendirme Çalışmaları 10

ÜNİTE XII. 10

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 11

Hz. Âmine Benti Vehb (R.Anha) 11

Hz. Fâtıma Binti Esed (R.Anha) 15

Hz. Halime Hatun (R.Anha) 16

Hz. Safiyye Binti Abdulmuttalib (R.Anha) 18

Hz. Ümm-İ Eymen (R.Anha) 20

Hz. Ümm-İ Hani (R.Anha) 22

Hz. Umm-I Hıram (R.Anha) 22

Hz. Ümm-İ Şerik (R.Anha) 23

Hz. Ümm-İ Ümare Nesibe Hatun (R.Anha) 24

Hz. Hatice (R.Anha) 26

Hz. Aişe (R.Anha) 30

Hz. Cüveyriye Binti Haris (R.Anha) 41

Hz. Hafsa (R.Anha) 41

Hz. Meymune Binti Haris (R.Anha) 43

Hz. Reyhane (R.Anha) 44

Hz. Rümeysa Binti Mılhan (R.Anha) 44

Hz. Safiyye (R.Anha) 48

Hz. Şevde Bıntı Zem'a (Ranha) 48

Hz. Sümeyye Binti Habbat (R.Anha) 49

Hz. Ummu Seleme (R.Anha) 51

Hz. Ümmü Habibe (R.Anha) 54

Hz. Zeynep Binti Hüzfivme (R.Anha) 56

Hz. Zeynep Binti Cahş (R.Anha) 57

Değerlendirme Çalışmaları 59

Netice. 59

Genel Değerlendirme Çalışmalar?. 61

Bibliyografya. 64


Hz. Üsame Bin Zeyd (R.Anh)

 

Üsame b. Zeyd b. Harise b. Surâhîl ashabın ileri gelenlerinden biri olup, Rasûlullah (s.a.s)'m azadh kölesi Zeyd b. Hârise'nin oğludur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Değişik rivayetlere göre; Ebû Zeyd, Ebû Yezîd ya da Ebû Hârice olarak da çağırılmaktaydı.

[1]

Üsame'nin annesi Ümmü Eymen (ki, asıl adı Bereke'dir) Râsûlûllah (sav)'in babası Abdullah'ın cariyesi ve aynı zamanda Peygamberimizin dadısı idi. Abdullah vefat edince, Rasûlullah onu azad etti. Zeyd b. Harise b. Surâhîl de Hz. Hatice'nin kölesiydi. Hz. Hatice Peygamberimizle evlenince, Zeyd'i kendisine hediye etti. Rasûlullah (sav) de onu azad edip Ümmû Eymen'le evlendirdi. Üsame, işte bu evlilik sonucu dünyaya geldi.

[2]

Üsame ile Eymen, aynı anadan kardeştirler, fakat babaları ayrıdır. Üsame, İslâm döneminde, muhtemelen Rasûlüllah (sav)'ın risâletinin dördüncü yılında Mekke'de doğdu. El-İsâbe'de kaydedildiğine göre, Hz. Muhammed (sav), vefat ettiği zaman Üsame 18-20 yaşlarında bulunuyor­du.

[3]

Rasûlullah (sav), Üsame ve babasını çok severdi. Bu nedenle kendi­sine; "Rasûlullah'ın sevdiği" anlamına gelen "Hibbu Rasûlullah" ya da "el-Hibbu   İbnü'l-Hubbi" denirdi. Peygamber (sav)'in, Üsame'yi sevdiğine dair şöyle bir hadis rivayet edilmektedir:

"Şüphesiz Üsame b. Zeyd bana, insanların en sevi mi isidir. Sizin iyilerinizden olmasını umuyorum. Onun hakkında iyilik tavsiyesinde bulununuz."

[4]

Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadise de Rasûlüllah (sav)'ın daha çocuk iken dahi onu ne kadar sevdiğini gösteriyor. Hz. Aişe (R.an) diyor ki; "Bir gün Üsame 'nin ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü ve yüzü yaralandı. Allah'ın Rasûlü bana; "Yüzündeki pisliği temizle" dedi Ben onu kirli görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüilah (s.a.s); yüzündekileri emerek tükürmeye başladı.

[5]

Yine, Urve İbnü'z-Zübeyr'den rivayet edildiğine göre, Peygambe­rimiz, Üsame'nin gelmesini bekleyerek Arafat'tan inmeyi tehir etti. Üsa­me çıkıp geldiğinde, onun siyah, basık burunlu bir çocuk olduğunu gören Yemenliler, onu küçümseyerek; "Biz bunun yüzünden mi hapsedildik?" dediler. Râvî, Yemenlilerin, Hz. Ebû Bekir zamanında bu yüzden irtidat edip İslâm'dan çıktıklarını söyler.

[6]

Üsame de bir çok sahabe gibi, küçük yaştan itibaren savaşlara katıl­mayı arzulamıştır. Nitekim Uhud günü onbeş yaşından küçük olmasına rağmen kendi yaşıtları olan, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Âzib, Arcir b. Hazm ve Üseyd b. Zühayr'le beraber savaşa iştirak etmek istemiş, fakat, Rasûlûllah (sav) yaşlan küçük olduğu için bu isteklerini kabul etmemiş ve savaş başlamadan onları Medine'ye geri göndermiştir. Hendek günü ise savaşmalarına izin verdi.

[7]

Üsame, Uhud savaşından sonraki tüm savaşlara katıldığı gibi, bir çok seriyyede de önemli görevler üstlenmiştir. Huneyn gazvesinde; Müslü­manlar darmadağın olup sağa sola kaçışırlarken, Rasülüllah (sav)'m çevresinde sayılı birkaç sahâbî kalmıştır ki, bunlardan biri de Üsame b. Zeyd'dir.

[8]

Üsame'nin kendisinden rivayet edildiğine göre; katıldığı seriyyelerin birinde, düşman safında Müslümanlara karşı savaşan birine karşı kılıç çekince, o şahıs; "Eşhedü en lâ ilahe illallah" diyerek şehâdet getirdi. Fakat Üsame yine de onu öldürdü. Dönüşte, durumu Rasûlüllah (sav)'e 'haber verince, Allah Rasûlü, "Lâ ilahe illallah" diyen birini ne diye öldürdüğünü sorar. Üsame; "Ey Allah'ın Rasûlü! O ölümden kurtulmak için böyle söyledi" dedi. Rasûlüllah (sav), "Sen onun kalbini yanpta baktın mı?" Fakat, Rasûlüllah, bu soruyu aynı şekilde defalar­ca sordu. Üsame, neredeyse Müslümanlığından şüpheye düşecek hale geldi. Kendi kendine; "Allah'a söz veriyorum, bundan böyle lâ ilahe illallah diyen hiçbir kimseyi öldürmeyeceğim" dedi.

[9]

İfk olayında Rasûlüllah (sav) ashabından bazılarına danışarak Hz. Aişe hakkında görüşlerini öğrenmek istedi. Bu arada Üsame'ye de düşüncesini sordu. Üsame, Hz. Âişe'den övgüyle bahsederek, onu böyle­si çirkin bir iftiradan tenzih etti.

[10]

Rasûlüilah (sav) H, 11. yılda, büyük bir ordu hazırlayarak Üsame'yi bu orduya kumandan tayin etti. Üsame'nin komutası altında ashabın birçok iîeri gelenleri vardı. Bunlardan bazıları; Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde, Sa'd b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. en-Nu'mân ve Seleme b. Eslem'dir. Bunun üzerine, halktan bazı insanlar; "Peygamber, ilk muhacirlere bir çocuğu komutan tayin etti!" diyerek ileri geri konuşmaya başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah, çok kızdı ve minbere çıkarak cemaate şöyle seslendi: "Üsame hakkındaki sözleriniz bana ulaştı. Siz onun komutanlığını tenkid ettiğiniz gibi, daha önce babasının kumandan­lığını da tenkit etmiştiniz. Gerçek şu ki, o komutanlığa layıktır. Nitekim babası da komutanlığalayıktı.

[11]

Üsame, söz konusu ordusuyla hareket etmek üzereyken, Allah Rasûlü dâr-i bekaya irtihal etti. Bunun üzerine Üsame, Medine'ye geri dönerek, Rasûlüllah (sav)'ın yıkanması, tekfin ve defnedilmesi işlerinde Hz. Ali'ye yardım etti. Defin işi tamamlandıktan sonra, Üsame ordusunun başına geçerek, Şam'a doğru hareket etti.

[12]

Usame, Ebu.Bekir (R.a) ve Ömer (R.a) zamanında yapılan birçok savaşa iştirak etmiştir. Bunlardan biri, Müseylemetü'l-Kezzab'a karşı yapılan savaştır ki, bu muharebede Halid b. Velid ile beraberdi.

[13]

Hz. Ömer (R.a) divan teşkilatını kurunca, Rasûlüllah (sav)'e yakınlık derecelerine ve savaştaki başarılarına göre, Müslümanlara ulufe dağıt­maya başladı. Bu arada Üsame b. Zeyd'e dört bin veya beşbin dirhem kendi oğlu Abdullah'a ise ikibin dirhem verdi. Abdullah babasına "Neden Üsame'ye bana verdiğinden daha fazla verdin? Halbuki onun katılmadığı savaşlara ben katıldım" dedi. Buna karşı Hz. Ömer: "Allah Rasûlü Üsame'yi senden daha çok severdi. Üsame'nin babasını da senin baban­dan daha fazla seviyordu" diyerek oğlunu susturdu.

[14]

Üsame; Hz. Osman (R.a)'ın öldürülmesiyle ortaya çıkan fitnelere bulaşmamış, Hz. Ali'ye de bey'at etmemiş, onunla herhangi bir savaşa katılmamıştır. Bu çekimserliğini; "Lâ ilahe illallah" diyen bir kimseyi Öldürmeyeceğine dair ettiği yeminle izah etmiştir.

[15]

Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında meydana gelen çatışmalar sırasında Üsame bir süre Şam civarında bir beldede oturdu. Sonra Vadi'l-kura'ya geldi. Bir müddet de burada oturdu, ardından Medine'ye gitti ve Muaviye'nin hilafetinin sonlarına doğru Curf denilen yerde vefat etti.

Vefat tarihi çeşitli rivayetlere göre, H. 54, 58, ya da 59' dur. Ebû Hüreyre, İbn Abbas, Ebû Osman el-Hindî, Urve İbn Zübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Ebû Vâil ve başkaları Üsame'den hadis rivayet etmişlerdir.

[16]

Sahabe neslinin en önemli vazifelerinin başında "uluhiyyet hukuku" ile "uhuvvet hukuku" nu muhafaza ve müdafaa etmek geliyordu. Her sahabe gücü nisbetinde "uluhiyyet hukuku" ile "uhuvvet hukuku" nu muhafaza ve müdafaa etmiştir, "uluhiyyet hukuku" ile "uhuvvet hukuku" nu muhafaza ve müdafaa etmeyenler, sahabenin yolundan ayrılanlardır.

 

Hz. Vahşi

(R.Anh)

 

Vahşî, Hz. Hamza'nın Bedir savaşında öldürdüğü Tuayme'nin karde­şinin oğlu olan Cübeyr bin Mutim'in kölesi idi. Habeşli olduğu için, el ile ok ve mızrak atmakta usta idi. Uhud savaşında, Cübeyr buna demişti ki:

“Hamza'yı öldürürsen seni azat ederim!”

Daha o zamanlar müslüman olmakla şereflenmemiş olan Ebu Süfyan'ın hanımı Hind de, babasının ve amcasının intikamı için, Vahşî'ye mükâfat vaad etmişti.

Vahşî, Uhud'da taş arkasına pusuya girip, yalnız Hz. Hamza'yı göze­tirdi. Hz. Hamza sekiz kâfiri öldürüp, saldırırken, Vahşî mızrağını atarak, onu şehit etti. Sonra, gidip durumu Hind'e haber verdi. Hind sevinip üzerindeki zinetlerin hepsini Vahşî'ye verdi. Daha da vereceğini söyledi.

Uhud savaşında Peygamberimiz birkaç kâfire beddua etmişti. "Vahşî'ye niçin lanet etmiyorsun" dediklerinde, buyurdu ki:

 

“Miracda, Hamza ile Vahşî'yi kolkola, birlikte cennete girerlerken görmüştüm!”

Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği gün, Vahşî, Mekke'den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medine'de mescide gelip, selam verdi. Rasûlüllah efendimiz selamını aldı. Vahşî' dedi ki:

“Ya Rasûlallah! Bir kimse Allah'a ve Rasûlü'ne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman  olup  temiz  iman  etse, Rasûlüllah'ı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?”

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

“İman eden, pişman olan affolun Bizim kardeşimiz olur.”

“Ya Rasûlallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allahû Teâlâ'yı ve Onun Rasûlünü herşeyden çok seviyorum. Ben Vahşî'yim.”

Rasûlullah efendimiz, Vahşî adını işitince, Hz. Hamza'nın şehit edilmiş hâli gözünün önüne geldi. Ağlamaya başladı.

Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Ashab-ı Kiram kılıçlarına sarılmış, işaret bekliyordu. Vahşî, Son nefesimi alıyorum" derken, Rasûlüllah (sav) onu af ettiğini beyan etti. Herkes, "öldürün!" emrini beklerken, Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

“Kardeşinizi çağırınız!”

Kardeş sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Peygamber efendimiz Vahşî'ye, "affolunduğunu" müjdeleyerek buyurdu ki:

 

“Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.”

Hz. Vahşî, Rasûlüllahı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Aynı mızrak ve okla yalancı peygamber Müseyleme'yi öldürdü ve İslam dinine büyük hizmet etti. Hz. Osman zamanında vefat etti.

[17]

İslâm'da kan dâvasını gütmenin yeri yoktur. İman hataları bağışla­manın başıdır. İman eden herkes geçmişte bize karşı hatası ne olursa olsun dinde kardeşimiz olur. Her müslüman geçmişteki günahlarına keffaret olabilecek sevablı işleri işlemekle mükelleftir. Hatada ısrar etmek değil, pişman olup tevbe etmek esastır.

 

Hz. Velid Bin Velid

(R.Anh)

 

Velîd bin Velîd, meşhur Hâlid bin Velîd'in kardeşiydi. Bedir gazasında müşriklerin safında harbe katıldı. Müşrikler bu harpte yenilince, onu Abdullah bin Cahş esir aldı. Medine-i Münevvereye getirdi.

Kardeşlerinden henüz müşrik olan Hâlid bin Velîd ile Hişâm bin Velîd, onu esaretten kurtarmak; üzere Medine'ye geldiler. Abdullah bin Cahş kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid razı olduysa da, baba bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabul etmedi. Zırh karşılığı anlaştılar: Resûiullah efendimiz babalarının silâh ve teçhizatının verilmesini teklif etti. Bunu kabul ederek babalarının yüz dinar kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi karşılığında anlaştılar. Velîd'i esaret­ten kurtarıp, Mekke'ye doğru yola çıktılar.

Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medine'ye dört mil mesafedeki Zü'î-Huleyfe'de onlardan ayrılıp, Resûlullahın yanına geldi. İmân edip, Ashâb-ı Kiramdan oldu. Müslüman olduktan bir müddet sonra Mekke'ye kardeşlerinin yanına gelmişti. O zaman Hâlid bin Velîd sordu:

Madem ki Müslüman olacaktın, kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın ya. Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın? Velîd de şu cevabı verdi:

Kureyşlilerin, esarete  dayanamadı  da Muhammed'e tabi  oldu demelerinden korktum.

Kardeşleri onu Mahzûmoğullarından bazı Müslümanlarla, Ayâs bin Ebî Rebîa ve Ebû Seleme bin Hişâm'ın yanına hapsettiler. İmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabalarından çok zulüm ve işkence gördü.

Rasûlüllah efendimiz müşriklerin zulmüne uğrayan Ayâs bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve kendisi için şöyle duâ ettiler:

İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm'ı, Ayâs bin Ebî Rebîa'yı ve küffâr elinde bunalıp zayıf ve âciz görülen diğer mü'minleri kurtar.

Velîd Rasûlullah'ın duası bereketiyle bir fırsatını bulup, bağh bulun­duğu yerden kaçtı. Medîne-i Münevvereye gelip, Rasûlüllah efendimiz ile buluştu. Rasûlüllah, Ayâs bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm'ın hâli­ni sorunca, onların birbirlerine ayaklan ile bağlı, şiddetli azap ve işken­celer altında kıvrandıklarım haber verdi. Resûlüllah efendimiz onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesaret ve aşkla dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Onları ben kurtarır, Size getiririm.”

Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören Müslümanların yerini onlara yiyecek götüren bir kadım takip ederek öğrendi. Mazlumlar, tavansız bir binada hapisti. Geceleyin, ölümü de göze alarak büyük bir cesaretle du­vardan sıyrılıp, mazlumların yanına vardı. İman etmekten gayrı bir suçları olmayan, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasmdaki yakıcı sıcaklığında her türlü.zulme uğratılan mazlumları kurtarıp, deve­sine bindirdi. Medine'ye aç, susuz, yalın ayak üç günde geldiler. Parmak­ları taşların tahribatından parça parça olmuştu. Velîd bin Velîd kan revân içinde Resûlüllah'a kavuşmanın verdiği sevinç ve huzurla bütün sıkın­tılarını unutuverdi. Velîd'in kardeşi Hâlid bin Velîd, şöyle anlatır:

Allahû Teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime islâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki:

Ben, Muhammed'e karşı her savaş yerinde bulundum. Bulunduğum savaş yerierinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed'in, muhakkak galip geleceğini içimde sezmiş olmayayım!

Resûlüllah efendimiz, Hudeybiye'ye çıkıp geldiği zaman, ben de, müş­rik süvarilerinin başında yola çıktım. Usfan'da, Rasûlüllah efendimizle Ahâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlüllah efendimiz, bizden emîn bir surette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.

Rasûlüllah efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki ikindi namazını, Ashabına korku namazı olarak kıldırdı. Bu, bana çok te'sîr etti. Kendi kendime, "Bu zât, herhalde, Allah tarafından korunuyordur" dedim. Mekke'ye döndüğümde çeşitli düşünceler hâlinde bocalar bir vaziyette idim."Necâşî'ye mi gideyim? Halbuki, kendisi, Muhammed'e bağlanmış bulunuyor! Ashabı da, Onun yanında emniyet ve selâmet içinde barınıp duruyorlar. Yoksa, Herakliüs'ün yanma gideyim de dînimi bırakıp Hıristiyan mı olayım, ya da Yahudiliğe mi gireyim? Yahut, kendi­lerine tâbi olarak Acemlerle birlikte mi oturayım?" diye kendi kendime söylendim, düşündüm durdum. Ertesi sene, Rasûlüllah efendimiz umre için Mekke'ye gelip girince, O'ndan gizlendim. Kendisinin Mekke'ye girişini görmedim. Kardeşim, Velîd bin Velîd de umre için gelip Mekke'ye girmişti. Beni, arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:

"Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Halbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir akim da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?! Rasûlüllah efendimiz, seni, bana sordu. "Hâlid, nerededir?" dedi. Ben de, "Allah, onu getirir" dedim. Rasûlüllah efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:

 

“Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keski o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için, ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkaları­na tercih eder, üstün tutardık!”

"Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun fır­satlara acele yetiş!" Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Rasûlüllah efendimizin söy­ledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı."

Hâlid bin Velîd daha sonra Medine'ye gelerek Müslüman oldu.

[18]

Hayırlı işlerde süratlanmak, sahabe sünnetindendir. Sahabeler hayırlı işleri geciktirmezlerdi. Fırsatları değerlendirir o hayırlı işleri hemen işliy­orlardı.

 

Hz. Zeyd Bin Desinne

(R.Anh)

 

Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, müslümanlardan bun­ların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medine'ye gidip, Resulullahın huzuruna çıkarak şu ricada bulundular:

“Ya Rasûlallah! Bizim kabilelerimiz, İslâmiyeti kabul ettiler.”

Yalnız Kur'an-ı Kerim öğretmenine ihtiyacımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti ve Kur'an-ı kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız?

Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Asım bin Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Halid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Tarık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.

Bu öğretmenler kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabilesi topraklarında, Reci suyu başında, seher vakti kon­akladılar.

Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip, haber verdi. Çok geçmeden kafilenin etrafı sarıldı. 200'den fazla silahlı eşkıya oradaydı.

"Bize muallim lazım!" diyenler, çekip gittiler. O güzide müslümanları, eşkıya ile karşı karşıya bıraktılar.

Lıhyanoğulları mensupları, esir ticareti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun ve canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyet­leri, onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekke'li müşrikler, kendilerine, "Yakaladığınız her müslüman için, değerinden fazla para öderiz" demişlerdi.

Bunu müslümanlar da duymuşlardı. Onun için, aralarında istişare ederek, çarpışmaya karar verdiler. Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allahın dini uğrunda vuruşmaya başladılar.

İkiyüz kişilik düşmana karşı, görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler. Nihayet çarpışa çarpışa on sahabeden yedisi okla vurularak orada şehit düştü.

Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Tarık kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı. Çok geçmeden müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar. Üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. Mekke'ye götürmek üzere yola çıktılar.

Abdullah bin Tarık Mekkeli müşriklere götürülmeye razı olmadı. Gitmemek için zorlandı. "Vallahi ben size arkadaş ve yoldaş olmam! Şehit olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir" deyip, bir zorlayış­ta ellerini kurtardı. Lıhyanoğulları onu taşa tuttular, sonunda onu da şehit ettiler.

Lıhyanoğulları, Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla sattılar. Zeyd bin Desinne'yi Safvan bin Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halefin intikamını almak üzere satın aldı.

Mekkeli müşrikler, Hz. Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne ceza vereceklerini konuşuyorlardı. Bu hususta çeşitli fikirler ileri sürülüyordu:

“Hemen öldürelim!”

Hayır! Evvela işkence etmeliyiz!”

“Ama Haram aylar içinde bulunuyoruz!”

“Evet! Bu sebeple, hemen öldürenleyiz! Haram ayların geçmesini bek­lememiz gerek.”

O halde, hapsedelim!”

“Ellerini, ayaklarını zincire vuralım!”

Nitekim öyle de yaptılar. Yani zincire vurup hapsettiler. Harp mey­danındaki yenilginin intikamını, müdafaasız bu insanlardan alacaklardı. Hem de onları; harpte değil, parayla pazardan almışlardı!

Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için, müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Fakat müşriklerin kin ve intikam hisleri geçmek bilmedi. Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakir, genç-ihtiyar, kadın-erkek ve bütün çocukları oradaydılar... Bu iki yüce sahabenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.

Bir sabah erkenden iki sahabenin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Tenim denilen yere götürdüler. Çünkü bütün melanetlerini, orada yapmayı âdet edinmişlerdi.

Bu iki Allah ve Rasûlullah dostu ise, heyacanlı değildiler. Yolda karşılaşıp görüşen bu iki sahabe, kucaklaşarak, birbirlerine uğradıkları beiaya sabretmelerini tavsiye ettiler.

Hz. Zeyd, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeli müşrikler, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra dediler ki:

“Haydi dîninden dön, seni serbest bırakalım!”

“Vallahi dinimden asla dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse, yine de İslâmiyetten dönmem!”

“Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?”

“Ben Muhammed aleyhisselamın, değil benim yerimde olmasını, Medine'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına asla razı olmam!”

“Ey Zeyd, İslâm dininden dön, eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz!”

“Allah yolunda olduktan sonra, benim için öldürülmemin hiç ehem­miyeti yoktur.”

Bu konuşmalardan sonra Zeyd bin Desinne, "Ya Rabbi, selamımı Rasûlüne ulaştır" diye dua etmişti. Allahû Teâla da onun duasını kabul etmişti.

Müşriklerin kararı iyice kesinleşti. Safvan bin Ümeyye, azatlı kölesi listas'a işaret ederek, Hz. Zeyd'i öldürmesini istedi. Nistas mızrağını Hz. 'eyd'in göğsüne saplayarak sırtından çıkardı. Böylece, Peygamber aşığı Hz. Zeyd, cennetteki makamına yükseldi. Hz. Zeyd'in şehadetini haber ilan Peygamberimiz ona duâ buyurdu.

[19]

Dünyayı bir kefeye, İslâm'ı da başka bir kefeye koysalar, sahabe için ığır gelen İslâm olurdu. Sahabe fıkhında dünyadan vazgeçilir İslâm'dan azgeçilmez.

 

Hz. Zeyd Bin Harise

(R.Anh)

 

Zeyd b. Harise b. Surâhîl el-Kelbî. Üsâme'nin babası. Ashabın ileri gelenlerinden olup, Rasûlullah (sav)'ın en çok sevdiği arkadaşlarındandır. Bu yüzden sahabe arasında "el-hubb" diye anılırdı.

Tam künyesi: Zeyd b. Harise b. Surâhîl[20] b. Kâ'b b. Abdiluzza b. İmrüllkays b. Âmir b. Abdivüdd b. Avf b. Kinâne b. Bekr b. Uzre b. Zeyd el-Lât b. Rufayde b. Sevr b. Kelb b. Vebre b. Tağlib b. Hulvân b. İmrân b. Luhaf b. Kuzâa'dır.

[21]

Kaynakların ifadesine göre; cahiliyye döneminde, Zeyd'in annesi Su'dâ, yanında oğlu olduğu halde akrabalarını ziyarete gider. Bu sırada Benî el-Kayn b. Cisr'e mensup bazı atlılar, Su'dâ'nın akrabaları olan Benî Ma'n evlerine baskın yaparlar. Zeyd'i de bu arada beraberlerinde alıp götürürler. Zeyd, bu sırada temyiz çağında bir çocuktur. Onu, Ukaz Panayırına götürüp satışa arzederler. Hz. Hatice'nin yeğeni Hakîm b. Huzâm b. Huveylid de o esnada panayıra uğrayıp Mekke'ye götürmek üzere birkaç köle satın alır. Zeyd b. Harise de bu köleler arasında bulunmaktadır. Hakîm, Mekke'ye döndüğünde, halası Hz. Hatice kendisini ziyarete gider. O da halasına köleleri göstererek, dilediği köleyi seçip götürebileceğini söyler. Hz. Hatice de Zeyd b. Hârise'yi seçer. Daha sonra O'nu, Rasûlullah (sav)'a bağışlar.

Kelb kabilesine mensup bazı insanlar, hac için Mekke'ye geldiklerinde Zeyd'i görüp tanırlar, Zeyd de onları tanır. Dönüşte durumu babasına aber vererek bulunduğu yeri tarif ederler. Zeyd'in.babası Harise ile amcası Kâ'b, yanlarına fidye alarak Mekke'ye gelirler ve Resûlüllah (sav)'ın yanına varıp:

"Ey Abdulmuttalib'in oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Harem'in ehlisiniz, köleyi azad eder, esiri edirirsiniz. Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Bize iyilikte ulun, sana fazlasıyla fidye vereceğiz" derler.

Bunun üzerine Resûlüllah (sav.), Zeyd'i çağırtarak, kendisini istemeye bu kişileri tanıyıp tanımadığını sorar. Zeyd de, bunlardan birinin abası diğerinin de amcası olduğunu söyleyerek tanıdığını ifade eder. Bu Resûlüllah Zeyd'e, dilerse babasıyla gidebileceğini, şayet isterse anında kalabileceğini söyleyince, Zeyd, Resûlüllah (sav)'ın yanında almayı tercih  eder.   Peygamberimiz de Zeyd'i  elinden tutarak Hicr enilen yere çıkarır ve: "Şahid olun, Zeyd benim oğlumdur. O bana asçıdır, ben de O'na mirasçıyım!" diyerek Zeyd'i evlat edindiğini  eder.

[22]

Zeyd b. Harise, Muhammed (sav)'e risalet gelinceye kadar yanında aldı ve Rasûlüllah, peygamber olur olmaz O'nun risâletini tasdik edip nüslüman oldu, O'nunla birlikte namaz kıldı ve: "Onları babalarının isimleriyle çağırın"[23] mealindeki ayet nazil oluncaya adar "Muhammed'in oğlu" diye anıldı. Bu ayet-i kerimenin nüzulünden onra Zeyd, Zeyd b. Harise olarak çağrılmaya başlandı.

[24]

Zeyd b. Harise, Resûlüllah (sav)'ın cefakâr dostlarından biriydi. Hemen hemen tüm sıkıntılı zamanlarında O'nunla birlikteydi. Nitekim, evre kabileleri İslâm'a davet etmek kabilinden Tâif'e giden Rasûlüllah'ı alnız bırakmamış, Tâiflilerin attığı taşlar Peygamber (sav)'e isabet etmeyin diye kendi vücudunu siper etmiş ve başından çeşitli yaralar almıştı.

[25]

Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca, Zeyd b. Harise de licret etmişti. Rasûlüllah (sav), hicretten sonra Medine'de, ashabı arasın­la kardeşlik tesis ettiğinde, Zeyd ile Hamza b. Abdülmuttalib'i de kardeş ilan etmişti. Bu sebepten Hz. Hamza, Uhud günü şehadet şerbetini içmeden önce Zeyd'i kendisine vâsî tayin etmişti.

[26]

Zeyd b. Harise; Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıyla Hudeybiye Barışı ve Hayber fethinde bulunmuştur. Rasûlüllah (sav), Müreysî gazasına çık­tığı zaman kendisini Medine'ye vekil olarak bırakmıştı.

Bunun yanında Zeyd, komutan olarak da çeşitli seriyyelere katılmış ve üstün başarılar göstermiştir. Bu seriyyeler; Karede, Cemûm, el-İys, et-Tarafa, Hisma ve Ümmü Kirfa'dır. Son olarak Mute Savaşı'na iştirak, etmiş ve bu savaşta şehid olmuştur.

Rasûlüllah (sav), sancağı ilk önce Zeyd'e vermiş ve: "Şayet Zey.d şehid olursa, sancağı Cafer alsın, O da şehid düşerse, Abdullah b. Ravâha alsın" buyurmuştur. Bu üç sahabe de Mute günü, kahramanca sava­şarak Hakk'ın rahmetine kavuşmuşlardır.

Zeyd, şehid olduğu zaman 50-55 yaşları arasındaydı. Rasûlüllah (sav), bu üç kahraman dostunun şehadet haberini duyunca gözyaşlarını tutamayarak ağlamış ve onlar için: "Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Cafer'e mağfiret et Allah'ım; Abdullah b. Uavâha'ya mağfiret et!" diyerek dua etmiştir.

[27]

Zeyd, birkaç hanımla evlenmişti ki, bunlardan biri de Zeyneb binti Cahş'tır. Bir diğeri, Ümmü Gülsüm bint Ukbe. Zeyd ondan boşanıp Dürre bint EM Leheb ile evlendi. Sonra onu da boşayarak Hind bint el-Avuâm [28] ile evlendi. Sonunda, Peygamber (sav), Zeyd'i, dadısı ve aynı zamanda cariyesi Ümmü Eymen'le evlendir­di. Ashabın ileri gelenlerinden biri olan Üsâme, işte bu hanımdan dünyaya geldi.

[29]

Zeyd b. Harise; kısa boylu, çok esmer ve basık burunlu idi.

[30]

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in hayr duasını alan kimselerdir. Onlar, Rasûlüllah (sav)'i babalarına, kabile ve aşiretlerine tercih eden muhabbet fedaileridir. Onlar, Peygamberle birlikte Taife gidip taşlanmışlar ve kendi­lerini Peygambere atılan taşlara siper etmişlerdir. İslâm düşmanları bugünde Hz. Peygamber (sav)'i taşlıyorlar. Rasûlüllah (sav)'in sünnetini red ve inkâr edenlerin Taifte Rasûlüllah (sav)'i taşlayan Taifli müşriklerlen ne farkları vardır? Ha peygamberi taşlamışsınız, ha O'nun sünnetini aşlamışsmız ne ne fark eder. O gün Zeyd b. Harise (R.a.) nasıl Taifli nüşriklerin taşları Rasûlüllah (sav)'e değmesin diye kendisini siper yaptıysa bugün de müslümanlar sünnet düşmanlığını yapanlara aynı şekilde tavır takınmahdirlar. Rasûlüllah (sav)'in sünnetini mahkûm etmek için celammı ve kalemini kullananların sözlerini ve yazılarını kendilerine sıkılan birer kurşun bilip karşılık vermelidirler. Sünnet düşmanlığı, peygamber düşmanlığındandır. Sünnet düşmanlığı karşısında susmayıp karşıiık verip sünneti müdafaa etmek, sahabe sünnetindendir.

 

Hz. Zeyd Bin Sabit

(R.Anh)

 

Zeyd b. Sabit b. ed-Dahhâk b. Zeyd b. Levzân b. Amr b. Abdi Avf [31] b. Ganem b. Mâlik b. en-Neccâr el-Ensârî el-Hazrecî. Peygamber (sav)'in ashabının ileri gelenlerinden biridir. Ensâr'dan, Hazrec kabilesinin bir kolu olan Neccâroğulları'na mensuptur. Annesi, en-Nevâr bint Mâlik b. Muâviye b. En-Neccâr'dır. Zeyd'in künyesi Ebû Hârice'dir, fakat, Ebû Saîd ve Ebû Abdi'r-Rahmân olarak da çağrılıyor­du.

[32]

Zeyd, hicretten yaklaşık onbir yıl önce dünyaya gelmiştir. Babası Sabit, Buâs Günü öldürüldüğü vakit Zeyd, henüz allı yaşlarında bir çocuktu. Rasûlüllah (sav), Medine'ye geldiği zaman Zeyd, hâlâ küçük sayılabilecek bir yaştaydı. Kaynaklar, O'nun bu sırada onbir yaşlarında olduğunu bildirmektedir. Nitekim Resûlüllah (sav), Bedir Savaşına katıl­mak isteyen birkaç genci, yaşlan küçük olduğu için geri çevirmişti ki, Zeyd de bu gençler arasındaydı.

[33]

Zeyd b. Sabit, çok akıllı, zekî ve hafızası güçlü bir sahâbî idi. O'nun bu meziyetini farkeden Peygamber (sav), Zeyd'ten İbranice ve Süryanice'yi öğrenmesini istedi. Zira, Rasûlüllah (sav)'a çeşitli yerlerden, bu dillerle yazılmış mektuplar geliyor ve bunların okunup anlaşılması, gerektiğinde cevap verilmesi icab ediyordu. Allah Rasûlü, okuma yazma bilmediğinden, bunları başkalarına okutmak durumunda kalıyordu. Halbuki, mektupların içeriğini başkalarının öğrenmesini istemiyordu. "Bunun üzerine Zeyd, hemen işe koyularak çok kısa bir sürede, hem İbran­ice hem de Süryanice okumayazmayı öğrendi. Bundan sonra Rasûlüllah'a gelen mektupları kendisi okuyor, cevap gerekiyorsa yazıyordu. Bu arada asıl görevi olan vahiy kâtipliğini de sürdürüyordu,

[34]

Müslümanlara lazım olan ilimleri öğretecek bir müslüman bulunmazsa ve bu ihtiyaç hissedilen gayr-i müslimlerden öğrenmekten başka çare yoksa o zaman gayr-i müslimlerden öğrenilebilir. Her he kadar müslüman bir insan için gayr-i müslimlerden ilim öğrenmek zehir içmek kadar zor da olsa dinen öğrenmesi caizdir. Ancak müslümanların ihtiyaçlarının olduğu ilimleri tesbit etmekte müslümanların başındaki Cematü'l Müslim'inin imamının görevidir. Rivayete göre yaşının küçük olması nedeniyle Zeyd, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmamıştır. Katıldığı ilk savaş Hendek savaşı olup, savaşa hazırlık kabilinden, müslümanlar Medine'nin etrafında hendek kazarlarken Zeyd, çıkan toprağı taşıma işinde yardım ediyordu. Resûlüllah (sav) O'nu bu durumda görünce: "Ne kadar iyi bir çocuk" diyerek takdir ifadelerini dile getirmiştir.

İbn Abdi'l-Berr, "el-İstîâb"da zikredip, sahih kabul etmediği bir ha­bere göre; Tebük seferinde, Benî Mâlik b. en-Neccâr'ın bayrağını Umâre b. Hazm taşıyordu. Resûlüllah, bayrağı ondan alıp Zeyd b. Sâbit'e verdi. Bunun üzerine Umâre: "Ey Allah'ın Resulü! Hakkımda sana herhangi birşey mi ulaştı?" diye sorunca, Resûlüllah; "Hayır, lâkin Kur'ân'a öncelik vardır: Zeyd de Kur'ân'ı senden daha çok ezberlemiştir" şek­linde cevap verdi.

[35]

Zeyd b. Sabit, ashabın en âlimlerinden biriydi. Sadece Kur'ân-ı Kerim'i ezberlemekle kalmamış, mirasla ilgili feraiz ilmini de çok iyi öğren­mişti. Öyle ki, ashâb arasında bu ilmi O'ndan daha iyi bilen yoktu. Resûlüllah (sav), ashabına: "Feraizi en iyi bilen Zeyd'dir" diyordu. İmam Şâfıî de, feraiz hususunda onun rivayet ettiği hadisle amel etmiştir.

[36]

Gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Osman, Medine'den ayrıldıkları zaman Zeyd b. Sabit'i vekil bırakırlardı. Hz. Osman, O'nu ziyade seviyordu. Zaten kendisi de Osman taraftarıydı ve bu halife devrinde beytülmâla bakmakla görevlendirilmişti. Yermük günü de ganimetleri taksim işini Zeyd üstlenmişti.

[37]

Zeyd'in vefat tarihi konusundaki rivayetler arasında tam bir mutabakat olmamasına rağmen, büyük bir ihtimalle h. 45 yılında vefat etmiştir ve buna göre tahminî yaşı da 54'tür.

Zeyd ten; İbn Ömer, Ebu Saîd, Ebu Hüreyre, Enes, Sehl b. Huneyf ve Abdullah b. Yezîd el-Hutamî gibi sahabeler rivayette bulunmuşlardır. Tabiînden de; Saîd b. el-Müseyyeb, Kasım b. Muhammed, Süleyman b. Yesâr, Ebân b. Osman, Büsr b. Said ve Zeyd'in iki oğlu, Harice ile Süleyman ve başkaları rivayet etmişlerdir.

[38]

Sahabeler, sadece mallarını değil zekâlarını da İslâm için kullan­mışlardır. Zeki olan çocuklarını İslâmî eğitim ve öğretim kurumlarından alıp küfii eğitim kurumlarına emanet edenler, sahabenin izinden ayrılıp küfre adaklar armağan edenlerdir. Sahabeler kulluk kitabları Kur'ân'ı öğreniyorlardı. Başkalarına da Kur'ân'ı öğretiyorlardı. Sahabenin fıkhın­da Kur'an okumak, Kur'ân'ı anlayıp başkasına öğretmek ve O'nun ahkâmlarını hayata geçirmek, medeniliğin en önemli şartıydı.

Kulluk kitabı Kur'an’dan habersiz yaşamak, bir gericilik ve mültecilik alametidir. Kur'an eğitim ve öğretimini yasaklayanlar da, Ebû Cehil döneminden bu yana devam edip gelen mürtecilerdir.

Rasûlüllah (sav)'in bütün sahabeleri medeniydi. Çünkü onlar Kur'an ile aydınlanmışlardı. Kur'an ile aydınlanmak, ebediyen karanlıktan kur­tulmaktır. Kur'an karanlıksız, karanlık ise Kur'an'sızdır.

[39]

Son Ficar savası, Hire hükümdarı dördüncü Münzir'in oğîu Numan Ebû Kâbûs'un saltanatı (585-614) sırasında meydana gelmiştir. Ficar savaşı başladığı zaman, kimi rivayetlere göre Peygamber (sav), 14-15 yaşlarında, kimi rivayetlere göre ise daha küçük yaşlardaydı. Son Ficar savaşında ise O'nun 14-20 yaşlarında olduğu gelen rivayetler arasındadır.

[40]

Son Ficar savaşı ile Peygamber (sav)'in Mekke'lileri İslâm'a davet etmeye başladığı 610 yılı arasında yirmi küsur yıl vardır. Buna göre ilk müslümanlardan oîan Zübeyr (R.a)'in bu tarihte, yirmi yaşından büyük olması gerekir.

Zübeyr'in babası ölünce, amcası Nevfel onun velayetini üstlenmişti. Küçük yaşta yetim kalan Zübeyr'i, annesi çok döverdi. Amcası da onu savunur, dövmesine engel olmaya çalışırdı. Ancak Zübeyr büyüyüp müslüman olunca, ona karşı bu sevgisi öfkeye dönüştü. Öyle ki, İslâm'dan dönmesi için onu bir hasıra bağlayıp asar ve ateş yakarak dumanla ona işkence ederdi.

[41]

Zübeyr, 615 yılında Mekkeli müslümanlarla birlikte Habeşistan'a hicret etmiştir. Medine'ye hicretten sonra muhacirlerle ensar arasında kardeşlik tesis edildiği zaman Zübeyr ile Seleme b. Selâme b. Vaks kardeş ilan edilmişti.[42] Başka rivayetlerde ise, Rasûlullah'ın; Abdullah İbn Mes'ûd veya Talha ya da Ka'b b. Mâlik'le Zübeyr arasında kardeşlik tesis ettiği ifade edilmektedir.

[43]

Bedir günü müslümanların sayılı birkaç atı vardı. Bunlardan biri de Zübeyr'in Ya'sub adlı atı idi. O gün bir çok müşriki öldürmüştür ki, bun­lardan biri "Kureyş'in aslanı, Muttaliboğulları aslanı" diye bilinen amcası Nevfel idi.

[44]

 

Zübeyr'in oğlu Abdullah, babası ile ilgili olarak şu olayı anlatıyor: "Ahzâb günü, ben ve Ebû Seleme'nin oğlu Ömer (çocuk olduğumuzdan) kadınların yanında bırakılmıştık. Bir de baktım ki babam Zübeyr, atının üstünde iki yahut üç kere Kıırayza oğullarına gidip geldi. Evimize döndüğümüzde babama: 

“Babacığım! Ben seni Benî Kurayza yurduna gidip gelirken gördüm” dedim. Babam:

“Sen beni öyle gördün mü evlâdım?” dedi. Ben de

“Evet,” dedim. Babam: Rasûlullah (sav);

"Benî Kurayza ya kim gider de onların haberini bana getirir" dedi. Ben de gittim. Döndüğümde, Rasûlullah, anası ile babasını bir arada zikrederek Anam babam sana feda olsun" dedi.

[45]

Yermük Vakası gününde Peygamber'in sahabeleri, Zübeyr'e hitaben:

"Ey Zübeyr! Rumlara şiddetli bir saldın yapmazmısm ki, biz de seninle beraber şiddetli bir saldın yapalım" dediler. Bunun üzerine Zübeyr (R.a) Rumlar üzerine şiddetli hamleler yaptı. Bu hamleler sırasında, Rumlar, Zübeyr'in omuz köküne iki darbe vurdular. Bu iki geniş yara arasında Bedir'de yediği bir darbenin çukurluğu vardı ki, oğlu Urve; "Ben çocukken bu darbenin yerine parmaklarımı sokar, oynardım" demiştir.

[46]

Zübeyr, Mısır fethinde de önemli bir rol oynamıştır. Nitekim halife Hz. Ömer, 642'de Mısır'ın Babilin kalesini kuşatan Amr İbnü'l-As'a yardım için onu onbin kişilik bir kuvvetle göndermiştir. Mısır'ın o zamanki hükümet merkezi olan Heliopolis de Zübeyr tarafından alınmıştır.

[47]

Zübeyr'in, Hz. Osman'a baş kaldıran Mısırlıların, Medine'de gerçek­leştirdikleri hareketlerde, Osman'ın şehid edilişine kadar, ise aktif olarak karışmadığı, bazı rivayetlere göre; hem kendisinin hem de Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ı korumak üzere oğullarını gönderdikleri ifade edilmiştir.

Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra, ashabın büyük bir çoğunluğu Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdir. Zübeyr ile Talha da bey'at edenler arasın­dadır. Bazı rivayetlere göre bu ikisinin Hz. Ali'ye istemeyerek bey'at ettikleri görülüyor..

Anlatıldığına göre, Zübeyr ve Talha, bey'at işi bittikten sonra Hz. Ali'ye gelerek; "Sana hangi hususta bey'at ettiğimizi biliyor musun?" derler. Hz. Ali: "Evet; dinlemek ve itaat etmek üzere. Ebû Bekir, Ömer ve Osman'a hangi hususta bey'at ettiyseniz onun üzerine" der. Onlar ise: "Hayır, biz sana işte ortak olmak üzere bey'at ettik" derler. Hz. Ali onların bu isteklerini reddeder. Bu defa Kureyş'ten rastladıkları bir cemaata Hz. Ali hakkında ileri geri konuşurlar. Bu dedikoduları duyan Hz. Ali, Abdullah  b.  Mes'ud'u  çağırtarak  onun  görüşünü  sorar.  Abdullah;

Görüyorum ki, valilik istiyorlar. Sen de Zübeyr'e Basra valiliğini, Talha'ya da Küfe valiliğini ver" diyerek Hz. Ali'ye tavsiyede bulunur. Hz. Ali bunu şiddetle reddeder. Bilahare, Zübeyr'le Talha, Hz. Ali'ye gelerek umre yapmak üzere Mekke'ye gitmek için izin isterler. Hz. Ali asıl maksadlarmı bildiği halde onlara izin verir.

[48]

Bundan sonra, Zübeyr, Talha ve Hz. Âişe'nin, Sıffîn Savaşında Hz. Ali'ye karşı cephe aldıkları görülmektedir. Hz. Ali, onları karşısında görmek istemediğinden ikna etme yollarını arıyordu. Bir ara Zübeyr'le karşılaşınca ona; "Ey Abdullah'ın babası! Seni buraya getiren nedir?" diye sordu Zübeyr:

"Osman'ın kanım istemeye geldim" dedi. Hz. Ali;

"Osman'ın kanını mı istiyorsun? Allah, Osman'ı öldüreni kahretsin. Ey Zübeyr! Rasûlullah'ın sana; "Sen Haksız olduğun halde Ali ile savaşa­caksın" dediğini hatırlıyor musun?" deyince, Zübeyr;

"Allah şahidimdir ki bu doğrudur" der. Hz. Ali;

"Öyleyse benimle ne diye savaşıyorsun?" diye sorunca Zübeyr

"Vallahi bunu unutmuştum, şayet hatırasaydım sana karşı çıkmazdım, seninle savaşmazdım" dedi.

[49]

Bu konuşmadan sonra Zübeyr savaştan çekilerek geri döndü. Medine yolunda Temîm kabilesine ait bir su başına vardığında orada bulunan Amr b. Cürümüz, onu takibe başladı. Vâdi's-Sibâ' denilen mevkide bir fırsatını bularak Zübeyr'i şehid etti.

[50]

Şehid edildiği zaman yaşı, kimi kaynaklarda 66 veya 61 kimi kay­naklarda 64 kimi kaynaklarda ise 70 olarak kayıtlıdır.

[51]

Zübeyr, şehid edildiği zaman miras olarak geriye epey mal bırakmıştır. Bu cümleden olarak Medine'de geniş bir arazi ve onbir ev, Basra'da iki ev, Küfe'de bir ev ve Mısır'da bir ev bırakmıştı. Toplam mirası yaklaşık 52.000.000 (elli iki milyon) idi. Bazı rivayetlere göre; Mısır, İskenderiye, Kûfe'de arazileri, Basra'da da evleri vardı. Ayrıca Medine'deki arazi­lerinden de gelir sağlıyordu.[52] Zübeyr (R.a) kimi rivayetlere göre uzun boyludur. Kimi rivayetlere göre ise orta boylu, .esmer benizli, seyrek sakallıdır.

[53]

Ashâbdan en çok fetva verenler yedi kişidir. Bunlar; Ömer, Ali, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Âişe'dir. Bunlardan sonra ikinci derecede yer alan yirmi sahabeden biri de Zübeyr (R.a)'dir.

[54]

Zübeyr'in çocukları: Onun onbiri erkek toplam yirmi çocuğu vardı. Abdullah, Urve, Münzir, Asım, Muhacir, Hadicetü'l-Kübra, Ümmü'l-Hasan ve Âişe, hanımı Esma bint Ebî Bekr'den; Halid, Amr, Habîbe, Şevde ve Hind adlı çocukları Ümmü Halid adındaki hanımından dünyaya gelmişlerdir. Ümmü Halid'in asıl adı, Emetü binti Hafıd b. Saîd b. el-Âs'dır.

Diğer çocukları; Mus'ab, Hamza ve Remle, er-Rebâb binti Üneyf isim­li hanımından; Übeyde ve Cafer, Zeyneb binti Mersed isimli hanımından; Zeyneb adındaki kızı, Ümmü Gülsüm binti Ukbe adlı hanımından; Hadicetü's-Suğra adındaki kızı da el-Halâl binti Kays adındaki hanımın­dan dünyaya gelmişlerdir. O, çocuklarına şehid sahabelerin isimlerini ver­mekteydi.

Zübeyr şehid edildiği zaman dört hanımı vardı. Bunlardan biri de Âtike binti Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'dir. Bu hanım, ilk önce Abdullah b. Ebi Bekr'le evlenmiş, onun şehid edilmesinden sonra Ömer b. el-Hattâb'la onun da şehid edilmesi üzerine Zübeyr (R.a) ile evlenmişti. Bunun için Medine halkı: "Kim şehâdet istiyorsa Âtike binti Zeyd'le evlensin" diyorlardı.

[55]

Zübeyr (R.a), cesur ve gözüpek bir müslümandı. Mekke'de, Allah için ilk defa kılıç çeken odur. Medine'ye hicret ettikten sonra da yapılan tüm savaşlara katılmış, bütün sıkıntılı zamanlarda daima Peygamber (sav)'in yanında bulunmuştur. Savaşta gösterdiği üstün başarıdan ve çok iyi ok attığından Allah Rasûlü ona;

"Hadi at! Anam babam sana feda olsun" diyerek memnuniyetini ifade etmiştir. Yine onun hakkında;

"Her peygamberin bir havarisi vardır, benim ki de Zübeyr'dir" buyur­muşlardır.[56] Hz. Zübeyr (R.a.), kendisini Rasûlüllah (sav)'in davasına feda etmişti. Rasûlüllah (sav)'in havarisi olmak, İslâm dâvasının fedaisi olmaktır.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. Ukayl b. Ebî Tâlib (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Ukbe İbni Amir el Cuhenî (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Umeyr İbni Vehb (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Übeyb b. Ka'b (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz, Üseyd bin Hudayr (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Üsame b. Zeyd (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz, Vahşî (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir?

Hz. Velîd bin Velîd (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Zeyd bin Desinne (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Zeyd b. Harise (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Zeyd b. Sabit (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz?

Hz. Zübeyr b. El-Avvam (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

 

ÜNİTE XII

 

Hz. Âmine Binti Vehb (R.anha),

Hz. Fâtıma (R.anha)

Hz. Fâtıma Binti Esed (R.anha),

Hz. Halime Hatun (R.anha)

Hz. Safıyye Binti Abdülmuttalib (R.anha)

Hz. Ümm-i Eymen (R.anha),

Hz. Ümm-i Hâni (R.anha)

Hz. Ümm-i Hiram(R.anha)

Hz. Ümm-i Şerik(R.anha)

Hz.Ümm-i Ümare Nesibe

Hatun (R.anha)

Hz. Hatice (R.anha)

Hz. Âişe (R.anha)

Hz. Cüveyriyye Binti Haris (R.anha)

Hz. Hafsa (R.anha)

Hz. Meymune Binti Haris (R.anha)

Hz. Reyhane (R.anha)

Hz. Rurneysa Binti Milhan (R.anha)

Hz. Safıyye (R.anha)

Hz. Şevde Binti Zem'a (R.anha)

Hz. Sümeyye Binti Habbat (R.anha)

Hz. Ümmü Selene (R.anha)

Hz. Ümmü Habibe (R.anha)

Hz. Zeynep Binti Huzeyme (R.anha)

Hz. Zeynep Binti Cahş (R.anha)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. Âmine Btnti Vehb (R.anha)'nın hayatı hakkında bilgi sahibi olmak

Hz. Fâtıma (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Fâtıma Binti Esed (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Halime Hatun (R..anha)'ın hayatını öğrenmek

Hz. Safıyye Binti Abdülmuttalib (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ümm-i Eymen (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ümm-i Hâni (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ümm-i Hiram (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

îlz. Ümm-i Şerik (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Ümm-i Ümare Nesibe Hatun (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz, Hatice (R.anha)’ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Aişe (R.anha)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Cüveyriyye Binti Haris (R.anha)'in hayatını ve fıkhım öğrenmek

Hz. Hafsa (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Mevmune Binti Hâris (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Reyhane (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Rumevsa Binti Milhan (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Safiyye (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Şevde Binti Zem'a (R.anha)'m hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sümeyye Binti Habbat (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ümmü Seleme (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ümmü Habibc (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Zeynep Binli Huzeyme (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Zeynep Binti Çalış (R.anha)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Âmine Benti Vehb (R.Anha)

 

Hz.Peygamber'in annesi. Babası Vehb b. Abdimenaf, annesi de Berra binti Abduluzza'dır. Ne zaman doğduğu bilinmeyen Amine'nin 577 yılın­da hayata gözlerini yumduğu tahmin edilmektedir.

Kureyş kabîlesi içinde ileri gelen bir kola mensup olan Âmine binti Vehb, güzel konuşan ve zekâsıyla tanınan bir kadındı. Hâşimoğulları reisi olan Abdulmuttalib, Âmine'yi oğlu Abdullah'a istedi ve onunla evlendirildi. Âmine ile Abdullah'ın bu güzel evliliğinden Hz. Muhammed (sav) dünyaya geldi. Abdullah, Âmine hamile iken Suriye'ye yaptığı bir seferi sırasında Yesrib (Medine)'te vefat etti. Böylelikle Hz. Peygamber dünyaya yetim olarak geldi. Âmine gebelik ve doğum sırasında hiç bir ağrı ve sızı çekmediğini anlatmıştır. Rasûlüllah (sav), kendi doğumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben atam İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesi ve annemin gördüğü rüyayım. Annem rüyasında içinden çıtan bir aydınlığın Şam diyarı saraylarını aydınlattığını belirtmişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler.

[57]

Âmine daha sonra, Hz. Peygamber altı yaşlarında iken, onu alıp dayılarının yanına Yesrib'e gitti ve eşi Abdullah'ın kabrini oğlu Muhammed (sav) ile birlikte ziyaret etti. Bu seyahatlerine, Abdullah'tan kalan tek miras, cariyeleri Ümmü Eymen de katıldı. Dayıları olan Neccâroğulları ile oğlunu tanıştırdıktan sonra Yesrib (Medine)'den ayrılan Âmine, Ebvâ denilen yere geldiğinde hastalanmış ve orada hay­atını kaybetmişti. O sıralarda altı yaşında olan Rasulullah, annesinin defninden sonra Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönüp dedesi Abdulmuttalib'in yanında kalmıştı.

Bazı tarih kaynaklan Amine'nin bazı şiirler söylediğini naklederler bir anne şefkatiyle düşkün olduğundan dolayı babasının annesi anlamın­daki "Ümmü Ebiha"; zeki ve kavrayışlı olduğundan "Zekiyye"; bereketi, uğurlu, kuvvetli ve kutlu olduğuna işaret için "Meymune", itaatli ve alçak gönüllülüğünden dolayı "Râziyye"; ve herkes tarafından sevildiği, insan­larla olan ilişkilerinde kimseyi incitip gücendirmeyecek denii tutarlı olduğundan dolayı kendisine "Marziyye" denmiştir. En çok kullanılanı ise "Zehrâ"dır.

Hz. Peygamber'in risâletinin beşinci yılında, hicretten sekiz yıl Önce Mekke'de dünyaya gelen Hz. Fâtıma'nın doğum müjdesini Rasulullah şu cümleleriyle veriyordu:

"İşte şimdi vahiy meleği bana geldi ve bu doğan çocuğu kutladı. Allah ona Fâtıma adını verdi." Câhiliye geleneğinde kız çocuğu büyük bir utanç vesilesi sayılıp babaların yüzünü kızartan ve bu yüzden diri diri kumlara gömüldüğü bir zamanda Hz. Fâtıma'nın doğum müjdesi aynı zamanda kadınların kurtuluş müjdesi oluyordu. Hz. Fâtıma'yı dünyaya getiren Hz. Hatice (R.anha) ile Hz. Peygamber'in soyu yedinci ataları Gâlib oğlu Lüveys'te birleşir. Annesini küçük yaşta yitiren Fâtıma diğer kardeşlen gibi babasının sonraki hanımlarını anne edindi. Ancak öz annesinin şefkatinden mahrum kalan Fâtıma ile babası arasında daha sıcak bir yakınlık doğdu. Hz. Peygamber kızına babalık yanında anne şefkatini de göstermek durumunda idi ve bunu en iyi şek­ilde yerine getirdi. Babasıyla Fâtıma'nın arasındaki sıcaklığın diğer nedenlerinden biri de Hz. Peygamber'in diğer çocuklarının ard arda vefat etmeleridir; Peygamberimiz diğer çocuklarının acısını, sevgi ve özlemini Fâtıma'da toplamıştı. Ana-baba bir kardeşleri Kasım iki, Abdullah üç, Zeynep otuz, Rukiyye yirmi bir; Ümmü Gülsüm yirmi altı yaşlarında Fâtıma'dan önce vefat ettiler. Ayrıca Hz. Peygamber'in soyunun Fâtıma ile devam etmesi de babasının yanında Fâtıma'ya ayrı bir değer kazandırıyordu.

Ama Fâtıma'yı "Seyyid-i Nisa" yapan etkenler yalnızca bunlar değil­di. O kısacık ömründe İslâm kadınına örnek olacak zorlu ve çileli bir hayat sürdü.

Hz. Fâtıma çocukluğunu İslâm'ın en zayıf, müslümanlann en çok ezildiği bir ortamda Hz. Hatice gibi bir annenin terbiyesi altında geçirdi. Babasının ve müslümanların çektiği acılara en az onlar kadar o da ortak oldu. Babası evden çıkıp İslâm'ı tebliğ ederken o ya endişe içinde merakla kapıda bekler ya da babasını adım adım izler ve onu kollamaya çalışırdı. Bir gün Hz. Peygamber Mescid-i Haram'a gitmiş ve oradaki topluluğa İslâm'ı anlatıyordu. Fakat karşısında bulunan câhiliye mensu­pları kendi düzenlerini tehdit eden bu sesi boğmak için toplanmış ve Hz. Peygamber'e her türlü hakareti yaparak saldırmışlardı. Babasının dövülüşünü bir kenardan korkuyla izleyen Fâtıma müşriklerin dağıl­masından sonra kanlar içindeki babasını alıp eve götürmüş ve bir anne şefkatiyle yaralarını sarmıştı. Buna benzer nice olayların içinde pişen Fâtıma âdeta geleceğin Hz. Fâtıma'sı olmaya hazırlanıyordu. Yine bir gün Hz.. Peygamber Mescid-i Haramda secde halindeyken müşrikler her zamanki vahşetleriyle deve barsaklarını ve işkembesini basına atarak kahkahalarla eğlenirken, Fâtıma o pislikleri kendi elleriyle temizler ve babasını alıp eve götürür. Hz. Peygamber Fâtıma'ya hem babalık hem analık yaparken Fâtıma da o zorlu ortamda hem "babasının kızı" hem de "babasının annesi" olmuştur.

Hz. Peygamber'le kızı arasındaki ilişkiler aynı zamanda yaşadıkları toplumun geleneklerini de yerle bir ediyordu. Bir defa; "Kendisine kız çocuğu müjdelendiği zaman babaların yüzleri utançtan simsiyah kesilirken", kız çocuğu oldu diye dostlarının yüzüne bakamayan babalar gizlice çöle götürüp bu çocukları diri diri toprağa gömerken Hz. Peygamber kızının doğum müjdesini alınca sevinçten yüzü aydınlanmış ve bu müjdeyi dostlarına bizzat kendisi duyurmuştur. Câhiliyede soy, mutlaka erkek çocuk kanalıyla devam ederken Hz. Peygamber'in soyu kızı Fâtıma ile devam etmiş ve yüce Allah câhiliyenin bu geleneğini biz­zat Rasulullah aracılığıyla yoketmiştir. Peygamberimizin oğlu Abdullah da vefat edince câhiliye mensupları "Muhammed'in soyu kesildi" diye sevinip "o artık ebter, yani soyu kesiktir" diye Peygamberimizi alaya aldıklarında onu bizzat yüce Allah savunmuş ve Peygamber'i teselli eden Kevser sûresi nazil olmuştur: "Biz sana kevser'i verdik. O halde namaz kıl, kurban kes. Senin şanın yücedir. Asıl ebter ise o (sana ebter diyen)dir." Buradaki "kevser"i İslâm âlimleri Peygamberimizin hadislerinden yola çıkarak bolhayr sonsuz", ''sayısız ümmet çok sahabe şefaat" anlamlarında tefsir etmişler, ayrıca "kevser" kelime­siyle Hz. Fâtıma'nın kastedildiğini de bildirmişlerdir.

Hz. Peygamber kızma o kadar şefkatli idi ki onu ellerinden ve yüzünden öperdi. Halbuki o topiumda bir babanın kızının elinden öpmesi bir yana erkek çocuklar bile öpülmezdi, ayıptı. "Benim on çocuğum var daha bir kez öpmüş değilim" diyen insanların yaşadığı bir toplumda kadını diri diri gömülmekten eli öpülen bir konuma yükselten de yine Hz. Peygamber'in getirdiği İslâm'dı.

Rasûlüllah kızını anlatırken "Babasının annesi Baban sana feda olsun Alemlerin kadınlarının ulusu Fâtıma'yı hoşnut eden beni hoşnut etmiştir, onu kızdıran beni kızdırmıştır ve, Kızım Fâtıma'yı seven beni sevmiştir, Fâtıma'yı memnun eden beni memnun etmiştir; Fâtıma'yı üzen beni üzmüştür. Fâtima benden bir parçadır, kim onu incitirse beni incitmiş olur, beni incitense Allah'ı incitmiştir" buyurur­du.

Hz. Fâtıma Mekke döneminin tüm zorluklarına babasıyla birlikte kat­landı ve Hz. Peygamber dâhil müslümanların tamamına yakını Medine'ye hicret edene kadar Mekke'den ayrılmadı. Rasûlullah Küba'ya ulaştıktan sonra Hz. Ali, Hz. Ali'nin annesi ve Ümmü Eymen'den oluşan bir kafi­leyle Medine'ye hicret etti.

Medine'ye hicret ettikten sonra Hz. Fâtıma'yı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve daha başka sahabeler babasından istediler. Ancak Peygambe­rimiz bu istekleri nazikçe geri çeviriyor ve bekliyordu. Hz. Ali de Fâtıma'ya tâlib oldu ve Peygamberimiz kızının bu konudaki görüşünü alarak Allah'ın vahiyle izin vermesinden sonra Ali ile Fâtıma'nın evlenmelerine karar verildi. Daha sonra nikâhları da Mescid'de kıyıldı. Mehir olarak Hz. Ali'den dört yüz dirhem gümüşü uygun gören Efendimiz onun zırhı ve atından başka bir şeyinin olmadığım öğrenince zırhını satmasını söyler. Hz. Ali dört yüzseksen dirhem gümüşe zırhını satar ve bunun dört yüz dirhemi mehir olarak Hz. Fâtıma'ya verilir. Ancak Fâtıma bu mihri çok bulur; kendisine en güzel mihrin kıyamet günü İslâm ümmetinin Peygamber'in şefaatiyle affedilmesi olacağını söyler ve bu konuda dua eder. Ancak kendisi için ayrılan dört yüz dirhemi düğün masraflarına har­canmak üzere hibe eder. Nikâh mescidde Peygamberimizin bir hutbesi ile ilân edilir:

"Allah'a hamd... yüce Allah evlenmeyi bir görev, adalet, ve geniş bir hayır kılmıştır. Şimdi Allahu Teâlâ bana kızım Fâtıma'yı Ali b. Ebı Tâlib'e nikahlamamı buyurmuştur. Ey ashabım ben de sizi şahit kılıyorum ki Ali b. Ebi Talib mevcut gelenek ve Allah'ın emriyle söyleyeceğim şeyi kabul ederse dörtyüz dirhem gümüş menide kızım Fâtıma'yı kendisine nikahladım. Yüce Allah kendilerinin varlıklarını biraraya getirsin ve bunu kendilerine mübarek kılsın. Rabbim nesil­lerini temiz, kendileriyle çocuklarını geniş rahmetinin anahtarı, yüce hikmetinin kaynağı ve Muhammed ümmetinin güvenlik sebebi kıl­sın.. Rabbimden kendim ve sizin için mağfiret dilerim."

Hz. Ali'nin şartları kabul etmesi üzerine sâde bir törenle nikâh kıyılır" ve misafirlere bal şerbeti hurma ve gül suyu ikram edilir. Daha sonra hurma, yağ ve süzülmüş yoğurttan yapılan bir de düğün yemeği verilir. Yemeğin az olmasına rağmen yedi yüz misafirin yediği halde Allah'ın bereketlendirmesi ile yetip artar.

Babasından ayrılıp Hz. Peygamber mescidine bitişik, zemini toprak eve yerleşirken çeyiz ve ev eşyası olarak şunları götürmüştü: Üç adet minder, bir halı. bir yastık iki eldeğirmeni, bir su tulumu, bir su testisi meşinden bir su bardağı, bir elek, bir havlu, bir koç postu eski bir kilim, hurma yaprağından örülmüş bir sedir, iki eibise, uzunlamasına örttük­lerinde ayakları enlemesine örttüklerinde başlarını açıkta bırakan küçük bir yorgan.

Hz. Peygamber kızını evlendirmekle ondan kopmadı, ilişkileri azal­madı; yine her sabah onları namaza kaldırır, bir yolculuğa, sefere çıkacağı zaman en son vedâlaşacağı kişi Fâtıma olur; döndüğünde ise hanımların­dan önce ona uğrardı. Hz. Peygamber bu yeni yuvaya çok önem veriyor; İslâm ümmetinin geleceğini bu yuvanın etkileyeceğini bilerek onları yön­lendiriyor, eğitiyordu. Hz. Afi ve Hz. Fâtıma arasında iş bölümünü bizzat kendisi yapmıştı.

Cahiliye geleneğinde ağır işlerde ezilen kadınların aksine Hz. Fâtıma sadece evin iç işlerinden, Hz. Ali de dış işlerinden sorumlu olacaktı.

Müslümanların çektiği sıkıntılar ve savaşlar bu aileyi de etkiliyor, Hz. Fâtıma da diğer müslümanlar gibi yarı aç yarı tok yaşıyordu; Peygamber kızı olmasından dolayı hiçbir ayrıcalığı yoktu. Hz. Ali'nin ekonomik durumu genelde iyi olmamasına rağmen Beytü'l-Mal'den haklarından tazla bir şey almadılar. Hz. Ali ticaret yapıp dünya malı biriktirme yerine Hz. Peygamber'in kâtipliğini yapıyor, İslâm ümmeti için ilim biriküri yordu, Hz. Fâtıma ise avuçları kabarana kadar un öğütüp kendi işini kendi yapıyordu. Bu yuvada katı kurallar yoktu; Hz. Ali ev işlerinde Hz. Fâtıma'ya yardımcı oluyordu. Hz. Fâtıma da Hz. Ali'ye. Fâtıma'nm ev işlerinde çok yıprandığını gören Hz. Ali Peygamberimize gelerek bir hizmetçi verip veremeyeceğini sorduğunda Hz. Peygamber,

"Ya Fâtıma, Allah'tan kork; Rabbînin farzını ifa et; eşinin hizmetine bak. Yatağına girdiğinde otuz üç defa teşbih oku, otuz üç defa hamd et, ve otuz dört defa tekbir getir. Bunların toplamı yüzdür; bunları okuman senin için daha hayırlı olacaktır" diyerek bu isteği geri çevirdi; onlar da razı oldular.

Gerçekte, Fâtıma isteseydi çok lüks bir hayat sürebilir, bir değil birçok hizmetçisi olurdu. Müslümanlar Hz. Peygamber'in biricik kızı razı olsun, iyi bir hayat sürsün diye tüm varlıklarını onun önüne serebilirlerdi. Ama o lüksün yerine çileyi seçti; tıpkı İslâm toplumunun diğer fertleri gibi. Fakirlere kölelere ve zayıflara baktı, zenginlere değil. Hz. Fâtıma annesi Hatîcetü'l-Kübrâ'dan kalan bütün mirası İslâm yolunda Allah için Rasûlullah'a vermiş ve evlendiği zaman sıkıntılarla karşılaştığında da bundan hiçbir pişmanlık duymamıştı.

Hz. Fâtıma ve Ali örnek bir İslâm ailesi oluşturdular. İhtiyaçtan fazlasını elde tutmadıkları gibi ihtiyaçları olduğu halde muhtaçlara verdil­er, kendileri sabrettiler. Bir elbiseleri olurdu genellikle ve onu gece yıkayıp gündüz tekrara giyerlerdi. Hatta bir defasında Hz. Fâtıma babasının yanma üzerinde kısa, başını örtse ayağı, ayağını örtse başını açıkta bırakan bir elbise ile çıkmıştı... Onun kısa yaşantısında gösterişe, giyim kuşama, eşyaya, leziz yemeklere, ayıracak zamanı olmadı. Onun ve peygamberin terbiyesinde yetişen diğer kadınlar gözünde giyim, iffeti koruyacak, tesettürü sağlayacak bir örtüden ibaretti. Hattâ tesettür farz kılındığı zaman üstlerine elbise örtmeye bulamayan kadınlar yatak çarşafları ve perdelerle tesettür emrini yerine getirdiler. Hz. Fâtıma'nın evine normal ziyaretlerini yaptığı bir günde Hz. Peygamber bir köşede nakışlı bir örtü görür, kapıdan geri döner ve ardından Fâtıma'ya şu ikazı yapar: "Bir peygambere zevki çeken şeylerle donatılmış bir eve girmek uygun değildir" Fâtıma o örtüyü derhal kaldıracak bir daha da bu görüntüleri evine sokmayacaktır.

Hz. Fâtıma ve Hz. Ali ailesi cömert bir aile idi. Oruçlu oldukları bir günün akşamı iftar için hazırladıkları bir miktar yiyeceği sofraya koy­muşken kapıya gelen bir yoksula verirler ve suyla iftar edip ertesi gün yine oruç tutarlardı.. O akşam bir yetim, üçüncü akşam bir esir gelir ve her defasında bir parça yiyeceklerini aç oldukları, canları çektiği halde yoksula, yetime ve esire yedirirler, kendileri de sadece su ile üç gün oruç tutarlar. Kur'an-ı Kerim'de İnsan suresinin şu ayetleri bu olay üzerine nazil oldu  İyiler de karışımı kafur olan bir kadehten içerler; bir kaynak ki Allah'ın kulları ondan içerler, (İstedikleri yere de) fışkır­tarak akıtırlar. Adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar. Yoksula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirir­ler. 'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz suratsız, çok katı bir günün azâbın)dan ötürü Rabbimizden korkarız' derler. Allah da onları o günün şerrinden korumuş onlarm yüzlerine parlaklık ve (gönüller­ine) sevinç vermiştir..."

Ayrıca Kur'an-ı Kerîm'deki şu âyetler de Hz. Fâtıma ile ilgilidir: "Ey ehli beyt, Allah ancak sizden her çeşit pisliği gidermeyi ve sizi tertem­iz yapmayı dilemektedir."

[58]

Bir gün sofranın başında oturmuşken Hz. Peygamber ellerini açar: "Ey Rabbim, bunlar benim ehl-i beytimdir. Hayırlılarım, yakınlarım ve has kimselerimdir. Bunlardan senin rızana aykırı olan kötülük, günâh, şek ve şüpheleri, bütün kötülük ve şeytanın kışkırtmalarını giderip onları koru. Kötü alışkanlıklardan ve diğer gizli-açık ayıplardan tam olarak temizle." Hz. Fâtıma ehl-i beytin içinde ayrıca Rasûlullah'a en sevgili olanıydı.

Hz. Fâtıma'ya Hz. Ali de o derece değer verirdi ki dönemin şartlan gereği müslüman erkekler birden fazla kadınla evlenmek durumunda kaldıklarında Hz. Fâtıma da Hz. Ali'nin diğer erkekler gibi başka bir kadınla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, ona eğer evlenmek isterse bu konuda kendisinden yana bir problemin olmayacağını söylemiş, ısrar etmiş, Ali ise Peygamber kızının üzerine herhangi bir kadın almayı ken­disine yakıştıramadığı için buna yanaşmamıştı. Hz. Fâtıma bizzat babası Rasûlullah'a çıkmış ve Ali'nin bir başka kadınla daha evlenmesi gerek­tiğini söylemiş ama Rasûlullah kızının bu isteğini geri çevirmiştir. Hz. Fâtıma İslâm'a yararlı olacağını varsayarak Hz. Ali'den kendi üzerine herhangi bir kadını almasını isteyecek derecede, fedakâr, kendi çıkarını değil ümmetin geleceğini düşünen bir örnek İslâm kadınıydı.

Hz. Ali ile evliliği vefatına kadar süren Hz. Fâtıma'nın, Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adında üçü erkek ikisi kız beş çocuğu oldu. Rasulullah'ın soyu Hasan ve Hüseyin kanalıyla devam etti. Çocuklarının herbirini İslâm ahlâkı ve üstün ilimle yetiştiren Hz. Ali ve Fâtıma kendilerinden sonra İslâm bayrağını dalgalandıracak Hz. Hüseyin ve Zeynep gibi fertler kazandırdılar ümmete.

Çok sevdiği babasının bu dünyadan ayrılma vakti geldiğinde babasının başucunda olduğu halde Rasülullah Hz. Fâtıma'nın kulağına bir şeyler söyler. Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtıma Resulullah'ın kulağına eğilip tekrar bir şeyler söylemesiyle ağlamayı keser ve gülümser. Daha sonra bu olayın nedenini anlatan Fâtıma, Hz. Peygamberdin, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat edeceğini söylediğini ve kendini tutamayarak ağladığını; ancak daha sonra ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşacak kişinin kendisi olduğunu müjdelediğinde gülümsediğini söyler.

 

Hz. Fâtıma Hz. Peygamber'in vefatıyla çok sarsılmış, ancak Rasûl'ün vefat etmeden önce kendisine söylediği şu sözler ona moral vermişti: "Ya Fâtıma, bugünden sonra babana elem yok; ancak peygamber için yaka-yen yırtılmaz, yüze vurulmaz, senden sonra öleyim gibi sözler söylenmez; yalnız babanın İbrahim'e dediği gibi 'gözler yaş dökmede, kalp burkulmada; bu Rabbin gazabı demiyoruz fakat ey İbrahim, senin için mahzunuz biz' diyebilirsin."

Babasının vefatından sonra Fâtıma'nın bir daha yüzünün gülmediği rivayet edilmektedir, vefat ona çok ağır gelir ve acı-içli, edebî mer­siyeler okur Hz. Peygamber'in ardından: "...Varsın dünyanın doğu ve batısında bulunanlar senin vefatını işitince ağlasınlar; neye yarar. Ben senin ayrılığının .verdiği üzüntüyle yüzüme gözyaşlarından resim yaparak geliyorum. Gündüzlerim ise gecemden farksız. Gönlümde kocaman yaralar hâkim ve canım yanıyor, ruhum sızlıyor... " ve mersiyeler devam "edip gidiyor.

Fâtıma babasının  defniyle başından sonuna değin ilgilendi. Hatt cenaze suyu hazırlandığı sırada Rasûlullah'ın elbisesi üzerinde olduğu halde gusledilmesini bizzat o hatırlattı.

Daha sonra da sık sık Peygamber'in kabri başında saatlerce ağlayacak, dua edecek olan Fâtıma, Peygamber'in vefatından önce kendisine verdiği kavuşma müjdesini bekleyecekti. Ancak bu, günlük hayattan, ailevî, İslâmî, ibâdî, analık sorumluluklarından koparamıyordu onu. O yine hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıyordu.

Fâtıma İslâm toplumuna, Peygamber'in öğretisini unutmasınlar diye vaazlar veriyordu. Peygamber'in vefatından sonra Mescid-i Nebevi'de bir hutbe verir ki, bu hutbesi onun hitabetteki gücüne en büyük delildir. Zaten onun anlatım tarzı ve söz söyleyiş stilinin Hz. Peygambere ben­zediği de kaydedilmektedir. Bu hutbede hamd ve salâtü selâmdan sonra İslâmi hükümleri bir bir hatırlatan Fâtıma daha sonra Peygamber'in vefatından İslâm toplumu etkilenmesin, o tekrar eski hallerine dönme yanlışlığına düşmesinler diye uyarıyordu onları:

Siz azlıktınız; dosttan yoksundunuz. O halde tasın dibinde kalan içilip tüketilecek olan bir yudumluk suydunuz. Ateş dolu bir çukurun kenarındaydiniz. Aç kişinin fırsat gözetmeden, müddet beklemeden kapıp yutuvereceği bir lokmaydınız. Yanan ateşten alınmış bir kordunuz. Yabancıların ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz. Çöldeki çukura dolmuş deve sidiği ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş bir içimlik suydunuz. Yediğiniz, ağaçların yaprakları ve tabaklanmış keçi derisinin yağlarıydı. Aşağılık bir hale düşmüştünüz; adamların ayakları altında kalmaktan korkuyordunuz ki, Allah'ın salât ona ve soyuna olsun, Mııhammed'in sayesinde güçlüklerin belasına uğradıktan sonra Arabın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehline tutsak düştükten sonra kurtuldunuz. Allah sizi bu sıkıntılardan kurtardı..."

Hz. Fâtıma hastalanıp yatağa düştüğünde bile İslâmî düzenin korun­ması  için  konuşuyordu.  Kendisini  ziyarete  gelen  bir  kısım  kadına; ömrüme yemin ederim ki bu yaptığınız işler gebedir, bekleyin. Bundan böyle rahatça oturun; tam inançla gitmeyi bekleyip durun. Müjde olsun size; kesip biçen kılıç geliyor, zâlimlerin her yönü kaplayan hükümleri yürüyor. Hakkınızı çarpıp almadalar, toplumunuzu darmadağın etmedeler. Size son pişmanlık gelip çatar, nice olur haliniz o zaman; ki, şimdi görmedikleriniz meydana çıkar.

Hz. Fâtıma ile Hz. Ebû Bekir arasında Hz. Peygamber'den miras kalan Fedek arazisi yüzünden ihtilâf çıktı. Hz. Fâtıma'nın mirasın kendisine verilmesi isteğini Hz. Ebû Bekir, "Biz miras bırakmayız. Bıraktığım sadakadır. Ancak Muhammed'in ailesi bu maldan yer" hadis-i şerifi­ni delil göstererek geri çevirir. Daha sonra Hz. Ömer bu araziyi Hz. Ali'ye verdi; Hz. Osman ise bu hurmalığı Hz. Ali'den alarak Nervan'a bağışladı. Hz.Muaviye ise bu araziyi üçe bölüp bir parçasını Hz. Osman'ın oğluna, bir parçasını Mervan'a diğer parçasını da oğlu Yezid'e vermiş; arazi ancak Ömer b. Abdülaziz döneminde gerçek sahiplerinin eline geçebilmiş ve Hz. Fâtıma'nın torunlarına iade edilmiştir.

Hz. Fâtıma'nın hastalığının iyice arttığı bir dönemde kendisine gelen ziyaretçiler arasında Hz. Ebû Bekir de vardır ve Fedek arazisi yüzünden aralarında hafif bir kırgınlık devam etmektedir. Hz. Fâtıma Ebû Bekir'i kabul eder ve helâlleşirler. Fâtıma misafirlerinden izin alarak temizlen­mek istediğini söyler, onlar ise şaşırır; çünkü Fâtıma her zaman temizdir, "Betül"dür; Kadınların özel halleri onda yoktur. Fâtıma temizlenir, koku­lanır giyinir ve misafirlerine dönerek son vasiyet olarak şöyle der: "Ben şimdi öleceğim. Kimse yıkamasın beni; yıkandım. Kefenlemesinler beni; çünkü temiz elbiselerimi giydim. Ancak vasiyetim şu ki, beni kabrime babam Rasûlüllah gibi gece defnetsinler." Bu sözlerinden sonra temiz örtüsünün üzerine, sağ elini kafasının altına koyarak yanı üzeri yatar ve kıbleye döner. Hz. Ali'ye de, "Ya Ali, benim üzerime kim­senin eli değmeden sen al götür Bakî mezarlığına göm. Ve Hz. Peygamber'in müjdesine kavuşur Fâtıma. Vasiyeti gereği gece Hz. Ali tarafından defnedildi.[59] Cenaze namazı Hz. Ali diğer bir rivayette ise amcası Hz. Abbâs tarafından kıldırılmıştır. Vasiyeti gereği Hz. Ali'nin gecenin karanlığında defnettiği yer konusunda da üç değişik rivayet vardır: Bakî mezarlığındadır; Akil'in evinin avlusundadır; amcası Abbas için ileride yapılacak olan türbenin içindedir.

[60]

 

Hz. Fâtıma Binti Esed

(R.Anha)

 

Fâtima binti Esed, İslâmın başlangıcında Müslüman olmuştur. Ra­sûlüllah efendimiz, İslâmiyeti, önceleri açıktan açığa bildirmedi. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedrici, yani yavaş yavaş bir yol takip ediliyor­du. Üç sene sonra, nihayet İslâmiyeti açıktan bildirme zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resul-i Ekreme vahiy ile bildirildi. Allahû Teâla Şuara suresinin 214. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyur­maktadır:

 

"Ey Rasûlüm, sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını Allahın dinine davet ederek, ahiret azabı ile korkut!"

Rasûlüllah efendimiz, akrabalarını bir araya topladıktan sonra, onlara şu konuşmayı yaptı:

Hamd ancak Allahû Teâlâ'ya mahsustur. O'na hamdederim. Ancak O'ndan yardım isterim. Yalnız O'na inanır, O'na güvenirim. Ben gözüm­le görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm ki; Allahû Teâla'dan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi O'ndan başka ilah olmayan, Allahû Teâlâ'ya iman etmeye davet ediyorum. Ben O'nun bütün insanlara gönderdiği, son Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öle­ceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınız­dan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülük­lerinizin karşılığında ceza göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı Cehennemde kalmaktır. İnsanları ahiret azabıyla korkuttuğum ilk .kimseler, sizlersiniz. Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli,  dünya ve  âhiretiniz  için  faydalı  şeyler  getirdim. Araplar içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay, hafif ve mizanda ağır gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da, "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü erine Muhammeden abdühü ve resulüh" Allahû Teâla'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O'nun kuiu ve Rasûlü olduğuna şehadeî ederim demi­nizdir.

Rasûlüllah efendimiz akrabalarına bu konuşmaları yapınca, birçoğu Müslüman oldu. Hz. Fâtima binti Esed de bunlar arasında idi. Kendisin­den önce veya daha sonra olmak üzere, Zevci Ebû Talib'in dışında, bütün çocukları da İslâmı kabul ettiler. Hatta Resûl-i Ekrem efendimiz, yakın akrabalarına konuşmalar yapıp, "O hâlde, hanginiz bu yolda bana tâbi olup, vezirim ve yardımcım olur?" buyurunca, henüz, 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali hemen ayağa kalkmış, Resul-i Ekrem de ona, "Sen otur" buyurmuştu.

Rasûlüllah efendimiz, bu suallerini üç defa tekrar etmişler, üçünde de hemen cevap Hz. Ali'den gelmişti. Hz. Ali bu suallere söyle cevap ver­mişti:

“Ya Rasulallah! Her ne kadar yaşça en küçük ben isem de, sana ben yardımcı olurum.”

Hz. Ali'nin, daha oniki, onüç yaşlarında iken, Rasûlüllah efendimize, hiç kimseden korkmadan, çekinmeden, bu yolun yolcusuyum, gönül ver­mişlerdenim manasındaki bu sözleri, Resul-i Ekrem efendimizi son derece sevindirdi. İşte Allahü Teâlâ, Hz. Fatıma binti Esed'e böyle salih evlatlar vermişti.

Fatıma binti Esed üstün bir ahlaka sahipti. Güzel ahlakı vardı. Yaşayışı mükemmel, Resul-i Ekrem efendimizin yanında itibarlı bir hanımefendi idi. Peygamberimizin sevgisine kavuşma bahtiyarlığına erişmişti.

Rasûlüllah efendimiz onu methetmişlerdi. Fatıma binti Esed, çocuk­luğundan beri Peygamberimize çok yakınlık göstermiş, Ondan hiçbir yardımı esirgememiştir. Rasûlüllah efendimiz, Ebu Talib'den sonra, kendilerine en fazla yakınlık gösterenin Falıma binti Esed olduğunu buyurmuşlardır. Hz. Fatıma binti Esed, Resuî-i Ekremin bakımında çok titizlik göstermişti. Kendi çocukları dururken, önce Rasûlüllahı doyurur­du. Kendi çocuklarının temizliğinden önce, Onun mübarek başını tarar, mübarek saçlarını gül yağıyla yağlardı. Bu yüzden Resul-i Ekrem efendimiz, onun için, "O benim annemdi" buyurmuşlardı. Bu bildirilen sözün, iki cihanın Efendisinin mübarek ağzından çıkması, Fatıma binti Esed için büyük bir saadet idi.

Zaman akıp gitmiş, Fatıma binti Esed'in ömrü de sona ermişti. Peygamberimiz, gömleğini sırtından çıkararak, Fatuna binti Esed'e kefen yaptırmıştı. Bilahare Peygamber efendimiz, Fatıma binti Esed'e Cennet elbiselerinin giydirilmesi için böyle yaptıklarını söylemişlerdir.

Cenaze namazını da kıldırdıktan sonra buyurdular ki:

Allahû Teâla'nın emriyle, yetmiş bin melek onun cenaze namazını kıldılar.

Cenaze namazı kılınmış, artık defnedilecekti. Rasûlüllah efendimiz bizzat kendileri kabre indiler. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için, kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdular. Kabirden çıkınca göz­leri yaşarmış, gözlerinden akan yaşlar kabre damlamıştı.

Orada bulunan Hz. Ömer ve başkaları, Rasûlüllahın, Fatıma binti Esed'den başka hiçbir kimseye böyle yapmadığını söylemişlerdir. Bun­dan sonra Resul-i Ekrem efendimiz, Fatıma binti Esed için şöyle duâ buyurmuşlardır:

 

“Allahû Teâlâ seni mağfiret etsin, bağışlasın, seni mükâfatlandırsın. Ey annem! Allahû Teâlâ sana rahmet eylesin. Kendin aç iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana giydirir; yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de Allahû Teâlâ'dır. O daima diridir. O ölmez.”

Allahım! Annem Fatıma binti Esed'i affeyle, bağışla. Ona hüccetini bildir. Kabrini genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Al­lahım! Ben Peygamberin ve geçmiş Peygamberlerin hakkı için bu duamı kabul buyur.

[61]

 

Hz. Halime Hatun (R.Anha)

 

Hz. Halime, Ebu Zeyd'in kızıdır. Mekke'nin havası, yeni doğan ço­cuklara yaramıyordu. Sıhhatli ve gürbüz büyümelerine maniydi. Bu sebe­ple çocuklarının sıhhatli yetişmesini isteyen bazı aileler, çocuklarını, Mekke dışında bâdiyelerde yaşayan sütanneye veriyorlardı. Çünkü, ora­ların hem havası güzel, suyu temiz ve tatlıydı, hem de orada yetişen çocuklar Arapçayı daha düzgün bir şekilde konuşuyordu.

Sütanne olacak kadınlar, yılda iki defa Mekke'ye gelirler, küçük çocukları alarak yurtlarına götürürlerdi. Peygamberimizin dünyaya teşrif etmesinden hemen sonra, Benî Sâd kabilesine mensup kadınlar, beyleri ile birlikte Mekke'ye geldiler. Bunlardan biri de Hz. Halime'ydi. Halime hatun şöyle anlatır:

"İçinde bulunduğumuz kuraklık ve kıtlık senesinde, hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Ben kır bir merkebe binmiştim. Yanımızda da yaşlı bir devemiz bulunuyordu. Bu devemiz, bize bir damla bile süt vermiyor­du. Biz Mekke'ye bir rahmet yağmuruna kavuşmayı, darlıktan kur­tulmayı umarak gelmiştik. Bindiğim zayıf merkebin yürüyüşünün ağırlığı, arkadaşların canını sıkacak dereceye varmıştı. Bunun için beni beklemeyip Mekke'ye benden önce vardılar."

Hz. Halime Mekke'ye girdiğinde, kadınların hemen hepsi, emzirecek bir çocuk bulmuş, sevinç içerisinde yurtlarının yolunu tutmuşlardı bile.

Abdülmuttalib de, sevgili torunu Peygamberimizi bir sütanneye vermeyi çok istiyordu. Fakat kadınlardan kime teklif ettiyse, "Yetimdir" diy­erek almaya yanaşmadılar. Hiç kimse bu çocuk hürmetine, berekete kavuşacaklarını hayal bile edemiyorlardı. Rasûlullah'ın dedesi, çaresizlik içerisinde dolaşırken, emzirecek bir çocuk bulamamanın üzüntüsünü kalbinde hisseden Halime ile karşılaştı. Ona sordu:

“Sen hangi kabiledensin? Hz. Halime cevap verdi: Benî Sâd kabilesinden.”

Abdülmuttalib, ona ismini sordu. "Halime" olduğunu öğrenince, gülümsedi ve dedi ki:

“Çok güzel! Sâd ve hilm iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, ahiretin izzet ve şerefi de bunlara bağlıdır. Ey Halime, benim yanımda yetim bir çocuk var. Diğer kadınlar, "Biz götüreceğimiz çocukların babalarından faydalanmayı umuyoruz. Yetimi alıp da ne yapacağız" diyerek onu almak istemediler. Bari sen bunu al. Belki onun yüzünden mutluluğa erersin.”

Halime, biraz ileride buiunan kocasına danışmak için müsaade isteyip, kocasının yanma gitti. Kocasına haber vererek dedi ki:

“Mekke'de bu yetim çocuktan başka emzirileeek çocuk yoktur. O çocuğu almamızı uygun görür müsün? Çünkü ben yurdumuza emzirileeek çocuk almadan, eli boş dönmeyi hoş bulmuyorum. Uygun görürsen, O yetimi alacağım.”

Kocası Haris, onun teklifini kabul ederek dedi ki:

“Almanda bir mahzur yok. Belki Allahû Teâlâ bize onun yüzünden bereket ve bolluk ihsan eder.”

Halime hatun, hiç olmazsa bir çocuk bulabilmiş olmanın sevinciyle Peygamberimizin dedesinin yanına geldi. Çocuğu almak istediğini söyle­di. Abdülmuttalib buna çok sevindi. Onu Hz. Amine'nin yanma götürdü. Hz. Amine, Halime'yi, "Hoş geldin, safa geldin" diyerek karşıladı. Birlikte Rasûlullahm uyuduğu odaya gittiler.

Peygamberimiz sütten daha ak bir yün kundağa sarılmıştı. Altına da yeşil bir kumaş serilmişti. Sırtüstü yatmış, mışıl mışıl uyuyor, etrafa misk gibi kokular yayıyordu.

Hz. Halime, Peygamberimizi görünce, güzelliğine ve sevimliliğine hayran kaldı. Böyle bir çocuğu yanına aldığı için çok sevinçliydi. Peygamberimizi kucağına aldı. Mübarek yavru, sütannesine gülümsedi. Halime de onu öptü. Sevinçliydi. Hz. Amine ise, üzgündü. Yavrusu ancak birkaç gün yanında kalabilmişti. Hasretine nasıl dayanacaktı? Fakat, sevgili oğlunun sıhhatli büyümesi için, buna mecbur olduğunu düşünerek teselli buldu.

Hz. Amine, Halime hatuna dedi ki:

Bana üç gece; "Oğlun Benî Sâd kabilesinden, Ebu Züeyb aİiesi içinde emzirilecektir" denildi.

Bunun üzerine Hz. Halime dedi ki:

“İşte, bu kucağmıdaki çocuğun sütbabasi Ebu Züeyb'dir. O benim kocam olur.”

Bunun üzerine Amine hatunun içi ferahladı. İşittiği şeyler kendisini sevindirdi.

Hz. Halime, Peygamberimiz kucağında olduğu hâlde, kocasının yanı­na geldi. Sonra sağ memesini Peygamberimize, sol memesini de oğluna verdi. Emdiler ve uyudular. Bundan böyle Rasûlullah, hep sağ memeden emecek, sol memeyi hiç almayacaktı.

Hz. Halime'nin önceleri sütü çok azdı. Daha önce kendi oğluna bile yetmiyor, çocuk açlıktan ağlayıp duruyordu. Şimdi her ikisinin de doy­duğunu görünce sevindiler. Hemen sonra, daha önce çok az sütü olan devenin memelerinin de sütle dolduğunu görünce, sevinçleri bir kat daha arttı. Halime'nin kocası dedi ki:

“Ey Halime, bilmiş ol ki, sen mübarek ve uğurlu bir çocuk almışsın.”

Gerçekten de bundan böyle, bu aile ile birlikte Sâdoğulları kabilesi, kuraklıktan, kıtlıktan kurtulup, bolluk ve berekete kavuşacaktı.

Bütün hazırlıklarını tamamlayan Hz. Halime ve kocası, biraz sonra yola çıktilar. Bu arada binek hayvanlarında büyük bir değişikliğin oldu­ğunu gördüler. Gelirken çok gerilerde kalan merkep, sonradan çıktığı hâlde, kafilenin bütün hayvanlarını geride bırakıyordu. Diğer kadınlar bunu görünce, şaşırıp kaidıîar ve dediler ki:

“Ey  Halime,  başına rahmet yağsın!   Yoksa  bu  merkep,  gelirken bindiğin hayvan değil mi? Dur da bizi bekle!” Yorucu bir yolculuktan sonra, kafile yurtlarına vardı.

O yıl Sâdoğulları yurdunda büyük bir kuraklık hâkimdi. Hayvanların yayılıp karınlarını doyurabilecekleri hiçbir otlak yoktu. Bu yüzden, koyunlar sabahleyin ayrıldıkları gibi, akşamleyin aç olarak eve dönüyor­lardı. Hayvanlar iyice cılızlaşmalardı. Fakat Hz. Halime bolluk ve berekete mazhar olmuştu. Diğerlerinden farklı olarak koyunları da akşamleyin eve karınları doymuş; memeleri sütle dolmuş bir şekilde dönüyordu.

Bu durum kabile halkının da dikkatini çekmişti. Çobanlarına çıkışıy­orlardı:

“Yazıklar olsun size! Siz de bizim koyunlarımızı Halime'nin çobanının koyunlarını otlattığı yerde otlatsanıza!”

Halime ve kocası, bu bolluk ve iyiliğe, yetim diye kimsenin almaya yanaşmadığı çocuk yüzünden kavuştuklarını biliyor, şükrediyorlardı. Günler böylece geçti.

Peygamberimiz gün geçtikçe gelişiyor, gürbüzleşiyordu. Onun çocuk­luğu da diğer çocuklara benzemiyordu. Daha sekiz aylıkken konuşuyor, konuşulanı da dinliyordu. Dokuz aylıkken çok düzgün bir şekilde konuş­maya başlamıştı. On aylık olunca ok atmaya başlamış, iki yaşına geldiğinde ise, gösterişli bir çocuk olmuştu.

Peygamberimiz iki yaşında sütten de kesilmişti. Onun sütten kesilme­si, Hz. Halime'yi de, kocasını da derinden üzdü. Onun sebebiyle hayır ve berekete nail oldukları için, bir müddet daha yanlarında kalmasını çok istiyorlardı. Fakat artık, onu yanlarında tutamazlardı. Annesine teslim etmeleri gerekiyordu.

Birgün yanlarına aldılar ve Mekke'ye gittiler. Hz. Amine birden ciğer­paresini karşısında görünce, çok heyecanlandı. Ne kadar da büyümüş, gürbüzleşmişti. Artık bundan sonra, hep beraber olacaklarını düşünerek, seviniyordu. Fakat bu mübarek çocuktan ayrılmak istemeyen Hz. Halime, Peygamberimizin annesine dedi ki:

“Oğulcuğumu büyüyünceye kadar yanımda bıraksan iyi olur. Onun Mekke vebasına tutulmasından korkarım.”

Hz. Amine oğlunun hasta olmasını düşünmek bile istemiyordu. Artık hasretine razıydı. Yeter ki, biricik oğlu hastalanmasındı. Bu düşünce ile Hz. Halime'nin teklifini kabul etti. Böylece Peygamberimiz bir müddet daha Benî Sâd yurdunda kalmak üzere Mekke'den ayrıldı.

Bu arada Halime hatun, Mekke'ye giderken, Sirer Vadisi'nde bazı Habeş hıristiyanlarına rastlamıştı. Hıristiyanlar Halime hatuna, nereye gittiğini sordular. Sonra da Peygamber efendimize dikkatli dikkatli bak­tılar. Peygamber efendimizin iki küreği arasındaki peygamberlik mührüne ve gözlerindeki kırmızılığa baktılar. Sonra da bu kırmızılığın devamlı olup olmadığını sordular. Halime hatun, bu kırmızılığın devamlı olduğunu söyleyince, hıristiyanlar dediler ki:

Biz bunu kralımıza götüreceğiz. Zira bunun bizimle ilgisi vardır. Biz onun hâlini biliyoruz.

Hz. Halime çok korktu ve hemen Peygamberimizi alarak onlardan uza­klaştı.

Peygamberimiz sütannesinin yanında, sütkardeşi Abdullah ile birlikte koyun otlatacak kadar büyümüştü. Birgün yine evin arkasında, yeni doğan kuzuların yanında bulundukları bir sırada, iki kişi geldi. Peygamberimizi yere yatırdı. Sonra da göğsünü açarak kalbini yardılar. Kan pıhtısına benzer birşeyi çıkararak dediler ki:

“Bu, sende bulunan şeytana ait bir şeydi.”

Rasûlullahın sütkardeşi Abdullah, bu iki yabancının, sevgili kardeşine yaptıkları şeyi görünce, çok korktu. Koşarak eve geldi, anne ve babasına seslendi:

“Koşun, Kureyşli kardeşim öldürüldü!”

Onun bu feryadı üzerine, karı-koca, hemen dışarı fırladılar. Resulullahın bulunduğu yere doğru koştular. Peygamberimiz ayakta idi. Yüzü sararmış, fakat gülümsüyordu. Hemen ona sordular:

“Yavrum sana ne oldu?”

Beyaz elbiseli iki kişi gelip, beni yere yatırdı. Sonra da karnımda bilmediğim bir şeyi aradılar.

Hz. Halime ile kocası çok korkmuşlardı. Rasûlüllaha bir zarar gelmesinden endişe ediyorlardı. Kocası Haris, Halime'ye dedi ki:

“Halime, ben bu çocuğun başına bir felaket gelmesinden korkuyorum. Başına birşey geîmeden önce, onu götür ailesine teslim et!”

Halime de hiç vakit geçirmeden, Peygamberimizi alıp, Mekke'ye götürdü. Fakat Mekke'de onu bir ara kaybetti. Buna çok üzüldü. Bütün aramalara rağmen bulamadı. Hemen Abdülmuttalib'e gitti. Üzüntü içerisinde durumu haber verdi. O da birkaç kişi ile birlikte, onu aramaya çıkti. Nihayet Peygamberimiz bulundu.

Hz. Amine, oğlunu tekrar gördüğüne sevinmiş, hemen geri getirilme­sine ise bir mana verememişti. Halime'ye dedi ki:

“Çocuğu niçin getirdin? Onu, yanında tutmak için ısrar edip durmuş­tun.”

Oğulcuğumu Allah büyüttü. Ben sadece, üzerime düşeni yapmış bulunuyorum. Onun başına bir felaket gelmesinden korkuyorum. Sana getirip sağ salim teslim etmek istedim.

Aradan yıllar geçti. Peygamberimizin annesi de, dedesi de vefat etti. Peygamberimiz de artık büyüyüp evlendi. Zaman zaman Hz. Halime'yi görürdü. Sütannesine karşı derin bir sevgi beslerdi. Onu gördükçe, "Anneciğim, anneciğim!" der, saygı gösterirdi. Hemen üzerindeki fazla elbiseyi çıkarır, onun altına serer, bir ihtiyacı varsa, derhal yerine getirir­di.

Birgün Hz. Halime, onu ziyarete gelmişti. Sâdoğulları yurdunda, yine kıtlık olduğunu, hastalıktan hayvanların kırıldığını söyledi. Peygamberimizin ona verebilecek fazla birşeyi yoktu. Fakat Hz. Hadice, Peygamber efendimizin sütannesini boş olarak göndermeye gönlü razı olmadı. Kırk koyunla bir deve verdi.

Hz. Halime, bu ikram karşısında memnuniyetini bildirdi. Sevinç içeri­sinde evine döndü.

Sonraki yıllarda mtislüman olarak sahabîye olma şerefini kazanan Hz. Halime, Cennet-ül-Bakî kabristanına defnedilmiştir. Allah ondan razı olsun![62] Hz. Peygamber, Halime'nin yanında, 6 yaşma kadar kaldı. Bu sırada, annesi Âmine'yi de kaybetmişti. Bahsimizin Halime ile ilgili kısmına gelince: Kaynaklarımız bize bildiriyor ki Hz. Peygamber, sütanne Halime ve yakınlarına, çok itibar etmiştir. Halime'nin her ziyaretinde, onu "annem, annem" diye kucaklar, bizzat kendi giysisini yere serip, sütanneyi onun üstüne oturtmak gibi bir incelik gösterirdi. Halime'nin kendisi yanında kocası Haris, oğlu Abdullah, kızları Huzâfe ve Şeyma, bir adıda Üneys'dir, aynı şekilde sevgi ve iltifat görmüşlerdir. Bunu da ötesinde, ileriki zafer yıllarında, Halime'nin kabilesi, Müslüman askerlerin eline esir düşüp mallan müsadere edildiğinde, onlar, Halime'nin "anneliğin­den" İstifade ile hem serbest kaldılar hem de mallarına kavuştular.

Halime ve kocası Hâris'in oldukça erken bir devirde, Müslaman oldukları anlaşılıyor. Kaynaklara göre Haris, ilk vahyin gelişinden kısa bir süre sonra Mekke'ye geldiğinde, Kureyş putperestleri, onun çevresini sarıp şöyle yalanmışlardı: "Yahu, bu senin süt oğlun neler söylüyor, biliy­or musun? İnsanlar ölümden sonra dirilecekmiş, kötülük edenler, ceza görecekmiş, falan filan... Bu düşüncelerle toplumun düzenini bozdu, bizi birbirimize düşürdü..." Haris, bu konuyu Hz. Peygamber'le konuştu. Dedi ki Hz. Peygamber:

"Evet öyledir ey baba. O diriliş gününde ben senin elini aynen şu andaki gibi tutacağım ve bu günü sana hatırlata­cağım." Bunları dinleyen, Haris, Müslümanlığını ilan etti ve şaşıranlara dedi ki: "Benim süt oğlum bir insanın elini tutunca, götüreceği yer ancak cennet olur. Ve o benî cennete götürecektir."

Halime ve ailesi, sonraki yıllarda kıtlık veya benzeri bir sebeple dar­aldıklarında, Peygamber ailesine başvuracak ve ihtiyaçları giderilecektir. Kaynaklar bize, bu gibi zamanlarda Peygamber eşi Hatice'nin sütanne ailesine kırk, elli koyun, birkaç deve vermek gibi, gerçekten hayranlık uyandıracak cömertlikler gösterdiklerini bildiriyor.

Halime bahsini kapatmadan, bir noktaya daha değinmek isteriz:: Sütanne Halime, Hz. Peygamber'le aynı yaşta olan ve Hz. Peygamber'e azılı  düşmanlıkların  sahibi  olarak bilinen  Ebu  Süfyan  b.   Hâris'e de kısa bir süre süt emzirmiştir. Bir başka dey­imle Ebu Süfyan, Hz. Peygamber'in süt kardeşidir. Bağış, lütuf ve cömertliğin, insanlık tarihinde, en büyük temsilcisi olan Hz. Muhammed'in bu "kardeşlik"e bile önem verdiğini görüyoruz. Yirmi küsur yıllık bir mücadeleden sonra yenik düşenlerden biri olan Ebu Süfyan, Mekke fethi sırasında İslâm Peygamberi'nin affına sığındığında, Hz. Peygamber, kendisine en ağır şekilde saldırıp söven bu adama "kardeşim" diye hitap etmek gibi, akim alamayacağı bir büyüklük göstermiştir. Bu hitap üze­rine, Ebu Süfyan'in yaptığı ise şudur: Kendisinden dinleyelim: "Yemin ederim ki, o sırada bir binit üstünde olan Peygamber'in ayaklarını öptüm..." Manzaranın arka planı düşünüldüğünde insanlık tarihinde, Hz.Muhammed'in insana bakışı, izlediği hayat tarzı, gerçekleştirdiği devrim ve nihayet kaydettiği zafer, eşsiz bir biçimde karşımıza dikilir.

[63]

 

Hz. Safiyye Binti Abdulmuttalib

(R.Anha)

 

Rasûlüllah efendimizin halası olan Hz. Safıyye, oğlu Zübeyr ile birlik­te müslüman oldu. Oğlu Zübeyr ile birlikte hicret etti. Peygamber efendimize eziyet eden, kardeşi Ebu Leheb'e dedi ki:

“Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve Onun dinini yardımsız, hor, hakir bırakmak, sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib'in soyundan bir Peygamberin çıkacağını bildiriyorlar. İşte, o peygamber, budur!”

Böyle söyleyerek Ebu Leheb'i de İslâm'a davet etmiş, fakat o kabul etmemiştir.

Hz. Safıyye'nin annesi Hâle ile Resul-i ekremin annesi Amine Hatun kardeş idiler. Bu suretle, Peygamberimiz ile, hem ana, hem de baba tarafından çok yakın akraba olurlardı.

Hz. Safıyye gazaların çoğuna iştirak etmişti. Gayet cesur idi. Uhud gazasına katılışı şöyle olmuştu: Resul-i Ekrem efendimiz, Uhud savaşma gittikleri zaman, kadınlar da Hz. Hassan bin Sabit'in köşkünde bulunuy­orlardı. Erkek olarak sadece Hassan vardı. O da yaşlı ve zayıf idi. Yahudiler bunu fırsat bilip saldırmak istiyorlardı. İçlerinden birisi köşkün dibine kadar sokulup, olup bitenleri dinlemek istedi. Hz. Safıyye bunu gördü ve bağırdı:

Hassan, şu Yahudinin yanma in, onu öldür! Hz. Hassan dedi ki:

“Ben onunla savaşacak hâlde olsaydım, şimdi herhalde Rasûlullahın yanında olurdum.”

Hz. Hassan, hastalık geçirdiğinden kılıç sallayanıtyordu. Hz. Safiyye bunun üzerine, bir çadır direğini kaptı ve aşağı indi. Yahudinin kaçma­ması için kapıyı yavaş yavaş araladı. Birden çadır direğini Yahudinin başına indirdi. Yahudi, yediği darbe sonucu bir daha kalkamadı ve öldü.

Bundan sonra Safiyye eline bir kılıç alarak Uhud'un yolunu tuttu. Elindeki kılıcı ile önüne gelene saldırıyor, bir yandan da müslümanları harbe teşvik ederek, "Siz naşı! insanlarsınız, Rasûlullahı bırakıp da ner­eye gideceksiniz" diyordu. Peygamber efendimiz onun vaziyetini görünce, oğlu Hz Zübeyr'i çağırdı ve buyurdu ki:

“Annen  Safîyye,  kardeşi   Hamza'nın  cesedini  görmesin.” Çünkü cesedin durumu çok kötü idi. Kardeşinin cesedini böyle görse, herhalde aklını kaçırır.

Hz. Zübeyr de bu emir üzerine annesinin yanına sokularak dedi ki:

“Anneciğim, Rasûlüllah efendimiz senin geri çekilmeni buyuruyor.”

“Nasıl? Geri mi dönecekmişim? Kardeşimin cesedinin nasıl olduğunu biliyorum. Bunun intikamını alacağım. Allahû Teâlâ bilir ki, ben böyle yapılmasından hiç hoşlanmam. Fakat sabredeceğim. Ama bir gün bun­ların karşılığını da göreceğim.”

Hz. Zübeyr, durumu Rasûlüllaha arz etti. Rasûlüllah efendimiz de halasının metanetini duyunca, cesedin yanına gelmesine izin verdi. Cesedin parça parça olduğunu gördü. Kendisine hakim oldu. Yalnız "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciîm" dedi. Ellerini açıp duâ etti ve oradan ayrıldı.

Hz. Safıyye Hendek gazvesinde de Hassan bin Sabit'in köşkünde, içeriyi dinlemek isteyen bir yahudîyi öldürmüştür. Böylece Hz. Safiyye, gerek Uhud'da, gerekse Hendek savaşında birer düşman öldürmesiyle, eshabin takdirine mazhar olmuştur. Hz. Safıyye, Hz. Ömer halife iken, 640 yılında, 73 yaşında iken vefat etti. Bakî kabristanında Mugire bin Şube'nin kabri yanma defnedildi. Hz. Safıyye disiplinli1 bir anneydi. Bazen oğlu Zübeyr'e sert davrandığı olurdu. "Niçin böyle yapıyorsun" diyenlere şöyle cevap vermişti:

Ben onun iyi yetişmesi için böyle yapıyorum. Çünkü o, ileride ordu­ları idare edecektir.

Gerçekten de Hz. Zübeyr büyük bir İslâm fedaisi oldu.

Hz. Safıyye cahiliyye devrinde Haris bin Harb ile evlenmişti. Haris'ten bir oğlu oldu. Haris öldükten sonra Hz. Zübeyr'in babası Avvam bin Hüveyiid ile evlendi. Bundan da üç çocuğu oldu. Bunlar Hz. Zübeyr, Saib ve Abdülkâbe'dir.

Hz. Safiyye, cesaret ve şecaati ile nesillere örnek olacak şeklideydi.

Gayet fasih ve beliğ mersiyeler yazardı. Hz. Safiyye, Arap-edebiyatında, şiir ve mersiye söylemekte çok ileri idi. Hamasî şiirleri de meşhurdu. Bir tanesinde şöyle demiştir:

Benden Kureyş'e haber salın ve deyin ki: "Ne hakla bize tahakküm etmeye kalkarsınız? Bizim büyüklüğümüz sizden eksik mi? Şunu iyi biliyorsunuz ki; bizim eski bir şerefimiz ve önce gelme hakkımız vardır. Bizim için zulüm ateşi yakıhnamıştır. Verdiğimiz sözü bozduğumuzun alameti hiç belirtilmemiştir. Bütün hayır ve fazilet bizdedir."

Babası Abdülmuttalib'in vefatında, Hz. Hamza'nın şehit edildiğinde ve Resul-i Ekrem'in vefatlarında yazdıkları mersiyeler meşhurdur. Rasûllüllah efendimizin vefatındaki mersiyesinde demiştir ki:

Ya Rasûlallah! Sen bizim ümidimizdin,

Sen bize hep iyilik edenimizdin.

Sen, değildin hiç, haksızlık edenlerden,

Sen, Şefkat sahibi ve yol gösterenlerden.

Ve dahî anlatılmayan ilim deryası,

Bugün ağlayanların, senin içindir feryadı.

Senin yoluna hep ecdadım feda olsun!

Malım, canım, bütün varlığım feda olsun!

Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız,

Ne kadar mesrur olurduk kalsaydınız.

Hak Teâla'nm hükmü bu, ya sabır diyoruz,

Bilmem ki ne yapsak, hep figan ediyoruz.

Allahın selamı, sana olsun ya Rasûlallah!

Adn Cennetine girip kalasın ya Rasûlallah!

[64]

 

Hz. Ümm-i Eymen (R.Anha)

 

Peygamber efendimiz, doğmadan önce babasını, altı yaşında da anne­sini kaybetmişti. Hem yetim, hem de öksüz olarak büyüdü. Fakat birçok kadın, bir anne şefkatiyle o yüce Peygamberi bağrına bastı. Ona annesizlik acısını hissettirmemek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.

İşte bu kadınlardan birisi de Ümm-i Eymen'di. Peygamberimizin ehl-i beytten saydığı ve "Annemden sonra annem" diyerek iltifat ettiği bu büyük İslâm kadınının asıl ismi, Bereke binti Salebe idi. Uzun yıllardan beri Abdülmuttaliboğullarının hizmetlerini görüyordu. Peygamber efendimizin babası Abdullah'ın vefatından sonra da, aynı evde kaldı. Artık, hem Peygamberimizin annesi Amine'nin, hem de Peygamberi­mizin yardımcısıydı.

Rasûlüllah efendimiz altı yaşına geldiğinde, Hz. Amine, yanma Ümm-i Eymen'i de alarak Medine'ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabalarını, hem de kocası Abdullah'ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine'de kaldılar. Ümm-i Eymen Medine'deki bir hatırasını şöyle anlatır:

Birgün Yahudi âlimlerinden ikisi yanıma gelerek dediler ki:

“Bize Ahmed'i göster!”

Ben de Rasûlüllah efendimizi dışarı çıkardım. İyice incelediler ve dediler ki;

"Bu çocuk, ahir zaman peygamberi olacaktır. Burası da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır."

Ümm-i Eymen onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu. Sevgili Peygamberimize bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu.

Herhangi bir tehlikeye karşı onu korumak için, Peygamberimizin yanından ayrılmamaya gayret gösteriyordu. Nihayet Mekke'ye hareket günü gelmişti. Ümm-i Eymen buna çok sevindi. Artık Yahudilerin Rasûlullaha bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı.

Bu üç kişilik kafile Medine'den ayrıldılar. Mekke'ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Fakat biraz sonra beklemedikleri birşey oldu. Ebva denilen yerde, Hz. Amine birden­bire rahatsızlandı. Hz. Amine bu hastalıktan kurtulamayıp vefat edeceği­ni anlamıştı.

Başucunda duran Peygamberimizin yüzüne baktı. Bir rüyasını hatırla­yarak şöyle dedi:

“Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen celal ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından, Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere, Peygamberliğin bildirilecektir. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim'in dinini yerleştireceksin. Cenab-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperest­likten koruyacaktır.”

Bundan sonra şu şiiri söyledi:

Her yaşayan ölür, eskir her yeni,

Her yaşlanan elbet, oluyor fani.

Ben de öleceğim, birgün elbette,

Lâkin kalacaktır, adım dillerde.

Çünkü senin gibi, hayırlı evlat,

Bıraktım geriye, ne büyük nimet.

Hz. Amine, Ebva denilen yerde hastalığının artması üzerine, ciğer­paresini Ümm-i Eymen'e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de ruhunu teslim etti. O sırada otuz yaşında bulunuyordu. Peygamberimiz böylece, altı yaşında iken öksüz kalıyordu.

Cenab-ı Hak sevgili Rasûlüne, küçük yaşından beri her türlü acıyı tattırıyor ve onu kemâle erdiriyordu ki, ümmetine tam örnek olabilsin. Ona iman edenler, Peygamberlerinin çektiği sıkıntıyı hatırlayarak teselli bulsunlar, karşılaştıkları musibetlere sabretsinler.

Ümm-i Eymen'in sırtına, artık ağır bir yük yüklenmişti. Ağlamak, hıçkırmak istiyor, fakat Peygamberimizin. üzüleceğini düşünerek vazgeçiyordu. Kendini toparladı. Bundan sonra ona, annesinin yokluğunu hissettirmeyecekti. Bunun için de elinden gelen fedakârlığı göstermeye çalışacaktı. Öz evladıymış gibi mübarek yavruyu bağrına bastı. Sonra ela onu şöyle teselli etti:

Üzülme, ağlama! İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emanet. O, emaneti nasıl vermişse, öyle alır.

Sevgili Peygamberimizin gözü yaşlıydı. Artık hem yetim, hem de öksüz kalmıştı. Babasının yüzünü hiç görmemişti. Bundan sonra annesinin de yüzünü göremeyecekti. Gözyaşları arasında dedi ki:

 

Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür.  O yüzü tekrar göremem  diye üzülüyorum.”

Fakat kendisini toparlamakta gecikmedi. Annesine karşı son vazifesini yerine getirmek istiyordu. Yaşından beklenmeyen bir olgunluk içerisinde dadısına şöyle dedi:

“Haydi! O, emaneti sahibine teslim etti. Biz de onun naaşım toprağa teslim edelim de, rahat etsin.”

Biraz sonra annelerin en şereflisini, en bahtiyarını birlikte defnettiler. Artık Raslûllahı Mekke'ye götürme vazifesi Ümm-i Eymen'e kalmıştı. Peygamberimizi deveye bindirdi. Birlikte yola çıktılar. Beş günlük meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke'ye ulaştılar.

Ümm-i Eymen gözyaşları arasında Peygamberimizi, dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Fakat gerek dedesinin yanında bulunduğu sıralarda, gerekse onun vefatından sonra amcası Ebu Talib'in himayesinde iken, Peygamberimizin hizmetinde bulunmaktan geri dur­madı. Bunu kendisi için büyük bir şeref saydı.

Aradan yıllar geçti. Peygamberimiz, kendisini bir anne şefkatiyle bağrına basan, ancak bir annenin yapabileceği kadar fedakârlık gösteren sevgili dadısını unutmamıştı. Ona her türlü maddî yardımda bulunuyor, bir evladın annesine duyabileceği saygı kadar hürmet gösteriyordu. Bu arada sevgili dadısının bir yuva kurmasını temin etti. Onu Ubeyd bin Zeyd ile evlendirdi. Bu evlilikten Eymen adlı bir oğlu oldu. Ve Ümm-i Eymen diye tanındı.

Peygamber efendimiz Mekkelileri İslâmiyete davete başlayınca, çocukluğundan beri, Onun mühim bir şahsiyet olacağını tahmin eden Ümm-i Eymen, hemen iman etti. Çünkü gerek doğumunda, gerekse doğu­mundan sonra birçok harika hâllerine şahit olmuştu. Bunun için tereddüt­süz iman ederek Resulullahı sevindirdi.

O devirde müslüman olmak, akıl almaz işkenceleri peşinen kabul etmek demekti. Ümm-i Eymen de bu acı işkencelerden hissesini aldı. Fakat imanından zerre kadar taviz vermedi. Çünkü bu yolda ölmeyi büyük bir şeref sayıyordu.

İşkenceler tahammül edilemeyecek bir duruma geldiğinde, önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye hicret etti. Böylece iki hicret sevahı bird­en aldı. Ümm-i Eymen Mekke'de olduğu gibi Medine'de de Resulullahı bir an olsun yalnız bırakmadı. Hizmetinden geri durmadı.

Ümm-i Eymen tevekkül sahibi bir hanımdı. En zor durumlarda bile cenab-ı Haktan ümidini kesmez, Ondan yardım beklerdi. Bu teslim ve tevekkülünün mükâfatını hemen görürdü.

Hicret ederken, Revha yakınlarında gecelemiştî. Çok susamıştı. Yanında bir damla dahî su yoktu. Hiç telaşlanmadı. Çünkü kullarına karşı son derece merhametli olan Rabbinin, gördüğüne ve yardım edeceğine inancı sonsuzdu. Susuz ve bîtap düşmeyeceğinden emindi. Nitekim cenab-ı Hakkın yardımı gelmekte gecikmedi.

Gökten beyaz bir urgana bağlanarak sarkıtılmış bir kova gördü. Cenab-i Hakka hamd ve şükür ederek kalktı, kovanın yanına gitti. İçi tamamiyle, berrak ve buz gibi su ile doluydu. Kana kana içti. Tamamen susuzluğu geçti ve rahatladı.

Bu vakayı nakleden Ümm-i Eymen şöyle der: "Artık bundan sonra bir daha hiç susamadım."

Ümm-i Eymen çok cesur idi. Bazı savaşlara katılmıştı. Hatta birkaç kadınla birlikte Uhud'da yaralıları tedavi etti. Mücahidlere su dağıttı.

Ümm-i Eymen, Peygamberimizi çok severdi. Hayatını Peygamberi­mize feda edebilecek bir imana sahipti. Resulullahı devamlı sevinçli görmek ister, onun üzülmesine hiç tahammül edemezdi. Resulullahla bir­likte sevinir, onunla birlikte üzülürdü.

Birgün Peygamberimiz hasta bir çocuğu kucağına almıştı. Çocuk has­talığın tesiriyle inliyordu. Peygamberimiz şefkatinden ağladı. Rasûlüllahın ağladığını gören Ümm-i Eymen de ağlamaya başladı. Peygamber efendimiz niçin ağladıklarını sordular. Ümm-i Eymen de, Ona olan sevgisini şöyle ifade etti:

“Rasûlullah efendimiz ağlarken, ben nasıl olur da ağlamam?”

Ümm-i Eymen, oğlu Eymen'in Huneyn gazvesinde şehit olması üzer­ine çok sabır gösterdi. Şehit annesi olmaktan büyük bir memnuniyet duydu. Bunun gibi her türlü sıkıntılara büyük bir tevekkülle sabretti.

Ümm-i Eymen, kocası Ubeyd bin Zeyd ile mesut bir hayat yaşıyordu. Kocası Ubeyd'in vefatından sonra, Peygamber efendimiz, kendisine annelik yapan, imanı uğrunda her türlü yokluk, çile ve ızdıraplara göğüs geren, hatta bunun için işkencelere maruz kalan fedakâr dadısını tek başı­na bırakmadı. Birgün eshabına hitaben buyurdu ki:

 

“Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen Ümm-i Eymen'le evlensin.”

Böylece onun Cennetlik bir kadın olduğuna işaret ediyordu. Ümm-i Eymen Resulullahın kendisi hakkında bu sözünü duyunca, sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Öyle ya! Bir müslüman için, bundan daha büyük bir saadet düşünülebilir miydi?

Resulullahın davetine ilk icabet eden, evlatlığı Zeyd bin Harise oldu. Hz. Zeyd, genç bir sahabîydi. Ümm-i Eymen gibi yaşlı bir kadın ile evlen­meye, sırf Allanın Resulünü memnun edebilmek için talip olmuştu. Peygamberimizin, rızasını dünyevî lezzete tercih etti. Bundan sonra Resulullah efendimiz bu büyük sahabîsi ile dadısını nikahladı.

Babası gibi büyük bir sahabî olan, İslâm kumandanlarından Üsâme bin Zeyd, bu evlilikten dünyaya geidi. Ümmi Eymen'in, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bazan latifede bulunarak onun gönlünü alırdı. Fakat Peygamber efendimiz latife yaparken bile doğru söyler, hakikati ifade buyururdu. Muhatabını incitmeden sevindirir, neşelendirirdi.

Ümm-i Eymen bir defasında Rasûlüllahın huzuruna girerek, "Bana bir binek temin ediniz" diye ricada bulundu. Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

“Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim.”

Ümm-i Eymen Resulullahın nüktesini anlamadı. Bu sebeple dedi ki:

“Ey Alahın Resulü, yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki...”

Peygamberimiz sözünü tekrarlayarak buyurdu ki:

 

“Seni, ancak dişi bir devenin yavrusuna bindireceğim.”

Böylece yüce Peygamberimiz şaka yaparken dahî hakikati beyan ediy­ordu. Her deve, dişi bir deveden doğması sebebiyle dişi devenin yavrusu değil miydi?

Ümm-i Eymen Peygamberimizin vefatında, yanında bulundu. Gözyaşlarını tutamıyordu. Kendisine dediler ki:

“Niçin bu kadar ağlıyorsun?”

“Ben Rasûlullahtan ayrılacağımızı biliyordum. Bunun için ağlamıyo­rum. Ben vahyin kesilmesine ağlıyorum.”

Bu büyük İslâm kadınına Peygamberimizden sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de layık olduğu hürmeti gösterdiler. Çünkü, Rasûlüllahın değer verdiği kimseler, sahabelerin yanında da kıymetliydi. Bu sebeple zaman zaman ziyaretine giderler, varsa ihtiyaçlarını görürlerdi. O da dua ederdi.

Yaşı bir hayli ilerleyen Ümm-i Eymen Hz. Osman'ın halifeliğinin ilk yıllarında vefat etti.

[65]

 

Hz. Ümm-i Hani

(R.Anha)

 

Peygamber efendimiz hicretten bir yıl önce Tâif'e gidip, Tâif halkına bir ay nasihat edip, onları îman etmeye davet etmişti. Tâif halkından hiç kimsenin îman etmemesi ve işkence yapmaları üzerine Mekke'ye dön­müştü.

Çok üzgündü ve her taraf düşman doluydu. Bir gece Mekke'de üram-i Hânî'nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îman etmemişti. Peygamber efendimiz kapısını çaldı. İçeriden Ümm-i Hânî'nin sesi duyuldu:

“Kimdir o?”

“Amcanın oğlu Muhammed'im, kabul edersen, misafir geldim.”

“Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misafire can feda olsun. Yalnız, teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz bîr şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok.”

“Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir.”

Ümm-i Hânî, Rasûlüllahı içeri alıp, bir hasır, bir leğen, ibrik verdi. Gelen misafire ikram etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev sahibi için büyük yüzkarası olurdu.

Umm-i Hânî düşündü ki; "Amcasının oğlunun Mekke'de düşmanları çok, hatta öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim" dedi. Babasının kılıcını alıp, evin etrafında dolaşmaya başladı.

Rasûlüllah efendimiz, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, yalvarmaya, af dilemeye, kulların îmana gelmesi, saadete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülüydü. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

Sonra Cebrail aleyhisselâm gelip, ayağının altından öperek uyandırdı. Bundan sonra Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem uyanıkken ruh ve bedeniyle Mîrâca çıkarıldı.

Ertesi sabah Peygamber efendimiz Ümm-i Hânî'ye, gece Mîrâca çık­tığını anlattı. Ümm-i Hânı dedi ki:

“Ey amcamın oğlu! Sakın bunu Kureyşlüere söyleme! Onlar seni yalanlarlar ve seni üzerler.”

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

“Vallahi ben bunu onlara söyleyeceğim.”

Ümm-i Hânî, kocası Hübeyre bin Ebî Vehb'in müşrik olması sebe­biyle, hicret sırasında îman etmemiş olarak Mekke'de kalmıştı. Bu durum Mekke'nin fethine kadar devam etti. Mekke'nin fethedildiği gün, kocası Necrân'a kaçtı.

Ümm-i Hânî ise Kureyş kadınlarından on kişilik bir grupla Peygamberimizin yanma gelip, Müslüman oldu. Vefat tarihi kesin olarak bilinmemekte olup, Hz. Ali'den sonra vefat ettiği rivayet edilmiştir.

Ebû Tâlib'in kızı ve Hz. Ali'nin kizkardeşi olan Ümm-i Hânî'nin asıl adı Fakite idi.

[66]

 

Hz. Umm-i Hiram (R.Anha)

 

Ümm-i Hiram, Enes bin Malik'in teyzesidir. Rasülüllahın da teyzeleri tarafından akrabasıdır. Cahiliyye devrinde Amr bin Kays ile evlendi. îman ile şereflenip, müslüman oldu. Kocası iman etmeyince, ayrıldılar. Ondan Kays ve Abdullah adında iki oğlu oldu. Müslüman olduktan sonra, ensarm büyüklerinden Ubade bin Samit ile evlendi. Bundan da Muhammed adında bir oğlu oldu.

Ümm-i Hiram'in Medine-i Münevveredeki evini, Rasûlüllah efendimiz sık sık ziyaret ederdi. Ümm-i Hiram da bundan çok memnun olur ve çok ikramda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi.

Yine Rasûlüllah efendimiz evine teşrif etmiş ve istirahat için evinde uyumuştu. Bir müddet sonra Peygamber efendimiz gülümseyerek uyandılar. Bunun üzerine Ümm-i Hiram sordu:

“Ya Rasûlallah! Niçin güldünüz?”

 

“Ey Ümm-i Hiram! Ümmetimden bir kısmını gemilere binmiş hâlde, kâfirlerle gazaya giderlerken gördüm.”

“Ya Rasûlallah! Dua et, ben de onlardan olayım!”

Peygamberimiz de onun bu arzusunu geri çevirmeyip, kabul etti ve şöyle duâ buyurdular:

 

“Ya Rabbi! Bunu da onlardan eyle!”

Rasûlüllah efendimiz tekrar uyuyup, yine gülümseyerek uyandılar.

Tekrar gülme sebebini sorunca, buyurdular ki:

 

“Bu defa da, ümmetimden bir kısmının, padişahların tahtlarına kurul­dukları gibi debdebeli bir kalabalık hâlinde gazaya gittiklerini gördüm.”

Ümm-i Hiram bu sefer de dedi ki:

“Ya Resulallah! Duâ et, ben de bir gazi olarak onların arasında bulu­nayım.”

Bu sefer Peygamberimiz buyurdu ki:

 

“Hayır, sen öncekilerdensin.”

Böylece onun deniz seferinde bulunacağım önceden haber vermiş oldu. Ümm-i Hiram, Rasûlüllah efendimizin vefatından sonra, kocası Ubade bin Samit Şam'a gönderilen ilmî heyet içinde olduğundan, Humus'a yerleştiler.

Halife Hz. Osman'ın izniyle, 647 yılında Hz. Muaviye, Kıbrıs adasın­daki insanların da saadete kavuşmaları, cehennemden kurtulmaları için bir deniz seferi düzenledi. Bu sefer, mü si umanların ilk deniz savaşıydı. Bu sefere gönüllü seçilen kimseler arasında Ashab-ı Kiram'ın ileri gelen­leri de vardı. Bunlar arasında Hz. Ebu Zer, Hz. Ebüdderda, Hz. Ubade bin Samit ve hanımı Ümm-i Hiram da vardı.

Hz. Muaviye, bu orduya Hz. Abdullah İbni Kays'ı kumandan tayin etti. Deniz yoluyla yolculuk başladı. Hz. Ümm-i Hiram, seksenaltı yaşında olmasına rağmen, bu zahmetli yolculuğa katlanıyor, oradaki insanlara İslâmiyeti bildireceklerini, onların da kurtuluşa, saadete kavuşacaklarını düşünerek, teselli buluyordu.

İslâmiyeti yaymak uğrunda şehit olmak, Ümm-i Hiram'm en büyük arzusuydu. Çünkü şehitler hakkında Peygamber efendimiz buyurmuştu ki:

 

"Şehitleri yıkamayınız! Çünkü kıyamet gününde her yere miskü anber gibi koku saçacaklardır."

 

"Şehidin kul borcundan başka bütün günahlarını Allahü teâlâ affeder."

Şehitler cennetteki nimetleri görünce, "Keşke, Allahm bize neler ikram ettiğini, kardeşlerimiz de bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup düşmandan yüz çevirmeselerdi" derler."

Bu müjdelerin yanında birkaç günlük zahmetin hiç kıymeti olmadığım, en iyi Peygamberimizin arkadaşları biliyordu. Çektikleri eziyet ve sıkın­tılar, bunu çok güzel anlatıyordu. Ümm-i Hiram da, bu arzu ve istekle, yaşının çok ileri olmasına rağmen ordunun içindeydi.

Mısır'dan gelen İslâm askerleri de, kendileriyle birleşince, Kıbrıs Rumlarına, müslüman olmalarım, yoksa cizye vermelerini, bunu da kabul etmezlerse savaş yapacaklarını bildirdiler. Kıbrıslılar teslim olmayacak­larını bildirince, şiddetli çarpışma oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul'a kaçtı.

Hz. Ümm-i Hiram, çok yaşlı olmasına rağmen, yerinde duramıyor, bîr an önce neticeye varmak istiyordu. Genç askerler, Hz. Ümm-i Hiram'ın bu hâline şaşıyorlar, ona bakarak gayrete geliyorlardı. Rumların donan­ması kaçınca, savaş sahilde devam etmeye başladı. İslâm askerleri, bir çıkarma hereketiyle iç kısımlara daldılar. Askerlerle çıkarmaya katılan Hz. Ümm-i Hiram, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek, çok özlediği şehitliğe kavuştu. İslâm askerlerinin karşısında tutunamayan Rumlar eman dilediler. Barış teklif edip, cizye vermeyi kabul ettiler.

Hz. Ümm-i Hiram'ın kabri Kıbrıs'ta Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs adasını 1570 senesinde fethedince, kabri­ni imar ettiler. Hala Sultan deyip, kabri üzerine türbe, yanma tekke ve cami yaptırdılar. Böylece Ümm-i Hiram Rasûlullahın haber verdiği gibi, deniz yoluyla sefere katılıp şehit olmuştu. Ümm-i Hiram âlemlere rahmet olarak yaratılan, iki cihan sultanı Peygamber efendimizin akrabası, eshab-ı kiramdan ve şehit olması gibi pek çok üstünlükler sahibidir. Fazilet ve kemâli çoktur. Rasûlüllah efendimize hizmet edip, hürmet gördü.

Kabrinden dahi yüzyıllardır feyz ve bereket saçmaktadır. Osmanlılar zamanında ve sonrasında, gemiler, Hala Sultan türbesi istikametinden geçerken, toplarını çevirirler ve mübarek makamı ziyaret maksadı ile selamlarlardı.

Umm-i Hiram'ın tam ismi bilinmemektedir. Babası Milhan bin Halid, annesi Mülkiyye binti Malik'tir. Hazrec kabilesinin Benî Neccar koluna mensuptur.

[67]

 

Hz. Ümm-i Şerik

(R.Anha)

 

Devs'de müslüman olan Ümm-i Şerik, kendisiyle birlikte hicret ede­cek bir arkadaş bulamamıştı. Medine'ye giden bir Yahudi ailesine katildi. Yolculuk esnasında suyu tükendi. Yahudi ailenin yanında su vardı. Fakat Yahudi, Ümm-i Şerik'e, dininden dönmedikçe su vermeyeceğini söyledi. Hanımını da, "Ona su verirsen fena yaparım" diye tehdit etti.

Hava çok sıcaktı. Güneş âdeta kavuruyordu. Bu şartlarda susuz olarak yolculuk yapmak, Ümm-i Şerik'i iyice halsiz düşürmüştü. Zorlukla yürüyor, zorlukla konuşabiliyordu. Bu durum Yahudi'yi ümitlendiriyor, Ümm-i Şerik'in biraz sonra dininden döneceğini zannediyordu.

Fakat Ümm-i Şerik imanın tadını almıştı bir kere. Dünyayı ahirete hiçbir zaman tercih etmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahipti. Cenab-ı Hakkın mutlaka bir yerden yardım göndereceğine de inancı sonsuzdu.

Nitekim geceleyin Allaha olan teslimiyetinin peşin mükâfatını gördü. Herkesin uyuduğu bir sırada, göğsünün üzerine bir miktar suyun kon­duğunu hissetti. Aldı ve içti. Suya kanmıştı. Biraz sonra yol arkadaşlarını uyandırmak için seslendi. Yahudi onun sesini işitince dedi ki:

“Ben su içmiş birinin sesini duyuyorum.”

Yahudi şaşırmıştı. Hanımını sıkıştırdı. Kızdı, bağırdı. Ümm-i Şerik, suyu hanımının vermediğini söyledi. Cenabı Hakkın lütfuna mazhar olduğunu bildirdi. Yahudi, inanmıştı. Gördüğü bu keramet karşısında kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.

Böylece Ümm-i Şerik, hem dininde sebat etmiş, hem de kendisini Yahudi olmaya zorlayan birinin müslüman olmasına sebep olmuştu. Ayrıca Cenab-ı Hakkın ihsanını kazanmıştı.

Ümm-i Şerik'in bir yağ tulumu vardı. Onunla Rasûlullah efendimize yağ hediye ederdi. Birgün çocukları ondan yağ istediler. Ümm-i Şerik başka yağı olmadığı için kalkıp tuluma baktı. Tulumdan yağ damlıyordu. Onlara bîr miktar yağ çıkardı. Çocuklar bu yağdan bir müddet yediler.

Bir müddet sonra bir daha yağ istediler. Bu sefer tulumu ters çevirip boşalttı. Böyiece yağ bitti. Ümm-i Şerik durumu Rasûlullah efendimize arz etti. Rasûlullah efendimiz ona buyurdu ki:

 

“Yağı boşalttın mı? Şayet ters çevirip boşaltmasaydın uzun zaman sana yetecekti.”

Ümm-i Şerik, bu yağ tutumunu isteyenlere emanet olarak da verirdi. İçinde yağ yokken bir gün tulumu şişirip-kuruması için asmıştı. Daha sonra baktığında tulumun içinin yağla dolu olduğunu görmüştü. Allahû Teâla'nın bu ikramından dolayı ham d etmişti.

Rasulüllaha iman etmiş ve bu uğurda birçok sıkıntıya katlanmış bahti­yar kadınlardan biri olan Ümm-i Şerik'in asıl adı Gaziyye idi. Devsoğullarındandır. Bütün sıkıntılara rağmen inancında sebat eden, Allaha teslimiyet ve tevekkülden ayrılmayan bu mübarek kadın, birkaç defa cenab-i Hakkın lütuf ve ikramına nail olmuştu. Hayatı hakkında başka bir bilgi kaynaklarda geçmemektedir.

[68]

 

Hz. Ümm-i Ümare Nesibe Hatun (R.Anha)

 

Ümm-i Ümare, Uhud gazasına, kocası Zeyd bin Asım, oğulları Habib ve Abdullah ile birlikte katılarak, şecaat ve kahramanlıklar gösterdi. Gazilere su dağıtmak ve yaralarını sarmak vazifesiyle katıldığı savaşın en şiddetli bir anında, Rasûlullah efendimize saldıran bir müşriki atından aşağı düşürüp öldürdü.

Ok, kılıç ve kalkan kullanarak düşmana saldırırken kendisi de birkaç yerinden yaralandı. Yaralı haliyle kocasını ve oğullarını savaşa teşvik etti. Düşman, Rasûlullah efendimize hangi istikametten saldırırsa, hemen kocası ve oğullarıyla oradan müdafaa ederlerdi.

Ümm-i Ümare derki: "Gündüzün başlangıcında Uhud'a vardım. Halk ne yapıyor bir bakayım dedim. Yanımda bir kırba ve içinde su vardı. Rasûlullah (sav)'ın yanına kadar gittim. Kendisi, o sırada Ashabı arasın­da bulunuyordu. Bu zamanda müslümanlar savaş üstünlüğünü devaır ettiriyorlardı.

Müslümanlar dağılmaya başlayınca, Rasûlüllahın yanına vardım. Çarpışmaya koyuldum. Kılıçla, okla müşrikleri Rasûlullahtan uzaklaştır­maya çalıştım. Bu arada da yaralandım. Rasûlüllahın yanında on kişi kalmamıştı. Ben, oğullarım ve kocam, Rasûlüllahın önünde çarpışıyor, müşrikleri ondan uzaklaştırıyorduk.

Bir ara Rasûlullah efendimiz, benim yanımda kalkan bulunmadığını gördü. Yanında kalkan bulunanlardan birisine buyurdu ki:

 

“Ey kalkan sahibi, kalkanını çarpışana bırak!”

O kimse kalkanını Rasulüllaha verdi. Ben de Rasûlullah efendimizden alıp, onunla korundum.

Bize ne yaptılarsa, müşrik süvarileri yaptılar. Atlı bir adam gelip, bana vurdu. Kalkanımla korundum. Ben de onun atının ayaklarına kılıç çaldım. At arkaüstü yıkılınca, Peygamber efendimiz oğlum Abdullah'a şöyle buyurdu:

“Ey Ümm-i Ümare'nin oğlu! Annene, annene yardım et!" Ümm-i Ümare'nin oğlu Abdullahİbni Zeyd anlatır:

Uhud günü sol kolumdan yaralanmıştım. Beni, hurma ağacı gibi upuzun bir adam vurmuştu. Rasûlüllah efendimiz; "Yaranı sar" buyurdu. Anam yanıma geldi. Yaraları sarmak için yanında bulunan hazır bezlerle yaramı sardı.

Bu sırada Resulullah efendimiz bana bakıyordu. Annem, yaramı sardıktan sonra, bana dedi ki:

“Kalk yavrucuğum! Müşriklerle çarpış!” Resulullah efendimiz de buyurdular ki:

 

“Ey Ümm-i Ümare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes katlanabilir, dayanabilir mi?”

Beni yaralayan müşrik o sırada oradan geçiyordu. Resulullah efendimiz tekrar buyurdular ki:

 

“İşte, oğluna vuran adam!”

Annem, hemen onun önüne geçip, bacağına vurup çökertti. Bunun üzerine, Rasûlüllahın, mübarek dişleri görünecek kadar gülümsediğini gördüm. Sonra buyurdu ki:

 

"Allaha hamd olsun ki, seni düşmanına muzaffer kılıp, gözünü aydın etti. Öcünü almayı sana gözünle gösterdi."

Peygamber efendimiz, Uhud savaşında Ümm-i Ümare'nin oğlu Abdullah'a buyurdu ki:

 

“Ey Ümm-i Ümare'nin oğlu!”

Hz. Abdullah, "Buyur ya Rasûlallah" deyince, ona, taş atmasını buyurdu.

Hz. Abdullah, önünde gitmekte olan atlı müşrike bir taş attı. Taş, atın gözüne değince, at ürktü ve at da, atlı da yere yıkıldı. Hz. Abdullah taşa tutup, o müşriki yaraladı. Ümm-i Ümare, Uhud'da oğlu yaralanınca, oğlu­nun yarasını ve diğer sahabilerin yaralarını sarıyor, susuz olanlara su dağıtıyordu. Daha sonra, eline bir kılıç alarak çarpışmaya başladı.

İbni Kamia kâfiri, Rasûlüllahı öldürmeye yemin etmişti. Rasûlüllahı gördü. Rasûlüllaha hücum edince, Ümm-i Ümare atının önüne geçti. Atını durdurup İbni Kamia'ya saldırdı. O müşrikin üzerinde zırh olduğu için darbeleri pek tesir etmedi. Zırh olmasaydı, o da öldürülen diğer müşrik­lerin yanma gidecekti.

Sonunda o müşrikin şiddetli bir hücumu ile boynundan ağır yaralandı. Rasulullah efendimiz onun için buyurmuştur ki:

 

“Uhud günü ne tarafıma baktıysam, hep Ümm-i Ümare, hep Ümm-i Ümare'yi gördüm.”

Nesibe Hatun, bu savaşta oniki-onüç yerinden yaralanmıştı. Bunlardan en ağırı, İbni Kamia'nın, boynunda açtığı yaraydı. Resulullah efendimiz, oğlu Abdullah'a bu yarayı sarmasını emrettiler. Sonra buyurdular ki:

 

“Ev halkınızı Allahû Teâlâ mübarek kılsın. Senin annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allahû Teâlâ sizin ev halkınıza rahmet etsin!”

Bir sene tedavi gördükten sonra bu yara iyileşti.

Müseylemet-ül Kezzab, yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkın­ca, Ümm-i Ümare'nin oğlu Habib, Amman'dan Medine'ye gelirken esir düştü. Müseyleme, kendisinin peygamberliğini kabul etmesini istedi. Habib onu tasdik etmeyince, tek tek uzuvları kesilerek şehit edildi.

Bunu işiten Ümm-i Ümare Müseyleme'nin ölümünü göstermesi için Allahû teâlâya duâ etti. Yaşı altmışın üzerinde olmasına rağmen, oğlu Abdullah'la beraber Yemame savaşına iştirak etti. Savaşın şiddetli bir anında, müslümanların dağılmaya başlamaları üzerine, kılıcını çekerek düşmana hücum etti. Oniki yerinden yara aldı. Müseyleme'yi de yaraladı.

Ümm-i Ümare'nin oğlu Abdullah'ın da bulunduğu, bir grup müslümanm önünden atla kaçmaya çalışan Müseylemet-ül Kezzab, Hz. Vahşi tarafından mızrakla vurularak öldürüldü.

Ümm-i Ümare bu savaşta kolunun birini kaybetti. İslâm ordusunun kumandanı Halid bin Velid, kendisiyle yakından alâkadar oldu. Yaralarını sardırdı. Böylece Müseyleme'nin ölüşünü görmüş oldu.

Bir gün Nesibe Hatun, Peygamberimize dedi ki:

“Ya Rasûlallah, Allahû Teâlâ'ya duâ et de cennette sana komşu olalım.” Peygamber efendimiz de,

"Allahım! Bunları, cennette bana komşu ve arkadaş et" diye duâ etti. Bunun üzerine Ümm-i Ümare dedi ki:

“Bu bana kâfidir. Anık dünyada ne musibet gelirse gelsin, hiç ehem­miyeti yok.”

Birgün Rasûlüllah efendimiz Ümm-i Ümare'nin evine teşrif ettiler. Ümm-i Ümare de yemek ikram etti. Rasûlullah efendimiz "Sen de ye" buyurdular. O da oruçlu olduğunu arz etti. Bunun üzerine Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“Bir oruçlunun yanında yemek yenildiği zaman, sofra kalkıncaya kadar, melekler oruçluya duâ ederler.”

Hz. Ebu Bekir de hilafeti zamanında, kendisini evinde ziyaret eder, hâlini, hatırını sorardı. Hz. Ömer zamanında, bir savaşta elde edilen ganimetler içinde kıymetli kumaşlar da vardı. Bunların en kıymetlisi olan altın sırmalı bir elbise, Hz. Ömer'e isabet etti. Herkes gelinine veya hanımı Hz. Ali'nin kızı Ümm-i Gülsüm'e verecek diye beklerken, Hz. Ömer, "Bu elbiseye Ümm-i Ümare herkesten daha layıktır" buyurdu ve arkasından ilave etti:

Resulullah efendimizin, "Savaşta ne tarafa baktımsa, hep Ümm-i Ümare, hep Ümm-i Ümare'yi gördüm" buyurduğunu işittim.

Bunları söyledikten sonra elbiseyi Ümm-i Ümare'ye gönderdi. Ümm-i Ümare Uhud'dan başka, Hudeybiye, Hayber Umret-ül kaza, Huneyn ve Yemame gazalarına da katıldı. Bey'at-i Rıdvan'da hazır bulunmakla şereflendiler. Oğulları Habib ve Abdullah da, Peygamber efendimizin bütün gazalarına iştirak ettiler.

Ümm-i Ümare, en sarın Hazrec kabilesinden olup, Medine'nin ileri ,gelen ailelerindendir. Mazin bin Neccar'in evladındandır. Annesi, Rebab binti Abdullah'tır. Tahminen miladî 573 yılında doğdu. İkinci Akabe bey'atında bulunarak, zevciyle birlikte müsİüman olmakla şereflendi.

Akabe'de, kocası Zeyd biat ettikten sonra, Peygamberimize gelerek dedi ki:

“Ya Rasûlallah! Ümm-i Ümare ve Ümm-i Müney adlı iki kadın da biz­imle birlikte bey'at için gelmişlerdir.”

Bunun üzerine Rasûlullah efendimiz,

"Hangi şartlarda sizden bey'at aldımsa, onlardan da aynı şartlarda bey'at aldım. Ellerini tutup musafaha zarureti yoktur" buyurdular ve kadınların elini tutmadılar.

Ümm-i Ümare'nin ilk kocası ensardan Zeyd bin Asım'dır. Zeyd'den Abdullah ve Habib isminde iki oğlu vardı. Her iki oğlu da Bedir savaşma katıldı. Diğer gazaların hepsine birlikte iştirak ettiler.

Hz. Zeyd'in vefatından sonra Ümm-i Ümare, Guzeyye İbni Amr'la evlendi. Bu zattan da oğlu Temim ve kızı Havle dünyaya geldi. Ümm-i Ümare'nin ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Ancak Medine'de vefat etmiş ve Bakî kabristanına defnedilmiştir.

Ümm-i Ümare'den, Abbad ibni Temim, Haris İbni Abdullah ibni Kâb, İkrime ve Leyla hadis rivayet etmişlerdir.

[69]

 

Hz. Hatice

(R.Anha)

 

Hz. Hatice, Hz. Muhammed (sav)'in temiz, iffetli ve yüce ahlâk sahibi olan hanımlarının ilki.

O, Arapların en asil kavmi olan Kureyş kavminden ve Kureyş kavminin de, en asil, pak ailelerinden idi. Babası Huveylid, annesi Fâtıma'dır.

[70]

Hz. Hatice'nin baba tarafından soyu Kusay'da Peygamberimizin baba tarafından soyu ile birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de bileşmektedir.

[71]

Hz. Hatice, ticaretle uğraşan zengin, haysiyetli, şerefli bir kadındı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam'a ticaret kervanları düzenlerdi. Hz. Muhammed (sav)'in doğru sözlü, güzel ahlâklı ve son derece kendisine güvenilen bir insan olduğunu öğrenince, O'na ticaret ortaklığı önerdi. Hz. Muhammed (sav) Hz. Hatice'nin bu teklifini kabul etti. Hz. Hatice O'nun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam'a gönderdi. Aynı zamanda kölesi Meysere'yi de O'nunla beraber gönderdi. Meysere, yolculuk sırasında Hz. Muhammed (sav)'de harikulade hallere şahid oldu. Gittikleri yerde, Peygamberimiz (sav) satacaklarını sattı ve alacaklarını da aldı. Ondan sonra geri döndüler. Hz. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hz. Peygamber (sav) hakkında Meysere'yi de dinleyince, O'na olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. O'na anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Hz. Muhammed (sav)'e evlenme teklifinde bulundu.

[72]

Hz. Peygamber (sav) durumu amcası Ebu Talib'e anlattı. Ebu Talib Hz. Hatice'yi Hz. Muhammed (sav) için istedi. İki aile anlaşti. Düğünleri o zamanın örf ve adetlerine göre, Hz. Hatice'nin evinde yapıldı. Düğünde Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin amcası Amr b. Esed birer konuşma yaptılar. İkisi de konuşmalarmda hikmetli ifadelerde bulundular ve evlenecekler hakkında güzel şeyler söylediler. Ondan sonra misafirlere ikram yapıldı, yemekler yenildi. EbûTalib nikâhlarını kıydı. Mehir olarak 500 dirhem altın tesbit edildi.

[73]

O zaman, rivayetlerin ekseriyetine göre, Hz. Muhammed (sav) 25 ve Hz. Hatice 40 yaşında idiler. Aralarında 15 yaş fark vardı.[74] Bazı rivayetlerde bu yaş farkının daha az olduğu kayıtlıdır.

Rasûlüllah (sav)'m evlendiği ilk kadm, Huveylid'in kızı Hatice'dir. Hz. Hatice ilk olarak Atik b. Aziz'le evlendi, ondan bir kızı oldu. Onun ölümünden sonra, Temimoğullarından Ebü Hale ile evlendi. Ondan da bir oğlu ve bir kızı oldu. Onun da ölümünde sonra, Rasûlüllah (sav) ile evlen­di.

[75]

Hz. Hatice'nin Rasûlüllah (sav)'den Fâtıma, Ümmü Gülsüm, Zeyneb ve Rûkiyye adında dört kızı, Kasım ve Abdullah adında da iki oğlu dünyaya geldi. Kelbî'nin rivayet ettiğine göre, önce Zeynep, sonra Kasım, sonra Ümmü Gülsüm, daha sonra Fâtıma, ondan sonra Rûkiyye ve en sonunda Abdullah dünyaya geldi. Ali b. Aziz el-Cürcânî de, Kâsım'm Zeynep'ten daha önce doğduğunu nakletmiştir.

[76]

Hz. Hatice(r.anha), Rasûlüllah (sav)'e, Peygamberliğinden evvel son derece saygı gösterip onu mutlu ettiği gibi, Peygamberliği döneminde de, ona ilk inanan, onunla beraber namaz kılıp ona ilk cemaat olan kişi vas­fını kazandı. Daima Hz. Muhammed (sav)'e destek oldu, ona moral verdi, son derece güzel davranış ve sözleri ile, onun başarılarına katkıda bulun­maya çalıştı.

Hz. Hatice, Rasûlüllah (sav)'e Allah kendisini Peygamberlikle şere­flendirdiği zaman teskin etmek için;

"Ey amcam oğlu, beni melek geldiği zaman haberdar edebilir misin?" "diye sordu. Rasûlüllah (sav);

"evet" cev­abını verdi. Bir gün Hatice'nin yanında iken, ona Cibril geldi ve;

"Ey Hatice! İşte bu Cibril'dir, bana geldi" dedi. Hatice

"Şu anda onu görüyor musun?" diye sordu.

"Evet" karşılığını verdi. Hatice bu kez sağ tarafına oturmasını söyledi. Rasûlüllah (sav) Hatice'nin sağ tarafına oturdu. Hz. Hatice;

"Şimdi görüyor musun" sorusunu tekrarladı. Rasûlüllah (sav) yine olumlu cevap verince, Hz. Hatice örtüsünü çıkarıp attı. O sırada Rasûlüllah (sav)in hâlâ kucağında oturuyordu.

"Onu, şimdi görüyor musun?" diye tekrar sordu. Rasûlüllah (sav) bu kez

"hayır" cevabını ver­ince, Hz. Hatice; "Bu şeytan değil; bu kesinlikle melek, ey amcam oğlu! Sebat et, seni müjdelerim" dedi.

[77]

Hz. Hatice (r.anha), Allah'ın selâmına ve Rasûlüllah (sav)'in övgüsüne nail olacak derecede faziletli ve şerefli bîr kadındı. O, imanda, sabırda, iffette, güzel ahlâkta, kısacası her yönü ile örnek olan bir anneydi. Rasûlüllah (sav); "Hristiyan kadınlarının en hayırlısı İmrân'ın kızı Meryem, müslüman kadınlarının en hayırlısı ise, Hüveyüd'in kızı Hatice'dir" buyurdu. Bu konudaki diğer bir hadisinin meali şöyledir: "Dünya ve âhirette değerli dört kadın vardır. İmran'm kızı Meryem; Firavun'un karısı Asiye, Huveylid'in kızı Hatice ve Muhammed (sav)'in kızı Fâtıma."[78] Bir gün Cebrail (a.s.) Rasûluîlah (sav)'e gelerek şöyle buyurdu:

"Hatice'ye Allah'ın selâmlarını söyle." Rasûlüllah (sav):

"Ya Hatice, bu Cebrail'dir, sana Allah'tan selam getirdi" deyince, Hz. Hatice, Allah'ın selamını büyük bir memnuniyetle kabul etti ve Cebrail'e de iadei selâm­da bulundu.

[79]

Hz. Hatice, semavî dinlerin en mükemmelinin ilk mümini, Son Peygamber'in ilk ve en sevgili zevcesi, malını İslam ve Peygamber uğruna seferber eden ilk insan, Mustafa Ehiibeyti'nin annesi ve nihayet, seyidlerin ve şeriflerin büyük annesi olma gibi eriş ve oluşların sahibidir.

Hz. Hatice'yi bu genel ve mâna çizgisinde tespitten sonra, madde plansnda ve tarihsel açısından ele alacak olursak, ana çizgiler halinde şun­ları görüyoruz:

Miladî asrın başlarında Mekke... Allah kelamının beşiği, iniş yeri olmanın hazırlık sancılan içinde kıvranan on bin nüfuslu bir site-devlet... Kur'an-ı Kerim emanetine iniş yeri olabildiğine göre, coğrafyadan metafiziğe kadar sayısız alanda, birçok meziyetlere sahip bulunduğunu kabul etmek gereken Mekke... "Yeryüzünün göbeği"... "Şehirlerin anası"[80] gibi vasıflarla anılan bu belde, vahye vasıtalık yapacak dili, korkuyu tanımayan insanlarıyla, gerçekten "emin bir belde" idi. Çağımız İslam alimi Muhammed Hamidullah, Mekke ve civarının vahyin inişine Allah'ın takdiri tarafından merkez seçilmesindeki hik­metlere şöyle temas ediyor:

"Dünya yarım küresinde, üç kıtanın kesiştiği yerlerde bir nokta bulmak için haritaya bakalım: Hemen gözümüze çarpan, Asya'nın olduğu kadar, Avrupa ve Afrika'nın da yanıbaşındaki Arabistan Yarımadası olacaktır. İnsan medeniyeti üzerinde iklimlerin de bir tesiri olduğuna bir önem atfedilecek olursa, Mekke-Medine-Taif komşu şehirlerinin teşkil ettiği üçgen üzerinde, insanı şaşırtan bazı şeyler buluruz. Mekke, Afrika çöl­lerini temsil etmekte, Medine, ılık üİkelerin bereketliliğine sahip bulun­makta; Taif, Avrupa'nın güney memleketlerinin iklimini göstermektedir. Daha İslam'dan evvel bile bu üç şehir, pek yakın bağlarla birbirlerine bağlanmış bulunuyorlardı. En azından ayrı menfaatler, onları bir konfe­derasyon halinde toparlamıştı ki, bunda Mekke, ticarî organizasyonuyla birleştirici unsur rolünü oynamaktaydı...

İslam'a beşiklik vazifesi görmüş olan Mekke, Kur'an-ı Kerim'in kendi ifadesine göre, "Ziraat yapılmayan bir vadi"dir. [81] Böylesine bir mülkte, sanayi de söz konusu olamaz. Mekkeliîer, bütün bu söylenenlere rağmen, hiç de göçebe değillerdi. En azından iki bin seneden beri, yerleşik hayat sürüyorlardı. En büyük meşgaleleri de, kervan ticaretiydi. O devirde, Avrupa'nın Hindistan ve Çin ile olan ticareti ise Arabistan üzerinden geçmekteydi. Mekkeli Kureyşliler, İslam öncesi Arabistan'ın milletlerarası ticarî bir organizasyonunun başına yer­leşmişlerdi. Onlardır ki, Bizans imparatoru, Habeşistan hükümdarı, Yemen'in Kindî hümkümdarları ve diğerleri ile ticarî anlaşmalar imza­lamışlardır. Her yıl âdetleri olduğu veçhile Mekkeliîer, Suriye, Irak, Yemen ve Habeşistan'a kervanlarla gidiyorlardı.

Sahil kısımlarındaki bazı bölgeler bir yana, Mekke de dahil, Arabistan'ın büyük kısmı daima müstakil kalmıştır. Roma, Bizans, İran ve diğer bazı ülkeler tarafından birçok teşebbüslerde bulunulmasına rağ­men, yabancıların bu ülkeyi ele geçirmeleri asla mümkün olmamıştır. Evrensel bir hareket için genel karargâh olarak hiçbir yer, Mekke'den 'daha uygun olamazdı.

[82]

İşte Mekke... Bu şehrin asalet, nezaket, zenginlik ve cömertliği ile dillerde dolaşan bir hanımefendisi vardı: Huveylid'in kızı Hatîce... Ticaretle uğraştığı için, Tacire, ruh ve madde güzelliklerini benliğinde topladığı için Tâhire diye anılan ve künyesi, Ümmü Hind olan Hatîce...

İslam'ın doğuşundan sonra "müminlerin annesi" unvanıyla anılacak olan Hatice'nin, Son Peygamber'in cedlerinden Kusayy'da, Allah Resulü ile birleşen soyları şöyle: Kendisi, babası Huveylîd, babası Esed, babası

Hatîce, Resûlüllah ile tanışmadan önce, iki evlilik daha yapmış ve bu evliliklerin ilkinden bir oğlu, ikinciden de bir kızı olmuştu. Hz. Peygamber'le tanıştıkları sırada, bütün Mekke ileri gelenlerinin ken­disiyle evlenmek istedikleri, zengin ve asil bir duldu.

Hatîce ile Hz. Peygamber'in münasebetleri, iş münasebetleri şeklinde başladı. En eski kaynağımız İbn İshak'ın beyanına göre, seçkinlik ve dürüstlüğü ile bütün Mekkelilerin dikkatini üstünde toplayan "Abdullah'ın oğlu Muhammed", Hatice'nin ticaret kervanının başına getirilmek üzere bir teklife muhatap oldu. Bir başka rivayete göre bu talep, bir ara maddî sıkıntı içine düşmüş olan Ebû Talip'in teşvikiyle, biz­zat Resûlüllah tarafından belirtildi. Hangi şekli kabul edersek edelim, Resûlüllah'm Hatîce yanında büyük bir itibara sahip bulunduğu anlaşıl­maktadır. Ve Resul, Hatîce'nin kervanı başında ve onun Meysere adlı kölesiyle Huzeyme adlı akrabası yanında, Şam'a doğru yola çıktı. Kudüs yakınlarındaki Busra şehrinde meydana gelen mucize bir olaydır ki, bu yolculuğa insanlık tarihi planında büyük bir önem kazandırıyor ve Hatîce'nin Hz. Peygamber'e duyduğu büyük muhabbet ve hürmeti doruk noktasına ulaştırıyordu. Kaynaklarımızın beyanına göre, kervan Busra'ya indiğinde, geleceğin peygamberi, orada bir ağacın altında konakladı. Yanındaki kiliseden onları gözetleyen bir rahip ne gördüyse gördü ve Meysere'nin yanma gelerek, ona:

"Başınızdaki bu genç adam kim?" diye sordu. Meysere:

"Bu zat, Mekkeli olup Kureyş kabilesindendir." diye cevap verdi.

"Bu zatın gözlerinde, kırmızı kılcal damarlar var mıdır?" Ve Meysere:

"Evet, hem de hiç eksik olmamak üzere." cevabını verince, rahip haykırdı.

"Bu, nebidir ve nebilerin sonuncusudur."[83]

Kervan malları satıldı ve fevkalâde bir kârla geri dönüldü. Hatîce'nin yanına varan Meysere, kâr ve bereket haberler­ine rahip Nastûra'nın sözlerini ekledi. Meysere'yi dinleyen Hatîce, vakit kaybetmeden ünlü bilgin ve şair Varaka'nın yanına koştu. Nevfel'in oğlu Varaka, yörenin en derin bilgini, en güçiü şairlerinden biri, putlara tapmayan bir muvahhit-hanîf ve aynı zamanda Hatice'nin amca çocuğudur... "Varaka, Tevrat ve İncil gibi kitapları okumuştu. O, İbranice de biliyordu. Kitab-i Mukaddes'i incelemiş ve İbranî harflerle Arapça'ya çevirmişti.

[84]

Varaka, Hatice'yi dinledikten sonra, gözlerini göklere çevirdi ve derinden bir sesle şu cümleyi söyledi: "Eğer bu söylenenler doğruysa, Muhammed, beklenen resulün ta kendisidir." İbn İshak, Varaka'mn, bek­lenen nebinin kokusunu alan ruhundan o sırada dökülen birkaç kıtaya, eserinde yer vermektedir.[85] Hatice, Varaka'nın bu coşkun anında ona "Muhammed'le evlenmesinin isabetli olup olmadığını" sor­mayı da ihmai etmedi ve şu cevabı aldı: "O, eşi, benzen bulunmayan bir erkektir ve onun başı asla eğiimeyecektir; evlen onunla ey Hatice."

Hatice, yöre geleneklerinin hepsine isyan edercesine ve peşinden koşan onca Mekkeli seçkini itercesine, Hz. Muhammed'le evlenme isteği­ni açmanın yollarını aradı ve bu konuda Yahudi asılh olduğu kuvvetle muhtemel, çok becerikli bir kadım, Münye kızı Nüfeyse veya Nefıse'yi görevlendirdi.

Nüfeyse, Hz. Muhammed'e arlık yaşının ve şahsiyetinin çok iyi bir evSüiğe uygun hale geldiğini, istediği anda dilediği Mekkeli ile hayatını birleştirebileceğini, bunu neden geciktirdiğini anlayamadığını belirterek söze girdi. Resul buna, henüz bağımsız bir yuvayı çekip çevirecek maddî imkânlara sahip bulunmadığı yolunda bir mazeretle karşılık verince Nüfeyse:

"Seni, güzelliği ile tatmine ek olarak bu maddî endişeden de kurtaracak bir kadın çıkarsa ne dersin?" diye konuştu ve Resûl'ün:

"Böyle birisi kim olacak?" sorusuna da

"Hatice" diye karşılık verdi. Resûlüllah'ın, Hatice'nin en zengin Mekkelileri bile reddettiğini, kendisi­ni de kabul etmeyeceğini söylemesi üzerine Nüfeyse teminat verdi:

"Sen, 'evet' de, gerisini bana bırak."

[86]

Ve Nüfeyse, görevini yapmış olmanın sevinci içinde Hatice'ye geldi ve taraflar, evlenme hazırlıklarına başladılar... Şunu da eklemeden .geçmeyelim ki bu becerikli kadın Nüfeyse, yıllar sonra Mekke fethi sırasında Müslüman olacak ve Son Resul'den ikram ve iltifat görecek­tir...

Hz. Resûl'ün Hatice'ye verdiği mehir 20 deve oldu. Evlenme töreninin nasıl kutlandığı konusunda muazzez damadın, misafirlere ikram için iki deve kestiğini belirtmemiz bir fikir verir. Kısaca, törenin, maddesiyle de çok onurlu ve ihtişamlı olduğunu söyleyebiliriz... Mânası yönünden ise çok daha büyük olduğunu belirtmek gerekmez. Bu nikâh sırasında vefalı koruyucu, şefkatli amca Ebu Talib'in yaptığı bir konuşma vardır ki, birçok noktayı atlamamıza rağmen, onu buraya aimadan geçemeyeceğiz. Şöyle konuşuyor Ebu Talib: "Hamd olsun bizi İbrahim neslinden, İsrail, Muadd, Mudar ekininden oluşturan yüce Allah'a... Bizi, yüce mabedi Kabe'nin hizmetkârı, yöneticisi kılan Allah'a hamd olsun... Hamd ediy­orum O'na ki, bizi herkesçe ziyaret edilen, emin ve mahrem bir evle, Beytullah ile lütuflandırmış ve bizi onun çevresindeki insanların başına idareci olarak dikmiştir. Şu yanımızda bulunan, kardeşim Abdullah'ın oğlu Muhammed, kendisiyle mukayese edilecek her insanı geride bıraka­cak ölçüde yüce yaratılıştı bir şahsiyettir. Gerçi, malı-mülkü azdır, fakat iyi bilirsiniz ki, mal ve servet, yok olmaya mahkûm bir gölge, sönüp git­meye mecbur bir varlıktır. Muhammed'in ise nelere dost olduğunu pek iyi bilirsiniz. Ve, o, Huveylîd'in kızı Hatice'ye sevgisini açarak, benim malımdan olmak üzere, ona mehrini verdi. Bütün bunlardan sonra Allah'a yemin ederim ki, bu yüce yeğenimi çok büyük bir gelecek ve muhteşem bir talih beklemektedir.[87] Nikâh kıyılır ve Hz. Peygamber, Hz. Hatice'nin evine taşınır...

Hz. Muhammed (sav)'in görevi üstlenme zamanı yaklaşmıştı. Allah elçisinin içine bir yalnızlık, bir kendini dinleme duygusu düşmüştü. Sık sık Nur Dağı'na çıkıyor, tam tepede seçtiği bir mağarada, Hira mağarasın­da derin düşüncelere dalıyor, göklerin senfonisini, başka bir deyişle gök­ler kadar engin iç âlemini dinliyordu. Hz.Âişe bu gerçeğe ileride şöyle değiniyor: " Nübüvvete yakın zamanlarda Hz. Paygamber'in içine bir yal­nızlık sevgisi düşmüştü. En çok sevdiği şey yalnız kalmaktı.[88] Bu uyguiama bir süre devam etti. "Onun hayatını yazan ilk tarihçil­er, günün ışıması kadar açık ve berrak rüyalar görmeye başladığını naklederler. Gördüğü her rüya ile ilgili olarak, ertesi günlerdeki yaşan­tısında ya bir işarete veya doğrudan rüyasının gerçekleşmesine şahit oluyordu. Bundan başka bazı günler, kulağına garip bir ses geliyor, başını çevirdiğinde kimseyi göremiyor, şaşırıp kalıyordu. Bu görünmeyen sesi giderek daha sık duymaya başladı. Ses, gittikçe daha fazla bir anlam kazanıyordu. Zaman zaman da kayalıkların ve ağaçların kendisini 'ey Allah'ın Resulü, sana selam olsun' diye selamladıklarını duyuyordu.

[89]

Nihayet, bir Ramazan ayının 27. gecesi, ayrıntısına burada girmeye­ceğimiz biçimde, vahyin ilk mesajı geldi. Cebrail adlı yüce melek ona seslenmiş, Allah'ın Resulü olduğunu bildirmiş ve "oku" emriyle başlayan ilk vahyi getirmiştir. Taberî diyor ki: "İlahî vahyin ikinci gelişinde şu ayetler inmiştir: "Nûn. Kaleme ve yazdıklarına and olsun."[90] Dikkat edilirse, Kur'an'm ilk iki buyruğu okumak ve kalemle ilgi­lidir. Bu, bizce, mucizevî bir özelliktir.

Hz. Peygamber, "hayatta en çok tiksindiğim şey" diye nitelendirdiği ve cahiiiye inancında kabul edilen şeytanîcinnî illete tutulduğunu sanarak büyük bir korku ve üzüntü içine düşmüştü. Fakat vahyin habercisi Cebrail, kısa bir süre sonra ona tekrar seslenerek: "Sen Allah'ın Resulüsün, ey Muhammed" diye teselli verdi. Bütün bu olanlar, Resul tarafından önce Hatice'ye anlatıldı. Aşk ve bağlılıkların en derini ile sevilen koca, başından geçenleri can yoldaşı eşine anlatınca, asil eş kelimelerin en tatlılarıyla şöyie dedi: "Endişelenme! Allah seni asla kötülükle yüz yüze getirmez: O seni daima hayırla karşılaştıracaktır. Çünkü sen her zaman akrabana yardım ediyor, ailene bakıyor, geçi­mini şeref ve namusunla kazanıyor, insanların doğruluktan ayrılma­malarını sağlamaya çalışıyorsun. Yetimlere sığmak olan sensin. Sözünde sadık, emanete hıyanet etmeyen bir insansın. Hiçbir dayanağı olmayanlar sana koşmakta, muhtaçlara yardım elini sen uzatmaktasın. Herkes senden nezaket ve yardım görmekte.[91] Hatîce, durumu daha aydınlık ve emin bir hale getirmek için amcası oğlu muvahhit-bilgin Varaka'ya koştu. Varaka, Hatice'yi din­ledikten sonra şöyle seslendi:

"Müjde, müjde ey Hatîce! Bu söylediklerin doğru ise Muhammed'e gelen, Musa'ya gelen Büyük Nâmûs Cebrail'den başkası değildir ve Muhammed  âhir zaman  peygamberidir." Ve basiretli Varaka doğruca Hz. Resûl'e gidip onu, Kabe'yi tavaf ederken buldu ve sesiendi: "Hatice'ye anlattıklarım bir de bana anlat." Ve Resul anlattı gördüklerini ve haykırdı Varaka: "Canımı kudretiyle diri tutan Allah'a yemin ederim ki, sen bu ümmetin peygamberisin. Ve sana gelen melek, Musa'ya vahiy getiren Cebrail'dir. Ey Muhammed, sana eza, cefa edecekleri güne ulaşabilseydim de sana yardım edebilseydim!..." Ve Resulü kucakladı Varaka ve başının ortasından öptü.

[92]

Hatîce, bu yaptıkları ile yetinmeyerek, şöyle bir basiret örneği de verdi: Resûl'e dedi ki:

"O gelen güç, yine geldiğinde bana haber ver." Ve bir süre sonra Cebrail tekrar geldi. Hatîce, Resûl'ü sağ ve sol yanına alarak sordu:

"Yine burada mı?" Resul:

"Evet!" deyince Hatîce:

"Şimdi iyice yaklaş ve elbisemin içine doğru sokulup bana sarıl!"diye konuştu. Resul söyleneni yaptı. Hatîce sordu:

"Hâlâ burada mı?" Hz. Peygamber:

"Şimdi, gitti." diye cevap verince Hatîce haykırdı:

"Yemin olsun ki bu, şeytan filan değil, doğrudan doğruya melek. Müjde sana, ey Muhammed, sevin ve emin ol, sen nebisin."[93] Ve Hz. Peygamber'in önünde diz çöktü Hatîce ve son Resul ümmetinin ilk ferdi olarak ilk Şehadet kelimesini getirdi. Bir süre geçti aradan... Bir gün, Cebrail'in vadide topuğunu yere vurduğunu gördü Resul... Su fışkırdı yerden ve Cebrail, bu günkü abdest düzeni içinde yüzünü, kollarını yıkadı; başına, ayaklarına mesh verdi. Sonra kalkıp diklendi ve bugünkü namaz düzeni içinde iki rekât eda etti... Resul, verilmek isteneni almıştı. Eve koştu, Hatice'nin elinden tuttu ve Cebrail'in aldığı şekilde abdest aldılar ve onun kıldığı şekilde ilk namazı kıldılar... Son dinin ilk mensu­plarının ilk namazı... Birkaç gün sonra bu iki kişilik sonsuzluk ordusu, İslam ümmetinin ikinci ferdinin şehadet getirmesiyle üç kişiye ulaşacak ve namaz tablosunda üç kişi görülecektir... Üçüncü kişi, o sırada henüz çocuk olan Hz. Ali'dir. Tevhit dininin bu ilk üç neteriyle çizilen ilk namaz manzaralanndaki evrensel ve tanrısal ihtişamı gözümüzde biraz daha can­landırmak için Hz. Ali'nin şu beyanına kulak verelim: "O sıralarda Allah'ın Resulü ile Hatîce Vaîide'nin bir araya geldikleri her yerde, üçüncü şahıs, olarak mutlaka ben vardım. Vahiy ve risalet nurunu apaçık seyrediyor, nübüvvet kokusunu doyasıya kokluyordum." Bu üç kişilik iman ordusunun, o günlerde çizdikleri tablolardan birini, İbn Sa'd'den izleyelim: Afif el-Kindî anlatıyor: "Cahiliye devrinde Mekke'ye gelmiş­tim. Alışverişte yardımcı olması için Abdülmuttalip'in oğlu Abbas'a git­tim. Kabe'nin yanındaydı. O sırada bir delikanlı geldi, Kabe'ye yönelip ellerini kaldırdı. Az sonra bir çocuk gelip aynı şeyleri yaparak onun yanı­na ilişti. Az sonra bir rükû yaptılar,  sonra secdeye kapandılar.  Ben Abbas'a dedim ki:

"Yahu, bu müthiş bir şey! Kim bunlar?" Abbas cevap verdi:

"Elbette müthiş bir şey, o delikanlı, kardeşim Abdullah'ın oğlu Muhammed, o çocuk, kardeşim Ebu Talib'in oğlu Ali, o kadın da Muhammed'in eşi Hatice'dir. Yeğenim Muhammed bize yerlerin ve gök­lerin bir tek Allah'ı olduğunu ve kendisinin o Allah'ın dini üzre bulun­duğunu söylüyor ve bizi o dine davet ediyor. Şu sırada bu dinin yeryüzün­deki müntesipleri yalnız üç kişidir." Afif ilave ediyor: "O sırada içimden dedim ki, keşke dördüncüsü ben olabilseydim."

[94]

Hz. Peygamber'in hayatında huzur ve mutluluk vesilesi olarak yer alan Hatîce, Hz.muhammed'in yedi yavrusundan altı tanesinin annesi olma şerefini de taşıyor. Yalnız İbrahimdir ki, Mısırlı Mâriye'den dünyaya geldi. Hz.Muhammed, Hatice'nin bu, "yavruların annesi" olma özelliği­ni, ileride de göreceğimiz gibi, onun meziyetleri arasında sayacak ve muazzez eşine muhabbet ve hürmetini dile getirirken: "Allah bana ondan zürriyet ihsan etti." diyeceklerdir...

Hakim görüşe göre, Hz. Hatîce'den dünyaya gelen çocukların hepsi İslam'dan önce doğdu. Hz. Fâtıma'nin vahyin gelmeye başladığı yıl doğ­duğunu kaydeden kaynaklar varsa da benimsenen görüş, birincisidir. Ancak, Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber'in Hz. Hatîce'den doğan en küçük iki evladından biri olduğundan, vahyin geliş zamanına çok yakın bir sırada doğmuş olacaktır.

Burada şunu kaydetmek durumundayız: Mekke devri olayları, kro­nolojik bir sıraya koyulabilmiş değildir. Bu bakımdan, bu devrede yer alan hemen hiç bir olayı kesin tarihe bağlayamıyoruz.

Hz. Hatîce'den doğan yavruların adları şöyledir: Kasım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Abdullah.

Allah Resulü ile Hz. Hatice'nin evlilikleri üzerinden yıllar geçti. Ve nihayet yaratılış kanunlarının, Hatîce Ana'nın bu âlemi terk etmesine ilişkin kısmı hükmünü icra etti. Hicretten kısa bir süre önce, putperest­lerin Allah Resûlü'ne ve Müslümanlara eza ve kötülüklerinin en hızlı zamanında emsalsiz eş hayata gözlerini yumdu. Dost, koruyucu, eş, dert ortağı, ilk iman ortağı, sırdaş... ve daha nice güzel niteliklerin sahibesi Hatîce, göçmüştü... Allah Resulü üzgün, boynu bükük, kederli. Hatice'nin küçük kızı Fâtıma, Peygamber babasının dizlerine kapanıp ağlayarak şöyle diyordu: "Annem nerede, annem nerede?.." Muazzez baba, gözlerinden yaşlar süzülürken cevap veriyordu: "Annen cennette yavrum." Büyük tarihçi İbn İshak, Allah Resûiü'nün Hz. Hatice'nin ölümüyle duçar olduğu kederi ifade ederken şu cümleyi kullanmaktan geri kalmamıştır: "Hatîce, kendisine sığınılan ve kendisiyle teselli bulunan sadık vezîre idi.

Müşrik sürülerin, insafsız saldırıları karşısında Allah Rasûlü'nün eşsiz yardımcısını kaybetmekle düştüğü acının yoğunluğu çok büyüktü. Büyük oluşlar, büyük çilelerin ardından gelir... bir sünnetullah olarak Allahü Teâla, en büyük ıstırapları en büyük doğuşların sancısı kılmıştır. İnsanlık tarihinin en büyük olaylarından biri olan Büyük Hicret de böyle bir destanlık sancıyla doğmuştur. Bunun içindir ki, Hicret'e öngelen günlerde Mekke müşriklerinin, sahabilere ve onların önderi Hz. Muhammed'e reva gördükleri kötülükler, zirve noktasına ulaşmıştır. Hatîce Ana'nm vefatı bu "zirveye uîaşma"mn bir belirtisi idi. Bu belirtiye, aradan 35 gün gibi kısa bir süre geçmeden Resûl’ün sadık koruyucusu Ebû Talib'in ölümü eklen­di... Bu iki ölüm, Allah Resulü ve sahabiler üzerinde öylesine büyük bir etki yaptı ki bu yıla "hüzün" yılı adını verdiler.

Hz. Hatîce bir Ramazan günü vefat etti ve Hacûn mezarlığına sırlandı ve Allah Resulü onun için şöyle buyurdu: "Hatice'ye, içinde yorgunluk ve gürültünün bulunmadığı, inciden bir cennet köşkü müjdelemekle emrolundum." Hz Peygamberi'nin veya ashabın hayatından bahseden hiçbir eser bulunmaz ki, içinde, "Hatice'nin fazilet­lerine ilişkin" bir bölüm taşımasın. Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bu, bir hakkın yerine getirilmesinden başka nedir ki?..

Hz. Muhammed (sav), Hz. Hatice'yi hem bir eş ve hem de bir sadık dâva arkadaşı olarak çok sevmiştir. Hz. Aişe'nin şu beyanı, bu gerçeğe bir örnektir: "Cenabı Resul evden her çıkışında mutlaka Hz. Hatice'yi anardı..." Hz. Aişe şunu da eklemekten çekinmiyor: "Resûlüllah, Hatice'yi o kadar çok anardı ki, Peygamber hanımlarının hiçbirini Hatîce kadar kıskanmazdım. Ve Allah Resulü, benimle evliliğini Hatice'nin ölümünden üç yıl sonra ancak gerçekleşitirdi..." Aynı Aişe, bir yemek sofrasında Hz. Peygamber'in, "Hatîce bana bunu şöyle yapmamı tavsiye etmişti." demesi üzerine, hiddetle sofradan kalktı ve sinirli bir sesle Allah Rasûlü'ne şöyle cevap verdi: "Varsa-yoksa Hatîce. Yeryüzünde bu kadından başka kimse yok mu?.." Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), şöyle cevap vermiştir:

"Hayır, Allah'a yemin ederim ki bana Hatîce'den daha hayırlı bir hanım verilmiş değildir. Ey Aişe, senin kabilen beni yalanladığı zaman o beni tasdik etti, senin kabilen beni horladığı zaman o bana dostluk kucağım açıp destek oldu. Ve Allah ondan bana, hiçbir hanımdan nasip olmayan evlat nimeti ihsan etti." Bu sözler üzerine, Hz. Âişe, şöyle demek zorunda kaldı:

"Bundan sonra hislerimi artık içimde tutacağım. Artık Hatice'yi çirkin bir sözle anmayacağım."

[95]

Allah'ın rızasını, yuvasının mutluluğunu, dünya ve âhiretin huzur ve saadetini düşünen bütün anneler için en güzel örneği teşkil eden Hz. Hatice (R.a.), nübüvvetin onuncu yılında, Ramazan ayında vefat etti ve Mekke'deki Hacun kabristanına defnedildi.

[96]

 

Hz. Aişe

(R.Anha)

 

Allah Rasûlü Hz. Muhammed (sav)'e ilk iman eden onun en sadık arkadaşı Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı ve Hz. Peygamber'in zevcesi. Hicret'ten dokuz veya on sene önce Mekke-i Mükerreme'de doğdu. Annesi Ümmi Rûmân binti Âmir İbn Umeyr'dir. Hz. Âişe çok küçük yaş­ta müslüman olmuştur.

Resulullah, ilk zevcesi Hatîcetü'l Kübrâ hayatta iken başka bir kadın­la evlenmemişti. Onun vefatından sonra bir süre daha evlenmedi. Resulullah, Hatice (R.anha)'nin ölümüne çok üzüldü. Osman İbn Maz'un'un hanımı Havle binti Hakim, Rasûlullah'a gelerek Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı Âişe ile evlenmesini teklif etti. Sonra da Rasulullah adına Ebu Bekr'e giderek kızı Âişe'yi istedi.

Hz. Âişe'nin Rasûlullah'a nikâhlanması Hicret'ten iki veya üç sene önce oldu. Kaynaklar, bu nikahlanma sırasında Hz. Âişe'nin yaşının küçük olduğunu kaydetmektedir. Nikâhın kıyılmasından iki yıl kadar zaman geçtikten sonra zifaf vuku bulmuştur. Hz. Âişe'nin o zaman dokuz veya on bir yaşında olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayetleri bazı tari­hçiler cerhetmekte ve Âişe validemizin evlendikleri zaman daha büyük olduğunu ileri sürmektedirler. Âişe validemizden rivayet edilen bir hadiste, Hz. Cebrail Âişe'nin resmini ipek bir hırka içinde Rasûlullah'a getirmiş ve "bu, senin dünya ve ahirette zevcendir." demişti.

Hz. Peygamber (sav)'in bakire olarak nikahladıkları tek zevcesi validemiz Hz. Âişe'dir. Rasûlüllah onu çok severdi. Ona 'Hümeyra' lâk­abını vermiş ve: "Dininizin yarısını bu Hümeyra'dan alınız buyur­muşlardır. Hazret-i Âişe, Medine'de Peygamberimizin muharebelerine katıldı ve diğer sahabe hanımları gibi harpte yaralıların tedavisiyle bizzat meşgul oldu. Uhud gazasında sırtında su ve yiyecek taşıyıp yardım için Peygamber Efendimizin hep yanında kalmıştı. Hatta, peygamberimizin Uhud'da müşriklerin taşlarıyla yaralanan mübarek yüzlerine, hasır yakıp, külünü basarak kanlarının durmasını sağlamıştı. Hz. Âişe bir ara Uhud'da kılıçla cepheye gitmek istemişse de, Rasûlullah buna müsaade etmemiştir

Âişe 14-15 yaşlarında iken Benu Mustalik (Müreysi') gazâsıriE. Rasûlullah'la beraber katıldı. Gaza dönüşü tuvalet için geride kalması yüzünden iftiraya uğradı; savaşa ganimet için katılan münafıklar Hz. Âişe'nin, gecikmesi sebebiyle, kafilenin ardından yanında Ashâbtan Safvan ile birlikte geldiğini görünce bunu kötü sözlerle ve çirkin bir şek­ilde yorumladılar. Yolda bu dedikodulara bazı müslümanlar da karışınca Hz. Âişe çok üzüldü; Medine'ye gelince hastalandı, iftira ve dedikodu etrafa yayılmıştı. Ateşi yükselerek yatağa düştü. Bu arada kendisini fazla aramayan Rasûlullah'tan izin isteyerek babası Ebû Bekir'in evine gitti. Orada bir müddet kaldı; sabırla bekledi. Bu arada Rasûlullah diğer hanım­larına ve sahabeden en yakınlarına Âişe'nin durumunun ne olabileceğini sordu. Hepsi de Hz. Âişe'nin temiz ve suçsuz olduğunu söylediler; "Peygamberini fenalıklardan koruyan Cenâb-ı Hak, size böyle bir şeyi reva görmez, sabreyleyin" dediler.

Aradan bir ay gibi uzun bir zaman geçinceye kadar danışmalarım sabırla sürdüren Rasûlullah, sonunda Hz. Ebu Bekir'in evine uğradı. Hz. Âişe'yi, anne, babası ve sahabeden bir hanımla ağlar buldu: "Ya Âişe, senin için bana şöyle şöyle söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değilsen; Allahû Teâlâ yakında senin doğruluğunu tasdik eder. Eğer bir günah işlediysen, tövbe ve istiğfar eyle! Alîahû Teâlâ, günahına tövbe edenlerin tövbesini kabul eder." buyurdular. Rasûlüllah'ın mübarek sesini işitince ağlamayı kesen Hz. Âişe babasına bakıp cevap vermesini istedi. Hz. Ebû Bekir ve Âişe'nin annesi böyle söylentilere ve dedi-kodu yapanlara sadece şaşırdıklarım söylediler. Hz. Âişe ise: "Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki kulağınıza gelen lafların hepsi yalandır, iftiradır, Allah biliyor ki benim bir şeyden haberim yoktur. Yapmadığım bir şeye evet dediğimde kendime iftira etmiş olurum. Sabretmek iyidir. Onların söylediği şey için Allah'u Teâlâ'dan yardım bekliyorum." dedi. Günahsız olduğundan, kalbinin temizliği ile ve kendinden emin olarak bekledi.

Bu sırada Hz. Peygamber (sav)'in yüzünde vahiy alâmetleri belirdi. 'Hz. Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın başının altına bir yastık koyup üzerine çarşaf örterek beklediler. Vahiy tamamlanınca Rasûlullah terlemiş yüzünü örtünün altından kaldırarak: "Müjdeler olsun sana ey Âişe! Allahû Teâlâ seni temize çıkardı. Senin pak olduğuna şahit oldu." deyip Kur'an'daki Nûr Suresinden, o an nazil olunan 10 ayeti okudu. Hz. Ebû Bekir hemen kalkıp kızı Âişe'yi başından öptü, "Kalk, Resulullah'a teşekkür et." dedi. Kendisi için ayet ineceğini aklından geçirmeyen Âişe şaşkınlık içinde: "Hayır kalkmam baba vallahi kalkmam. Allah'u Teâlâ'dan başkasına şükretmem. Çünkü Rabbim beni Ayet-i Kerîme ile methetti." dedi. Ama, çok sevindi, iftirada bulunanlar zamanla hakîr ve zelil oldular.

Peygamberimiz (sav) 632 senesinde hastalanınca son gününü Hz.'Âişe validemizin evinde geçirdi. Rebiü'levvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden önce mübarek başı, Hz. Âişe validemizin göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etti. Resulullah'ın vefatından sonra Ashâb-ı Kiram, Hz. Aişe validemize müminlerin annesi adını vererek, ona büyük hürmet göstermişlerdir. Hz. Âişe de, sahabe içinde, kırk yıla yakın bir müddet daha yaşamış ve pek çok hadis rivayet etmiştir.

Hz. Âişe'nin bu son kırk yıllık hayatındaki en önemli olay; Cemel Vak'ası’dır. Hz. Osman'ın karışıklık çıkaran entrikacı asiler tarafından şehid edilmesinden sonra halîfe olan Hz. Ali, katilleri bulmak ve kısas yapmak hususunda günün şartları gereği olarak sabırla hareket etmeyi uygun bulmuştu. Bu yumuşak davranıştan yüz bulan asiler taşkınlıklarını artırarak fenalıklarına devam ettiler.

Durum böyle endişe verici bir hal alınca Ashâb-ı Kiram'in büyük­lerinden bir kısmı Mekke'ye giderek o sırada hac için oraâa bulunan Hz. Âişe'yi ziyaret edip, olaylara el koymasını ve kendi­lerine yardımcı olmasını istediler. Hz. Âişe de; acele etmemelerini, sabırla bir köşeye çekilip Hz. Ali'ye yardımcı olmalarını tavsiye etti. Ashâb-ı Kirâm'ın büyükleri de Hz. Âişe'nin tavsiyesine uyarak, askerleriyle Irak ve Basra'ya gitmeyi uygun gördüler. Hz. Âişe'ye de: "Ortalık düzelinceye ve halifeye kavuşuncaya kadar bizimle beraber bulun, bize destek ol, çünkü sen müslümanların annesi ve Rasûlüllah'ın muhterem zevcesisin, herkes seni sayar dediler. Hz. Âişe de, müslümanların rahat etmesi ve Ashâb-ı Kirâm'ın korunması için onlarla birlikte Basra'ya hareket etti. Bu gidişi asiler, Hz. Ali'ye başka türlü anlattılar. Bu arada Hz. Ali'yi de zor­layarak Basra'ya gitmesini sağladılar. Hz. Ali de Basra'ya gelince Hz. Âişe'ye bir haberci yollayarak, olaylar ve yolculuğu hakkındaki düşüncelerini sordu. Hz. Aişe, fitneyi önlemek ve sulhu sağlamak için Basra'ya geldiğini; öncelikle katillerin yakalanmasını istediklerini halife Hz. Ali'ye bildirdi. Bu görüşü Hz. Ali de uygun buiarak sevindi. Memnun olan her iki taraf üç gün sonra birleşmeyi kararlaştırdılar.

Bu barış haberini ve memnunluğu işiten münafıklar birleşmeye engel olmak için, gece karanlık basınca, her iki tarafa da ayrı ayrı askerlerle saldırdılar. Taraflara da: "Bakın, karşımzdakiler sözünde durmadı" deyip bu gece baskını ile ortalığı karıştırdılar. Karanlıkta neye uğradıklarını bilemeyen müslümanîar harb etmeye başladılar. Her iki taraf da karşısın­dakini suçluyordu. İşte bu iki müslüman grup arasında meydana gelen çatışmaya Cemel vak'ası denir.

Bu vak'ada Hz. Aişe'nin içtihadı Hz. Ali'nin içtihadına uymamıştı. Buna rağmen galib olan Hz. Ali, mü'minlere anneliği Kur'an-ı Kerim ayeti ile sabit olan Hz. Aişe'ye ikram ve izzette bulundu. "Ali'yi sevmek imandandır." hadisini haber veren Hz. Aişe de Hz. Ali'yi çok severdi. Daha sonra Hz. Ali'nin şehâdetine üzüldü ve çok ağladı. Çünkü, sahabel­er birbirlerini çok severlerdi.

Hayatının son devrelerini müctehid olarak bilhassa kadınlara mahsus hallere dair fıkhı hükümlerde fetvalar vererek geçirdi. 676 yılında Medine-i Münevvere'de vefat etti. Cenazesini Ashâbtan Ebû Hureyre (R.a.) kıldırdı. Vasiyyeti üzerine Medine'de el-Bakî' kabristanına defnedildi. Küçük yaşlarda iken Aişe'nin eğitim ve öğretimiyle bizzat babası Hz. Ebû Bekir (R.a.) ilgilenmiştir.

Bütün müminlerin annesi olan Aişe validemiz daha küçük yaşlarda iken okuma yazma öğrenmiş, zekâsı ve kabiliyeti ile etrafının dikkatini çekmiştir. Öğrendiklerini unutmaz, ezbere tekrar ederdi. Hafızası çok kuvvetli idi. Akıllı, zeki, âlime, edibe, iffet sahibi bir hanım idi. Pek çok konulan şiirle anlatan sanatkârca bir ifadeye sahipti. Ashâb, karakter ve hafızasına güvendikleri ayet-i kerime ile övüldüğünü bildikleri için birçok meseleyi ondan sorar ve öğrenirlerdi.

Hz. Âişe validemiz babası Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Hz. Osman'ın hilâfetleri zamanında Hz.  Peygamber'den işittiklerini  müslümanlara anlattı. Devamlı oruç tutar ve daima gece namazı kılardı. Hz. Aişe fıkıh ve ictihadda keskin, kuvvetli görüşe sahiptir. Fıkıh ilminin kurucuların­dan sayılır. Devrinin üstün âlimlerinden ve Fukahâ-i Seb'adandır.

Hz. Aişe, güzel ahlâklı, merhamet dolu, cömert ve ibadete düşkün, çok zeki bir sahabeydi. Hepsinin başında en mümtaz vasfı ise İslâm'a ve ilme olan büyük hizmeti idi. Müslüman bilginler arasında yaygın bir rivayete göre fıkıh ve dinî ilimlerin dörtte birini Hz. Aişe nakletmiştir.

Ebû Musa el-Eş'ârî: "Bizler, müşkül bir mesele ile karşılaştığımızda gider Hz. Aişe'ye sorardık." demiştir.

Abdurrahman b. Avf'ın oğlu Ebû Seleme: "Rasûlullah'ın sünnetini Hz. Aişe'den daha iyi bilen; dinde derinleşmiş, Ayet-i Kerîme'lere bu derece vâkıf ve sebeb-i nüzulleri bilen, ferâiz ilminde mahir bir kim­seyi görmedim." demiştir.

İmam Zührî: "Eğer zamanının bütün âlimlerinin ve peygamberim­izin diğer zevcelerinin ilmi bir araya toplansa, Hz. Aişe'nin ilmi yine daha ağır basardı" derdi.

Atâ b. Ebî Rebâh; "Hz. Aişe, ashâb içinde en çok fıkıh bilen, isabetli rey bakımından en ileri gelen bir kimse idi." demiştir.

Tabiinden Mesruk; "Allah'a yemin ederim ki, Ashâb-ı Kirâm'ın ileri gelenlerden bir çoğu gelir Hz. Aişe'den Ferâiz'e ait sorular sorar ve öğrenirlerdi." demiştir.

Hz. Aişe Peygamberimizden ikibinikiyüzon hadîs rivayet etmiştir. Kendisinden de Ashâb ve Tabiin'den bir çok kimse hadîs nakietmişlerdir. Sahih hadis kitapları Hz. Aişe'nin fetvaları ile doludur. Ahmet b. Hanbel Müsned adh eserinde de Aişe'nin rivayet ettiği hadislerinden uzun uzun bahseder. Hz. Aişe'nin naklettiği hadislerden bazıları:

 

"Ey Âişe, Allah, kullarına lütuf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davramlmasım sever."

 

"Her gün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehidierın derecesini bulur."

 

"Resul-i Ekrem (sav) 'in en ziyade hoşlandığı ibadet, devamlı olanı idi, az olsa bile."

 

"Sekir (sarhoşluk) veren her içki haramdır."

Hazret-i Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Cebrail hiç durmaz komşu hakkına hürmet olunmasını bana tavsiye ederdi. Hatta ben yakında komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım."

[97]

Hz. Peygamber'in üçüncü hanımı olan Ebu Bekir kızı Aişe, Peygamber hanımı olmanın bahtiyarlığına, sadece kadınlık meziyetlerini değii, İslâm tarihinin en ünlü erkeklerinin bile pek azma nasip olan birçok seçkinliği ve eylemi de eklemiş ender kişiliklerden bindir. İslâm ilimler tarihi, Hz. Âişesiz düşünüldüğünde, telafi edilmeyecek eksiklikler arz etmekte ve bu büyük "mü'min annesi", yeri doldurulmaz bir değerler toplayıcısı halinde tarihe geçmiş bulunmaktadır.

İnsanlığın en büyük evladı, Son Peygamber Hz. Muhaınmed, İslâm'a, malları ve canlarıyla erişilmez hizmetler veren sahabeler kadrosunu öyle bir eğitime tâbi tutmuştur ki, onların her biri bu eğitimin ayrılmaz parçalarından birini temsil etme noktasına gelmiş ve her birinin doldurul­maz bir yeri olduğunu kabul zorunlu olmuştur. Bunu söylerken, Kur'an'da tanıtılmış bulunan, "müellefetül-kulûb", yani kalpleri İslam'a ısındırılmak üzere nimetlendirilen ve İslâm bünyesinde sayılan kişileri, sahabe kavramının dışında tuttuğumuzu bir kez daha belirtmek isteriz.

Kur'an tarafından bütün müminlerin anneleri olarak nitelendirilen[98] Peygamber hanımları, Allah Elçisi'nin sürekli beraberinde olmak ve ona sayısız hizmetler vermiş olmakla da seçkinleşmişlerdir. Fakat onların bütün yücelikleri bu kadar değildir. Onların her biri, daha başka meziyetlerle de İslâm'ın varlık yapısında bir yer tutmakta, birer sahabi olarak da, az önce işaret ettiğimiz "ayrılmaz parçalık" görevini yapmış bulunmaktadırlar. O halde, onların yücelik ve saygınlıkları, Peygamber eşi olmaya ilaveten, sahabilikle de taçlanmıştır.

Bu iki boyutlu üstünlüğe, Hz. Hatice ve Hz. Âişe gibi bazı mü'min anneleri daha başka meziyetler ilave ederek, Peygamber hanımları içinde de ayrı bir mevki sahibi olabilmişlerdir.

Hz. Hatice, Peygamber hayatındaki yeri, İslâm'ın yayılıp yerleşme sürecindeki hizmet ve yaşama çizgisi ile kendine has ve kimseyle paylaşılamayacak bir yere sahiptir.

Hz. Hatice'yi, bir Peygamber hanımı olarak, Hz. Aişe izlemektedir. İlave edelim ki, genel değerlendirme açısından geçerli olan bu tespit, özel bazı meziyetler bakımından Hz. Aişe lehine bir sıra değişikliğine sebep olabilmektedir. Bu özel meziyetleri biz, "Hz. Âişe'nin bilginliği ve öğreti­ciliği" şeklinde özetliyoruz. Alimlerin çoğunluğu, Peygamber evi hanım­ları arasında üstünlük bakımından önce Peygamberimizin kızı' Hz. Fâtıma'yı, sonra eşi Hz. Hatice'yi, daha sonra da öteki eşi Hz. Âişe'yi kaydederler. Bu üç seçkin kadının, üstünlük ve faziletleri ayrı ayrı anlatılmıştır. Faziletten maksat, ilmî seçkinlik, dinî hizmet, Hz. Peygamber'in talimat ve tebligatını yaymak ise, bu hususta hiç kimse Hz. Âişe'ye denk olamaz.[99] Tarihe "Müslümanların annesi ve Son Peygamber'in eşi" olarak geçmiş bulunan Hz. Aişe, Arap Yanmadası'nın Mekke şehrinde doğup büyüdü. Annesi, Kinane soyundan Ümmü Ruman, babası Teym soyundan Ebu Bekir diye tanınan Abdullah, lakabı Sıddıka ve Hümeyra, unvanı Ümmül Müminîn'dir. Anne ve baba tarafından, Mekke'nin ileri gelen ailelerinden olan Âişe, yaşadığı kentin iffet, cömertlik, asalet ve bilgi ile seçkinleşmiş bir kişisi olan Ebu Bekir evinde doğup büyüdü ve bu evde, devrinin ve çevresinin en iyi terbiyesi­ni alarak yetişti. Bir rivayete göre İslam'ın zuhurundan dört yıl sonra, diğer bir rivayete göre ise çok daha önceki bir tarihte doğmuş olan Aişe, Son Peygamber'in ilk bağlıları arasına giren babasından, çok küçük yaşlarda İslâm terbiyesini de alarak yetişti.

Eşi Hatice'yi kaybeden Son Peygamber, kendisine hem ev işleri ve çocukların bakımında yardımcı olacak, hem de İslâm'a davet faaliyet­lerinde destek olacak eşlere ihtiyaç duydu. Bunun için, bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde'yi, öte yandan da en yakın arkadaşı ve iman dostu olan Ebu Bekir'in kızı Âişe'yi istetti. Ebu Bekir, kızım daha önce­den Mut'ım adlı bir hemşehrisinin Cübeyr adlı oğluna söz verdiğini, bu kişinin isteğinden vaz geçmesi halinde Hz. Peygamber'in isteğine olum­lu cevap vereceğini bildirdi. Esasen Mut'ım ailesi, bir Müslüman olan Ebu Bekir'in kızını almaktan vazgeçmişti. Bu aile putperest idi ve bu ailenin hanımı: "Bu Müslüman kız evime girerse oğlumu dininden eder." diye endişeleniyor ve kocasına: "Bu kızı evime sokmam." diyordu.

Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: Asrı saadet adlı eserin mütercimi merhum bilgin Ömer Rıza Doğrul'un da üzerinde ısrarla dur­duğu bu nokta şudur: Genel kanaat, Hz. Aişe'nin Hz. Peygamber tarafın­dan istendiği zamanda altı yaşlarında olduğu yolundadır. Fakat şu Mut'ım olayı, Doğrul'un da isabetle belirttiği gibi, bunun kabul edilmesini zor­laştırıyor. Çünkü Hz. Peygamber'in isteği, İslâm'ın zuhurundan on yıl sonradır. Âişe o sırada altı yaşmdaysa nübüvvetten dört yıl sonra doğmuş olmalıdır. Daha ilk günlerde Müslüman olmuş bir Ebu Bekir'in, putperest bir aileye kzmı gelin vermek üzere anlaşmış olması, bu şartlar altında nasıl mümkün olabilir? Anlaşılan odur ki, Âişe, Ebu Bekir'in Müslüman oluşundan epey önce, bir putperest aile tarafından istenmiş ve babası da bunu kabul etmiştir. Eğer bu istek, Ebu Bekir'in Müslümanlığı kabulün­den sonra olsaydı, Peygamber dostu bir Ebu Bekir, kızını bir putperest ail­eye asla vermeye kalkmazdı. O halde, Âişe, Müslümanlığın zuhurundan önce doğmuş ve hatta, o sıralarda, bir aile tarafından gelin edilmek üzere istenecek duruma gelmişti. Bunu, Arap Yarımadası iklim şartları içinde düşünürsek, Aişe'nin İslâm’ın zuhurundan en az beş, altı yıl önce doğmuş olduğunu kabul gerekir. Buna göre de, Aişe'nin, Hz. Peygamber tarafın­dan istendiği sırada, en az on dört, on beş yaşlarında olması icap eder.

Ebû Bekir, Mut'ım ailesiyle konuştu ve onların, eski taleplerinden vaz geçtiklerini öğrendikten sonra Hz. Peygamber'e, isteğinin kabul edildiği­ni bildirdi. Ebu Bekir bu arada Allah Elçisi dostuna şunu sordu: "Biz seninle kardeş değil miyiz? Peki, nasıl oluyor da sen benim kızımla evlen­mek istiyorsun?" Ebu Bekir, Araplar arasında ki "Birbirini kardeş eden kişilerin kızları onlar tarafından eş olarak alınamaz." geleneğine işaret ediyordu. Her söz ve davranışı, ya bir yaratılış kanununu yeniden belirleyen veya bu kanunlara ters düşen âdeti yıkmak olan Hz.Peygamber gülümsedi ve Ebu Bekir'e dedi ki: "Sen benim kan bağıyla kardeşim değilsin, din kardeşimsin. Bu benim, Âişe'yi istememe engel değil.[100] Hemen işaret edelim ki, Hz. Peygamber-Aişe evliliği, bundan başka daha birkaç putperest âdetin yıkılmasına yarayacak ve Müslümanlara örneklik edecektir.

Hz. Peygamber, Âişe ile Sevde'yi aynı zamanda isteyip nikahlamasına rağmen, Âişe ile evliliği üç yıl sonra olacaktır. Sebep olarak, genellikle Aişe'nin küçüklüğü gösterilmektedir. Küçüklüğü ifade için hangi yaşı esas alırsak alalım, Aişe'nin o sıralarda kız arkadaşları ile ev dışında oynamaktan büyük zevk alan bir çocuk veya genç kız olduğu kesindir. Diyor ki: "Allah Rasûlü'ne nikâhlandığımda ben ev dışında kız arkadaşlarımla salıncak oynuyordum. Saçlarım örgüler halinde omuz­larımdan asılıyordu. Nikahlandıktan sonra annem beni dışarı bırakmaz oldu. Ve annem bana Allah Elçisi ile evlenmiş bulunduğumu belirtti." Aişe'nin bu oyun merakı burada bitmeyecek ve hayatı boyunca oyundan zevk almaya ve oynamaya devam edecektir. Kütübi Sitte'den Ebu Davud'un bildirdiğine göre, Hicretin 7. yılında vuku bulan Hayber Seferi'nden, hatta bir ihtimale göre, daha ileri bir zamanda meydana gelen Tebük Seferi'nden sonra Medine'ye evine gelen Hz. Peygamber, Âişe'yi arkadaşlarıyla birlikte oynarken buldu. Ortada kanatlı bir de hayvan vardı. Hz. Peygamber bunun ne olduğunu sorduğunda Âişe:

"Bu attır." cevabini verdi. Hz Peygamber:

"Atın kanadı olur mu?" dediğinde ise Âişe şöyle söyledi:

"Neden olmasın, ey Allah Rasûlü, Hz. Süleyman'ın atı kanatlı değil miydi?" Hz. Peygamber bu zeki cevabı çok beğendi ve gülümsedi... Aişe'nin oyun ve eğlence merakı Peygamber evinde de tabii imkânlar ölçüsünde, giderilmiştir. Bütün güzellikleri, en mükemmel anlamda ben­liğinde toplayan Allah Rasûlü, elbette ki oyun ve latifenin de en mükem­mel biçimde örneklerini veriyordu. O bu yolda, en büyük peygamber olmanın gerektirdiği tavır ve tarza uyarak, ümmetine örnek oluyordu. Latifeyi çok severdi. Bir yerde: "Ben de şakalaşır, latife ederim, fakat bunları yaparken de yalnız gerçeği söylerim." buyuruyor. Oyuna gelince, Hz. Peygamber'in hayatlarında oyun da vardı. Güreşirdi, hem de Arap Yarımadası'nın en büyük pehlivanını yere serecek kadar ustalıkla koşardı. Bu koşular zaman zaman eşi Âişe ile olurdu. Bundan bin beş yıl Önce bir çöl okyanusu içinde: "Çocuklarınıza yüzme öğretiniz, bir babanın çocuğuna olan borçlarından biri de ona yüzme öğretmelidir." diyerek sporun önemine peygamber sözüyle dikkat çeken, odur.

Hz. Peygamber'in, Aişe'nin oyun ve eğlenmesine katılımı bazen karşı­lıklı masal ve hikâye anlatmak şeklinde de oluyordu. Şimdi, nikahlanma noktasında bıraktığımız Peygamber-Âişe beraberliğine dönelim. Nikâhtan üç yıl kadar sonra, büyük Hicret meydana geldi. Zulüm ve işkenceden kaçan Müslümanlar evlerini, mallarını Mekke'de bırakıp iman ve canlarını kurtarmak için Medine'ye göçtüler. Medine onlara kucak açtı, iman kardeşleri Medineli Müslümanlar tüm varlıklarını onlar­la paylaştılar. Ancak Medine'nin yumuşak ve rutubetli iklimi Mekkeli Müslümanlara çok dokunmuştu. Birçoğu hastalandı. Hastalananlar içinde Ebu Bekir ve Âişe de vardı.

Hastalık devresi geçince Ebu Bekir, Hz. Peygamber'in huzuruna çıkıp şöyle dedi:

"Ey Allah Resulü, neden nişanlını kendi evine almıyorsun?" Yüce Peygamber'in cevabı şu oldu:

"Mehir meselesi, ey Ebu Bekir. Âişe'nin mehrini ödeyecek durumum yok şu sırada." Ve borç verilen para alındı ve Âişe'nin mehri ödendi. Ve Aişe, Hicret'in üstünden birkaç ay geçtiği bir sırada Hz. Peygamber'in evlerine geldiler.

Nikâhları Şevval ayında kıyılmıştı üç yıl önce, düğünleri de Şevval ayında yapıldı. Her davranışı, insanlık için bir veya birkaç ölçü getiren Hz. Peygamber'in bu "Şevval ayında nikahlanıp evlenme" davranışı da bir ölçü getirdi. Bir bâtıl ve hurafeyi yıkmaktı bu... Araplar, Şevval ayın­da nikâh ve düğünü uğursuz sayarlardı. Sebep de bu ayda görülmüş olan büyük bir salgın hastalıktı. Aişe diyor ki:

"Allah Rasülü ve benim mutlu nikâh ve evliliğimiz bu hurafeyi yıkmıştır." Gerçekten de sahabeler bun­dan sonra eskinin aksine, Şevval ayında daha çok düğün yapar oldular.

[101]

Yine bir hurafeye uyularak, düğün alayının önüne ateş yakılır ve yeni evliler ilk beraberliklerini evlerinin dışında bir çadırda geçirirlerdi. Bunun aksini yapmak, uğursuzluk sayılırdı. Hz. Peygamber-Âişe evliliği bunun da aksini gelenekselleştirdi. Muazzez Rasûl, yeni eşiyle doğruca evine indi. Ve düğün alayı önünde ateş yaktırmadı. Böylece, bir düğün aracılığıyla, birkaç musallat hurafe, aynı anda yıkılmış oluyordu.

Hz. Rasûl'ün Âişe Valide'yi getirdiği ev, kaynaklarda şu şekilde anlatılıyor: "Hz. Âişe'nin gelin olarak geldiği ev bir konak, bir saray değildi. Allah Rasûlü'nün Benu Neccâr mahallesindeki Mescid-i Nebevî çevresinde çok sayıda küçük odacıkları vardı. Hz. Âişe'nin meskeni, bu küçük odalardan biriydi. Bu odacık, Peygamber mescidinin doğu tarafına düşüyordu. Odanın kapısı mescide açılıyordu. Hz. Âişe'nin bu ikametgâhı, Peygamber mescidinin bir sahanlığı sayılabilirdi. Öyle ki, Allah Elçisi, Âişe Valide'nin odasından mescide çıkar, itikâfa girdiği zamanlar­da elini odaya uzatır ve bir şey isterdi. Odanın genişliği 6-7 arşından ibaretti. Duvarlar topraktan, tavan hurma ağaç ve yapraklarmdandı. Yağmurların sızmaması için tavanın üstüne bir kilim örtülmüştü. Yükseklik bir adam boyundan biraz fazla idi. Kapıda bir öttü asılıydı.

Bu odanın bütün eşyası bir sedir, bir hasır, bir yatak, bir yastık, un ve hurma koymak için birer çanak, bir su kabı ve su içmeye yarayan bir kâseden ibaretti. Bu odacık bir nur kaynağı idi, fakat burada maddî anlamda bir kandil yakmak, ev sahibinin genellikle gücü dışında kalıyor­du."

Daha ilk andan itibaren dikkat çekmektedir ki, Peygamber evinin, dünya nimetleri bakımından durumu, iyi olmak bir yana, sıkıntılarla doludur. Bu evin taşıdığı engin ve ölümsüz mutluluğu fark edebilmek için madde zevklerinin üstünde ve ötesinde birtakım yetenekler ve zevkler gerekir. Peygamber hanımlarının, genelde bu zevkleri ve yetenekleri taşıyan kişiler olduklarını söylemek borcundayız. Ancak bunun kadar gerçek bir nokta daha vardır: Mü'minlerin anneleri, nihayet birer kadın olarak Peygamber evindeki açık yoksulluk ve maddi sıkıntıdan zaman zaman şikâyetçi olabilmiş ve hatta Allah Elçisi'ne karşı tavır ala­bilmişlerdir. Zengin ve itibarlı bir ailenin üzerinde titrenen bir çocuğu olarak büyüyen Âişe, bu tavır almada elbette pay sahibi olacaktı. Fakirliği öven, dünya nimetleri yerine sonsuzluk nimetlerini koymanın değerini gösteren bir çok hadisin kendisine hitaben söylenmiş olması da gösteriy­or ki, Hz. Âişe, sözünü ettiğimiz noktada Hz. Peygamberin dikkatini çekecek bir davranış sergilemiştir.[102] Ama tekrar belirtelim ki, bütün Peygamber hanımları gibi o da bu duygu ve arzularına mağlup olmamış, sonsuzluğu tercih etmede Hz. Peygamber'le beraberliğini zedelememiştir.

 

Kendisini sevmeyi, yoksulluk ve dünya nimetlerinden mahrumiyetle âdeta eşleştiren Allah Elçisi, bu gerçeği, hayat arkadaşı Âişe'ye de açıkça bildirmişti. Şöyle diyor eşine hitaben:

 

"Ey Âişe! Eğer benimle olmak istersen şu dünyadan nasibin, bir yolcunun, bineği üstünde yiyebile­ceği şey kadar olsun. Zenginlerle oturup kalkma sakın. Yamatıp giymedikçe bir elbiseyi eski diye atma sakın."

Allah Elçisi, ele geçen bütün nimetleri başkalarına dağıtıp inkılabın çilesini, ev halkıyla birlikte göğüslemeye devam ediyordu. Yoksulluğuna ek olarak, hastalanmış da bulunan kızı Fâtıma'nın, alman esirlerden bir yardımcı istemesini reddetmiş, süslü püslü giysilerle gördüğü Hasan ve Hüseyin'e dönüp bakmamış, dikkat çekici perdeler asıldığı için, Hz. Ali'nin evine girmemiş bir Peygamberdin bu konuda ne kadar kararlı olduğu ortada idi. Bu tavır, Ali-Fâtıma ailesince, şikâyet konusu yapıl­mamışsa da, Peygamber hanımları aynı kararlılığı gösterememişlerdir. Onların şikâyetlerini tahrik eden söylentiler de vardı. Sahabe hanım­larının zaman zaman, Peygamber evi sakinlerine, neden diğer Müslümanlara açılan imkânlardan yararlanmadıklarını sorduklarını ve bu durumu hayretle karşıladıklarını görmekteyiz. Eskimiş giysileri yamadığım gören bir sahabe hanımı Hz. Âişe'ye şöyle demişti:

"Allah size onca imkânı vermişken, bundan yararlanmıyor, böylesine sıkıntılara katlanıyorsunuz!..." Hz. Âişe'nin cevabı şu oldu:

"Sen beni rahat bıraksana. Eskisi olmayanın, yenisi hiç olmaz."

Kısacası, Peygamber evinde sergilenen tavır, dünya nimetlerinde başkalarını kendine tercih, çile ve gayrette ise kendini öne sürme tavrıy­dı. Bunun, bütün peygamberlerin tavrı olduğunu Kur'an bize gösterdiği gibi, Son Peygamber de bu evrensel gerçeğe leke düşürmemek için akla gelebilecek en büyük titizliği göstermiştir,

Madde ve ruh alanlarında önder olan peygamberlerin, nimetleri baş­kalarına, zahmet ve çileyi kendilerine ayırmalarının adı Kur'an'da işardır, İsar, bizzat Kur'an'ın ifadesiyle, "başkalarının mutluluk ve rahatını, kendi mutluluk ve rahatına tercih etmektir."[103] İsarın bir davranış tarzı ve ahlak gerçeği olarak belirginleşmesi, İslâm düşüncesinde fütüvvet diye ifade edilmiş ve fütüvvetin en mükemmel temsilcisi olarak da Hz. Ali gösterilmiştir. Peygamberlerin ve peygamber­liğin ayırıcı niteliklerinden biri olan îsar ahlakı, insanoğlunun en güvenilir önder ve koruyucularının peygamberler olduğunu gösteren, sarsılmaz delillerden biridir. Kur'an, ardından gidilecek kişilerin, "davet için ücret istemeyen elçiler" olduklarını belirtir.

[104]

Böyle bir çağrıyı üstlenen önderin iki niteliği vardır: îsar ve evvâhhk. Gerçekten de Kur'an, peygamberlerin nitelikleri arasında onların evvâhlıklarını da koymaktadır. Peygamberler tarihinin damga şahsiyetlerinden biri olan Hz. İbrahim'in kişiliğinde örnekfeştirilen evvâhhk, îsar ahlâkının psikolojik temelini vermektedir. îsar ise evvâhlığın sosyolojik görünüşüdür. Nedir evvâhhk? Evvâh; çok inleyen, ağlayan ve başkalarının dertleri yüzünden hep kederli ve bağrı yanık olan kişi demektir. Kıır'an'a göre, peygamberin bir niteliği de evvâh olmasıdır. O bütün insanlık için didinen, gam çeken bir evvâhtır.

İsar ve evvâhlığın gerektirdiği ahlâk ve davranışta temel prensip hep vermek ve hiçbir şey istememektir. İslâm düşüncesinde, Cüneyd el-Bağdadî tarafından, "cennete giden yolların en kestirmesi" olarak tanım­lanan bu tavır, günlük hayatta şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Önderin, hitap ettiği toplumdaki hayat seviyesinin en alt basamağında yaşaması. Hz. Peygamber ve onun Ehîibeyti'nin hayat düsturları bu olmuştur. İnsan ruhuna saltanat kuran düşünceler, ya doğrudan peygamber öğretisi, yahut da dolaylı olarak o öğretiden kaynaklananlardır. İnsanoğlu, yalnız ve yal­nız bu düşüncelere gönülden bağlı kaldı. Bunun içindir ki, bilim, sanat, teknik vs. gibi alanların, insanlığa birçok yenilik hediye eden dehaları, hiçbir zaman peygamberleri ikinci plana itemedi ve itemeyecektir. Anlaşılan odur ki, ehramları yapan deha Musa'nın, Roma dehası İsa'nın ve günümüzün göklere tırmanan ilim ve teknik fethinin babaları da Muhammed'in arkasında kalmaya ve onların erişilmez saygınlıklarını, gıpta ile seyretmeye mahkûmdurlar. Bu neden böyledir? Cevap, İsar ve evvâhlık gerçeğinde aranmalıdır. İnsanoğlu, peygamberlerin benlik­lerinde kendisi için feda olan bir ruh, bütün nimetleri başkalarına, bütün ıstırapları kendine ayıran bir gönül bulmaktadır. Bütün nimetleri başkalarına, bütün çileleri kendine ayırmak, peygamber tipini, hükümdar ve filozof tipinden ayıran temel özelliktir ve az önce sıraladığımız ilim, sanat ve teknik üstünlükler, işte bu özelliğe yenik düşmektedir. Kur'an bu niteliğe Yâsîn Suresi, 21.ayette dikkat çekmektedir. Bu özelliğin evrensel çapta sahibi bulunan Son Peygamber, insanoğluna verdiği onca hizmet karşılığında insandan yalnız hatırlanmak, yalnız sevgi beklemiştir.

[105]

Son Peygamber'in, şuraya kadar belirtmeye çalıştığımız tavrı üzerinde, daha aydınlatıcı bilgiler vermek için kaydedeceğimiz bazı tablolar bize, konumuz için Hz. Âişe bahsinde de ilginç anekdotlar sunacaktır. İşte birkaçı: Hz. Âişe anlatıyor: "Ensardan bir kadın evimize gelmişti. Hz. Peygamber'in yattığı yatağı gördü. Birbirine dikilmiş iki deri parçasıydı. Kadın hemen evine gidip içi yün doldurulmuş bir yatak getirdi Hz. Peygamber için. Allah Elçisi eve geldiklerinde bu yatağı görüp ne olduğunu sordular. Ben, durumu anlattım. Hz. Peygamber, yatağın der­hal geri gönderilmesini emredip şöyle buyurdular: "Allah'a yemin ederim ki, ey Âişe, eğer ben istesem Ailah benim için şu dağlan altın ve gümüş haline getirir."

İçlerinde Hz. Âişe'nin de bulunduğu birçok sahabe bize haber veriyor­lar ki, Allah elçisi, bütün hayati boyunca hep maddî sıkıntı içinde olmuş­tur. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü Hz.Peygamber ve Ehlibeyt'in aile reisi Ali, bütün zamanlarını İslâm'ı yaymak için didinmekle geçiriyorlardı. Kendileri için, aile ocaklarından kalan bir iki şey dışında tek gelir kaynağı, harp ganimetleri ve sadaka mallarından alacakları pay ola­bilirdi. Harp ganimetleri, Hz. Peygamber devrinde önemli bir yekûn tut­mamıştır. Kaldı ki gerek Hz. Peygamber gerekse Hz. Ali, akıl almayacak kadar cömert olduklarından ellerine geçen ganimet paylarını, kısa sürede yoksullara veya İslâm için çalışanlara dağıtıyorlardı. Bunları sakiayarak nemalandırmak veya ihtiyaçları için kullanmak yönüne asla git­memişlerdir. Sadakalara gelince, bunlara el sürmeyi, kendine ve aile fert­lerine bizzat Hz. Peygamber yasaklamıştır. Yığılmış zekât hurmalarından, bir tanesini ağzına koyan küçük torunu Hasan'ın ağzından o hurma tanesini kendi elleriyle çıkarıp torununu azarladığını biliyoruz. Hal böyle olunca, Peygamber evindeki günlük hayatın, maddî sıkıntılarla geçmesinde garipsenecek bir yan kalmaz. Yine sahabelerden öğreniyoruz ki, Hz. Peygamber bu dünyadan ayrıldıklarında, özel zırhı, birkaç ölçek buğday karşılığı, bir Yahudi tüccarda rehin bulunuyordu. Yıllarca onun hizmetinde bulunmuş Enes b. Mâlik anlatıyor: "Hz. Fâtima, Allah Elçisi'ne bir gün bir parça ekmek getirmişti. O, bu ekmeği yemiş ve şöyle demişti: 'Ey Patıma. Babanın ağzma üç günden beri ilk giren ekmek bu oldu."

Aişe, vefatlarından sonraki yıllarda bir gün ağlıyordu. Sebebi sorul­duğunda şu cevabı verdi: "Yemek yiyip karnınım doyduğunu hisset­tiğimde hep böyle ağlarım. Çünkü Allah Elçisi ve çektikleri aklıma gelir. O, peygamberler peygamberi, bazen aylar geçerdi de ekmekten bile doymazdı.

[106]

Birkaç tablo ile örnekleştirmeye çalıştığımız maddesel sıkıntılar yönü buydu Peygamber evinin. Bu sıkıntılara katlanıyordu Aişe. Aişe ki baba ocağında çok itinalı bir şekilde beslenip büyütülmüş seçkin Mekkelilerden biridir. Ve bu seçkin aile kızı, çektiği onca sıkıntıya rağmen hep veren el olabilmiş ve gururundan asla fedakârlık göstermemiştir. Kaynaklar, onun hediye dahi kabul etmediğini belirtmektedir. O, daha değerlisi ile karşılık vermeyeceği bir hediyeyi asla kabul etmemiştir. Bir keresinde, Irak tarafından gelen ganimetler arasında çıkan bir inciyi, gazi­lerin de oluruyla ona göndermişlerdi. Hz. Aişe, devrin halifesi Ömer tarafından gönderilen bu inciyi almakla birlikte, şöyle demekte gecik­memiştir: "Rabbim, beni Ömer'in hediyelerini almak için yaşatma.

Hz. Âişe'nin cömertliği, sahabiler tarafından çeşitii vesilelerle dile getirilmiş ve herkesçe gıpta ile izlenmiş bir keyfiyet olarak karşımıza çık­maktadır. Esasen bu, bütün Peygamber evi sâkinlerinin ortak tavrıdır. Ancak, zengin ve itibarlı bir aile içinde yetişen Aişe Valide, bu peygam­ber huyuna çok daha rahatlıkla ve çok daha ileri boyutlarda ısınabilmiştir. Aişe Valide cömertliğine örnek olacak birkaç söz ve anekdot vererek bu konuyu aydınlatalım:

Sahabilerden biri şunu söylüyor: "Aişe çok cömertti. Onun yetmiş bin dirhemlik bir parayı, kendisini tanımasınlar diye, örtüsünün arkasına sak­lanarak dağıttığına şahit olmuşumdur." İslâm tarihinin en büyük kaynaklarından biri olan İbn Sa'd'da şu satırları okuyoruz: "Bir yerden, Peygamber evine gönderilen hediye iki torba parayı, hemen o gün yok­sullara dağıttı. Ramazandı. Akşam, iftar sofrasında çok basit şeylerin yer aldığını gören yardımcısı kadın, şunu söylemekten kendini alamadı: 'O dağıttığınız paranın bir tek dirhemiyle şu sofranıza çok güzel yiyecekler alabilirdiniz...'Âişe dinledi ve şu cevabı verdi: 'Böyle bir şey aklıma bile gelmedi.

Onun, Peygamber evindeki bu yücelik belirtisi tavrı, muazzez eşinin bu âlemi terk etmesinden sonra da aynen devam etmiştir. Biz onun, ken­disine kamu kaynaklarından bağlanan paranın, yıllığını birden alıp hemen dağıttığını biliyoruz. Ve biliyoruz ki, dünya malı adına sahip olduğu tek şeyi olan evini satıp parasını yoksullara dağıtmıştır. Tarihçi İbnül Cevzî onun bu niteliklerini şu cümle ile ifadeye koyuyor:

Sahabeler içinde ondan daha cömerti yoktu.

[107]

Hz. Âişe'nin büyük ruh zenginlik ve asaleti, bir kadın olarak, ev içinde zaman zaaman kızgın ve incitici tavırlar takınmasını engellememiştir. Bu tavırların Hz. Peygamber'i, gerçekten üzenleri olduğunu da söylemek durumundayız. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, bu üzüntü ve kırgın­lıklar çok kısa sürüyor ve aile içi huzur ve anlaşma, galibiyetini hemen koruyordu. Bir keresinde Âişe'nin odasına, gözlemesi için bir esir kon­muş, Âişe kadınlarla söze daldığından, esir fırsat bulup kaçmıştı. Hz. Peygamber içeri girip esirin kaçtığını görünce kızmış ve "Ne yaptın sen Âişe, ellerin kirilsin." demiş, ardından da evden çıkıp gitmişti. Döndüğünde eşinin ellerini birbirine sürterek hiddetli bir halde dolaşıp durduğunu gören Hz. Peygamber bunun sebebini sordu ve şu cevabı aldı: "Bana beddua ettiniz. Şimdi ben hangi elim kırılacak diye beklemektey­im." Hz. Peygamber, bu sözü duyunca üzüldü ve bedduasının hayırla sonuçlanması için dua etti.

[108]

Kaynakların tetkiki gösteriyor ki eşler arası dargınlık hallerinde, Âişe'nin babası Ebu Bekir, bazen kızının lehine ağırlığını koyabiliyordu. Yine böyle bir müdahale sırasında Hz. Peygamber, bunalmış olacak ki, Ebu Bekir'e şöyle dedi: "Kızın Âişe yüzünden beni suçluyor musun, ey Ebu Bekir?" Bu sözdeki serzeniş gerçekten ağırdı ve Allah Elçisi'nin iyice rahatsız olduğunu gösteriyordu. Ebu Bekir bunu derhal anladı ve hatasının büyüklüğü altında ezildiğini göstermek için de elleriyle göğsüne, başına vurmaya başladı. Bu derin pişmanlığı gören yüce Peygamber, her zamanki gibi affını kullanarak şöyle dedi: "Ben bunu yapmanı istememiştim, ey Ebu Bekir."

Hz. Peygamber, insanların en mükemmeli, en iyi huylusu olarak dargınlık ve kızgınlıkları en kısa zamanda unutur ve anlaşmaya, tatlılığa çevirirdi. Eşini kızgın gördüğü zaman, tatlı sözlerle onu teskin eder, gön­lünü alırdı. Bir keresinde şöyle demişti Hz. Âişe'ye: "Ben senin, bana kızgın olduğun zamanla, benden memnun olduğun zamanı hemen anlarım. Kızgın zamanlarında yeminlerinde 'İbrahim'in Rabbine yemin ederim ki dersin. Oysaki memnun olduğun zamanlarda, 'Muhammed'in Rabbine yemin olsun ki...' diye söze girersin. Âişe Valide bu tesipiti doğruladı ve memnuniyetini ifade etti.

Allah Elçisi, Âişe'nin gençlik heyecanıyla izah edilebilecek birçok ti­tizliğine, duygusallığına, ilahî yumuşaklığı ve engin müsamahası ile yak­laşır, gerginlik belirten dakikaları, sahneleri bir sıkıntıya meydana verme­den ortadan kaldırırdı. Eşinin oyun, eğlence cinsinden makul isteklerine olumlu cevap verir, hatta zaman zaman bu oyun ve eğlencelere, kendisi de katılırdı. Kaynaklar, Rasûl'ün bazen Âişe'ye, güzel şark1 söyleyen şarkıcılar tavsiye ettiğini bile yazmaktadır.

[109]

Hz. Âişe'nin de, muazzez eşine karşı tavrı, genelde buydu. Cömertlik, dostluk ve hizmetin en büyük temsilcisi Allah Elçisi, sık sık misafir getirirdi eve. Âişe bu misafirlere, memnunlukla yemek hazırlar, sofra kurardı.

[110]

Hz. Peygamber-Âişe arası kırgınlık ve dargınlıklar bahsinde, Şiî kay­naklar tarafından  ısrarla öne  sürülen ve esas  gerçeklerden  biri  gibi savunulan husus, Hz. Âişe'nin Ehlibeyt'i sevmemesi, Ali'ye, Fâtıma'ya karşı olması şeklinde ifade edilebilir. Böyle bir iddiaya haklılık tanımak kolay değildir. Şunu hemen söyleyelim ki, kaynakların, Ehlibeyt, özellik­le Ali ve Fâtıma hakkında kaydettikleri en övücü sözlerden birçoğunun sahibi, Hz. Âişe'dir. Bir Peygamber hanımı ve sahabelerin ilk sıralarda gelen bilginleri arasında yer almış bir şahsiyet olan Hz. Âişe'nin, bazı kişisel kırgınlıklarım, Ehlibeyt gibi bir grubun yüceliğini inkâra sebep yapması düşünülemezdi ve böyle bir şeyin olmadığı da apaçıktır. Bugün, Ali-Fâtıma bahsinde, bu iki yüce şahsiyetin üstünlüklerini, İslâmî belge halinde ispata yarayan ve Peygamber sözü olarak kaydedilen beyanların sahibi, Hz. Âişe'dir. Onun, her nedense Ali'ye karşı kırgın ve soğuk bir tavır içinde olduğu kesindir, ama bu ne onun Ali'ye, ne de Ali'nin ona saygısına gölge düşürmüştür. O kendisine sorulan soruların birçoğunu cevaplamak için Hz.Ali'ye gönderirdi. Çünkü onun erişilmez ilmî gücünü takdir etmekteydi. Onların almış bulundukları Muhammed! terbiye, duy­gusal ve kişisel tutumların, evrensel gerçekleri ve yetenekleri inkârlarına asla müsaade etmez ve etmemiştir. Şuraya kaydedeceğimiz, Hz. Âişe kay­naklı birkaç söz, bu tespitimizin doğruluğunu göstermeye yeter kanısın­dayız. Diyor ki Hz. Âişe: "Allah Rasûlü katında insanların en sevimlisi Fâtıma ile onun kocası Ali idi." Ve "Allah Elçisi'nden sonra en mükem­mel insan, Fâtıma idi."

[111]

Bu sözler de göstermektedir ki, Hz. Âişe, Ali'ye karşı soğukluk ve kırgınlığım Ehlibeyt'in kadrini inkâra asla vesile yapmamıştır. O, ruh ve bilgisinin büyüklüğüyle uyumlu olarak kişilerin haklarını ve gerçekleri oldukları gibi dile getirmekten geri kalmamıştır. Duygular ve hatalara gelince, bunlar insanın ayrılmaz parçalarıdır. Ve Hz. Âişe de hata etmiştir. Ve yaptığı hataları bizzat kendisi ifadeye koymuştur. Özellikle, Hz. Ali'ye karşı tavır alışından duyduğu pişmanlık çok derindir. Bize düşen, insan­ların kalplerinde dönüp duran şeyleri araştırmak değil, onların tarihe mâl olmuş şer'i şerife uygun söz ve tavırlarını esas almaktır. Bu ölçüde hareket ettiğimizde Âişe ile Ehlibeyt arasında kin ve çekişmenin varlığını kabul etmemiz mümkün olmamaktadır. Esasen, Allah Elçisi Hz. Muhammed'e sevgi ile, Ehlibeyt'e kinin bir gönülde birleşmesi İslâm gerçeğine ve yaratılış kanunlarına ters düşer. Ve biz, Hz. Âişe'nin Allah Rasûlü'nü, Allah Rasûlü'nün de onu sevdiğini kesinlikle bilmekteyiz. Bu tespit, bütün sahabe kadrosu için geçerlidir. Sonradan gelen bazı "gayretlilerdin sahabe yaftası yapıştırdıkları "müellefetül kulüp" ile, irtidat vs. gibi sebepler yüzünden sahâbelik vasfını yitirenlerin durumu, elbetteki istisnadır. Onlar, ister Âişe savunucusu, isterse Ehlibeyt müdafii olarak ortaya çıksınlar, esasta Muhammedi olan her şeye yabancıdırlar. Tek gayeleri, çıkarlarıdır.

Âişe-Rasûl beraberliğinde, tamamen duygusal planda kalan ve Hz. Âişe'nin genel tavır ve tespitlerine asla etki etmeyen bir nokta daha vardır. Bütün kaynaklarda dikkatimizi çeken bu nokta Hz. Âişe'nin, bir kadın, eşini sevgilerin en yücesiyle seven kadın olarak diğer Peygamber hanımlarına duyduğu kıskançlıktır. Hemen söyleyelim ki, insan gerçeği ve fıtrat kanunları karşısında bu keyfiyet bir kadın için eksiklik değil, meziyet ve fazilettir. Özellikle, kendisini sevmek Allah'ı sevmenin en emin delili olan Son Peygamber'le ilgili bir kıskançlık en büyük meziyetlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Kıskanılan eşin, bundan zaman zaman şikâyetçi olması, hatta rahatsızlık duyması, bu gerçeği değiştirmez.

Konuyu bu şekilde belirledikten sonra, Hz. Âişe'nin, özellikle Hz. Hatîce söz konusu edildiğinde çok kıskanç bir hanım olduğunu söyleye­biliriz. Hatice bahsinde de görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, ilk eşi ve kader arkadaşı Hatice'ye daima en yüksek mevkii tanımış ve hiçbir eşine, ona  verdiği  değeri  vermemiş,  duyduğu  saygıyı  duymamıştır.. Onun erişilmez yeri ve değeri saklı kalmak şartıyla, Âişe Valide diğer bütün Peygamber hanımlarından önde gelmektedir: Bilgi, zekâ ve güzellik bakımından. Şunu da ekleyelim: Hz. Âişe, Hz. Peygamber eşleri içinde okuma-yazma bilen üç kişiden biri olarak da seçkindi. İleride de görüleceği gibi, Zeynep ve Hafsa Valideler, güzellikte onunla aynı çizgide görülmekle birlikte, Âişe Valide onları bu bakımdan da daima ikinci planda bırakmıştır. Hz. Peygamber, Hz. Âişe'nin bu seçkinliğini her zaman ifade etmiş ve daha uzun süre onunla birlikte olmayı yeğlemiştir. Çağrılı bulunduğu yerlere genellikle onunla gitmiş ve bazen, çağrıya olumlu cevap vermeyi, Âişe'nin de davet edilmesi şartına bağlamıştır. Âişe de bu sıcak ve sürekli ilgiye her zaman layık olmaya çalışmış ve daima karşılık vermiştir. Gece ve gündüz, normal zamanlarda ve seferlerde hep Allah Rasûlü'nün yanında olmuştur. Rasûl ile bütün ibadetlerde beraberdi. Onunla, namazlarının hemen tamamında beraber olurdu. Oruç, umre ve hac gibi ibadetlerde de Hz. Peygamberdin yanından ayn lmamıştır. Ramazan sonlarına doğru,, mutlaka itikâfa giren Allah Elçisi, hemen bütün itikatlarında eşi Aişe'yi de yanında aynı şeyi yapar halde bulmuştur.

Hz. Âişe'nin Allah Elçisi ile bu yakından ve sürekli beraberliği, diğer Peygamber eşlerince anlayışla karşılanmakla birlikte, zaman zaman onların şikâyetlerine de yol açmıyor değildi. Hatta, bir keresinde bu anneler birleşerek, Hz. Fâtıma'yı Hz. Peygamber'e göndermiş ve Âişe'ye gösterilen ilginin kendilerine gösterilmesini de istemişlerdi. Fâtıma, duru­mu Hz. Peygamber'e söylediğinde: "Sen de benim sevdiğimi sevmez misin?" sorusuna muhatap olmuş ve geri dönmüştü. Hanımlar bu kez, Peygamber katında itibarı olan bir başkasını, Peygamber eşi Ümmü Seleme'yi göndermişlerdi. Ümmü Seleme durumu Hz. Peygamber'e anlattığında o, şu cevabı vermiş ve bahsi kapatmıştır: "Ey Ümmü Seleme! Âişe konusunda beni daha fazla sıkıştırma. Bilirsin ki, ilahî vahiy bana hep onun barınağında inmektedir."

[112]

Bütün bu seçkinlik ve itibar, Hz. Âişe'nin yüce Peygamber'e olan derin sevgisi yüzünden, yine de onu doyurmuyor ve diğer eşleri her fır­satta kıskanıyordu. Kaynaklar bu konuda bize açık ve ilginç bilgiler vermektedir. Birkaçını buraya alalım:

Faziletler âbidesi ve Allah Elçisi'nin gönlünde her zaman müstesna bir yerin sahibi olan Hz. Hatîce, öylesine çok anılır, öylesine çok sevilir ki Hz. Peygamber tarafından, onun ölümünden sonra Rasûl evine gelmiş bulunan Âişe, yine de Hatîce kıskançlığım derinden hisseder.

Buharı, eserinin tatavvu, farz olmayan ibadetler, İmam Mâlik ise gece namazı bahsinde bize şunu bildiriyorlar: Allah Rasûlü sık sık namazına kalkardı. Yine bir gece namaza kalkmışlardı. Hz. Âişe uyandığında Peygamberimizin odada olmadığını gördü ve onun öteki hanımların yanma gitmiş olduğunu düşündü. Kendisinin ifadesiyle buna çok kızdı ve hemen Peygamber'i aramaya koyuldu. Bir de ne görsün, Allah Elçisi gece karanlığında bir köşeye çekilmiş, secdeye kapanmış halde Allah'a yalvarmaktadır. Hz. Âişe, büyük bir pişmanlık duydu ve yerine döndü. Ne gariptir ki bu pişmanlık Âişe'nin, daha başka gecelerde yine aynı tavrı sergilemesine engel olmayacaktır.

Allah Elçisi eşini, sevgilerin en derini ile seven Âişe Valide zaman zaman sorardı: "Ey Allah Elçisi, cennette senin hanımların kimler ola­cak?" Yüce Peygamber tebessüm eder ve şöyle cevap verirdi: "Sen de onlardan birisin ey Âişe."

Hz. Âişe'nin, Allah Rasûlü'nü kıskanması bazen çok güzel latifelerin meydana gelmesine de sebep oluyordu. Ömrünün son yıllarına doğru bir gün, Allah Elçisi, eşiyle konuşuyordu. Âişe başının çok ağrıdığını söyle­yerek alnını ovdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Âişe, eğer sen benden önce ölürsen, seni kendi ellerimle yıkar, kefenler ve mezara indiririrm." dedi. Hz. Âişe şöyle konuştu: "Evet öyle. Bunu yapar, ardından da benim odama yeni bir hanım getirirsin." Hz. Peygamber bu sözden çok hoşlandı ve tatlı tatlı güldüler.

[113]

Hz. Âişe, Peygamber eşinin, bütün sevgisini kendi üstünde toplamak isterdi. Bu, bir sevgi kanunu olduğu kadar, bir kadınlık tabiatıdır da. Bunun için o, sık sık kendi farklı yanlarını ifadeye koyar, diğer hanımlara üstünlüklerini sayıp dökerdi. Bir yerde şöyle diyor:

"Benim, öteki Peygamber hanımlarına on tane üstünlüğüm vardır.

1.  Evlendiği tek bakire hanım benim,

2. Anne-babası Muhacir olan tek eşi benim,

3. Allah benim doğruluğumu ilahî vahiy ile ispatlamıştır. (İfk olayı),

4. Cebrail  benim  resmimi  bir  kap  içinde  Peygamber'e  gösterip Bununla evlen demiştir,

5. Rasûl, bir tek kaptaki sudan yalnız benimle yıkanmıştır,

6. Ben önünde iken namaz kıldığı halde başka biri olunca kılmazdı,

7. Benimle birlikte olduğu zamanlarda ona vahiy gelirdi,

8. Ruhunu teslim ettiğinde başı benim kucağımdaydı,

9. En son cinsel ilişkiyi benimle kurmuştur,

10. Benim odamda defnedilmiştir."

Bir başka yerde bu üstünlüklerine şunu da ekliyor: "Cebrail'i benden başka hiçbir Peygamber hanımı görmemiştir.

[114]

Açıktır ki, Hz. Âişe burada, tamamen kendi farklılıkları olan noktalara değiniyor. Esasen onun genel çerçevede dikkat çeken üstünlükleri çok daha fazladır. İleride ele alacağımız "bilginliği" konusu, bunların başın­da gelir. Ayrıca ibadet hayatı bakımından fevkalade üstündü. Hemen bütün yıl aralıklarla oruç tutar, hemen her gece namaza kalkar, Allah Rasûlü ile teheccüd kılardı.

Cebrail, sahabeler içinden bir tek kişinin şekline bürünmüş olarak gelmiştir: Dihye. Yine Cebrail'in, Dihye suretinde geldiği bir sırada Hz. Âişe onu görmüş ve Hz. Peygamber'e bu mutluluğunu haber vermişti. Rasûl bunun bir insan için bahtiyarlık olduğunu söylemiş ve ilave etmişti: " Ey Aişe! Cebrail sana selam gönderiyor." Âişe şöyle karşılık verdi: "O ulu misafire de benden selam olsun."

Hz. Âişe, son derece cesur ve komuta yeteneğine sahip bir yaratılışta idi. Bunu, ileride Cemel olayını verirken yakından göreceğiz. Burada hemen söyleyelim ki, İslam tarihçileri onun Bedir Harbi'ne katıldığı, Uhud gibi bir harpte hemşirelik görevi yaptığı hususlarında tereddüt etmemektedirler. Hz. Âişe'nin, geceleri kalkıp tek başına mezarlıklara gidebildiğini, Hendek Harbi'nde bütün kadınların kale içinde saklandığı bir sırada, tek başına kaleden çıkıp harbe katılmaya kalktığını, fakat Rasûl'ün bunu engellediğini de kaynaklardan öğreniyoruz.

[115]

Âişe Valide'nin cömertliğinden söz etmiştik. Onun üstünlüklerine eklenecek bir husus da engin merhametidir. Özellikle çocuklara karşı tavrı ünlüdür. Çok sayıda çocuk alıp büyütmüş ve yetiştirmiştir. Bilhassa yetimlere karşı sınırsız bir acıma duygusu taşıyordu. Onları alıp besler, büyütür, eğitir ve evlendirirdi. Kendisinin çocuğu yoktu ve herhalde bun­dan etkilenmiştir. Araplar, kendilerini çocuklarıyla künyelerlerdi ve bu onlar için bir şeref sayılırdı, Hz. Âişe, çocuğu olmadığı için böyle bir künyeyi nasıl alacağını düşünmüş ve arzusunu Hz. Peygamber'e açmıştı. Peygamberimiz de onu yeğeni Abdullah'a izafeten künyelemişti: Ümmü Abdullah diye...

Sonuç olarak diyeceğiz ki: Hz. Âişe; İnsan hayatında ve insanlık tari­hinde en yıkıcı rollerden birini oynamış ve oynamaya devam edecek olan iftira ve  özellikle kadınlara iftira konusunu,  evrensel  dinin evrensel mesajları arasında dile getirmeye vesile olmak gibi çileli bir işin vasıtası olarak, bizzat Allahû Teâla tarafından imtihan edilmek gibi büyük bir bahtiyarlığın da sahibi olarak, hürmet ve takdire layıktır. Esasen, bütün Peygamber evi halkı, insanlık için bir veya birkaç fedakârlığı üstlenmiş, bir yığın çileyi göğüslemiş vefkârlardı. Kuran, Hz. Peygamber'in eşleri­ni "mü'minlerin anneleri" olarak tanıtır.[116] Hz. Âişe de bir ümmet annesi olarak Müslüman toplumda yerini alacak ve gerekli saygı ve itibarı görecekti. Ve görmüştür de. Hz. Peygamber'in vefatı ardından halife seçilen Ebu Bekir, Âişe'nin babasıydı. Ebu Bekir'in yaklaşık iki yıl süren devlet başkanlığı devrinde Hz. Âişe'nin rahat ve sakin günler geçirdiği kuşkusuzdur. Bu süre içinde sergilediği bir davranıştır ki, daha sonra onu rahatsız edecek ve pişmanlığa itecektir. Bu, Hz. Peygamber'in vefatı ardından Fedek toprağını isteyen Hz. Fâtıma ve ev halkına bu toprağın verilmesini engellemede rol almasıdır.

[117]

İkinci halife Ömer devrinde bütün Peygamber hanımları ve özellikle Hz. Âişe refah ve itibarın zirvesine çıkmışlardır. Halife Ömer, Hz. Peygamber'in hanımlarından her birine onbin dirhemlik yıllık gelir bağlamıştı. Bu miktar, Buhari ve Müslim'in de kaydettikleri gibi, Hz. Âişe için on ikibin dirhem olarak öngörülmüştür. Halife, bu farklılığın gerekçesi olarak Âişe'nin Peygamberimiz katındaki yerinin farklılığını göstermiştir. Ömer ayrıca ganimet vs. gibi gelirlerden Peygamber eşlerine paylar ayırırdı. Bu paylarda da Âişe'nin farklı tutulduğunu görüyoruz.

Halifenin bu nazik tavrı Hz. Âişe tarafından karşılık görmüştür. Şöyle ki; Ömer, kendisinin Hz. Peygamber'in yakınma, birinci halife Ebu Bekir'in yanma defnedilmesini arzu ediyordu. Bu arzusunu ölümüne yakın bir sırada Hz. Âişe'ye iletti ve şu cevabı aldı: "Ben babamın yanındaki o yere kendimin defnedilmesini düşünüyordum. Fakat madem kî Ömer oraya defnedilmek isityor, bu imkânı ona vereceğim." İzni alan Halife, yakınlarına şunu söylemeyi de unutmamıştır: "Cenazem defnedilmek üzere yola çıktığında Âişe'nin iznini yeniden isteyin ve izni o zaman da tekrarlarsa beni Ebu Bekir'in yanına defnedin. Aksi takdirde öteki mezarlığa gömün."

Hz. Âişe verdiği izni tekrarladı ve Ömer, arkadaşı Ebu Bekir'in yanı­na defnedildi.

Hz. Aişe (R.anha) Hz. Osman (R.a.)'ın döneminde de yaşadı. Hz. Osman (R.a.)'ya yapılan hakaretleri içine sindiremiyordu. Hz.Osman (R.a.)'ın öldürüldüğünü duyan Hz. Âişe Mekke'den Medine'ye doğru yola çıkmıştı. Yolda Hz. Ali'nin halifeliğe getirildiğini duyduğunda söylediği şuydu: "Osman'ın kanım istemek Müslümanlığın şerefidir.[118] Hz. Âişe'nin İslâm düşünce ve ilim tarihindeki yeri bağımsız bir eserin konusu olacak önemdedir. Biz burada onun İslâm ilimlerine ve "Makasidu'l Kur'an"ın ortaya çıkarılnması hususundaki hizmetlerini çok genel çizgileriyle değerlendireceğiz.

Hz.Âişe, Ebu Bekir gibi ekonomik ve kültürel yönden seçkin bir kişinin kızı olarak iyi bir aile ve çevre içinde büyüdü. Bu maddesel imkânlara ek olarak tabiat ana onu hayranlık verici bir hafıza ile donat­mıştı. 60, 70 hatta 100 beyitlik bir şiiri bir iki dinleyişte rahatlıkla ezberleyebiliyordu.

Hz. Peygamber'in okuma-yazma bilen üç hanımından biri de oydu. [119] Hz. Peygamber'le çocuk denecek yaşta başlayan beraberliği Allah Elçisi'nin son nefesini verdiği ana kadar gece-gündüz devam etmiştir. Bu beraberlik, din ilimlerinin özellikle fıkıh ve tefsirin vazgeçilmez isimleri arasına Âişe'nin de girmesini sağlamıştır. Gerçekten de Hz. Âişe'yi yok saydığınızda din ilimlerinin kayıpları telafi edilmeyecek kadar büyük olmaktadır. Hz. Peygamber'le kesiksiz beraber­liği diğer birçok insanın bilgisi dışında kalmış çok hassas konuların kaynaklara geçmesine yaramıştır.

Rivayet ettiği hadislerin sayısı ikibinin üstünde gösterilmektedir. Bunların bir kısmının, onun adına izafetle uydurulduğu kuşkusuz olmak­la birlikte, oldukça Önemli sayıda rivayetinin varlığını kabul zor değildir. Çünkü gece-gündüz Hz. Peygamber'in beraberinde idi. Âişe bu hadislerin temel hedeflerini, din, hukuk ve mantık açısından illetlerini göstermiş onları tahlil ve yorum konusu yapmıştır.

Esasen, Hz. Âişe'nin gözardı edilemez bilimsel ve fikirsel katkılarının temelinde onun bu yorum ve tahlil gücü yatmaktadır. Bu güç onun Arap dilini, özellikle Arap şiirini iyi bilmesi yanında hür düşünceye, kritiğe, hurafelerden nefrete saygı duyan yaratılışından da besleniyordu.

Arap diline vukuf, Arap şiirini iyi bilmekten geçer. Aişe bu bakımdan çok şanslıydı. Elinde yetiştiği babası Ebu Bekir, Arap şairlerinin, yazdık­larım tashih ettirdikleri bir edipti. Ebu Bekir'in bu seçkin durumu Aişe üzerinde çok etkili olmuştur. Çok erken yaşlarda şiirle meşgul olmaya başlayan Âişe ünlü Arap şairlerinin birçok şiirini ezberlemişti. Örneğin, şair Ka'b b. Mâlik'in çok uzun kasidelerini ezbere okurdu. Şunun da altım çizmek gerekir ki Müslüman şairlerin, Hz. Peygamber'i taşlamak için yazılan putperest şiirlere verdikleri cevap şiirlerin hemen tamamına yakınının metinini Hz. Âişe'nin hafızasına borçluyuz. Onun hafızası depoluk görevi yapmasaydı bu şiirlerin tarih sayfalarına geçmeleri mümkün olmayabilir veya çok az kısmıyla mümkün olabilirdi.

Şunu da ekleyelim ki, başta Hassan b. Sabit ve Abdullah b. Revana olmak üzere büyük sahabe şairler şiirlerini Hz. Âişe'ye gösterir, onun tashihine sunarlardı.

Şiire, bu demektir ki, Arap dili ve edebiyatına bu vukufu Hz. Aişe'yi dinî metinler üzerinde tahlile ve fikirsel konular üzerinde diyalektik bir yaklaşımla tartışmaya götürüyordu. Tahlil ve tenkitlerindeki cesur tavrını Hz. Peygamber karşısında bile sergilemekten çekinmemiştir.

Halife Ömer, sabah ve ikindi namazlarından sonra güneşin doğuş ve batışına kadar namaz kılınmaz diyordu. Hz. Aişe, Ömer'i bu konuda kuruntu üretmekle itham etmiş ve şöyle demiştir: "Yasak olan, güneşin tam doğuşu ve tam batışı sırasında namaz kılmaktır. Çünkü bunda güneşe tapanlara benzeme söz konusu olur. Bunu, sabah ve ikindi namazlarının arkasından namaz kılınmaz şekline getirmek yanlıştır."

Hz. Âişe (R.anha) İslâm dinin ilk ana kaynağı olan Kur'an'ı tefsir etmede, Kur'an'a açıklık getirmek için de Hz. Peygamber'in söz ve fiil­lerinden yararlanıyordu. Fıkıhta otorite sayılan sahabelerle yine bir otorite olan Hz. Âişe'nin farklı görüşlere sahip olduğu konular Nedvî'nin eserinde sıralanmıştır.[120] Birkaç örnek verelim:

Kocanın karısını öpmesi abdesti bozar fetvasına Hz. Âişe katılmıyor. Cenazeyi taşımanın abdesti bozacağı hükmüne de katılmıyor.

Gusül abdesti sırasında kadının saç örgülerini açması gerektiği görüşüne de katılmıyor.

Hz. Âişe'ye göre kadının, namaz kılanın önünden geçmesi namazı bozmaz ve kadınların süs eşyalarından zekât vermek gerekmez.

Hz. Âişe (R.anha), din konusunda hurafe ve uydurmalarla yoğun bir mücadeleye girmiştir. Bazı örnekler verelim:

Bir gün bir çocuğun üzerine bir ustura asıldığını görmüş, sebebini sor­muştu: "Nazar ve büyüye karşı taşıtıyoruz." dediklerinde Âişe öfkelenmiş ve şöyle konuşmuştu: "O usturayı çocuğun üstünden hemen alın. Allah ve Peygamber'i böyle saçmalıkları yasaklamışlardır."

Vezinli, kafiyeli dualar yapanları, halkı her gün toplayıp vaaz verenleri engellemiş, bunların İslâm'a ve Hz. Peygamber'in uygulamalarına ters düştüğünü söylemiştir.

Bir kısım insanların hatim sayısını artırmak için mümkün olduğunca çabuk Kur'an okuduklarını öğrendiğinde şöyle konuştu: "Böyle bir okuyuştan yarar beklenemez. Böylelerinin Kur'an okumalarıyla okuma­maları aynıdır. Kur'an, anlamı üzerinde düşüne düşüne okunmalıdır.

Hırsızlık cezası görmüş kişilerle konuşmayı ve komşuluğu kesenleri eleştirmiş ve bu insanlarla ilişkiye devam ederek, "Bir hata işlemiş olan­ların sürekli dışlanmaları doğru olmaz." demiştir.

Vârislerin rızasının şart olduğu hususlarda sadece erkeklerin olurunu alanları eleştirmiş, kadınların onaylarının da şart olduğunu öne sürmüştür.

Kısaca, Hz. Âişe, fıkıh alanında vazgeçilmez kişilerden biridir. Ni­tekim, Hz. Peygamber'in şöyle dediği söylenir: Dininizin yarısını şu pembe yüzlü kadından, yani Âişe'den öğrenin."

Âişe'nin bu ilim ve fikir gücü onu, hadis alanında bir istidrâk odağı yapmıştır. İstidrâk, bir hadis terimi olarak yanılma ve sürçmeleri düzeltme anlamım taşıyor. Âişe'nin istidrâk gücü, hadis bilginlerince hayranlıkla tespit ve ilan edilmiştir. Hatta, hadis bilgini Celâleddin Süyutî (ölm. 1505), Âişe'nin bu yönünü anlatan bir eser kaleme almıştır.[121] Âişe'nin bu düzelticilik rolü onu sahabelerin hocası durumuna yükseltmişti. Onun Medine'deki evi bir akademi gibi işlemekte, çeşitli yerlerden gelmiş yüzlerce insan ondan her gün yararlanmaktaydı. Âişe bu bilimsel Faaliyetini sürdürmek üzere Hac sırasında Merve yakınlarında kurdurduğu çadırda, uzak böl­gelerden gelmiş kişi ve gruplara bilgiler verir, onların sorularını cevap­lardı. Talebelerinden biri ve özel sekreteri oîan Âişe binti Talha şöyle diyor: "Herkes her yandan Hz. Âişe'yi görmeye gelirdi. Onun yardımcısı olduğum için ben de çok saygı görürdüm. Âişe'ye soru sormaya gelenler, memleketlerine döndükten sonra hediyeler gönderir, mektuplar yazarlardı. Hz. Âişe, bunlara hemen karşılık vermemi bana emretmiştir."

Âişe, bir hikmet-i teşriiye dehası idi. Hikmet-i teşriiye, dini hüküm, emir ve yasağın nedeni ve niçinidir. Kur'an, bu neden ve niçini araştır­mayı esas alır. Bu yapılmazsa emir ve yasak insan hayatına hizmetten çok tabuların insanı boğmasına destek verir. Hz. Âişe'nin faaliyetlerini incelediğimizde onu esas-i şalilere bağlı kalan, bir kritikçi ve hikmet-i teşriiye araştırıcısı olarak görüyoruz. Hz. Âişe'nin, hikmet-i teşriiyeyi yakalayıp bunu zaman ve mekâna rahatça uygulamasında onun tarih bil­gisinin de büyük rolü olmuştur. Olağanüstü hafızası Âişe'yi bir tarih bil­gileri deposu yapmıştır. Tenkit ve açıklamalarında bu bilgisinin boyut­larını ve rolünü çok açık bir biçimde görüyoruz.

Hz. Âişe'nin öğrencileri, hem sayı hem de nitelik bakımından dikkat çekicidir. Kendisinden hadis rivayet edenlerin sayısı iki yüzden fazladır. Aişe ayrıca, öksüz, yetim ve kimsesizleri alıp besler, eğitir ve öğretirdi. İslâm bilginleri, özellikle İbn Hanbel, Zehebî, Nedvî vs. Âişe'nin öğren­cilerine ilişkin geniş bilgiler vermektedir. Bu öğrenciler arasında, İslâm ilimlerinin önemli isimlerine de rastlıyoruz. Örneğin, Ebu Bekir'in kızı Ümmü Gülsüm, Kasım b. Muhammed, Abdurrahman b. Avf'ın çocukları vs. Kısacası, Hz. Âişe (R.anha), fikhu'l Kur'an'ın ve fıkhu'l hadis'in öncülerîndendir.

 

Hz. Cüveyriye Binti Haris

(R.Anha)

 

Hz. Cüveyriyye, benî Mustalak kabilesi reisi Haris bin Dırar'ın kızıdır. Hicretin beşinci yılında yapılan Benî Mustalak (veya Müreysî) savaşında esir alınmış, babası da kaçmıştı. Kabilesinden de 600 kişi esir düşmüştü. Esirlerin arasında bulunan Cüveyriyye'yi kurtarmak için, babası Haris, bir sürü deve getirdi.

Bunların içinde çok iyi cins oîan iki deveyi kıyamayıp, şehir dışında sakladı. Haris, Resul-i Ekremin huzuruna geldiğinde, Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

“Falan yerde sakladığın iki deveyi de getir!” Haris, bu duruma çok şaşırıp dedi ki:

Şehadet ederim ki, Allahtan başka tapılacak, kulluk edilecek hak bir mâbud, ilâh yoktur ve sen Onun elçisisin. Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahtan başka kimsenin bundan haberi yok idi.

Böylece iki oğlu ve kabilesinden birçok insanla beraber müslüman oldu. Resulullah efendimiz develeri alıp, Hâris'e kızını geri verdi. Babası, ağabeyleri ve kabilesinden birçok insandan sonra, Cüveyriyye de müslüman oldu.

Müslüman olan Cüveyriyye'yi Rasûlüllah efendimiz babasından isteyip, kendilerine nikahladılar ve 400 dirhem mehir takdir ettiler.

Ashab-i Kiram, Rasûlullahın Hz. Cüveyriyye'yi nikahladığını duyun­ca, dediler ki:

“Biz Rasûlüllahın ailesinin, annemizin akrabalarını, hizmetçi, köle olarak kullanmaktan haya ederiz.”

Bu hâl yüzlerce esirin azat olmasına, serbest bırakılmasına vesile oldu. Hz. Cüveyriyye bu hâli söyleyerek her zaman övünürdü. Bu ciheti takdir eden Hz. Aişe demiştir ki:

“Ben Cüveyriyye kadar kavmine hayrı dokunan kadın görmedim.”

Hz. Cüveyriyye, çok ibadet ederdi. Peygamber efendimiz onun yanma geldiklerinde, onu çok zikreder, kelime-i tevhid söyler bulurdu.

Hz. Cüveyriyye şöyle anlatır: "Bir sabah ibadetle meşgul idim. Rasûlüllah uğradığında, sübhânallah, sübhânallah diye zikir çekiyordum. Rasûlullah bir ara dışarı çıktı. Öğle üzeri tekrar geldiler ve yine ben aynı zikir ile meşgul idim. Buyurdular ki:

 

“Sen hep böyle mi yaparsın?”

“Evet.”

 

“İstersen sana birkaç kelime öğreteyim de, bu kelimeleri söyleyesin.”

 

Şu duayı öğretti ve üçer defa tekrarlamamı söyledi: “Sübhânallahi adede halkıhi. Sübhânallahi zînete Arşihi. Sübhânallahi ridâ nefsihi. Sübhânallahi midâde kelimâtihi.”

Hz. Cüveyriyye 576 yılında Medine'de vefat etmiş, Bakî kabristanına defnedilmiştir.

[122]

 

Hz. Hafsa (R.Anha)

 

Hazret-i Hafsa (R. anha) Hz. Ömer (R.a)'in kızı... Biigili ve kültürlü, irâdesi kuvvetli, sadakat sahibi bir İslâm hanımefendisi... O devirde okuma-yazma bilen pek ender, kültürlü kadınlardan... Üçüncü hicri yılda Rasûlullah (sav) efendimizin aileleri arasına katılarak mü'minlerin annesi olma şerefini elde eden bahtiyarlardan...

O, Mekke'de Peygamberlik gelmezden (Bi'set'ten) beş sene Önce doğdu. Babası, isiâm tarihinde adaletiyle ün salan, ikinci halife Hz. Ömer (R.a)dir. Annesi Zeynep, Osman İbni Maz'ûn (R.a)'ın kız kardeşidir. Babası ile birlikte Mekke'de müslüman oldu. Ashâb'tan Huneys İbni Huzâfe (R.a) ile evlendi, ilk müslümanların safında yer alan bu bahtiyar karı-koca birlikte önce Habeşistan'a, daha sonra Medine'ye hicret etti.

Huneys (R.a), Abdullah İbni Huzâfe (R.a)'ın kardeşidir. Bedir ve Uhud gazvelerine iştirak etmiştir. Her iki gazvede de kahramanca çarpıştı. Uhud savaşında ciddi şekilde yaralandı. Medine'ye dönüldüğünde şehadet şerbetini içti. Hazreti Hafsa (R.anhâ) genç yaşta dul kaldı.Hz. Ömer (R.a) kızının dul olarak kalmasına gönlü razı değildi. Biran önce onu evlendirmeliydi. O devirde iddetini tamamlayan kadınların fazla bek­lemeden evlenmesi daha uygun görülüyordu. Bir baba olarak Hz. Ömer (R.a) da kızının iyi bir kimse ile evlenmesini arzu ediyordu. Bunun için düşündü, taşındı ve onu Hz. Osman (R.a)'a nikâhlamaya karar verdi. Hz. Osman da o sırada dul kalmıştı. Hanımı Peygamberimiz'in kızı Rukiyye (R.anhâ) vefat etmişti. Rahatlıkla teklif yapılabilirdi. Vakit kaybetmeden Osman'a gitti. Kızı Hafsa'yı nikâhlıyabileceğini söyledi. Bu konudaki görüşmeleri Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ bizzat babasından şöyle nakletmektedir:

Osman İbni Affan'a gittim. Onu hüzünlü gördüm. Üzüntüsünü gider­mek ve teselli etmek için ona Hafsa'dan bahsettim. İstersen Hafsa'yı sana nikâhlıyayım dedim. Osman birden cevap veremedi. Hemen evet diyeme­di. Biraz düşünmek için zaman istedi ve Hele bir düşüneyim dedi. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra karşılaştığımızda, şimdilik evlenemiyeceğim diye özür diledi.

Hz. Ömer aynı teklifi Hz. Ebûbekir (R.a)'a yapmayı düşündü. Onunla karşılaştığında: "İstersen sana kızım Hafsa'yı nikâhlıyayım" dedi. Hz. Ebûbekir de sustu. Ağzını açıp da bir söz söylemedi. Hiçbir cevap ver­medi. Bu sebeple ona, Osman'a gücendiğinden daha fazla kızdı.

Hz. Ömer (R.a) iki samimi arkadaşından müsbet bir cevap alamayınca canı sıkıldı, içerledi. Üzüntülü bir şekilde Rasûlullah (sav)'in huzuruna girdi ve şöyle dedi: "Yâ Rasûlallah! Ben Osman'a şaşıyorum. Hafsa'yı ona nikahlamak istedim de yanaşmadı."

Ebûbekir de öyle...

İki Cihan Güneşi Efendimiz Ömer'e tebessüm ederek: “Yâ Ömer! Hafsa, Osman'dan, Osman da Hafsa'dan daha hayırlı birisiyle evlenecek­tir,” buyurdu.

Hz. Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman'dan daha hayır­lı damat kim olabilirdi? Merak içerisinde aradan yine birkaç gün geçti. Nebiyy-i Ekrem (sav) Efendimiz Hafsa'ya tâlib oldu. Hz. Ömer (R.a)'a: “Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikâhlarım,” buyurdu.

Hz. Ömer bu müjdeye çok sevindi. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu haberle Hafsa'yı kendisine Allah'ın nikahladığını anlatmak istiyordu. Bunun üzerine kısa zamanda düğün hazırlıkları tamamlandı. Hicretin üçüncü yılında şaban ayı içerisinde Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizle nikahlanarak mü'minlerin annesi olma şerefine erdi.

Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz bu nazikâne teşebbüsü ile üç büyük sahabesi arasındaki dostluğu, kardeşliği, din bağını hısımlıkla, akrabalık­la daha da kuvvetlendirmiş oldu. Âişe'yi nikahlayarak Hz. Ebûbekir (R.a)'i Hafsa'yı nikahlayarak da Hz. Ömer (R.a)'i taltif etti. Onları kendine kayınpeder, kızlarını da mü'minlerin anneleri olma bahtiyarlığı­na kavuşturdu.

Hz. Ebûbekir (R.a) kendine teklifte bulunan Hz. Ömer'e müsbet-menfı bir cevap veremediği için üzülüyordu. Fakat başka çaresi de yoktu. Çünki bir sırrı muhafaza etmesi gerekiyordu. Hz. Hafsa ile Fahr-i Kâinat (sav)'in evleneceğini biliyordu. Bunu söylemek emanete ihanet olacaktı. Bu sebepten sükût etti. Nikâh kıyıldıktan sonra Hz. Ömer (R.a)'a gelerek özür diledi ve durumu şöyle izah etti:

Hafsa'yla evlenmemi istediğin, benim de sana cevap vermediğini zaman herhalde bana gücenmişsindir. dedi. Hz. Ömer de: Evet diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebûbekir (R.a) şunları söyledi:

Bana bu konuyu açtığında sana bir cevap vermeyişimin sebebi, Rasûlullah (sav)'in Hafsa ile evlenmekten söz etmesidir. Elbette onun sır­rını ifşa edemezdim, şayet Nebiyy-i Muhterem, Hafsa ile evlenmekten vazgeçseydi, elbette onunla evlenirdim diyerek onu teselli etti.

Ne nezâket!.. Ne edeb!.. Ne sır saklayıcılık!.. İşte İslâm edebi!. Emanet bir sır... Sükût bir hazinedir... Emanete riâyet ve sükûtu ihtiyar etmek ise insanın emniyeti ve süsüdür.

Hz. Hafsa (R.anhâ), Rasûlullah (sav)'in evine Şevde ve Aişe (R.anhümâ) annelerimiz varken gelin olarak geldi. O, İki Cihan Güneşi Efendimizin saâdethânelerine geldiğinde yirmi yaşlarındaydı. Şevde (R.anhâ) annemiz Âişe (R.anhâ) gibi onu da büyük bir gönül rahatlığı içinde karşıladı. Her ikisine de hizmet etti. Hafsa (R.anhâ) da gençti. Bilgili ve onurluydu. Özü sözü birdi, iradesi kuvvetliydi. Hâne-i saadette iki genç annemiz olmuştu, ikisi de Efendimize hizmet etme yarışında gayretlerini esirgemiyorlardı. Son derece nâzik davranıyorlardı. Sevgi ve hürmette kusur etmemeye çalışıyorlardı. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz de iki aziz arkadaşlarının kızları olmaları sebebiyle gücünün yettiğince onlara müsamaha ile davranıyordu. Kadınlık zaafiyetlerini, gençliklerini göz önüne alarak daha merhametli, daha şefkatli muamele ediyordu. Fakat beşer, olarak sıkıntılı zamanlar da geçiriyordu, şöyle ki: Bir gün Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz Zeynep binti Cahş (R.anhâ) annemizin evinde bal şerbeti içmişti. Biraz da yanında fazla kalmıştı. Bu durum iki genç annemizin dikkatlerini çekti ve aralarında anlaşarak. Efendimizin yanına vardıkları zaman kendisinden megâfır kokusu geldiğini söylediler. Efendimiz megâfır yemediğini, bal şerbeti, içtiğini söyledi ve : Demek ki balı yapan an megâfir yalamış diyerek bir daha bal şerbeti içmemeğe yemin etti.

Bunun üzerine Allahû Teâla Tahrim sûresini nazil buyurdu. Meali şöyledir:

Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz bir ara hanımlarından ayrılarak uzlete çekilmişti. Genç ailelerini eğitmek istiyordu. Ashab arasında bu durum, Rasûlullah hanımların! boşadı, diye yayıldı. Hz. Ömer (R.a) bu haberi işitince doğruca Efendimizin odasına yöneldi. Kızı Hafsa'nın bir hatası olabileceğini düşünerek Efendimiz'den içeri girmeye izin istedi ve huzu­ra girerek Efendimizin gönlünü rahatlatacak şu sözleri söyledi:

“Ya Rasûlallah! Kadınlardan dolayı ne kadar sıkıntı çekiyorsun, şayet onları boşarsan Allah da melekleri de seninle beraberdir. Ben de, Ebûbekir de, mü'minler de seninle beraberiz...” dedi.

İki Cihan Güneşi Efendimiz tebessüm etti. Gül yüzünden nurlar saçıldı. Ömer'in kalbine huzur verecek ve mü'minleri sevindirecek şu cevabı verdi. Hanımlarını boşamadığını, sadece uzlete çekildiğini söyle­di. Hz. Ömer mescide geldi ve durumu müslümaniara izah etti.

Hz. Hafsa (r.anhâ) yaratılış icâbı biraz celalli idi. Hz. Âişe (R.anhâ) annemiz onu şöyle tavsif ediyor: Hafsa tam manasıyla babasının kızıdır. Kuvvetli bir iradesi vardır. Özü sözü birdir.

Birgün Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz Hafsa annemizin yanında Hudeybiye'de bey'at eden ashabını anarak: “İnşaallah, Hudeybiye'de biat eden ashabım Cehenneme girmez,” buyurdu. Hafsa (r.anhâ) da içinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. “Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.”[123] âyetini okuyarak hatırlatmada bulundu. Efendimiz de ona: Sonra, “biz Allah'tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.” [124] ayetini oku­yarak cevap verdi.

Hz. Hafsa (R.anhâ) annemiz ibadete düşkündü. Çok namaz kılar, çokça nafile oruç tutardı. Onun hayatı da diğer annelerimiz gibi fakirlik içinde geçti. Yatak olarak kullandığı bir şiltesi vardı. Yazın onu altına ser­erdi Kışın da bir tarafını altına serip, bir tarafını da üzerine örterdi. Çoğu zaman yemek için ekmek bulamazdı. Buna rağmen şikâyetçi olmadı. Hep haline şükretti.

O, Resûl-i Ekrem (sav) efendimize son derece sadakat ve muhabbetle bağlıydı. Kendisine hediye edilen şeyleri yemez içmez, Resûlüllah'a ikram ederdi. Onu daima nefsine tercih ederdi. Bir defasında kendisine bir tulum bal hediye etmişlerdi. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz odasına uğradığında ondan şerbet yapar ve ikram ederdi.

Hz. Hafsa (r.anhâ) Fahr-i Kâinat (sav) efendimizin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da önemli hizmetlerde bulundu. Hz. Ebûbekir (R.a) devrinde Kur'ân âyetleri bir araya toplanarak Mushaf haline getirilmişti. Bu tek nüsha idi. Hz. Ebûbekir (R.a)in nezdinde kalıyordu. Vefatından sonra Hz. Ömer (R.a)'in nezaretine verildi. Hz. Ömer (R.a) da yaralanıp şehid olacağı zaman kızı Hz. Hafsa (r.anhâ) annemize teslim etti. O da itina ile muhafaza etti. Hz. Osman (R.a) devrinde bu nüshadan çoğaltıldı.

Hz. Hafsa (R.anhâ) validemiz 60'a yakın hadis-i şerif rivayet etti. Bîr tanesi şudur. Rasûlullah (sav) yatağına girdiğinde sağ elini başının altına koyar şöyle duâ ederdi: Yâ Rabbi! Kullarını dirilttiğin gün beni azabından koru. Bunu üç defa tekrar ederdi.

Hicretin 45. yılında Hz. Muaviye'nin halifeliği döneminde altmış yaşında iken vefat eden Hz. Hafsa (R.anhâ) annemiz'in cenaze namazını Medine valisi Mervan b. Hakem kıldırdı. Cennet-i Bakî'a'da mü'minlerin annelerinin yanma; ebedî istirahatgâhma tevdi edildi. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

[125]

 

Hz. Meymune Binti Haris (R.Anha)

 

Hz. Meymune, Hz. Abbas'ın hanımı Ümm-i Fadl'ın kızkardeşi idi. İlk önce cahiliyye devrinde Mesud bin Amr ile evlenmişti. Ondan ayrılınca, Ebû Rühüm bin Abdiluzza ile nikahlandı. Bu da vefat edince dul kaldı.

Resulullah efendimiz, Hicretin yedinci senesi Hayber'in fethinden sonra, Zilkade ayında, umre niyeti ile yola çıktı. Cuhfe'de bulunduğu sırada Hz. Abbas ile buluşunca, Hz. Abbas, "Ya Rasûîallah! Meymune binti Haris dul kaldı. Onu kendine hanımlığa alsan olmaz mı" diye teklifte bulundu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Ebu Rafı ile ensardan bir zatı Mekke'ye dünürlüğe gönderdi.

Hz. Meymune, Rasûlüllahın kendisine dünür olduğu haberini deve üzerinde iken alınca, dedi ki:

Deve de, üzerindeki de Rasûlüllahındır.

Peygamber efendimizin teklifini severek kabul etti. Bu işin gereğinin yapılmasını da ablası Ümm-i Fadl'a, o da kocası Hz. Abbas'a bıraktı.

Böylece Hz. Abbas, Hz. Meymune'nin nikâhlanmasında vekil oldu. Resulullah efendimiz Mekke'de umreyi tamamladıktan sonra, Medine'ye dönerlerken Şerif mevkiine gelince, Hz. Abbas, dörtyüz dirhem mehir ile Hz. Meymune'yi Resulullaha nikâhladı. Burada düğün merasimi de yapıldı.

Hz. Meymune, Rasûlüllahın nikâhı ile şereflenen, son hanımı oldu. Peygamberimiz bundan sonra bir daha evlenmedi.

Hz. Meymune çok hayır yapar, ibadette bulunurdu. Dini emir ve yasaklara da son derece dikkat ederdi. Hz. Aişe onun hakkında buyurmuştur ki:

Meymune bizim hepimizden fazla Allahii teâlâdan korkan ve sıla-i rahmi, yani yakın akrabaları gözeten bir hanım idi.

Hz. Meymune bazan borç alır ve hayır işlerine harcardı. Bir ara çok borçlanmıştı. Bunu nasıi ödeyeceğini sordukları zaman dedi ki:

 

Resulullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: "Herkes iyi niyetle borçlanırsa, Allahû Teâlâ onun borcunu öder."

Hz. Meymune 671 senesinde Mekke'de hastalandığında dedi ki:

“Beni Mekke'den çıkarınız! Çünkü Rasûlullah efendimiz, benim Mekke'nin dışında vefat edeceğimi haber verdi.”

Kendisini çıkardıkları zaman, Rasûlullaha nikâhı yapılmış olduğu yerde vefat etti. Cenaze namazını yeğeni Hz. Abdullah bin Abbas kıldırdı. Cenazesi kaldırılacağı zaman Hz. Abdullah şöyle dedi:

“Bu Rasûlullahın hanımıdır. Cenazeyi fazla sallamayın ve edeple yola devam edin.”

Hz. Meymune, Rasûlullahın son nikâhı olduğu gibi, hanımlarının da en son vefat edeni idi.

Kendisinden 46 hadis-i şerif veya başka bir rivayete göre 76 hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan 7 tanesi Buhârî ve Müslimde, diğerleri de çeşitli hadis ve fıkıh kitaplarında vardır.

Hz. Meymune'nin ismi daha önce "Berre" iken, Rasûlullah efendimiz değiştirerek "Meymune" yaptı.

[126]

 

Hz. Reyhane

(R.Anha)

 

Peygamber efendimiz Hendek savaşından sonra, 626 senesinde, Medine'nin dışında bulunan ve bir kaleye sığınan Benî Kureyza Yahudilerinin üzerine yürüdü. Çünkü bunlar orada devamlı huzursuzluk kaynağı oluyorlardı.

Benî Kureyza yahudîlerinin bulunduğu kale; muhasara ve kuşatmadan sonra müslümanların eline geçti. İçinde bulunan yahudîler mallan, mülk­leri, çocukları ve kadınları ile birlikte ganimet olarak alındılar.

Benî Kureyza'dan alman savaş ganimetleri ve esirler, müslümanlar arasında İslâm dinine uygun bir şekilde taksim edildi. Ganimetler taksim edilip, sıra esirlere gelmişti. Reyhane de savaş esirleri arasında bulunuy­ordu. Reyhane de Peygamber efendimizin hissesine düşmüştü. Bunun üzerine, Reyhane Ümm-i Münzir'in evine gönderildi.

Rasûlullah efendimiz o zaman Yahudilik dinine inanan Reyhane'yi, dilerse kendi dininde kalmak, dilerse müslüman olmak hususunda serbest bırakmışlardı. Reyhane de, Peygamber efendimize şöyle arzetmişti:

Ben kendi dinimde kalmak istiyorum.

Peygamberimiz bu hareket ve davranışıyla, "İslâm dinine girmek için zorlamak yoktur" hükmünü bizzat kendileri tatbik etmişlerdir.

Daha sonra Salebe bin Sâye'nin tavsiyesiyle Reyhane'nin kalbi İslâmiyete ısındı. Bunun üzerine Peygamberimiz daha sonra Reyhane'ye şöyle buyurdular:

 

“Sen Allahû Teâla'nın ve Onun Rasûlünün yolunu tutmak ister misin? Ben böyle münasip görüyorum.”

Hz. Reyhane de; "Evet" dedi. Peygamber efendimiz, bu davranışından sonra Reyhane'yi azat ettiler. Kendilerini, bizzat Mehir vererek, nikâhına aldılar. Düğünleri de Ümm-i Münzir'in evinde oldu. Böylece bütün müslümanlann annesi olmak şerefine kavuştu.

Peygamber efendimiz, evlenmelerinin hepsini Allahû Teâla'nın emri ile yaptı. Bunlar dinî, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek yapılan evlenmelerdir. Reyhane ile de olan evlenme böyledir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

 

"Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrail'in Allah'dan getirdiği izinle olmuştur."

Hz. Reyhane sakin, temiz karaktere sahip, yumuşak huylu bir hanıme­fendi idi. Peygamber efendimizden önce vefat ettiği için naklettiği hadis-i şerif yoktur.

Hz. Reyhane, Medine'de bulunan Yahudilerin Benî Kureyza kabilesindendir. İlk önceleri Hakem isimli biri ile evlenmişti. Adı Reyhane binti Semun'dur. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Bakî kabristanlığına defnedilmiştir.

[127]

 

Hz. Rümeysa Binti Mılhan

(R.Anha)

 

Ümmü Süleym (R.anha) Rasûlullah (sav) efendimizin süt halası... Meşhur sahabe Enes'in annesi... Mehri İslâm olan, evliliği iman kurtaran bir iman eri.. Kocası Ebû Talhâ'nm oruçlu iken üzülmemesi için iftarını bitirinceye kadar çocuğunun öldüğünü gizleyen, sabır ve metanet sahibi kadere teslim olmuş cennetlik bir hanım sahabe...

O Medine'lidir. Hazrec kabilesinin Neccar oğuliarmdandır. Babası, Milhan tbni Hâlid'dir. Annesi, Melike binti Mâlik'tir. Asıl adı konusunda bir kaç rivayet vardır. Rumeysa en meşhurudur. Diğer rivyetlerde geçen isimleri de; Sehle, Rumeyle, Gumeysâ olarak nakledilmektedir.

O, Ümmü Süleym künyesiyle meşhur olmuştur. Sevgili Peygam­berimiz uğrunda şehid düşen meşhur sahâbî Haram İbni Milhan (R.a.) onun erkek kardeşidir. Kıbrıs'ın fethinde şehid olan Ümmü Haram radıyallahu anhâ da kızkardeşidir. Ümmü Süleym'in doğum tarihi ve vefatı kesin olarak bilinmemektedir.

Ümmü Süleym müslüman olmadan önce ilk evliliğini kendi kabilesin­den Mâlik İbni Nadr ile yapmıştı. Enes İbni Mâlik bu evlilikten olmuştur. Enes'in dünyaya gelmeden önce Mekke'de İslâm güneşi doğmuştu. Hıra'dan parlayan nur Medine'nin ufuklarını aydınlatmaya başlamıştı.

Ümmü Süleym aklı başında, muhakemesi yerinde bir hanımdı. Medine'den İslâm'ın nuruna ilk koşanlar arasında yer aldı. Rasûllüllah (sav) efendimize ilk bey'at edenlerden oldu. İslâm'la şereflendi. Kocası Mâlik ise müşrik olarak geride kaldı. İlâhi ışığa koşamadı. Putları bıraka­madı. Hanımının müslüman olduğundan da haberdar olamadı.

Ümmü Süleym (R.anha) kocasının İslâmiyeti kabul etmeyeceğini, kendisine de müdahalede bulunacağını biliyordu. Buna rağmen o Allah yolunda her türlü tepkiye ve sıkıntıya katlanmayı göze almıştı. Onun tek arzusu, o sırada henüz çocuk yaşta bulunan Enes'i müslüman olarak yetiştirmekti. Sık sık ona kelime-i şehâdeti söyletirdi.

Birgün yine yavrucuğu Enes'e kelime-i şehâdeti öğretirken kocası Mâlik eve geldi. Hanımının çocuğuna öğrettiklerini görünce çok kızdı ve hiddetle: "Ne o, sende mi dinini değiştirdin." diye çıkıştı. Ümmü Süleym sakin, yumuşak ve vakur bir tavırla: "Hayır, sâdece Muhammet! (sav.)'in Peygamber olduğuna İman ettim." dedi.

Kocası Mâlik hanımından böyle bir cevap alacağını hiç tahmin etme­mişti. Sessiz ve sakin olarak tanıdığı hanımının bu cesareti nereden aldığım bir türlü anlayamamıştı. Çok kızmıştı. Öfkeli bir şekilde: "Oğlu­mun ahlâkını ve inancını bozmaya çalışma." diyerek sert bir dille onu tehdit etti. Ümmü Süleym (R.anha) kocasına yumuşak bir dille: "Ben onun inancını bozmuyorum. Bilâkis düzeltmeye çalışıyorum." dedi.

Gözünü, gönlünü cehalet karanlığı bürüyen Mâlik inad etti. Öfkesini hakikat adına yutamadı. Hanımına küserek evini terk etti. Şam tarafına doğru çekip gitti. Kaderin garip bir tecellisidir ki, yolculuğu sırasında kendisini takip eden bir düşmanı tarafından öldürüldü. Ümmü Süleym dul, yavrusu Enes de küçük yaşta babadan yetim kaldı.

Bu hadise ilk bakışta bir felâket gibi görüldüyse de Ümmü Süleym (R.anha) ve yavrucuğu Enes için bir rahmet olmuştu. Çünkü Mâlik bir İslâm düşmanıydı. Anne ve oğulun İslâm pınarından kana kana içmeler­ine mâni olacağı şüphesizdi. Yüceler yücesi olan Allah Teâlâ onlara mer­hamet etti. Hz. Enes'i ve annesini müşrik babadan kurtardı.

Ümmü Süleym (R.anha) kadere teslim olmuş sabırlı bir hanımdı. Allah'tan gelen her şeyde bir hayır olduğuna inanırdı. Sabır ve mefanetle hayatına devam ediyordu. Tekrar evlenmeyi şimdilik düşünmüyordu. Zira biricik oğlu Enes'i üvey baba baskısı altında ezilmiş görmek istemiyordu. Onu yetiştirmek hususunda karşılaşacağı bütün sıkıntıları peşinen kabul ederek,  Enes  büyüyünceye  kadar  evlenmemeğe  karar  verdi.  Kendi kendine: "Oğlum Enes büyüyüp bana müsaade etmedikçe evlenmeye­ceğim" diye söz verdi.

O fakir ve yoksulluk içerisinde sıkıntılı bir hayat sürdü. Kimseden birşey istemedi. Allah Teâlâ'nın, "Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.[128] müjdesine güvendi. Onun mutlaka birgün gerçek­leşeceğine inandı. O'na tevekkül ederek Enes'in büyümesini bekledi. Gün geçtikçe gelişen, Enes'i hicretten sonra Fahr-i Kâinat (sav) efendimizin hizmetine verdi. Peygamberimizin hanesinde, dizinin dibinde büyümesi­ni istedi. Küçük Enes bir filiz gibi ilim, edeb deryasında yetişti. İki cihan güneşi efendimizden öğrendiği, duyduğu güzellikleri nakletmeye başladı. Artık meclislerde söz sahibi olacak duruma geldi.

Ümmü Süleym (R.anha) sözünü yerine getirmenin mutluluğu içinde hayatını devam ettiriyordu. Evlilik konusunda da kendisine teklifler geliyordu. Medine'li Ebû Talha ilk isteyenlerdendi. Zengin, hatırı sayılır bir kimse idi. Fakat henüz İslâm'la buluşamamıştı. Birkaç defa evlilik teklifinde bulundu. Bir sefer Ümmü Süleym'in yanma geldi ve: "Artık Enes büyüdü. Meclislerde söz sahibi oldu" dedi. Ona ilk dul kaldığı sıradaki sözünü hatırlatmak istedi.

Ümmü Süleym (R.anha) zeki bir hanımdı. Ebû Talha'nın ne demek istediğini anladı. Onun kendisiyle evlenmekte ısrarlı olduğunu görünce nâzik bir ifade ile ona: "Aslında senin gibisi reddolunmaz. Fakat sen müşriksin. Seninle evlenirsem bana tabî olarak iman eder misin? Yoksa küfrünü gizleyerek mi yaşarsın? Zira ben müslümanim Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettim" dedi.

Ebû Talha şöyle bir kendini dinledi. Gönlünün sesine kulak verdi ve sıcaklık duymaktaydı. Gönlünü bir ışık aydınlatmaktaydı. Zâten İslâm Medine'de yayılmağa başlamıştı. Kendisine de bir kaç defa müsüman olması için teklifte bulunulmuştu. Birden evet diyemedi. Fakat düşünceli bir vaziyette: "Ben de zaman zaman bu fikirler üzerinde kafa yormak­tayım." dedi. Bu sözlerden cesaret alan Ümmü Süleym (R.anha) Onun aklına ve gönlüne hitap edercesine:

Yâ Ebâ Talha tapmakta bulunduğun putun ya bir taş yahut bir ağaç parçasıdır. Taş veya ağaç parçası sana ne fayda sağlayabilir? Sana gelecek zarara engel olabilir mi?" Bir marangozun senin için yonttuğu ağaç parçasından ne beklersin?" diyerek gönlündeki sevgi taşlarını yerinden oynatmaya çalıştı.

Ümmü Süleym (r.anhâ)'nın bu yürekten, samimi sözleri düşünen insanın reddedemeyeceği hakikatlerdi. Onun bu sağlam inancı Ebû Talhâ'nın kalbinde derin izler bırakmıştı. Karşısında söyleyecek bir şey bulamadı ve: "Bana biraz mühlet ver de düşüneyim" diyerek oradan ayrıldı.

Ümmü Süleym (R.anhâ) bir insana iman hakikatlerini benimsetmenin zorluğunu biliyordu. Fakat azim ve gayretle hak yolda sebat ederek bunun üstesinden geleceğine inanıyordu. Onun müslüman olması için her türlü imkân ve fırsatı değerlendirmek istiyordu. Evliliği de onun şirk batak­lığından kurtulmasına vesile bildi.

Ebû Talha tekrar geldi ve teklifini yeniledi. İstediği kadar para vere­ceğini söyledi. Ancak Ümmü Süleym (R.anhâ) ne kadar zengin olursa olsun müşrik birisiyle evlenmek istemiyordu. Müslüman olmadıkça tek­lifini kabul etmemekte ısrarlıydı. Onun tek bir gayesi vardı. Ebû Talhâ'nın imanını kurtarmak. Bunun için devamlı onun gönlünü yumuşat­acak davranışlar sergiledi. Gücünün üstünde fedâkârlıklar yaparak Ebû Talha'ya:

"Ey Ebû Talha! Ben senden para pul istemiyorum. Sadece senin müslüman olmanı istiyorum. Sen ilâh diye taptığın putu ateşe tutacak olsan, onun yanıp kül olacağını bilmez misin? Sen böyle yok olup giden bir şeyin karşısında eğilmekten utanmıyor musun? Eğer Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet edersen, ben bunu evlilikte mehir olarak kabul edeceğim. Senden ayrıca bir mehir, karşılık, bedel de istemeye­ceğim" dedi.

Ümmü Süleym (R.anhâ) bu tatlı sözleri ve teklifiyle Ebû Talhâ'nın gönlünü fethetti. Zihnindeki putperestliğe dair fikirleri, düşünceleri teker teker yıkmış oldu. Ebû Talhâ'nın kalbinde iman nuru parlamaya başladı. Artık İslâm'dan kaçışın bir manası olmadığını anladı. Kendi taptıklarının yok olup giden şeyler olduğunu kabul etti. Akıllı insanın böyle gülünç, anlamsız kendisine faydası zararı olmayan, güçsüz kuvvetsiz putlara inanmaması gerektiği kararma vardı. Gönül huzuru içerisinde Ümmü Süleym (R.anhâ)'ya: "Bana yaptığın teklifi kabul ettim. Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğu­na şehâdet ederim." diyerek İslâm'la şereflendi.

Ne azim!.. Ne irâde!.Ne ihlâs! Ne sabır!.. Ne samimiyet!.. Müs­lüman hanımlara ne güzel örnek!.. Neticesi ne güzel davranışlar!. Bir insanın imanını kurtarmak ne büyük saadet!.. Mutluluk ve saadet için fedâkârlık ve hizmet gerek!. İnancını paylaşan hayat arkadaşı gerek!.. Zenginliğe, şöhrete, güzelliğe takılmamak gerek!.. İslâm, iman potasında erimek gerek!.. Mü'mine kadının evlilikte dindar olanı tercih etmesi Veya bu şartın üzerinde ısrar etmesi, bir hidayet vesilesi olabilir. Dünyanın en hayırlı evliliği, temeli imana dayanan evliliktir. Evlilik esnasında kadın olsun, erekek olsun iman yoklamasını yapmaları şarttır.

Ümmü Süleym (R.anhâ)'nın hâlis niyyeti ve sabrı böyle güzel netice verdi. Büyük sahabeler arasına katılan, Uhud'da sevgili Peygamberimizi korumak için kendi vücudunu oklara siper eden peygamber âşığını İslâm safına kazandırdı. Sözünde durdu ve İslâm'la şereflenen Ebû Talha (r.a.) ile evlendi. Oğlu Enes'e: "Kalk ey Enes! Ebû Talha'yı benimle evlendirmek için gereğini yap!" dedi. Ebu Talha (R.a.)'m İslâm'a girişi mehir kabul edilerek nikâhları kıyıldı.

Her iki tarafta mesut ve bahtiyardı. Ümmü Süleym (R.anhâ) Ebû Talhâ'nın imanını kurtardığı için, Ebu Talhâ (R.a.) da iman fedaisi bir hayat arkadaşına sahip olduğu için çok sevinçliydi. Birlikte, neşe ve sürür dolu, bereketli bir ömür geçirdiler.

Ümmü Süleym, Onun bir hanım sahabe olarak güzelliklerini, Peygamber aşkını daha önce anlatmıştık. Ama asıl adı Rumeysâ olan bu muazzez hanımın şahsiyet güzelliği bunlarla sınırlı değildir. O'nu anlat­maya devam etmeliyiz:

O, mehri İslâm olan, evliliği iman kurtaran bir sevdâlıydı. Ebû Talhâ (R.a.) ile evliliğinden çok az bir zaman geçmişti. İki Cihan Güneşi efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret etmiş, Ebû Eyyûb el-Ensârî (R.a.)'ın evine yerleşmişti, Bir hizmetçisi de yoktu. Ashabının her biri sevinçlerinden hediyelerle hoş geldiniz'e gidiyordu. Ümmü Süleym (R.anhâ) da uğrunda bütün sıkıntılara katlandığı biricik oğlu Enes'i hediye etmek istiyordu. Oğlunun Rasûlullah (sav)'in hizmetinde bulun­masını ve onun terbiyesinde yetişmesini arzu ediyordu. O sırada Enes on, onbir yaşlarında idi. Ebû Talhâ ile birlikte Enes'in elinden tutup Fahr-i Kâinat (sav) efendimizin huzuruna geldiler. Ümmü Süleym (R.anhâ) engin bir muhabbet ve son derece nâzik bir edâ ile:

"Ya Rasûlallah! Enes terbiyeli, zekî bir çocuktur. Sizin hizme­tinizde ve terbiyenizde bulunması için getirdim. Bizim hediyemiz olarak lütfen kabul buyurun!.." dedi. Ayrıca onun için duâ etmesini rica etti.

Ümmü Süleym (R.anha)'ın bu nezâketinden pek memnun kalan Sevgili Peygamberimiz Enes'i yanına aldı ve ona şöyle duâ etti; "Ey Allahım! Ona mal ve evlâd ihsan et." buyurdu.

Hz. Enes (R.a) dualar bereketiyle 103 sene gibi uzun bir hayat yaşadı. Çok sayıda mal ve evlâda sahip oldu. Rasûlüllah (sav) efendimizin nurun­dan, ilminden, feyzinden kana kana istifade etti. En çok hadis rivayet eden sahabelerin üçüncüsü oldu.

Ümmü Süleym (R.anhâ) ile Ebû Talhâ (R.a) birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı. Evliliklerinin üzerinden bir yıl geçtiğinde bir oğulları dünyaya geldi. Adını Ebü Umeyr koydular. Çocuk evin neşe ve sevinç kaynağı oldu. Gün geçtikçe büyüyordu. İki Cihan Güneşi efendimiz bu aileyi sık sık ziyarete gelirdi. Bir defasında Ebu Umeyr'i neşesiz gördü. Annesine: "Ey Ümmü Süleym! Oğlunuzu neşesiz görmemin sebebi nedir?" dedi. O da:

"Ya Rasûlallah! Onun oynamakta olduğu bir kuşu vardı. O öldüğü için üzüntülüdür." dedi. Bu cevap üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz (sav) çocuğun yanına vardı. Başını okşayarak onu teselli etmek üzere:

"Ey Ebû Umeyr! Ne oldu senin nügayr?" diyerek latîfe yaptı.

Ebû Talhâ (R.a) da eve her gelişinde ilk defa Ebû Umeyr'i sorardı. Onu kucağına alır, sever ve şakalaşırdı. Birgün bu hayat dolu çocuk hastalandı. Anne ve babası ne kadar uğraştıysa da derdine şifa bulamadılar. Babasının evde olmadığı bir sırada çocuğun hastalığı tehlikeli bir hal aldı. Şiddetli ateşler içerisinde ruhunu teslim etti.

Ümmü Süleym (R.anhâ) metanet sahibi bir hanımdı, Engin bir sabır içerisinde telâşa kapılmadan, sakin, mütevekkil ve kadere razı bir halde, feryad ü figan etmeden çocuğu yıkayıp, kefenledi. Kokular sürerek üstünü örttü. Evdekilere de; Ebû Talhâ'ya ben haber verinceye kadar siz bir şey söylemeyin diye tenbihatta bulundu. Bir müddet sonra Ebû Talhâ eve geldi. Oğlunun durumunu öğrenmek istedi. Ümmü Süleym (r.anhâ): "Biraz rahatlamış olacak, eskisinden daha sakin. dedi. Ölüm haberini birden vermek istemedi. Hemen kalkıp daha önce hazırladığı yemeği beyinin önüne getirdi. Ebû Talhâ (R.a.) hanımının telaşsız halinden çocuğun iyileştiğini zannetti. Birlikte yemek yediler, sohbet ettiler.

Ümmü Süleym (R.anhâ) beyine karşı sakin ve güîeryüzİü görünerek onun istirahatini ve gecesinin neşe ile geçmesini sağladı. Sabalı namazı mescide gitmek üzere hazırlanan kocasına: "Ya Ebâ Talhâ! Şu komşu­muzun yaptığına bak! Kullanmak üzere benden emanet aldıkları malı geri almak için gittiğimde vermek istemediler. Ağırlarına git­miş!..." diyerek dikkat çekti. Ebû Talhâ (R.a) da: "Olur mu Öyle şey!. Hiç iyi etmemişler." dedi. Kocasını bu şekilde hazırlayan Ümmü Süleym (R.anhâ): Ya Ebâ Talhâ! Oğlun senin yanında Allah'ın bir emaneti idi. Onu geri aldı." dedi. Ebû Talhâ (R.a) birden bire şaşırdı. Söyleyecek bir şey bulamadı ve: " Biz Allah'a aidiz ve yine Allah'a döneceğiz." âyetini okuyarak teslimiyet gösterdi.

Sabah namazı için mescide gitti. Namazdan sonra İki Cihan Güneşi efendimize o geceki durumlarını arzetti. Efendimiz de: "Allah bu gece­nizi hakkınızda mübarek kılsın" diye duâ etti. Ümmü Süieym (R.anhâ) böylesine sabır ve metanet sahibi, kocasına hizmetli, kadere teslimiyetli, zekî bir hanımefendi idi. Allah Teâlâ onun sabır ve teslimiyetine karşı yıl dolmadan başka bir oğlan evlâdı ihsan etti. Çocuğu Enes'in kucağına ver­erek İki Cihan Güneşi efendimize ismini koymak üzere gönderdi. Efendimiz çocuğa Abdullah adını verdi. Mübarek ağızlarında hurma çiğneyerek damağına sürdü. Çocuk dili ile yalamaya başlayınca Fahri Kâinat (sav) efendimiz: "Medineliler hurmayı sever." buyurarak latîfe yaptı. Ona bereketli ömür niyazında bulundu. Bu duâ bereketiyle Abdullah'ın yedi veya dokuz oğlu olduğu ve hepsinin ilim ehli, Kurra hafız oldukları rivayet edilmektedir.

Ümmü Süleym (R.anhâ) bir iman fedâisiydi. Rasûlüllah (sav) sevgisiyle dolu bir gönüle sâhibti. Bu sevgi uğrunda canını feda etmekten çekinmezdi. Savaş meydanlarında hizmet için koştururdu. Hz. Âişe (R.anhâ) annemizle Uhud'da ashaba kırbalarla su taşımış, yaralılara yardımcı olmuşlardır.

 

O gün Sevgili Peygamberimiz Ümmü Süleym (R.anhâ)'yı elindeki hançeri ile görünce: "Ey Ümmü Süleym bu hançer ile ne yapacaksın"? buyurdu. O da: Ya Rasûlallah! Onu bugünler için hazırlamıştım. Yanıma aldım ki, müşriklerden birisi yaklaşacak olsa karnını yara­cağım. dedi. Sonra: "Yâ Rasûlallah! Etrafınızdan dağılıp kaçanları da öldüreyim mi? dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz tebessüm etti ve:

"Ey Ümmü Süleym! Allah Teâlâ'nın yardımı bize yetişti ve zafer ihsan etti." buyurdu.

Ümmü Süleym (R.anhâ) sevgi dolu idi. Çok cömertti. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz hanesine sık sik ziyarete giderdi. Evine teşrif ettiklerinde bir şeyler ikram edebilmek için can atardı. Bazan günlerce biriktirdiği yağ ve benzeri yiyeceği bazen, evinde pişirdiği yemeği, bazen de, turfanda çıkmış meyveden, yaş hurmadan bir zenbile doldurur oğlu Enes ile hâne-i saadetlerine gönderirdi. Sevgi ve hürmetinden dolayı Rasûlüllah (sav) efendimizin üzerine oturduğu minderi, namaz kıldığı eşyayı başkasına çıkarmaz, hâtıra olarak saklardı.

Birgün Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz evine geldi. Biraz sohbet ettikten sonra asılı duran deriden yapılmış su kabını alarak su içti. Ümmü Süleym (R.anhâ) o su kırbasına Rasûlüllah(sav)'m ağzı değdi diyerek teberrük niyetine hâtıra olarak sakladı.

Yine birgün ziyarete geldiğinde öğle kaylûlesi için iki Cihan Güneşi efendimiz sağ yanına uzanmıştı. Mübarek alınlarında tomurcuk tomurcuk ter damlaları birikmişti. Ümmü Süleym (R.anhâ) bunu fırsat bilip inci daneciği terleri toplamaya başladı. Temiz bir bez parçası iîe alnım siliyor ve bir kaba sıkıyordu. Efendimiz uyandı ve: "Ümmü Süleym ne yapıy­orsun?" buyurdu. Cevaben:

"Ya Rasûlallah! Bereket için alnınızda biriken ter damlalarını topluyorum." dedi. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz tebessüm buyurdu.

Birgün hacca hazırlık yaparken Efendimiz (sav) ona: "Ey Ümmü Süieym! Bu yıl bizimle hacca gelir misin?" buyurdu. O da:

"Ya Rasûlallah! Kocamın iki binek hayvanı var. Birine kendi binip hacca gidecek, diğeri de hurma bahçesini sulamakta kullanılacak." dedi.

Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz onun gönlünü hoş tatmak üzere: "O halde Ramazan'da bir umre yap. Bu ayda yapılacak umre, benimle birlik­te yapılan bir hac karşılığındadır." buyurdular. Bir rivayete göre de Ümmü Süleym (R.anha)'yı annelerimizle birlikte Hacca götürdüler.

Ümmü Süleym (R.anha)'nın faziletleri ve üstün ahlâkî meziyyelleri çoktur. Onun Rasûlüllah (sav)'in sevgisiyle yanıp tutuşan bir gönlü vardı. Efendimize bütün varhğıyle, derin sevgi ve hürmetiyle hizmet etti. Onun uhrevî derecesi büyüktü. İki Cihan Güneşi Efendimiz onun hakkında: "Rüyamda cennete girdim. Önümde bir hışırtı işittim. Bir de baktım ki, Milhan kızı Rumeysâ orada." buyurarak Allah ve Rasülü katındaki sevgi ve mertebesine işaret buyurdu. Cenâb-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz.

[129]

Ümmü Süleym, Uhud ve Huneyn gibi savaşlarda büyük yararlıklar gösterdi. Kaynaklar, onun Huneyn Harbi'ne katıldığı sırada hamile olduğunu, buna rağmen yanına aldığı hançerle çarpışmalara katılmak iste­diğini, fakat Hz. Peygamber'in buna engel olarak Ümmü Süleym'i sadece hemşirelik hizmetleriyle görevlendirdiğini yazmaktadır

Hz. Peygamber'in en sık ziyaret ettiği evlerden biri, hatta bazı rivayetlere göre en çok ziyaret ettiği ev, Ümmü Süleym'in eviydi. Bunun sebebi bir gün sorulduğunda, Allah Resulü şöyle demiştir: "Onun kardeşi benim yanımda çarpışırken şehit oldu, onu acır, severim." Gerek Ümmü Süleym'in kendisi gerekse Enes b. Mâlik bu mutlu ziyaretlerle sergilenmiş ve kutsal hatıralar olarak yaşatılmış birçok olay ve anekdottan bahsetmektedirler. Bunların bazılarını biz de verelim:

Enes anlatıyor: "Allah Resulü, annemi ziyarete gelir, evimi/de namaz kılardı.

[130]

 

Hz. Safiyye

(R.Anha)

 

Ümmehâtül-Mü'minin" (Mü'minlerin anneleri)'nden biri olan Safıyye, Huyeyy b. Ahtab adında Medine'deki yahudilerden Nadir oğulları kabilesi reisinin kızıydı. Huyeyy, Hz. Peygamber (sav)e karşı müşriklerle işbirliği görüşmeleri yapan ve bundan dolayı müslümanlar tarafından Medine'den uzaklaştırılan Nadiroğulları'nın lideriydi, Bu zorunlu göçten sonra bu kabilenin bir kısmıyla Hayber tarafına gitmişti. Ahzab savaşında, Huyeyyde hücum edenlerle beraber gelmiş ve Ku-reyzaoğullarmı müslümanlarm aleyhine kışkırtmak için onların kalelerine girmiş, sonra da onların uğradığı akibete uğramış ve orada öldürülmüştü. Huyeyy'in kızı olan Hz. Safıyye'nin annesinin adı Durra idi.

Safıyye, önce kendi kabilesinden Sellam b. Miskem ile nikahlanmış; bir süre sonra boşanarak Kinâne b. Ebi Hukayk ile evlenmişti. Bu eşi de Hayber savaşında öldürülenler arasındaydı. Ayrıca yine bu savaşta Safıyye, eşi ve babasıyla birlikte kardeşini de kaybetmişti. Safıyye savaş esirleri arasındaydı. Bazı kaynaklar Safıyye'nin asıl isminin Zeyneb olduğunu kaydeder. Arabistan'da reislere veya hükümdarlara düşen ganimet hissesine "Safîyye" denildiği ve bu sebeple, Zeyneb de Hayber savaşında esir olarak Rasûmliah (sav)'in hissesine düştüğü için ona "Safiyye" denilmişti. Esirler toplandığı zaman Dihyetül-Kelbî, Hz. Peygamber (sav)'den bir cariye istemiş. O da Safiyye'yi vermişti. Ashabtan birinin, Safıyye'yi peygamberimizin almasının daha uygun ola­cağını, zira bir reis kızı olduğu için mevkiinin bunu gerektirdiğini söylemesi üzerine, Safıyye'yi geri almış, ona da başka bir cariye vermişti.

Hz. Peygamber, Yahudiler ile bir anlaşma imzaladıktan sonra Safıyye'ye İslâm ve Yahudilik hakkındaki görüşünü sordu:

E”y Allah'ın Rasûlü! İslâm'ı arzu etmiş ve sen davet etmeden önce seni tasdik etmiştim. Babam da senin davanın doğruluğunu itiraf ederdi. Fakat ırkçılık onu götürdü.”

"Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Rasülü olduğuna kesinlikle inanıyorum" cevabını alınca onu âzad ederek onunla evlenmişti.

Hz. Peygamber (sav), yeni hanımını yakından tanımaya fırsat bula­bildiği ilk gece onun yanağında yeşil bir benek gördü. Sorması üzerine Safıyye'nin cevabı şu olmuştu:

"Bir süre önce rüyamda, gökteki ayın yerinden ayrılıp göğsümün üzerine düştüğünü gördüm; bunu kocama anlattığımda o "Sen şu Medine kralı ile evlenmek istiyorsun" dedi. Ben ise senin hakkında o sırada hiç bir şey duymamıştım. Buna rağmen tutup suratıma şiddetli bir şamar indirdi; İşte bunun izi hâlâ devam etmek­tedir".

Hz. Muhammed (sav) düğününün yapıldığı gece, eşini kabilesinin uğradığı zarar ve kayıplar konusunda teselli etti ve Hayberlilerin kendisi­ni bu konuda zorladıklarını izaha çalıştı. İslâm'a ve onun peygamberine karşı çok samimi hislerle bağlı olan Hz. Safıyye, aynı zamanda asil, zeki, güzel ve dindar bir kadındı. Özellikle tutumluluğuyla tanınırdı. Diğer bir hususiyeti de pişirdiği yemeklerdi. Hz. Safıyye'nin mutfağında pişen yemekler, onun aile fertleri, yani ehl-i beyti arasında çok beğenilirdi. Öte yandan, Hz. Peygamber (sav)'den birkaç hadis rivayeti de vardır. Rasûlullah da Hz. Safıyye'ye hürmet ve sevgide özen gösterirdi. Bir gün, bir seyahat esnasında Hz. Safıyye'nin devesi hastalanmış Hz. Peygamber (sav) de, Hz. Zeyneb'e, develerinden birini ona ödünç vermesini istemiş, ancak o "Devemi bir Yahudi asıllıya mı vereyim?" demişti. Hz. Peygamber (sav) onun bu sözünden çok müteessir olmuş ve Hz. Zeyneb ile iki ay görüşmemişti.

Hz. Safıyye H. 50/ M. 670 yılında vefat etmiştir. Rasûlullah (sav)'ın vefatından sonra, uzun bir ömür sürmüş olan Hz. Safıyye, ölüm döşeğinde iken, sahip olduğu mallarının üçte birini, Yahudi dininde ısrar edip kalmış olan bir yeğenine vasiyet etmişti. Zira İslâm hukukuna göre, gayr-i müslim akrabaya sadaka caizdi. Bu durumda mirastan hisse almaya hak sahibi olmayanlar için vasiyette bulunmak mümkündü. Ancak bazı müslümanlar bu vasiyetin yerine getirilmesine karşı çıktılarsa da, Hz. Muhammed (sav)'in bir diğer eşi ve döneminin hukuk otoritesi Hz. Aişe; lehine vasiyet yapılanın tarafını tutacak bir biçimde araya girerek, vasiyetin yerine getirilmesinin İslâm hukukuna uygun olacağını ifade etti. Halbuki Hz. Aişe ile Hz. Safıyye, Hz. Peygamber (sav)'in sağlığında zaman zaman dargın durmuşlar, ancak dargınlıklarına hemen son vererek helâlleşmişlerdi.

Hz. Safıyye Medine'de Baki' mezarlığında toprağa verilmiştir.

[131]

 

Hz. Sevde Binti Zem'a (Ranha)

 

Hz. Sevde, amcasının oğlu Sekran bin Amir ile ilk evliliğini yapmıştı. İslâmiyetin geldiği ilk yıllarda; kocası Sekran ile iman ederek müslüman oldular. Bu sırada Mekkeli müşriklerin müslümanlara yaptıkları, akıllara durgunluk verecek eza ve cefalar dayanılmaz hâlde idi. Bunun üzerine Peygamberimiz müslümanların Habeşistan'a hicretine izin vermişlerdi.

Hz. Şevde; kocası Sekran ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Daha sonra Habeşistan'dan Mekke'ye döndüler. Hz. Sekran Mekke'ye dönüşünden kısa bir müddet sonra vefat etti.

Hz. Şevde, kocası Hz. Sekran'in vefatından önce şöyle bir rüya gör­müştü: Rüyada Peygamberimiz mübarek ellerini Sevde'nin omuzuna koymuşlardı. Hz. Şevde de gördüğü bu rüyasını, kocası Hz. Sekran'a anlatmıştı. Rüyayı dinleyen Sekran dedi ki:

Ey Sevde, sen gerçekten böyle bir rüya gördünse, bu benim mutlaka öleceğime, senin de Peygamber efendimizle evleneceğine bir işarettir.

Hz. Şevde birkaç gün sonra başka bir rüya daha gördü. Rüyasında, kendisini bir yastığa yaslanmış, gökyüzünden inen Ay da, başının etrafın­da dönmüştü.

Hz. Şevde; gördüğü bu güzel rüyasını da kocası Hz. Sekran'a anlattı. Sekran bu rüyayı da dinledi ve şöyle dedi:

“Ey Şevde! Bil ki, artık benim ölümüm yaklaşmıştır. Ben öyle inanıy­orum ki; benim ölümümden sonra mutlaka evleneceksin.”

Gerçekten de Hz. Sekran bu rüyadan birkaç gün sonra vefat etti.

Hz. Şevde, kocası Hz. Sekran'm vefatında 50 yaşlarında idi. Onun ımanmdaki sadakati, bütün zorluklara rağmen İslâm dininden dönmeme­si, bu yolda başını ortaya koyması, Peygamberimiz üzerinde çok derin bir tesir bırakmıştı.

Hz. Şevde, kocasının vefatı ile çok üzüldü, sanki kolu kanadı kırılmış gibiydi. Hiçbir sahabenin üzülmesine ve kalbinin kırılmasına dayana­mayan Peygamberimiz, yaşlı ve dul olan Hz. Sevde'ye evhlik teklif etti. O ise bunu sevinerek kabul etti. Böylece üzüntüsü ve kederi gitmiş, onun yerine yaratılmışların en şereflisine eş olma saadeti gelmişti.

Peygamber efendimiz evlenmelerinin hepsini; Allahü Teâla'nın emri ile yapmıştır. Bunlar dinî, siyasî veya merhamet ve ihsan ederek yapılan evlenmelerdir. Nitekim Hz. Şevde ile olan evlenme de böyledir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

 

"Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrail'in Allahû Teâlâ'dan getirdiği izinle olmuştur."

Hz. Şevde iman edip müslüman olduğu zaman, babası Zem'a ile kardeşi Abdullah henüz İslâm Dinini kabul etmemişlerdi. Onun İslâmiyetten aldığı güzel ahlâkı, edebi ve terbiyesi; çevresi üzerinde çok büyük tesir yapmıştı. Onlara devamh hareket ve sözleriyle İslâmiyetin üstünlük ve büyüklüğünü anlatırdı.

Hz. Sevde'nin, Peygamberimiz ile evlenmesini duyan kardeşi Abdullah bin Zem'a çok üzüldü. Saçını başını yolmaya başladı. Eline yüzüne üzüntüsünden toprak serpmişti. Daha sonra bu yaptıklarından piş­man olduğunu şöyle anlatmıştır:

Kardeşim Sevde'nin Rasûlullaha nikahlandığını duyunca, saçımı yolduğum, başım ve yüzüme topraklar serptiğim zamanki kadar, gülünç ve aşağı duruma düştüğümü hiç hatırlamıyorum."

Hz. Sevde'nin iman bütünlüğü, çevresinde bulunan kardeşlerine ve yeğenlerine çok tesir etmişti. Onların müslüman olmasına sebep olarak, onları, İslâmiyeti ilk kabul edenler safına sokmuştu. Yakınlarının hepsi Peygamberimizin Medine'ye hicretinden önce iman ederek müsîüman olmuşlardı.

Hz. Sevde, Peygamberimize karşı çok itaatkâr idi. Ona karşı edep ve terbiyesinde hiç kusur etmez, emirlerini titizlikle yerine getirirdi. Her yerde Onunla beraber olmayı ve Ona hizmetle şereflenmeyi canla başla isterdi. Çok şakacı ve latifeyi severdi. Birçok kere Peygamberimizi şakalarıyla sevindirmiş ve duasını almıştır.

Hz. Şevde de, Peygamberimiz ile birlikte, diğer hanımları gibi, sırası geldiğinde savaşlara iştirak ederdi. Uhud savaşına katılarak, oradaki birçok müslümanın yarasını sarmış, onlara su taşıyarak çok büyük hizmetler etmişti. Peygamberimizle son veda haccmda bulunmuş, Onun vefatından sonra, bir daha hac ve umreye gitmemiştir.

Hz. Şevde, alçakgönüllülüğü, el açıklığı, bol sadaka dağıtmasıyla tanınırdı. Kendisine gelen bütün hediyeleri fakirlere verir, onların sevin­mesinden çok zevk duyardı. Birgün Peygamber efendimizin hanımları huzura toplanarak sordular:

“Ya Rasûlallah, bizim içimizden hangimiz size en önce kavuşacak?”

Bunun üzerine Peygamber efendimizin, "Vefatımdan sonra bana ilk kavuşacak olan, kolu uzun olanınızdır" buyurduğunu Hz. Sevde nakletmiştir.

Peygamberimizin vefatından sonra, hanımlarının içinde, en çok sada­ka dağıtan ve cömert olan Hz. Zeyneb binti Cahş vefat etti. Peygamberimizin diğer hanımları ise, yukardaki hadis-i şerifin manasını ancak o zaman anlayabilmişlerdi.

Hz. Sevde'nin, Peygamberimizden naklettiği hadis-i şerifler dört-beş taneyi geçmemektedir.

Hz. Sevde'nin babası Zem'a, annesi de, Şemmus binti Kays'dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Hz. Sevde'nin vefatı ise, Hz. Ömer'in halifeliğinin son yıllarına rastlamaktadır.

Rasûlüllah efendimiz Hz. Hatice'nin vefatından sonra, önce Hz. Aişe'yi, sonra Sevde'yi nikahladı. Hz. Sevde'yi Mekke'de, Hz. Aişe'yi ise Medine'de evine aldı. Hz. Şevde yaşlı olduğundan Medine'de sırasını Hz. Aişe'ye bağışladı.

[132]

 

Hz. Sümeyye Binti Habbat

(R.Anha)

 

Hazret-i Sümeyye (R.anha) İslâm'da ilk şehid olan hanım sahâbî... Ammar İbni Yâsir (R.a.)'in annesi... Ailecek kocası Yâsir ve oğlu ile beraber müşriklerin işkenceleri altında inlemelerine rağmen, imanların­dan taviz vermeyen bir iman eri. Allah ve Rasûlü yolunda şerefle ölmeyi göze almış yiğitler... Şirke düşmemek için çırpınan, ezâ ve cefâlara sabır­la direnen bir mü'min aile... İslâm'ın ilk çilekeş ailesi... Allah ve Rasûlü yolunda can veren ilk şehidler.

Sümeyye binti Habbat, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe İbni Muğıre'nin cariyesi idi. Hizmetiyle kendini sevdirmişti. Ebû Huzeyfe onu Yâsir ile evlendirdi. Yâsir, Yemen'den kalkıp Mekke'ye gelen ve Ebu Huzeyfe'ye sığınarak yanında çalışan bir gençti. Çocukları olunca Yâsir'i azat etti.

Bu evlilikten büyük sahabe Ammar b. Yâsir (R.a) dünyaya geldi. İslâm'in ilk günlerinde bu bahtiyar ailenin fertleri birlikte İslâm'la şere­flenerek birer iman fedaisi oldular. Azgın müşriklerin akıl almaz işkencelerine mâruz kaldılar. Mekke'de kendilerini koruyacak kimseleri olmadığı için en acılı, en şiddetli işkencelere tabî tutuldular. Başta Mahzumoğulları olmak üzere Kureyş müşriklerinin en ağır işkencelerine uğradılar. Güneşin en sıcak olduğu öğle vakitlerinde, kızgın kumlar üzerinde caniler tarafından develere bağlatılarak sürüklendiler. Kor parçası alev alev yanan kayalarla vücutlarını dağladılar. Amma asla imanlarından geri döndüremediler.

Yâsir ailesi olarak karı-koca ve oğulları Ammar (R.anhüm) imanda sebat etmenin en güzel örneğini verdiler. Canları pahasına da olsa Allah'a ve Rasûlüne inanmanın ne büyük güç ve saadet olduğunu gösterdiler. Karı-koca birlikte şehid edildiler. Yâsir (R.a.) ile Sümeyye (R.anha) İslâm'ın ilk şehidleri olarak tarihin şeref sayfalarına geçtiler.

Birgün İki Cihan Güneşi Efendimiz bu kahraman aileye işkence yapılan yere gitti. Uzaktan Rasûlullah (sav)'in geldiğini görünce acılarım unutarak ona doğru bakmaya başladılar. Sanki onu karşılamak istercesine gözlerini ondan ayırmadılar. Yapılan işkencelere aldırış etmeden onu gör­menin sevinciyle ferahladılar. Yanlarına yakınlaşınca Rahmet Peygamberi Efendimiz onların dirençlerini artıracak, imânlarım koruma konusunda sabır ve tahammül gücü verecek, çektikleri ezâ ve cefâlara karşı teselli ve teskine vesile olacak şu müjdeyi verdi:

"Sabredin/Direnin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sizi cennetle müjdelerim/Randevunuz cennettir.." diye seslendi.

İslâm'ın ilk çilekeşlerine ebedî kalacakları yurdu yani cenneti vaad ederek, Dârüsselâm'ı selâmette kalınacak yeri hedef olarak gösterdi. Ama insan âcizdi. Zayıf yaratılmıştı. Günler hep böyle işkence altında mı geçecekti. Yâsir (R.a) büyük bir teslimiyet içerisinde tekrar:

"Yâ Rasûlallah! Vakit hep böyle mi geçecek?" diye sordu.

Şefkat Peygamberi Efendimizin de yüreği sızlamaktaydı. Onlara yapılan işkenceyi kendine yapılmış gibi hissetmekteydi. Ama beşer olarak bir mücâdele verilmesi gerekiyordu. Onların direnmelerini istedi ve: "Allahım! Yâsir ailesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!" diye duâ etti. Onları ancak bu şekilde teselli etmeye çalıştı. Şunu bilelim ki; Mekkî toplumlarda maziumiyet bir silahtır!

Aradan bir kaç gün geçmişti. İşkenceler devam etmekteydi. Yâsir (R.a) yaşlı idi. Yapılan ezâ ve cefâlara dayanamadı ve ruhunu teslim etti. Allah ve Râsûlü yolunda, iman mücâdelesinde erkeklerden ilk şehid olma bahti­yarlığına erişti.

Ebû Cehil'in amcası Ebû Huzeyfe, Yâsir'in şehâdetinden sonra bütün hıncını Sümeyye ve oğlu Ammar'dan almak istedi. Zalimliğinden bitkin bir halde kalmış ve yorulmuştu. Amcası Ebû Cehil'e: "Sümeyyenin işini de sana bırakıyorum" dedi.

Ebû Cehil kininden, kibirinden gözü dönmüş vahşîler gibi Hazreti Sümeyye (R.anhâ)'ya doğru yöneldi ve öfke ile: "Sen güzelliğine âşık olduğun için Muhammed'e iman ettin." diye hakaret etti. Sümeyye anamız da o sefih kişiye ağır lâflar söyleyerek karşılık verdi. Ebû Cehil iyice kudurdu. Duyduğu lâflarla suratına tüktirülmüşe dönen sefih, zâlim, dinsiz, vahşî herif elindeki mızrağı Sümeyye annemize saplayarak şehid etti.

Ne yüce iman!.. Ne sabır!.. Ne tahammül!.. Ve ne güzel son!.. Zâlimin karşısında susmamak ne şecaat!.. Hakkı savunmak ve her yerde haykır­mak ne kahramanlık!.. İman ne büyük güç!.. İmansız yürek hakîkaten sînede yük!.. Allahım bizleri de birer iman fedaisi eyle!.. Üç günlük dünyaya aidananlardan eyleme!.. Dâima hakkı tutup kaldırabilmeyi nasîb eyle!.. İmanla yaşayıp imanla Sana kavuşanlardan eyle!.. Amin.

Hz. Sümeyye (R.anhâ) İslâm'ın ilk hanım şehidi olma bahtiyarlığına eren cesur bir iman eridir. İslâm uğruna katlandığı fedakârlıklarıyla ün salmış, Allah ve Resulü yoluna canını koymuş bir kahraman anne.

Hz. Sümeyye (R.anhâ)'nın oğlu Ammar İbni Yâsir (R.a) işkenceden kurtulunca doğru İki Cihan Güneşi Efendimizin huzuruna vardı. Annesinin böylesine acıklı bir şekilde şehid edilmesine çok üzüldüğünü ve artık yapılan zulümlere tahammüllerinin kalmadığını bildirdi. Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz yine Ammar (R.a)'a sabır tavsiye etti. Haklarında: "Allahım! Yâsir ailesinden hiç birisine ateş ile azap etme." diye duâ buyurdu.

Ümmetin Firavn'ı diye nitelendirilen azgın müşrik Ebû Cehil Bedir Savaşında öldürüldü. Şefkat Peygamberi Efendimiz o gün Ammar (R.a)'a hitaben: "Allah Teâlâ annenin katilini öldürdü." buyurdu.

İslâm Peygamberi'nin sözlerinden biri aynen şöyledir:

"İslâm, başlangıçta garipti, sonra yine garipleşecektir; müjdeler olsun gariplere." İslam'ın sonraki garipliğinin nasıl olacağını bilmiyoruz, fakat başlangıçtaki garipliğini belgeleyen deliller, hiç kimsenin inkâr edemeye­ceği kadar açıktır. Her şeyden önce, Yaratıcı Kudret, evrensel gerçeklerin toplamı olan İslam'ı bir yetim-öksüz peygamber aracılığı ile duyurmuştur insanlığa. Öyle bir peygamber ki, "Rabbim, beni krai peygamber olmakla, köle peygamber olmak arasında serbest bıraktı da ben köle-peygamber olmayı seçtim. Bu yüzden ben krallarınız gibi değil, köleleriniz gibi yer, içer, oturur kalkarım.."[133] buyur­maktadır. Ve bu Peygamber'in çevresinde, son dinin ilk mensupları olarak Mekke site-devletinin en çaresiz, en çok ezilen, itilen insanlarını bulmak­tayız. Köleler ve yoksullar...

Son Peygamber'in hayat ve faaliyetinden bahseden bütün kaynaklar (siretO kitapları), "Allah yolunda işkenceye maruz bırakılan, ezilen, itilen kişiler" anlamına, Mustaz'afûn diye bir bölüm, mutlaka içerirler. Bu başlık altında ele alman kişiler, az önce sözünü ettiğimiz, ilk inananlardır.

İslâm güneşinin Hira ufkundan parıldaması üzerine, yarasalar gibi rahatsız olan Mekke oligarşisi, bu "uyku kaçıran tehlike" karşısında, hemen seferber oldu ve toplanarak şu kararı aldı: "Her kabile, elindeki Müslümanlara, mümkün olabilen her türlü işkenceyi ve baskıyı yaparak, bu yeni dinin yayılmasını önleyecek, bununla da yetinmeyerek, bu dine girmiş olanların en kısa zamanda eski inançlarına dönmelerini sağlaya­caktır." Bu karar üzerine Mustaz'afların dramı başladı. Tarihçiler, onların şu işkencelerle yüz yüze geldiklerini söz birliği ile yazarlar: Dövme, aç bırakma, kırbaçlama, kızgın demirle dağlama, Mekke güneşinin en kızgın saatlerinde, sırt üstü kuma yatırıp, göğüs üstüne konan iri taşları kırma... Bu işkencelere, destanlık çapta maruz kalanlardan üçü de, Yâsir ailesinin fertleriydi ve Sümeyye bu ailenin yaşlı ve zayıf bünyeli hanımıydı. Baba Yâsir, ana Sümeyye ve oğul Ammâr'ın, işkence altında birlikte inledik­lerini görürdü bazen Allah Rasûîü, fakat gözyaşları içinde şu sözleri söylemekten öte bir şey yapamazdı. "Sabredin ey Yâsir ailesi, mükâ­fatınız cennet olacaktır..."

Yemen'den satıla satıîa Mekke'ye gelen bir köleydi Yâsir ve kendisi gibi bir köleyle, Sümeyye ile evlenmişti. Ammâr bu evlilikten doğdu. Hürriyet, merhamet ve sevgiye susamış bu üç sonsuzluk sevdalısı, aradık­larını, Hz. Muhammed'in tebligatında bulmuş ve bütün tehlikeleri göze alarak ona bağlanmışlardı.

Anne Sümeyye, yaşlı ve zayıftı Ona en acılı işkenceleri, İslâm Peygamberinin "Ümmetimin Firavunu" diye andığı Ebu Cehil yaptırıyordu. Bir işkenceler sırasında, Ebu Cehil, Sümeyye'ye: "Muhammed'e söv, Muhammed'in ilahını inkâr et diye haykırıyordu. Sümeyye ona hakaret etti. Ve Ebu Cehil, elindeki mızrağı çaresiz kadının göbek altın­dan saplayıp arkasından çıkardı. Sümeyye şehit oldu. Bir şehit kanı daha Mekke toprağını sulamıştı...

Rabbimiz bu iman fedaisi aileye rametini bol eylesin. Cümlemize onların mücâdele aşkından, sabır ve metanetinden hisseler alabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi nasîb eylesin. Amin..

[134]

 

 

Hz. Ümmü Seleme (R.Anha)

 

Ümmü Seleme (R.anha) Rasûlullah (sav) efendimizin en son vefat eden hanımlarından... Erkam'ın evinde İslâm ile şereflenen ilk müslümanlardan... Habeşistan ve Medine'ye hicret eden ilk kafilede yer almış çilekeş bir İslâm mücâhidesi. Hudeybiye antlaşmasından sonra göster­diği dirayet ve fetanetiyle, efendimize verdiği fikri desteği ile tanınan bir annemiz. Zekâsıyla, soyu, güzelliği, iffeti, nezâketi ve nezâhetiyie Rasûlullah'a aile olma şerefine eren bahtiyarlardan... Mü'minlerin annesi.

O, bi'setten onbeş sene önce Mekke'de doğdu. Asıî adı Hind'dir. Ebû Seleme künyesidir. Mahzum kabilesine mensuptur. İlk evliliğini halasının oğlu Abdullah b. Abdülesed ile yaptı. Habeşistanda ondan Seleme adında bir oğlu oldu. Ona nisbetle Ümmü Seleme dendi. Bu künyemle meşhur oldu. Babası, Kureyş'in sayılı cömertlerinden Ebû Ümeyye Süheyl İbni Muğıyre'dir. "Zâdür-Rakb = Yol azığı" lakabıyla meşhurdur. Her yolcu­luğa çıktığında arkadaşına da yetecek miktarda yanmda azık bulundur­duğu için bu lakabı almıştır. Annesi, Âtike binti Amir'dir.

O, kocasıyla beraber Erkam’ın evinde İslâmiyeti ilk kabul edenler­dendir. Habeşistan'a birlikte hicret ettiler. Medine'ye hicretleri ise tam bir destanlıktı. Çok sıkıntılı ve eziyetli oldu. Onun müşrik akrabaları Ebû Seleme’ye; Ümmü Seleme'nin götürülmesine müsaade etmeyeceklerini söylediler. Yollan tutuldu. Kocasından ve çocuklarından ayırdılar. Ebû Seleme (R.a.) yalnız kaldı. Tek başına Medine yollarına düştü. Oğlu Seleme ile hanımı Ümmü Seleme'yi Mekke'de bıraktı. Medine'ye hicret ile ilgili safhayı Ümmü Seleme kendisi şöyle anlatır:

Akrabalarım beni Ebû Seleme'nin elinden alınca, onun yakınları da oğlum Seleme'yi benim yanımdan almak istediler. Oğlumu aralarında çekiştirmeğe başladılar. Münakaşa ve gürültüler arasında çocuğu, kolun­dan, ayağından çeke çeke alıp götürdüler. Bir yıla yakın, sabahtan akşa­ma gözyaşı döktüm. Nihayet bana acıdılar da: "İstersen kocanın yanına gidebilirsin" dediler. Ebû Seleme'nin akrabaları da oğlumu getirip bana verdiler. Ben ve oğlum birlikte Medine'ye hareket ettik.

Ümmü Seleme (R.anhâ) uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı ve kocası Ebû Seleme ile buluştu. Artık hasret ve çile sona ermiş, aile fertleri tekrar birbirine kavuşmuştu. Mesut ve bahtiyar idiler. Birgün sevinçli olarak kocası eve geldi. Sevincinin sebebini şöyle anlattı: "Rasûlüllah (sav)'den bir söz işittim de ona sevindim. Müs­lümanlardan bir kimse musibete uğradığı zaman

"Biz Allah'a aidiz ve yine Allah'a döneceğiz" der, sonra da: "Allahım! Bu uğradığım musîbetin mükâfatını ihsan et ve beni ondan daha hayırlısına nail eyle" diye duâ ederse, muhakkak Allah onun duasını kabul eder" buyurdu.

Günlük hayatları sevinç içerisinde geçen bu çilekeş aile öylesine bir­birine muhabbetle bağlıydı ki, kocası kendisinden evvel ölürse bir başkasıyla evlenmeyi dahi düşünmeyecek kadar Ümmü Seleme'nin gönlü sevgi dolu idi. Hatta o, kocasıyla karşılıklı anlaşma yapmak istedi. Ebû Seleme'ye şunu teklif etti:

"Ey Ebû Seleme! Cennetlik kocası ölen cennetlik bir kadın, son­radan başkası ile evlenmezse, Allah muhakkak onu cennette kocasıy­la bir araya getirecektir. Aynı şekilde, cennetlik bir hanımı vefat eden cennetlik bir erkek de sonradan başka bir kadınla evlenmezse, Allah muhakkak onu da hammryla bir araya getirecektir. Öyle ise gel senin­le sözleşelim. Ne sen benden sonra evlen, ne de ben senden sonra evleneyim." dedi.

Ebû Seleme, hanımının bu teklifini kabul etmedi. Ona: "Sen benim sözümü dinle! Ben öldüğüm zaman sen evlen" dedi. Arkasından çok sevdiği hanımı için duâ etti: "Allahım! Ümmü Seleme'ye benden sonra daha hayırlı ve onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasib et" dedi. Hanımı bir şey diyemedi ve söz böylece kapandı.

Bu konuşmadan fazla bir zaman geçmedi. Uhud günü kahramanca çarpışan Ebû Seleme (R.a.) birkaç yerinden derin yaralar almıştı. Tedavi edilir gibi olmuş ise de yaralan tanı kapanmamıştı. Fakat o bu haliyle bile Beni Esed kabilesi tarafına gönderilen seriyyeye komutan tayin edildi. Katan seferi diye anılan bu seriyye zaferle Medine'ye döndü. Bu seferden sonra Ebû Seleme'nin yaraları tekrar deşilmeğe, açılmağa başladı. Yatağa düştü. Rahatsızlığı beş ay kadar devam etti. Ümmü Seleme (R.anhâ) kocasına fedâkârâne bir şekilde sevgi ve hürmetle hizmet etmeğe çalıştı.

Gün geçtikçe hastalığı ağırlaşan Ebû Seleme (R.a.) bir daha ayağa kalkamadı. Nihayet şehadet şerbetini içti. Onun vefatını haber alan iki Cihan Güneşi efendimiz hemen Ebû Seleme (R.a.)'in evine geldi. Ortada uzanıp yatan cesedinin başucuna oturdu. Onun açık kalan gözlerini mübarek elleriyle kapadı ve Şüphesiz ruh çıktığında göz onu takip eder" buyurdu. Orada ağıtlar yakarak ağlaşan kadınlara döndü ve: Siz kendiniz için hayırdan başka şeye duâ etmeyin. Çünkü melekler söyledik­lerinize "Amin "derler" buyurarak onları uyardı. Daha sonra Ebû Seleme (R.a.) için şöyle duâ etti.

Allahım! Ebû Seleme'yi affet.. Derecesini hidâyete erenler arası­na yükselt. Arkasında kalanlar için de sen halef ol! Bizi de onu da affet. Ey alemlerin Rabbi! Ona kabri içinde genişlik ver. Orada onun nurunu çoğalt" buyurdu.

Ümmü Seleme (r.anhâ) kocası Ebû Seleme vefat edince Efendimize nasıl duâ edeyim diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav) de: "Yâ Rabbi! Beni ve onu affet. Bana onun ardından, daha hayırlı bir bedel ihsan et diye duâ et" buyurdu.

O, bir taraftan bu duaya devam ederek teselli buluyor, bir taraftan da hayretini saklayamıyordu. Acaba Ebû Seleme'den daha hayırlı olan kimdi?

Ümmü Seleme (R.anhâ), inancı uğruna çok çileler çekmişti. İmanın­dan taviz vermemek için büyük fedakârlıklara katlanmıştı. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz onun gibi mücâhide bir hanım sahabîsinin dört çocuğu ile ortada kalmasına gönlü razı olamazdı. İddet müddeti bitince ashâb-ı kiramdan bir çoğu ona evlenme teklifinde bulundu. Fakat hiç kimse müs­bet cevap alamadı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (R.anhum) efendilerimiz de ayrı ayrı talip oldular. Onlar da müsbet cevap alamadılar. Bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz evlenme teklifinde bulun­du. Bu iş için Hatib İbni Belta'yı dünürcü olarak gönderdi. Ümmü Seleme (R.anha) Resûlüllah (s.a.)'in elçisi gelince duâsmın kabul edildiğni anladı. Buna çok sevindi. Fakat gönlünde bir takım endişeleri vardı. Bunlar zihnini tırmalıyordu. Dört tane çocuğu vardı. Bunların Efendimizi rahatsız etmelerinden korkuyordu. Bu ve buna benzer sebeplerle Hatib’dan özür diledi.

İki Cihan Güneşi efendimiz onun bu nâzik düşüncesine mukabeleten bizzat kendisi gitti ve nazikâne bir ifâde ile ona evlenme teklifinde bulun­du. Bunun üzerine Ümmü Seleme (R.anha) gönlünü ve zihnini meşgul eden düşünceleri ve endişeleri bir bir açıklamak zorunda kaldı. Şöyle dedi:

Yâ Rasûlallah! Ben yaşlı bir kadınım. Hem çocuklarım var. Aynı zamanda çok kıskancım. Benden hoşlanmıyacağınız bir hareketle karşılaşırsınız da Allah'ın azabına uğrarım diye korkuyorum. Sonra velîlerimden nikâh şahitliği yapabilecek kimse de yok" dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz onun gönlündeki sıkıntıları, endişeleri gidermek için tek tek sorularını şöyle cevaplandırdı:

Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyorsun. Senin başına gelen benim de basımdadır. Bir kadının kendinden daha yaşlı bir erkekle evlen­mesi ayıp değildir. Çocuklarından bahsettin. Senin çocukların benim de çocuklarımdır. Onların geçimleri Allah ve Rasûlüne aittir. Kıskanç olduğunu söylüyorsun. Bunu senden kaldırması için Allah'a duâ ederim. Yanında nikâh şahitliği yapabilecek velinin olmadığını söylüyorsun. Burada olan ve olmayan velîlerin içerisinde bana razı olmayacak yoktur" dedi.

Ümmü Seleme (R.anhâ)'nın gönlündeki sıkıntılar bir bir kayboldu. Zihnini meşgul eden endişeler korkular hepsi yok oldu. Bu kadar açık ve kesin cevap karşısında teklifi derhal kabul etti ve oğlu Ömer'e "Yâ Ömer! Kalk! Beni Resûlullah'a nikâhla" dedi.

Hicri 4. yılın şevval ayının sonlarında nikâhları kıyıldı. Mü'minlerin annesi olma şerefini elde eden Ümmü Seleme (r.anha) validemize bir oda tahsis edildi. Düğün yemeği verildi. O günkü hatıralarını kendisi şöyle anlatır:

Vefat eden Zeyneb'in odası bana verildi. Odada bir adet çanak, bir adet su testisi, bir el değirmeni, içi hurma lifi ile dolu bir yastık ve bir yatak, bir de çömlek vardı. Çömleğin içinde erimiş yağ, çanaktada arpa bulunuyordu. Arpayı el değirmeninde öğütüp çömlekte bula­maç yaptım. Biraz da yağ koydum. İşte Rasûlüllah'ın düğün yemeği buydu."

Ümmü Seleme (R.anha) annemiz asalet sahibi bir hanımefendi idi. Efendimize karşı hep asîl davranışlar sergiledi. Veda Haccı dâhil yanın­dan hiç ayrılmadı. Pek çok hâdiseye şahit oldu. Fahr-i Kâinat (sav) efendimizin hadislerini iyi zaptetti.

O, birgün Efendimizle birlikte oturuyorken Hz. Fâtıma (R.anha) ile, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R. anhüm) efendilerimiz geldiler. Beraberce yemek yediler. Bu sırada Ahzab sûresi: 33. Âyet-i celîle nazil oldu. Meâlen: "Ey ehl-i beyt! Allah sizden kiri günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor" buyuruldu. Resûl-i Ekrem (sav) hemen, kızını, damadım ve torunlarını hırkasının içine aldı ve: "Ya Rabbi! Bunlar benim ehl-i beytim ve yakınlarım dır. Onlardan günahları gider ve onları temizle" buyurdu. Ümmü Seleme annemiz böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyerek hemen: "Yâ Rasûlallah! Bende ehl-i beyttenim" dedi. Efendimiz de: "Evet! İnşaallah" buyurarak onu taltif etti.

O, hayatını zühd, takva ve ibadetle geçirdi. Hanım sahabeler arasında fıkhı en iyi bilenlerdendi. Bilhassa hanımlarla ilgili meselelerde İslâm fıkhını en iyi bilen sahabeler arasında yer aldı. Hadis ilmine de çok büyük hizmetlerde bulundu. Ümmü Seleme (R.anha), hadis rivayetinde Hz. Aişe (r.anha) annemizden sonra ikinci sırayı aldı. 378 hadis-i şerif rivayet etti. Bunlardan birkaçı şu mealdedir:

 

"Kocası kendisinden razı olduğu halde ölen kadın Cennete girer."

 

"Ey kalbleri hâlden hâle döndüren Allah! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl."

 

"Namaz, namaz, namaza devam ediniz. Eliniz altındakilere güç­lerinden fazla iş yüklemeyiniz. Kadınlarınız hakkında Allah'tan korkun. Onları, Allah ile muahede ederek aldınız ve Allah adı ile ken­dinize helâl ettiniz."

Ümmü Seleme (R.anhâ) dirayetli, zeki ve problemlere çözüm üreten bir annemizdi. Efendimize fikren destek verirdi. Hudeybiye antlaşmasın­dan sonra Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz ashabına, kurbanlarını kesip başlarını traş etmelerini emretti. Antlaşma metninden hoşnut olmayan ashab bu emri duymamazlıktan geldi. Kimse yerinden kıpırdamadı. Emrini üç defa tekrarladığı halde kimse bu emre uyma eğilimi gösterme­di. Bunun üzerine İki Cihan Güneşi efendimiz Ümmü Seleme (R.anha) annemizin çadırına girdi ve: "Şunları görüyor musun? Onlara emrediyo­rum da icabet etmiyorlar" diye ashabın kayıtsızlığından bahsetti. Firaset sahibi annemiz Fahr-i Kâinat (sav) efendimize şu hatırlatmada bulundu: "Ya Rasûlallah! Emrini yerine getirmek istiyor musun? O halde dışarı çık, kurbanlık develerini kes ve traşını ol. Ashaba bir şey söyleme!" dedi.

İslâm'da kadınlarla da istişare edilir. "Kadına danış, ama onun dediğinin tersini yap" şeklinde uydurma hadisine rağmen, kadının söyledikleri doğru ise uyulur. Şunu da bilelim ki; mü'min kadın kocasmm hem silah arkadaşı ve hem de danışmanıdır.

Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz Ümme Seleme (R.anha)'nın yukarıda­ki samimi fikrini benimsedi ve bu zekice tavsiyeye göre hareket etti. Tek başına çadırdan çıktı. Ashabdan hiç birine bir şey söylemeden menâsiki yerine getirdi. Kurbanlık develerini kesti. Traşını oldu. Efendimizin bu şekilde hareket ettiğini gören ashab da hızla yerlerinden kalkıp kurban­larını kestiler ve traşlarını oldular.

Ne firaset... Ne teslimiyet!.. Ne kadirşinaslık!.. Allah Rasûlü hanımının görüşüne uyuyor. Onun fikrine değer veriyor. Fakat bütün ashab Annemizin görüşü doğrultusunda menâsiki yerine getiriyor. Hiç bir ashabına bir şey demiyor. Efendimizin peşinden kurbanlarını kesiyor ve traş oluyorlar.. Böylece kalplerdeki skatılık gideriliyor ve ülfet peyda oluyor. Ne ferasetli bir hareket!.,. Allahım bizlere de böyie ferasetli hareketler nasip et!..

Ümmü Seleme (R.anha) bir çok sahabinin erişemediği bâzı ulvî man­zaralara da şahit oldu. Bir defasında Resûl-i Ekrem (sav) efendimizin bir kimse ile konuştuğunu gördü. Onu Dıhye (R.a.) sandı. Efendimiz onun Cebrail olduğunu söyledi. Annemiz, vahiy meleğini görmenin sevinciyle Allah'a hamdetti.

Birgün yine Efendimiz, Ümmü Seleme (R.anha)'nın yanında iken Cebrail (a.s) geldi. Fahr-i Kâinat efendimiz annemize: "Kapıyı üzeri­mizden kapa. İçeriye kimseyi alma" buyurdu. Onlar içerdeyken Hz. Hüseyin (R.a.) geldi. İçeri girmek istedi. Ümmü Seleme (R.anha) ona mâni oldu. Fakat Hz. Hüseyin bir fırsatını bulup içeriye daidi ve Rasûlullah'ın kucağına oturdu. İki Cihan Güneşi efendimiz torununu öptü ve sevdi. Cebrail (a.s), onu çok mu seviyorsun? diye sordu. Efendimiz de: "Evet, çok seviyorum" buyurdu. Bundan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:

 

"İyi ama ümmetin onu şehid edecek"

 

"Demek onu mü'minler öldürecek?"

Evet!. İstersen onun şehid edileceği yeri de sana haber vereyim" dedi ve Cebrail (a.s.) kısa bir müddet oradan  ayrıldı. Kerbelâ'dan getirdiği bir avuç kırmızı ve ıslak toprakla döndü. Resûl-i Ekrem (sav)'in mübarek gözleri yaşardı. Cebrail (a.s.)'in getirdiği toprağı saklaması için Ümmü Seleme annemize verdi.

İki Cihan Güneşi efendimizin dâr-ı bekâ'ya göç eylemesinden sonra Ümmü Seleme (R.anha) annemiz torunların! gördükçe göz yaşı dökerdi. Onlara bir zarar gelmemesi için elinden gelen gayreti gösterirdi. Aradan yıllar geçti. Cebrail'in verdiği haber gerçekleşti. Hz. Hüseyin (R.a.) 61. hicrî yılda Kerbelâda Yezid'in adamları tarafından şehid edildi. O sabah Ümmü Seleme annemizin ağladığı görüldü. Sebebi sorulduğunda şöyle dedi.

"Rüyamda Rasûlüliah (sav)'i gördüm. Başında, saç ve sakalında topraklar vardı. "Ey Allah'ın Rasûlü size böyle ne oldu?" diye sordum. "Biraz önce Hüseyin'i şehid ettiler" buyurdu. İşte bu gördüğüm rüyanın tesiriyle ağlıyorum" dedi.

Hz. Hüseyin'in şehadetine sadece insanlar değil, cinler dahi göz yaşı dökmüşlerdi. Ümmü Seleme (R.anha) annemiz Rasûlüllah (sav)'in vefatından sonra cinlerin ağladığını hiç duymamıştı. Birgün onların ağladığını duydu. O zaman anladı ki Hz. Hüseyin şehid edildi.

Ümmü Seleme (R.anhâ) annemiz iki Cihan Güneşi Efendimizin en son vefat eden hanımıdır. 84 yıl gibi bereketli bir ömür sürmüştür. 61 hicrî yılda 667 m. senesinde Medine-i Münevvere'de vefat etti. Bakî kabris­tanlığına defnedildi. Cenaze namazını Ebû Hüreyre (R.a.) kıldırdı. Cenâb-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin .

[135]

 

Hz. Ümmü Habibe (R. Anha)

 

 

Ebu Süfyan'ın kızı olan Ümmü Habibe'nin ismi Remle'dir. Tarihçilere göre nesebi, Remle binti Ebu Süfyan Sahr b. Harb b. Ümeyye b. Abdi's Şems b. Abdi Menaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik el-Ümeviyye el-Kuresiyye'dir.[136] Annesi ise Safıyye binti Ebu'l-As'dır [137] Arap örf ve âdetlerine göre, ilk evliliğinden doğan kizs Habibe'den dolayı "Ümmü Habibe" künyesini almıştı. İlk evliliğini Hz. Peygamberin halası Ümeyme binti Abdu'l-Muttalib'in oğlu Ubeydullah b. Cahş b. Riâb b. Ya'mur el-Esedî ile yapmıştı.

[138]

Ümmü Habibe, İslâm gelmeden önce Hanif dinine bağlı idi. İslâm dini gelince, kocası Ubeydullah ile birlikte, onu ilk kabul eden Müslümanlardan olmuştu. Bu yüzden kocası ile müşriklerin ezâ ve baskılarına en çok maruz kalanların başında geliyorlardı. Ubeydullah, bu sıkıntıdan kurtulmak için hanımı Ümmü Habibe ile birlikte ikinci kafile içinde Habeşistan'a hicret etmişti. Dini uğrunda memleketini terk edecek kadar inançlarına bağlı olan Ubeydullah b. Cahş, orada irtidad ederek (İslâm'dan dönme) Hıristiyanlığa girmişti.

Ümmü Habibe, Habeşistan'da kocasında yavaş yavaş meydana gelen değişikliklerin farkında idi. Fakat durumu henüz tam bir açıklık kazan­madığı için bir şey diyemiyordu. Nihayet onun (kocasının) "Önceleri din konusunu uzun uzadıya düşünmüştüm, Hıristiyanlıktan daha hayırlı bir din görmeyip Hristiyan olmuştum. Sonra Muhammed'in dinine girdim ve şimdi tekrar Hıristiyanlığa döndüm" sözleri ile kocasının gerçekten İslâm'dan çıktığın) anladı. Bu sözleri duyan Ümmü Habibe, ona rüyasın­da kendisini çok kötü bir şekilde gördüğünü anlatmış ise de kocasını tekrar İslâm'a döndüremedi. Buna karşılık Ubeydullah, karısının Hristiyan olması için büyük bir baskı uygulamış, fakat bunda muvaffak olamamıştı. Bu mübarek kadın, her şeye rağmen dininde sebat gösterdi ve sonunda kocasından ayrıldı.

[139]

O, Mekke'nin yüksek aristokrat ailesinden birine mensuptu. Bu yüz­den de kolay kolay kimse ile evlenmezdi. Bu sebeple yabancı bir diyarda kimsesiz kaldı. Korunmaya muhtaç bir duruma düştü. Babası Ebu Süfyan ise henüz Müslüman olmadığı gibi, Müslümanların da en büyük düşmanı idi. Bu sebeple Ümmü Habibe, babasının yanına da dönemezdi. Hz. Peygamber durumdan haberdar oldu. Onu teselli için Habeşistan'a bir elçi gönderdi. Bu elçinin vazifesine ve Ümmü Habibe'nin Peygamberimizle evlenmesine temas etmeden önce, onun Müslümanlığı kabul edişinden bahsetmemiz gerekir.

Ümmü Habibe'nin hangi yılda Müslüman olduğu kesin olarak bilin­memekle beraber, daha önce de belirtildiği gibi, ilk kocası ile birlikte kabul edenlerdendir. Bu sebeple ilk kadın müslümanlar arasında sayıl­maktadır.[140] Kocası Ubeydullah b. Cahş ile bir­likte müşriklerin baskılarına dayanamayarak Habeşistan'a hicret (göç eden) ikinci kafile ile birlikte oraya gitmişlerdi. Fakat, kocasının orada Hristiyanlığı kabul etmesi ve kendisinin ondan ayrılması üzerine büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kalmıştı. Kocasının bütün teklif ve ısrar­larına rağmen müslüman olarak kalmıştı. Onun bu durumu, Hz. Peygambere ulaşınca bundan çok memnun oldu. Fakat Ümmü Habibe bu diyarda büyük sıkıntılara düştü. Günlerce devam eden bu sıkıntılı anların­da düşünmekten kendini alamıyordu. Memleketini, ana babasını ve yakın­larını niçin terk etmişti? Bütün bu sıkıntılar ne içindi? Kendisi ile birlikte gelen kocası neden Hristiyan olmuştu? Günlerce kafasını ve benliğini meşgul eden bu sorular karşısında, bir gece rüyasında gördüğü ve kendi­sine "Ya Ümme'l-Mü'minin" diye hitâb eden sesle kendine gelir gibi olmuştu. Ümmü Habibe, bundan sonrasını ve Hz. Peygamberle olan evlil­iğini şöyle anlatır:

"Habeşistan'da iken Necaşi'nin elçisi Ebrehe adındaki cariyenin getirdiği haber kadar hayatta hiç bir şey beni heyecanlandırmadı. Ebrehe, Habeşistan Kralı Necaşi'nin kıyafet ve kokuları (parfüm) ile ilgilenen birisi idi. Bir gün benden izin isteyerek konuşmak istediğini bildirdi. Ben de kabul ettim. "Rasulüllah Kral'a seninle evlenmek istediğini bildiren bir mektup yazmış" dedi. Ben de "Allah sana da hayırlı müjdel­er versin" dedim. Fakat söylediklerinden emin olmak için bunu ona birkaç tekrarlattım. Nihayet Ebrehe, "Kral nikahını kıymak için bir vekil tayin etmeni istiyor" dedi. Bunun üzerine Saîd b. As'ın oğlu Halid'i çağırdım ve onu kendime vekil tayin ettim. Sevincimden Ebrehe'ye el ve ayaklarımda ne kadar takı varsa hepsini verdim. Söz kesildiğinin ertesi günü Necaşî, Cafer b. Ebu Tâlib'e orada bulunan bütün Müslümanları toplamasını emretti. Toplantıda kısa bir konuşma yaptıktan sonra "Rasûlüllah'ın isteği üzerine Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe'yi 400 dinar mehir ile ona nikahladım" dedi. Bu teklif Hz. Ümmü Habibe'nin vekili Halid b. Saîd b. Âs tarafından da kabul edilerek evlenmeleri gerçekleşmiş oldu.[141] Necaşi, mehir olarak tesbit edilen parayı Halid b. Saîd'e teslim ettikten sonra kalkmak üzere olan ashâb-ı kirama "Nikâhtan sonra yemek vermek peygamberin sünnetidir" diyerek düğün yemeği ikram etmişti.

[142]

Nikahtan sonra "Ümmü'l Mü'minin" olarak sabahlayan Ümmü Habibe, eline mehir geçtiği zaman kendisine müjdeyi getiren câriye Ebrehe'yi çağırtarak "O gün evinde olanı vermiştim. Başka param yoktu. Şimdi Allah bana bunu ikram etti. Mehrimden elli dinar (veya miskal) al" dedi. Ebrehe, verilen parayı kabul etmediği gibi, Ümmü Habibe'nin daha önce verdiği dört gümüş bilezikle ayak parmaklarındaki gümüş yüzükleri de iade etti. Zira Necaşî, ondan, Ümmü Habibe'den bir şey kabul etmemesini istemişti. O (Necaşî), bununla da yetinmeyerek hanımların­dan da ona yardım etmesini istemişti. Ayrıca Necaşî, hanımlarına yan­larındaki bütün güzel kokulardan Hz. Ümmü Habibe'ye göndermelerini emretmişti. Ertesi gün bu parfümleri getiren Ebrehe, Hz. Ümmü Habibe'nin çeyizinin hazırlanmasında kendisine yardımcı oldu.

Hz. Ümmü Habibe (R.anha), Medine'ye geldiğinde Hz. Peygamber'e nikâh merasimini anlatmış ve kendisine hediye edilen güzel kokulan göstermişti. Rasûlüllah bunların kullanılmasını yasaklamadı. Ümmü Habibe, İslâmiyet'i kabul eden câriye Ebrehe'nin selamını da Hz. Pey­gamber'e iletmişti.

[143]

Hicretin yedinci yılında meydana gelen bu olay, Ümmü Habibe'nin dine bağlanışının bir mükafatı idi. Bu evlilik, Ebû Süfyan'm henüz Müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber'e olan kin ve düşman­lığının azalmasına sebep olmuştu. Zira bu evlilikten sonra Ebû Süfyan'm Hz. Peygamberle müslümanlara karşı yavaş yavaş yumuşadığı görülür.

[144]

Gerçekten de Hicretin altıncı senesinde Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasından sonra Medine artık bir devletin başkenti olarak tanmmaya başlandı. Müşriklerle yapılan antlaşma, Müslümanlarm da artık söz sahibi olduklarının ve devlet olarak tanındıklarının bir ifade­si idi. Bundan sonra Hz. Peygamber komşu hükümdarlara elçiler gönder­meye başladı. İşte bu elçilerden biri de Amr b. Ümeyye ed-Damrî idi. Amr'ın iki memuriyeti bulunmaktaydı. Bunlardan biri Hz. Peygamberin mektubunu Necaşi'ye teslim etmek, diğeri de Habeşistan'a hicret edip henüz dönmemiş olan Müslümanları istemek ve Ebû Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe'yi Hz. Peygamber'e nikahlamaktı. Rivayete göre bunun için de ayrı bir mektup götürmüştü. Necaşî, Hz. Peygamberdin elçisine hürmet ve saygıda kusur etmedi. Cafer b. Ebî Talib'in huzurunda Müslüman olduğunu bildirdi.

[145]

Necaşi, Ümmü Habibe'yi Hz. Peygamber'le evlendirdiği gibi Habeşistan'da bulunan diğer Müslümanları da iki gemiye bindirerek Arabistan tarafına gönderdi. Hz. Peygamber, Hayber Gazasında Ketibe kalesinin fethi ile uğraşırken onlar da geldiler. Peygamber Efendimiz "Bilmem ki bu iki şeyin hangisi ile sevineyim. Hayber’in fethi ile mi, yoksa Cafer'in gelişi ile mi?" diye sevincini belirtmişti. Bu arada Hayber'den alınan ganimetlerden Habeşistan muhacirlerine de nisse ver­ildi.

[146]

Hz. Peygamber'in diğer hanımları bu yeni eşi (kumalarını) iyi bir şek­ilde karşılamak istediler. Başlangıçta Hz. Aişe onda kendisini kıskandıra­cak bir şey bulamadı. Zira o, yaş itibarı ile kırkına yaklaşmıştı. Onda Hz. Safıyye'nin büyüleyici tavrı, Hz. Cüveyrİye'nin tatlılığı, Hz. Ümmü Seleme'nin güzelliği ve Hz. Zeyneb'in çekiciliği yoktu. Bunun için Hz. Aişe onu kendi tarafına çekmek istiyordu. Halbuki Ebû Süfyan'ın kızı bunu istemiyordu.

[147]

Arap örf ve âdetlerine göre, kendisi ile evlenmek istenilen kadın için önce babasına, o yoksa amcasına veya amcasının oğullarına müracaat edilirdi. Ancak, Hz. Peygamber'in Ümmü Habibe ile evlendiği dönemde Ebû Süfyan henüz Müslüman olmadığı için, bu evlilikten haberi olmamıştı. Kızının kendisine danışmadan düşmanı ile evlenmesinden dolayı Ebü Süfyan'm kızması beklenirken aksine onun bir bakıma mem­nuniyetini ifade ettiği ve Hz. Peygamber için "O reddedilemeyecek bir erkektir" diyerek bu evliliği tasvib ettiği görülür.

[148]

Hz. Peygamber, Ümmü Habibe için daha önceden bir oda yaptırmıştı ki, bu hücre, diğer hanımlarının hücrelerine göre mescide en uzak olanı idi. Rasûlullah'm emri ile Bilâl, Ümmü Habibe'yi hücresine götürmüştü. Ümmü Habibe, bu yeni evde bir süpürge bulmuş, yanında bulunan köle ile iş bölümü yaparak evi süpürdükten sonra kıl bir yaygı sererek odayı döşemişti. Akşam olup Hz. Peygamber Ümmü Habibe'nin odasına gelince, güzel bir koku hissetmiş ve içinin tefriş edildiğini de gördükten sonra "Kureyş kadınları etrafı döşeyen, yerleşik kadınlardır. Bedevî ve a'rabî değillerdir" buyurarak iltifatta bulunmuştu. Bu sözleri ile Hz. Peygamber Ümmü Habibe'nin temizlik ve döşeme zevkini takdir etmişti.

[149]

Hz. Peygamberin, Ümmü Habibe ile evlenmesi, onun sabrının, cihadının ve çektiği sıkıntıların bir nevi mükafatı idi. Ayrıca bu evlilik fıkhî İslâm hukuku bakımından da bir bir önem taşımaktadır. Zira, Hz. Peygamber'le Ümmü Habibe'nin nikahı, "gıyabî nikah" şeklinde icra edilmiştir. Bu, Allah elçisinin bu sahada da ümmetine örnek olduğunun bir ifadesi idi. Hz. Peygamber'le dört yıl evli kalmış olan Hz. Ümmü Habibe, Rasûlullah'ın vefatından sonra zâhidane bir hayat yaşadı. Onun bu hayatı otuz dört yıl sürdü. O, Peygamberimizin diğer hanımları Ümmehatu'l Mü'minin gibi herkes tarafından saygı ile karşılanırdı. Bu sebeple kardeşi Muaviye'ye halife olduktan sonra "mü'minlerin dayısı" diye hitâb ediliyordu.

[150]

Ümmü Habibe'nin, İslâm tarihinde ortaya çıkan fitne ateşinden uzak kaldığı ve siyasî olaylara karışmadığı da bilinmektedir. Bununla beraber, dayısının oğlu olan III. Halife Hz. Osman'ın evinin muhasarası esnasında onun evine geldiği, orada bulunan asilerden bir adamın onun başörtüsünü çektiği, Hz. Ümmü Habibe'nin de ona beddua ettiği, bunun da derhal yer­ine geldiği bildirilmektedir.

[151]

Ümmü Habibe, Hz. Peygamberin diğer hanımları gibi bir geçim imkanına sahipti. Allah elçisi Hayber gelirinden ona seksen vesk hurma, yirmi vesk arpa vermişti. Ayrıca Hz. Ömer zamanında kurulan divan teşk­ilâtı, Hz. Aişe hariç olmak üzere Rasûlullah'ın hanımlarına onar bin dirhem vermişti.

[152]

Ümmü Habibe, kardeşi Muaviye'nin hilâfeti (40-69/661-680) devrinde yetmiş yaşında iken, hicretin kırkdördüncü senesinde Medine'de vefat etti [153] Onun vefat tarihi ile ilgili farklı rivayetler bulunuyorsa da bunlar sağlam birer görüş olarak kabul edilememektedir.

Ümmü Habibe'nin, Allah elçisine olan sevgi ve saygısı sadece onun şahsına karşı değil, ona ait olan herhangi bir eşya için de söz konusu idi. İslâm tarihindeki bir olay bu söylediklerimizin güzel bir örneğini ortaya koymaktadır.

Bilindiği gibi, Hudeybiye Antlaşmasının hükümlerinden biri de Kureyş kabilesinin dışında kalan diğer kabilelerin Hz. Peygamber'in veya Kureyş kabilesinin emniyet ve garantisini kabul etmede serbest bırakılmalarıyla ilgiliydi. Buna göre Huzaa kabilesi, Hz. Peygamber'in emniyet ve garantisini kabul ederek onun tarafına geçtiler. Halbuki bu iki kabile arasında eskiden beri düşmanlık vardı. Bu düşmanlık sebebi ile Benî Bekr kabilesi, Kureyş’in de desteği ile hicretin sekizinci senesi Şaban ayında bir gece vakti Benî Huzaa kabilesine hücum etti. Bu baskın esnasında Kureyş'in ileri gelen reisleri Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebû Cehil, Süheyl b. Amr, Hüveytib b. Abdi'l-Uzza gibi kimseler de maiyetleri ile birlikte onlara yardım etmişlerdi. Bu baskında Huzaa kabilesinden 23 kişi öldürülmüştü. Geri kalanlar ise Hareme sığınmışlardı. İslâm tarihindeki bu olay daha sonra Mekke'nin fethi ile sonuçlanacaktır. Olayın Hz. Peygamber'e haber verilmesinden sonra sözlerini tutmadıkları ve antlaş­mayı bozdukları için müslümanların hücumlarına uğrayacaklarından korkmaya başlayan Kureyş, Hz. Ümmü Habibe'nin babası Ebû Süfyan'ın antlaşmayı yenilemek ve Hz. Peygamber'den özür dilemek için Medine'ye gitmesini istediler. Ebû Süfyan, pek ümitli olmamakla birlikte çevresinin baskıları sebebiyle Medine'ye geldi. Burada hiç kimseden yüz bulamadı. Kızı ve Rasûlullah'ın hanımı olan Ümmü Habibe'nin evine geldi. Eve girdiği zaman odadaki yatağa oturmak istedi. Tam bu esnada Ümmü Habibe yatağı toplayıp kaldırdı. Her hali ile oturmaya hazırlanmış olan Ebû Süfyan sendeleyerek düşmekten zor kurtuldu. Bunun üzerine Ebu Süfyan, "Kızım, benden sonra sana hiç de iyi olmayan haller olmuş, sana şer bulaşmış" dedi. Daha fazla orada durmayarak çekip gitti.

[154]

Ümmü Habibe'nin, Hz. Peygamber'den yaptığı rivayetlerin sayısı 65 rakamı ile ifade edilmekte ise de bunun daha fazla olma ihtimali vardır. Çünkü bu rakam, Bakî b. Mahled'in "el-Müsned"inden tesbit edilmiştir. Bize ulaşmamış olması yanında onun, müsned-musannaf karışımı bir tert­ibe sahip bulunması, rivayet sayısının olduğundan daha fazla kabul edilmesi için önemli bir âmildir.

 

Hz. Zeynep Binti Hüzeyme

(R.Anha)

 

Zeynep binti Huzeyme radiyallahu anhüma Rasûlüllah sallallahu aley­hi ve sellem efendimizin ailesine katılan bahtiyarlardan. Cömertliğiyle tanınmış, yoksullara, fakirlere yardım etmesiyle meşhur olmuş mer­hametli, şefkatli, iyiliksever bir ahlâka sahip gönül zengini mücâhidelerden...

Zeynep binti Huzeyme radıyallahu anhâ annemize "Ümmü'l-Mesâkin yoksulların annesi" denirdi. Bu onun lâkabı olmuştu. Cahiliye devrinde bile böyle tanınırdı. O, Arabistanın en güçlü kabilelerinden olan Amir İbni Sa'sa' kabilesine mensuptu. Kabilesi arasında önemli bir nüfuza sahipti. Onun ilk evliliği Tufeyl İbni Haris ile oldu. Ondan boşanınca Ubeyde İbni Haris ile evlendi. O da Bedir'de şehit edilince Zeynep (r.anhâ) dul kaldı.

Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz hicrî üçüncü yılda İslâm'ı anlatmak için Amir İbni Sa'sa' kabilesine bir gurup tebliğ eri göndermişti. Bunlar hâince pusuya düşürülüp kılıçtan geçirilince bu kabile ile müslümanların arası bozuldu. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu büyük ve güçlü kabile ile düşmanlığın devam etmesini istemedi. Aradaki ilişkilerin düzelmesine vesile olacak bir fırsat bekledi. Zeynep binti Huzeyme (r.anhâ) dul kalın­ca evlenme teklifinde bulundu. Zeynep; amcası Kabîsa İbni Amr el-Hilâli'yi vekil tayin etti. O da dörtyüz dirhem gümüş mihri ile Rasûlüllah (sav) Efendimize nikahladı.

Mü'minlerin annesi olma şerefini elde eden Zeynep binti Huzeyme (R.anhâ) kendine tahsis edilen odasına taşındı. Hz. Hafsa ile odaları yanyana idi. Büyük bir mutluluk içerisinde hayatını devam ettiriyordu. Çok ibadet yapar, çokça sadaka verirdi. Bu mesut hayat dünyada üç-dört ay veya sekiz ay kadar ancak sürdü. 626 m. senede otuz yaşlarında iken âhirete göç etti. Cenaze namazını bizzat Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz kıldırdı. Bakî kabristanına defnedildi. Rabbimiz şefaatlerine nail eylesin.

[155]

 

Hz. Zeynep Binti Cahş

(R.Anha)

 

Zeynep binti Cahş (R.anha) Rasûlüllah (sav) Efendimizin diğer bir hanımı... İslâmiyeti ilk kabul eden hanım sahâbîlerden... Efendimizin hala kızı... ibadete düşkün oluşu ve cömertliğiyle meşhur... Fakirlerin, gariblerin annesi diye anılan takva erlerinden... Kendi el emeği ile geçinen, dikiş, nakış ve el işi yaparak kazandığı paraları fakirlere intak eden sehâvet sahibi bir mücâhide... Nikâhını Allahû Teâlâ'nın kıydığı bir bahti­yar... Fahr-i Kâinat (sav) Efendimizin ahirete göç eylemesinden sonra kendisine ilk kavuşan annemiz...

O, bi'setten yirmi sene önce Mekke'de doğdu. İlk iman edenlerden oldu. Asıl adı Berre idi. Resûl-i Ekrem (sav) onu Zeynep olarak değiştir­di. Babası Beni Esad kabilesinden Burre olup annesi de Rasûlüllah'ın halası Ümeyye binti Abdülmuttalib'dir. Abdullah İbni Cahş (R.a)'ın kızkardeşidir.

O, ilk hicret edenler arasında yer alarak Mekke'den Medine'ye hicret etti. İlk muhacirlerden oldu. Bekârdı. Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz onu evlâtlığı Zeyd İbni Harise (R.a) ile evlendirmeyi düşündü. Cahiîiye devrinin yanlış âdetlerinden birisini daha yıkmak istedi. Kölelerin aşağılanmasını ortadan kaldırmak ve İslâmiyetin insanları eşit saydığını göstermek üzere Zeyneb'e dünürcü olarak gitti.

Zeynep ve kardeşleri bu işi uygun görmediler. Hür bir kadının, azatlı biriyle evlenmesi o günki örfe göre imkân dahilinde değildi. Bunu içler­ine sindiremediler. Hatta Zeynep tavrını şu ifadeleriyle ortaya koydu: "Ya Rasûlallah! Ben senin halanın kızıyım. Ona varmaya razı değilim. Ben Kureyşliyim." dedi. Bunun üzerine Allahû Teâlâ Ahzab sûresinden 36. âyet-i kerîmeyi nazil buyurdu. Meâlen:

 

"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."

Zeynep binti Cahş (R.anha) tekrar Rasûlüllah (sav)'e sordu:

"Yâ Rasûlallah sen, Zeyd ile evlenmemi istiyor musun?" dedi. Efendimiz de:

"Evet!" buyurdu. Bunun üzerine o:

"Rasûlullah'a âsî olamam" dedi ve kabul etti.

Fakat Hz. Zeyd ile Hz. Zeynep arasında samimi bir sevgi ve sıcak bir anlayış hâkim olamadı. Evlilik onlara rahat getirmedi. Geçimsizlikleri arttı. Bu beraberliğin uzun ömürlü olamıyacağını sezen Zeyd İbni Harise (R.a) durumu Fahr-i Kâinat (sav)'e açma zaruretini duydu ve Efendimize gelerek:

"Ya Rasûlallah! Ben ailemden ayrılmak istiyorum." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu söze üzüldü. Kendisinin sebeb olduğu bir ailenin, dağılmasına gönlü razı olmadı. Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz ona:

"Eşini tut, boşama. Allah'tan kork!.." buyurdu.

İki Cihan Güneşi Efendimiz bu ailenin devam etmesi için gayret ediy­ordu. Fakat gönüller bir defa soğumuştu. Ülfet edebilmek, tahammül gösterebilmek bir hayli zorlaşmıştı. Buna rağmen aile olarak beraberlik­leri bir sene devam etti. Geçimsizlikleri son haddine vardı. Bu birlikteliğe tahammülü kalmayan Zeyd (R.a) nikah akdini bozmak zorunda kaldı. Zeynep (R.anhâ)'yı boşadı.

Resûl-i Ekrem (sav) bu hadiseye çok üzüldü. Ancak cahiliye âdetleri toplumu kara bulutlar gibi sarmıştı. Bir kimse evlâtlığının hanımı ile evlenemezdi. Allah Teâlâ bu yanlış anlayışların, bâtıl âdetlerin kalkmasını murad etti. Çok geçmeden vahyini indirdi. Ahzab sûresinin; 4 ve 5. âyetleriyle bu konuyu açıklığa kavuşturdu. Şöyle ki: Meâlen:

 

"Evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu, sizin ağı-zlarınızdaki lâfınızdır. Allah, hakkı söyler ve O, doğru, yolu gösterir. Onları babalarına nisbetle çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yoktur. Fakat kalblerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."

Bu âyetler nazil olunca azâd edilmiş köleler ve evlâtlıklar, öz babalarının adıyla anılmaya başlandı. Öz babası bilinmeyenler de eski efendi­lerinin dostu ve din kardeşi oldular.

Aradan bir zaman geçti.

Daha sonra da ayet, bu konudaki endişeleri izale eden hükmü bildirdi. Allah Teâlâ Ahzab suresi: 37-40. âyetlerini inzal buyurdu. Meâlen:

 

"(Rasülüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkları kanlarıyla ilişkilerini kestik­lerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir."

 

Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. AHah her şeyi hakkıyla bilendir."

Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz bu âyetleri duyduğu zaman: "İşlerin en büyüğü en faziletlisi ona nasib olmuş ve Allah onu gökte Rasulüne nikahlamıştır. Zeynep, bize karşı bununla iftihar edecek, öğünecektir." dedi.

Zeynep binti Cahş ile iki Cihan Güneşi Efendimiz, hicretin beşinci senesinde evlendi. O sırada Zeynep (R.anhâ) annemiz 35 yaşlarında idi. Mükellef bir düğün ziyafeti verildi. Enes bii Mâlik (r.a)'in annesi Ümmü Süleym (r.anhâ) o gün Medine hurmasını yağ ile karıştırarak özel bir yemek yaptı. "Hays" adı verilen bu yemeği Enes ile birlikte Efendimize gönderdi. Yemek iki kişiye zor yeterdi. Ama Allah dilerse bir orduya yetirirdi.

Enes o zamana kadar hiç görmediği bir manzara ile karşılaştı. İki Cihan Güneşi Efendimiz ona: "Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi çağır" dedi. O hayretler içerisinde gitti çağırdı. Efendimiz tekrar Enes'e: "Mescidde kim varsa, yolda kimi görürsen davet et!" buyurdu. Enes büs­bütün şaşırdı. Bu kadar yemek kime yetecek diye kendi kendine alıp verdi? Ama emre uyarak dışarı çıktı. Kimi gördü ise düğün yemeğine çağırdı. Ulaşılabilen ashabın hepsi grup grup gelmeye başladı. Habib-i Kibriya (sav) efendimiz yemek kabını ortaya koydu. Bereketlenmesi için duâ etti ve: "Onar onar sofraya otursunlar ve herkes önünden yesin," buyurdular. Çağırılan herkes o yemekten doyasıya yedi. Enes (R.a) diyor ki:

Yedikçe kaptaki yemek çoğalıyordu. Adetâ alttan kaynıyordu. Davetlilerin hepsi yedi ve doydu. Getirdiğim yemek aynen ortada idi." Resûl-i Ekrem (sav) bana:

"Yâ Enes! tabağı kaldır." buyurdu. Tabağı zevcesinin yanına koydum ve annemin yanma döndüm. Gördüklerimi hayretler içerisinde anneme anlattım. Annem bana "Hayret etme. Cenâb-ı Hak o yemekten bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyardı." diyerek bunun bir mucize olduğunu söyledi.

Ne iman!. Ne muhabbet!. Ne ülfet!. Ne teslimiyet!.Ey yüceler yücesi Allahım böyle bir iman, muhabbet, ülfet ve kaynaşmayı bizlere de nasib et!... Amin. Zeynep (r.anhâ) annemizin düğün ziyafeti tesettür ayetlerinin nüzulüne de vesile oldu. Davetliler yemekten sonra kalkıp gitmişti. Üç kişi vardi ki, onlar oturmuş çene çalıyorlardı. İki Cihan Güneşi Efendimiz onların kalkıp gitmesi için odaya girip çıkıyordu. Fakat onlar bu hareketten anlamıyorlardı. Efendimiz (s.a) annelerimizin odalarını ayrı ayrı dolaştı geldi yine onlar konuşuyordu. Can sıkıcı bu hadise üzerine Allah Teâlâ Ahzab Sûresi: 53. ayet-i celileyi nazil buyurdu. Meâlen:

 

"Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe davet olunmadan vaktine de bakmadan girmeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareke­tiniz Peygamberi üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama, Allah hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından birşey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalp­leriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah'ın Resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikah­lamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır."

O günden itibaren Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin aileleri, mü'minlerin anneleri, perde arkasına çekildiler. Kıyamete kadar gelecek islâm hanımefendilerine örnek teşkil ettiler. İnsanlık haysiyet ve şerefini böyle muhafaza ettiler. İffet timsâli nezih bir hayat sürdüler. Gözler ve gönüller İslâm'ın bu güzellikleriyle huzur ve sükûn buldu. İnsanlık bu ölçülerle mutlu oldu. İnsan kıymeti ancak bu şekilde bilindi. İnsan insanlığının şerefine erdi.

Zeynep binti Cahş (R.anhâ) annemiz ibâdete düşkün, takva sahibiydi. Çokça nafile namaz kılar, nafile oruç tutardı. Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz bir gün mescitte iki direk arasında bağlı bîr ip gördü. "Bu ip nedir?" diye sordu. Ashâb-ı Kiram da: "Zeynep annemizin" dediler. Namazda ayakta durmaktan yorulunca bu ipe tutunur diye ilâve ettiler. Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz bu hareketten pek hoşlanmadı. Bunun üzer­ine:

"İbadette böyle güçlüğe girilmez. Bu ipi çözünüz. Sizler zinde oldukça ayakta kılın." buyurdular.

O, vefakâr bir hanımefendiydi. Hakkı teslim ederdi. Dürüstlükten ayrılmazdı. Birgün, münafıklar Hz. Aişe annemize iftira atmışlardı. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu konuda Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (R.anhüm)'ün fikirlerini sordu. Bu arada Zeynep (R.anhâ) annemizin de görüşünü almak istedi. Bunun üzerine Zeynep annemiz bütün insanlığa örnek olacak şu cevabı verdi:

"Ya Rasûlallah! Ben işitmediğimi işittim demekten, görmediğimi gördüm demekten kendimi korurum. Onun hakkında vallahi hayır­dan başka bir şey bilmiyorum." dedi.

Bu cevap hem Habib-i Ekrem (sav) Efendimizi hem de Hz. Âişe (r.anhâ) annemizi çok sevindirdi.

Zeynep binti Cahş (r.anhâ) annemizin en bariz vasıflarından biri de cömertliği idi. O, dünya malına önem vermezdi. Kendi el emeği ile geçinirdi. Dikiş ve el işi yapardı. Deri tabaklar onları diker ve deri eşyalar üretip satardı. Elde ettiği kazancı Allah yolunda fakir ve yoksullara dağıtırdı. Ömrü boyunca sehavet üzere yaşadı. İnfak etmek onun için büyük bir zevkti. Hz. Âişe (R.anhâ) onun cömertliği hakkında şöyle der:

"Ben, dini yaşama konusunda Zeynep'ten daha hayırlı, ondan daha çok Allah'tan korkan, ondan daha doğru sözlü, akraba hakkını ondan daha çok gözeten, Allah'ın rızâsını kazanabilmek için fakirlere ondan daha çok sadaka veren bir kadın görmedim."

Yine onun cömertliğini ortaya koyan bir örnek de şudur:

Hz. Ömer (R.a) sahabelere hazineden maaş bağlamıştı. Zeynep anne­mize de bağladığı maaşı gönderdi. Zeynep annemiz bu kadar çok parayı görünce şaşırdı ve:

"Allah Ömer'i affetsin. Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun içinde mi?" diye sordu. Parayı getirenler:

"Hayır! Bunların hepsi senindir." dediler. Bunun üzerine o:

"Sübhanallah!" diy­erek örtüsü ile yüzünü kapadı ve hizmetçisine:

"Elini sok, o paradan bir avuç al, falan oğullarına götür. Bir avuç al, fılan'a ver." diyerek akrabası­na ve kimsesizlere dağıttı. Örtünün altında avuçlayacak bir şey kalmadı. Hizmetçisi:

"Ey mü'minlerin annesi! Allah sizi affetsin. Bunda bizim de payımız var." dedi. Bu söz üzerine Zeynep annemiz örtünün altında kalanlar da senin olsun dedi ve gelen paranın hepsini dağıttı. Hz. Ömer (R.a) annemizin bu davranışından haberdar olunca bin dirhem getirdi. Onun kapısında durdu, selâm verdi ve:

"Gönderdiğim parayı dağıttığını duydum. Bari bunları elinde tut." dedi. Zeynep (R.anhâ) o parayı da ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Üstelik elleri­ni açtı ve bütün samimiyetiyle şöyle dua etti.

"Allahım! bundan sonra beni Ömer'in ihsanını almaya eriştirme. Çünkü bu dünya malı bir fitnedir." dedi.

Kanaat ve cömertlik büyük bir hazine idi. Fakiri, yoksulu sevindirmek iki Cihan Saadetini elde etmekti. Vermek, infak etmek dağıtmak onun en büyük zevkiydi.

Bu yüce hasletlerinden dolayı o, Fahr-i Kâinat (sav) Efendimize vefatından sonra ilk kavuşan annemiz oldu, "Bana en önce kavuşacak olanınız kolu uzun olamnızdir." hikmetli sözünün muhatabı olarak anıldı. Kolu uzun olmak cömertlikten kinaye olarak, söylenmişti.

Zeynep binti Cahş (R.anhâ) validemizin yapmış olduğu samimi duası Allah katında kabul buyuruldu ve hicrî 20 yılında 53 yaşında iken Medine'de vefat etti. Bir daha maaş alamadı. Cenaze namazını Hz. Ömer (R.a) kıldırdı. Cennetü'l-Bakî kabristanlığına defnedildi. Cenâb-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

[156]

 

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. Âmine Binti Vehb (R.anha)'nın hayatı hakkında biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Fâtıma (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz?

Hz. Fâtıma Binti Esed (R.anha)'ın hayatı ve fıkhıhakkmda ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz.  Halime  Hatun  (R..anha)'m  hayatıhakkında biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Safiyye Binti Abdülmuttalib (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Ümm-i Eymen (R.anha)'in hayatı ve fıkhıhakkmda ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Ümm-i Hâni (R.anha)'ın hayatı ve fıkhıhakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Ümm-i Hiram (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz. Ümm-i Şerik (R.anha)'ın hayatı ve fıkhıhakkında ne biliyor­sunuz?

Hz.Ümm-i Ümare Nesibe  Hatun (R.anha)'ın hayatı  ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Hatice (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz?

Hz. Aişe (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Cüveyriyye Binti Haris (R.anha)'m hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Hafsa (R.anha)'ın hayatı ve fıkhıhakkmda ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Meymune Binti Haris (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Reyhane (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Rumeysa Binti Milhan (R.anha)'ın hayatı ve fikhıhakkmda ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Safıyye (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Şevde Binti Zem'a (R.anha)'ın hayatı ve fıkhıhakkmda ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Sümeyye Binti Habbat (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Ümmü Seleme (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliy­orsunuz? Anlatınız.

Hz. Ümmü Habibe (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliy­orsunuz? Anlatınız.

Hz. Zeynep Binti Huzeyme (R.anha)'ın hayatı ve fıkhıhakkmda ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Zeynep Binti Cahş (R.anha)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

İslamın ilk şehidi ve şehidesi bir karı-kocadır. Kimdir bu İslâmın ilk kadın ve erkek şehitleri?

Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fatıma (r.anha)'nın küçük oğlu, İsiâm tari­hinin Kerbela şehidi diye andığı, kendi neslinden gelenlere "Seyyit" denilen, Rasûlüllah (sav)'in torunu kimdir?

En çok hadis rivayet eden sahabedir. Peygamber Efendimiz (sav) ona kedileri çok sevdiği için kedilerin babası ismini verdiği 5374 hadis rivayet eden sahabe kimdir?

 

Netice

 

"Fıkhu's Sahabe" adlı eserimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu eserin sonunda gördük ki; Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav)'in vahiy Eğiti­minden geçirdiği ve Allah'ın ayetleriyle tezkiye edip denetlediği örnek ve önder bir nesildir. Rasûlüllah (sav), asırların ve nesillerin insan güzelleri olan bu mübarek nesli; Müşrik bir devlette, müşriki kadroların işkence ve baskılarına rağmen insanlık alemine armağan etti.

Mekke döneminde Hz. Muhammed (sav) İslâm'ı müşriklere anlatırken onları, sürekli olarak Allah'ın varlığı ve vahdaniyetini esas aian bir düşünüş ve yaşayış tarzına davet ediyordu. Rasûlüllah müşriklere vahyi götürürken günlük hayatta kullandıkları kelimelere yeni tanımlar gelirmiş oluyordu. O, getirdiği yepyeni bir inanç sistemi ile insanın dünyaya geliş amacını içinde bulunulan durumların değerini, zillete düşmelerinin nedenlerini açıklayarak Mekke câhiliye toplumu içerisinde alışılmamış bir hayat tarzına işaret ediyor ve onlara bu fıtri inanç ve yaşama şeklini öğreterek ortaya yeni bir kimliğe sahip insan tipi çıkarıyordu.

Rasûlüllah'ın mesajı müşrikleri, ırk ve kabile taassubunun zirvede olduğa ve insanların gurur ve kibirle dolup taştıkları bir ortam olan Mekke'de insan ve imana her şeyin üstünde değer veren merhametli, şefkatli, alçakgönüllü, bir kimliğe sahip İnsana dönüştürüyordu. Zalim ve despot Kureyş'in ileri gelen yönetici sınıfı artık yufka yürekli, ferasetli, insaflı, acıma hissi ile hareket eden, insanların yardımına koşan, din kardeşinin ayağına bir diken batacak olsa içi sızlayan ve kendisini kardeşinin ayrılmaz bir parçası olarak gören yepyeni bir nesle dönüşüp "Ashâb-ı Kirâm"ı tarih sahnesine çıkarıyordu.

Mekke'de Darü'l Erkam'da yetişen bu yeni nesil; Kur'an nesliydi.

Onlar; Kur'an mantığını kavramış, insan, tabiat, tarih ve hayat karşısında kendini vahiyle konumlamış yeni bir kimliğe sahib, Allah'a itaat eden, Hz. Peygamber'e bağlı bir nesildi. Mekke şirk ortamında bu mü'min nesil bütün düşünüş ve davranış kalıplarını kırarak her bir olgu, durum ve hadiseyi vahyin kendilerine kazandırdığı bakış açısıyla tanımlayıp yorumluyorlar ve vahiyle ortaya konuian kavram sistemini düşünce ve hayatlarında hâkim kılıyorlardı. Hayat yeni baştan İslâm'a göre düzen­leniyordu

Bu nesil İslâm'ı diğer insanlara anlatmak ve tebliğ görevini yerine getirmek için can atıyor, tebliğin en güzelini ve en uygun şeklini biliyor­du. Zira önderleri Hz. Peygamber (sav) idi. Akabe bey'atlerinden sonra Medine'ye öğretmen olarak özellikle Mus'ab b. Umeyr'in gönderilme­sine karar verilmesi apayrı bir anlam ifade ediyordu. Mus'ab, Medine'ye gönderildiği zaman müslümanlar arasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Hamza, Abdullah b. Mes'ud gibi kabiliyetli, olgun, güçlü ve tecrübe­li kimseler vardı. Ama Hz. Peygamber (sav) bunların yerine Mus'ab'ı görevlendiriyordu. Çünkü o; soğukkanlı, güzel konuşan, tatlı dilli, ikna kabiliyeti olan bir sahâbiydi. Ayrıca o Kur'an'a son derece vakıftı. Bütün bunların yanında Mus'ab son derece güzei yüzlü idi. Mütebessim çehreti, yumuşak ve tatlı dilli, güzel konuşan, Kur'an ile İslâm'ı anlatan Mus'ab, Yesrib (Medine)'de İslâm'ı tebliğ edip bir yıl sonra Mekke'ye Hz. Peygamber'in huzuruna döndüğünde şu raporu veriyordu :

"Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı bir ev kalmadı." İslâm, Mus'ab'ın etkileyici kişiliğinde müşahhaslaşmış, ayrıca yerleşik anlayışı sarsmış, dünyada hüküm süren geleneksel tanımlan altüst etmişti. İslâm insanları yeni bir anlayışa götürüyordu. Sahabe nesli İslâm'ı Kur'an ile, Tabiin nesli Kur'an ve Sünnet'le diğer kitlelere götürdüler. Sonraki nesiller de Rasûlullah'ı, Ashabı'nı, onların birbirlerine karşı olan bağlılık ve saygınlıklarını, muhabbetlerini, kardeşliklerini, fedakârlıklarını anlatıp insanları cezbettiler. Örnek insanlardan oluşan bu birim toplumda İslâm'a giren herkese Kur'an ve Sünnet'teki hayat tarzını anlaşılabilir kılıyordu. Bu güzel nesîe bakan herkes onların zihniyetine ve Kur'an'm rehber­liğindeki yaşayışlarına hayran kalarak müslüman oluyordu.

[157]

Ahmed Ağrrakça hocanın, "Sahabe nesli İslâm'ı Kur'an ile, Tabiin nesli Kur'an ve Sünnet'le diğer kitlelere götürdüler" tesbitine katılmıyoruz. Bu yanlış bir tesbittir. Çünkü sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in kendilerine okuduğu ayetleri Rasûlüllah (sav)'in örnekliğinde ve önder­liğinde hayata dönüştürüyorlardı. "İttibau's Sünne/sünnete ittiba etmek", sahabenin vazgeçilmezidir. Tabiûn nesli de sünneti Ashâb-ı Kirâm'dan öğrenmiştir. Şunu bilelim ki; sahabenin fıkhının kaynağını sadece Kur'an oluşturmuyordu. Sünnet'te sahabenin fıkhının kaynağıydı. Dolayısıyla Sahabe de İslâm'ı Kur'an ve sünnet ile kitlelere götürdü. Tabiûn nesli ise, İslâm'ı Kur'an, Sünnet ve Sahabe icmaı ile götürdüler. Sahabenin Allah'ın dinini anlamada, uygulamada ve insanlara ulaştırmada baş vur­duğu kaynakları doğru tesbit etmezseniz, sahabenin fıkhını doğru öğrene­mezsiniz. Sahabenin fıkhını doğru öğrenemezseniz, sahabeyi gündeme taşıyamazsınız.

İslâm ümmeti Ashâb-ı Kirâm'sız olmaz. Tâ Tabiûn döneminden bu yana İslâm ümmeti peyderpey Ashâb-ı Kirâm'dan uzak düştü. Sahâbe'den sonra ikinci hayırlı nesil Tabiûn neslidir. Bakınız Tabiûn nes­linden Hasan-ı Basrî (Rh.a.) bu hususta şöyle diyor: "Eğer siz Sahâbe-i Kirâm'i görseydiniz; bunlar divane derdiniz, fakat onlar da sizin en hayırlılarınızı görselerdi; bunlar için nasib yoktur ve en şerlileriniz için de bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir, derlerdi.[158] Demek ki, İslam ümmeti için Ashâb-ı Kiram bir rahmet aynasıdır. İslâm ümmeti bu aynaya bakarak itikadı ve amelî hayatını düzeltir.

Bugün ilmî ve tarihî açıdan "sahabe" olma imkânı yoktur. Ancak sahabe yaşayışını gerçekleştirme imkânı vardır. Nitekim Rasûlüllah (sav)'in sahâbilerini görme imkânı bulamamış ilk Müslüman neslinin önde gelen hadis alimlerinden Abdullah İbnü'l Mübarek (Rh.a.)[159] hakkında "Peygamber görmemiş sahabe " tabiri kul­lanılmıştır. Büyük hadis alimi Süfyan b. Uyeyne (Rh.a.)[160] şunları söylüyor: "Sahabelerin durumlarını ve Abdullah İbnu'l-Mübârek'in durumunu inceledim. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile sohbette bulunup onun maiyetinde/emrinde cihad etmiş olmaları dışında Abdullah'dan daha üstün bir yönlerini göremedim.

[161]

Ulemadan Zehebi (Rh.a.)'in tesbit ettiğine göre; Abdullah İbnü'l Mübârek'in, genellikle yalnızlığı tercih ettiği, böyle yaşamaktan sıkılıp sıkılmadığı sorulduğunda ise, Rasûlüllah (sav)'in hadisleriyle meşguliyetini kastederek, "Nebî sallallahu aleyhi ve selem ve ashâbıyla birlikte olduğum halde ben nasıl usanır ve yalnızhk çekerim?" diye cevap vermiştir.

[162]

Rasûlüllah (sav)’ın eğitiminden geçmiş sahabelerin kimlik ve kişilikleri, yaşayışları, dünyaya bakışları, örneklikleri, kıvam ve nitelikleri, model olmaları hiç kuşkusuz, zaman ve zemin farklılığı­na bakılmaksızın tüm Müslüman nesiller ve toplumlar için vazgeçilmezdir.

Sahabe, İslâm ümmetinin aynasıdır. İslâm ümmeti kendini düzelt­mek istiyorsa sahabe aynasına bakmalıdır!

 

Genel Değerlendirme Çalışmaları

 

Kur'an'ı Kerim açıktan Mekkelilere hiç okunmamıştı. Peygamberimiz (sav)'in teklifini kabul eden sahabe olup hiç kork­madan ve çekinmeden Kabe'nin yanına vararak Kur'an'ı Azimüşşan'ın Rahman suresini slogan atarcasına Mekkeli müşrik­lere okuyan ve Bedir savaşında İslam düşmanı Ebu Cehli öldüren sahabe kimdir?

Uhut savaşında diğer şehitlerden ayrı bir özelliğe sahip olan, evlendiği gece cihada katılıp cünüp olarak şehit olan, Peygamber Efendimiz (sav)'in ifadesiyle: "Gasilül melaike" meleklerin yıkadığı şehit diye adlandırılan, şehitlerin omuzlarında olduğu anlatılan bu şehit kimdir?

Müşrikken Uhut savaşında İslâm ordusunun okçular kısmındaki boşluğundan faydalanıp İslâm ordusunu zor durumda bırakan, müslüman olduktan sonra Mute savaşında kazandığı başarı ile Peygamberimiz (s.a.v.)'in kendisine: "O Allah (c.c.)'ın kılıçlarından bir kılıçtır" dediği ömrünü harp meydanlarında geçiren Allah'ın kılıcı (seyfullah) lakabını taşıyan bir sahabedir. Vücudunda kılıç değmedik yer kalmayan, fakat şehitlik nasip olmayan bu komutan sahabe kimdir?

İslâm tarihinin kendisine şehitlerin efendisi dediği, Esedullar? (Allah'ın Aslanı) lakaplı Peygamber Efendimiz (sav)’ın amcası olan, uhut savaşında Hindin emri ile Vahşi isimli bir kölenin attığı mızrak­la şehit olan karnı yarılıp kalbi çıkarılan büyük sahabe kimdir?

Annesi Hz. Fatıma (r.anha), babası Hz. Ali (R.a.) olan Peygamber Efendimiz (sav)'in sevgili torunudur. Kendisinin 6 aylık halifelik döneminden sonra halifelik sona erip bu zamandan sonra halifelik adına saltanat başlamıştır. Peygamber Efendimiz (sav)'in bu sevgili torununun ismini söyleyiniz?

Peygamber Efendimiz (sav)'in ilk eşi ve onun 7 çocuğu olan (Kasım, Tahir, Tayyip, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma) isimlerindeki evlatlarının annesidir.

İslâm ümmetinin kadınların hayırlısı olarak bildirdiği ilk zevcesinin ismi nedir?

Müslümanların gizli ibadet ettikleri dönemde arkadaşları ile bir­likte Mekke dışına ibadet etmek için giden, ibadet etmeleri müşrik­ler tarafından rahatsız edilince bir deve kemiğini alarak müşriklerin birinin kafasına vurarak İslâm'da ilk kan döken sahabe olmuştur. Aynı zamanda düşmana savaşta iik oku atan sahabe unvanını taşıyan ve cennetle müjdelenen kimdir?

Aslen İranlı olan ve çileyi tatmış olan sahabedir. Mecusi (ateşe tapan) bir ailenin çocuğu olup ailesinin inancı kendisini tatmin etme­di ve Hıristiyanlığı duyunca Hıristiyan olup yıllarca bir papaza hizmet etti. O dinde onu tatmin etmedi ve Allah Resulü (sav)’ı duydu. İslâm'ı kabul etmek için Mekke'ye doğru gelirken onu yol arkadaşları köle diye bir Medineli yahudiye sattılar. Peygamber Efendimiz (sav)'in hicretinde Medine'ye geldiğini hurma dalında iken duyunca heyecandan düştü. İyileşince gidip müslüman oldu ve onu müslümanlar kölelikten kurtarmak için aralarında 300 hurma ağacı yetiştirip yahudiye vermek için anlaştılar. Yahudi bu hali görünce hidayete erdi ve müslüman oldu. Böylece o kölelikten, yahudi dininden, hurmalıkta yahudinin olmaktan kurtuldu. Hendek savaşı öncesinde istişare yapılırken Hendek kazılması fikrini ortaya1 atan ve fikri kabul edilmiş olan büyük sahabe kimdir?

Ensardan olup küçük yaşta Kur'an'ı Kerim'i ezberledi. Hz. Peygamber(sav)'in vahiy kâtipliğini yaptı. Rasûlüllah (sav)'in emri ile Süryani ve İbrani dillerini öğrendi. Hz. Peygamber (sav)'in mek­tuplarını yazdı ve tercümanlığını yaptı. Hz. Ebu Bekir döneminde Kur'an ayetlerinin "Mushaf haline toplanışında çalışan heyetin başı da olan bu sahabe kimdir?

İslâm tarihinde okçuların emiri (komutanı) adıyla meşhur olan sahabe kimdir?

Uhut savaşında vücudu kanlar içinde kaldığı halde Peygamberimiz (sav)'i korumak için çarpışıp kahramanlık gösteren kadın sahabe kimdir?

Yaşı yirmiyi geçmediği halde, aralarında büyük sahabelerinde bulunduğu, Bizanslılara karşı savaşacak İslam ordusuna Rasûlüllah (sav) tarafından komutan atanan sahabe kimdir?

Hicretin 49. Senesinde, içlerinde İbni Abbas, İbni Ömer, İbni Zübeyr ve Ebu Eyyub El Ensari (R.a.)'nin de bulunduğu İslam ordusu İstanbul'u kuşatmıştı.Bu güzide ordunun komutanlığım yapan sahabe kimdir?

Savaşa katılmadıkları için haklarında ayet inen üç sahabe vardı ki bunlarla Peygamber Efendimiz (sav) ve ashabı konuşmamış, selam­larını almamış ve selam vermemişlerdi. Ne zaman ki pişmanlıklarını tövbe ile Allah (c.c.)'a kabul ettirmişler ve o zaman Efendimiz (sav) ve ashabı Allah (c.c.)'m izni ile konuşmuşlardı. Haklannda ayet inen bu üç sahabe hangileridir?

Hz. Bilali Habeşi'ye kızgın çöller üzerinde dininden döndürmek için taşlarla işkence yapan kâfir kimdi ve bu kâfirin akıbeti ne oldu?

Annesi, Rasûlüllah (sav)'i korumak için silah kuşanan ilk kadın, babası akabede bey'at eden yetmiş kişiden biri, kardeşi Uhut'ta kendini Hz. Peygamber (sav) için feda edenlerden, Necid'te peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme'ye Hz. Peygamber Efendimi? (sav)'m mektubunu götürmüş orada vücudu parça parça doğranarak şehit edilen sahabe kimdir?

Başlangıçta Rasûlüllah (sav)'in aleyhinde hicivler yazdı. Fakat sonra pişman olup Medine'ye affolunmak ümidi ile gitti. Rasûlüüah (s.a.v.)'in huzurunda müslümanlığı kabul etti ve Rasûlüllah (sav)'i öven meşhur "Bürde" kasidesini okudu. Rasûlüllah (sav) çok mem­nun kaldı ve sırtından hırkasını çıkarıp ona giydirdi. Şair olan bu sahabe kimdi?

İslâm'da ilk gerilla kurucusu olan sahabe kimdir?

Peygamberimiz (sav) bir sahabeye, bir sır olarak, münafıkların kimliklerini bildirmişti (listesini vermişti). Hatta Hz. Ömer (R.a.) gelmiş "Acaba bende bu listede varmıyım" diye sormuştur. Bu listeyi Allah Resulü (sav)'in verdiği sahabe kimdir?

Medine'de münafıkların başı olarak bildirilen şahıs kimdir?

Peygamber Efendimiz (sav) cemaat olarak iki sahabenin arkasın­da namaz kılmıştır. Bu iki sahabe kimlerdir?

Peygamber Efendimiz (sav)'in halasıdır. Kardeşi Allah'ın aslanı lakabıyla anılan Hz. Hamza, oğlu Peygamberimiz (sav)'in yardım­cısı Zübeyr İbni Avvam'dır. Uhut savaşında müsîümanlara su taşıyan, Hz. Peygamber (sav)'i yalnız kalmış görünce su tulumunu fırlatıp savaş alanına atılan, kahramanca Peygamber Efendimiz (sav)'i savunan, kardeşi Hz. Hamza'nm parçalanmış vücudunun başında "Vallahi sabredeceğim, bunlar Allah (c.c.) yolunda oldu" diyen sahabe hanım kimdir?

Ashabın en güzel simalarından biri idi. Bazı zaman Cebrail (a.s.) Reûûlü Ekrem (sav)'in huzuruna onun suretinde gelirdi. Bu güzel şimali sahabe kimdir?

Hz. Ömer (r.a.)'in Sad Bin Ebi Vakkas komutasında 8000 müslümanı 60000 kâfire karşı gönderdiği ve İran ordusu komutanı Calinus'la, Rüstem'i öldürerek kazanılan savaş hangisidir?

Bizans ordu komutanı olarak, Halit Bin Velit komutasındaki1 İslâm ordusunun karşısına gelip Hz. Halit'le görüştükten sonra müslüman olup aynı günkü komutanı olduğu orduya karşı savaşıp sadece bir saat müslümanlığı esnasında gusül, şahadet, iki rekat namaz ve cihadı yerine getirip adını dahi değiştirmeye vakit bulamadan şehit olan insan kimdir?

Hz. Osman (r.a.)'ın halife seçilmesinde Hz. Ömer (R.a.) işaretiyle oluşan "Şûra Heyeti" kimlerden ibaretti?

İki müslüman gurubun ki bunlardan biri Hz. Ali (R.a.) taraftarları diğeri ise Hz. Muaviye (R.a.) taraftarları arasında yapılan çarpış­manın İslâm tarihindeki ismi nedir?

Hz. Hatice (R.a.)'nin erkek kardeşinin oğludur. Kabeyi Muazzama'nın içinde doğmuş olan tek kişidir. Ancak Mekke fethedildiği gün müslüman olmuştur. Bu geç kalışından dolayı büyük pişmanlık duymuş, uzun süre ağlamış, Darun Nedve adı ver­ilen tarihi evini satarak geçmişin acı izlerini silmek istemiştir. Bütün varlığıyla İslâm'a yönelmiş, bütün malını Allah (c.c.) yolunda har­camış olan bu sahabe kimdir?

Hz. Ali (R.a.)'m oğlu Hz. Hasan'a iyi muhafaza etmesi gerektiği­ni söyleyerek sekiz tane tavsiyede bulundu. Bu tavsiyeler nelerdir.

Hz. Bilal'i hürriyetine kim kavuşturdu?

Gördükleri işkencelerden dolayı müslümanlar göç etmek zorunda kalmışlardır. Müslümanların göç ettiği yerlerin ismini söyleyiniz?

Medine'ye ilk hicret eden sahabe kimdir?

Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'i vefatından sonra hangi sahabe yıkadı?

Habeşistan'a ilk hicret edenler kimdi ve başlarında kim vardı?

Hz. Muhammed (sav)e peygamberlik gelmeden önce, Ukaz panayırında içlerinde Hz. Muhammed (sav)'in ve Hz. Ebıt Bekir (R.a.)'ın de bulunduğu bir topluluk içinde yakında bir peygamber geleceğini bildiren şahıs kimdir?

Müslümanların İslâm'ın beşinci halifesi dedikleri Emevi halifesi kimdir?

Hz. Ebu Bekir kaç yıl halifelik yaptı?

Mekke fethedildiğinde Peygamber Efendimiz (sav) Kabe'nin anahtarını kime vermişti?

Bedir savaşında oğlu Abdurrahman'ı müşrikler içinde görüp onunla dövüşmek istediğinde Peygamber Efendimiz (sav)'in izin vermediği sahabe kimdir?

Medine'de müslümanlara cemaatla ilk defa namazı kim kıldırdı? Kudüs hangi halife zamanında fethedildi?

Uhut savaşmda Rasûlüllah (sav)'in miğferinin demir halkalarının mübarek yüzüne batması üzerine, dişleriyle halkaları çıkartan, bunu yaparken iki dişi kınlan sahabe kimdir?

Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in amcasının oğludur. Hicretten üç yıl önce müslümanların abluka altında alındıkları sırada Mekke'de dünyaya geldi. Rasûlüllah (sav)'in terbiyesinde yetişti ve duasını aldı. Hicretin 27.ci yılında Afrika fütuhatına, 48.ci yılında Hz. Ebu Eyyub El Ensari ile İstanbul seferine katıldı. Hz.Ali (R.a.) zamanında Basra valiliği yapan bu sahabe kimdir?

Peygamber Efendimiz (sav)'den "Genişliği, gökler ve yer kadar olan cennet" sözünü duyunca bir anda ruhunda fırtınalar koptu. "Gökler ve yer kadar" diyerek hayal etmeye çalıştı onu. Bedir, çölde bir kum tanesi kadar küçüktü şimdi. Sevinçle ürperdi. Mademki bunu O müjdeledi, bir an önce oraya kavuşmalıyım, dedi. Eline bir kaç hurma aldı ve yemeye başladı. Fakat ne garip, yediği her hurma, bir öncekinden daha lezzetsizdi. Durdu. Yiyecek zamanı varmıydı? Hayır, bu çok uzun bir süre, dedi. Elindeki hurmaları fırlattı. Atını savaş alanına sürdü. Dövüşüyor ve şu beyitler söylüyordu: "Cihadda sabırla, Allah'a takva ve salih amel azığıyla koşmak. Her azık tüken­meye mahkum. İyilik ve takvada yalnız hakikat." Yolunuz Bedir düşerse bir gün, duvarlarla çevrili bir alan göreceksiniz. Girin dan, yürüyün ince beton yoldan. İşte küçük boş bir havuz, havuz değil, vardınız onun yanma. Orada yatan 14 kişiden bindir. Sorun nasıl attı hurmaları elinden! Sorun! Kimdir bu sahabe? Söyleyiniz.

Peygamberimiz (s.a.v.) Hakka davet için gittiği Taif'den kederli bir halde Mekke'ye döndüğünde onu kim himayesine almıştı? Açıklayınız.

Henüz müslüman olmamış Ebu Talha'nın evlenme teklifini "Eğer müslüman olursan, işte o benim mehrim olsun, evlenelim, başka bir şey istemem" sözleriyle cevap veren hanım sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Müşrikler her vücudunu parçalayışta ona soruyorlardı: "Muhammed'in senin yerinde olmasını istemlisin?" oda her defasın­da şu cevabı veriyordu: "Vallahi Muhammed (sav)'e bir diken batması karşılığında, ailem ve çocuğumla birlikte rahat olmak istemem" Kimdir bu yüce sahabe? Açıklayınız.

Müslüman olanların 14.cüsüdür. Önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Bedir savaşında yararlıklar göstermiştir. Hicretin 2.ci yılında vefat ettiğinde, Hz. Peygamber (sav) cenazesi üzerine kapanıp onu öpmüş, ağlamış ve tabuta konulduğu sırada:

"Ey Osman ne mutlu sana! Şimdi devlet saadet senin içindir. Ne dünya sana bir hülle (elbise) giydirdi, ne de sen dünyaya bir kıymet verdin. " buyurmuştur. Eskimiş ehramryla kefenlenen bu sahabe kimdir? Açıklayınız.

Bir gün bir toplulukta Rasûlüllah (sav) efendimiz sırayla:

"Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı? Sizden kim bugün bir hastayı sordu? Bugün sizden kim bir cenazede hazır bulundu? Bugün sizden kim bir yoksulu doyurdu?" sorularını sordu. Sahabeden sadece bir kişi "Ben ya Rasûlüllah" diye cevap veriyordu. Bu sahabe kimdir? Bilgi veriniz.

İsrail oğullarından ve Yusuf (a.s.)'ın soyundandır. Kur'an Tevrat arasındaki benzeyişliğe dikkat çekerek kavmine: "Musa'ya nazil olan Tevrat'ı Ailah kelamı kabul edipte Muhammed (sav)'e nazil olan Kur'an'ı inkâr etmek zulümdür" diyerek müslüman olmuştur. Ahkaf suresinin 10 ayeti sonuna kadar kendisi için nazil olan bu sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Peygamber Efendimiz (sav)'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç olarak alan hicri takvimi kim başlatmıştır? Söyleyiniz.

Mekke fethedildiğinde Kabe'nin anahtarını Rasulüllah (sav) kime vermiştir? Bilgi veriniz.

Hz. Hatice annemizden sonra müslüman olan kadın kimdir? Söyleyiniz.

Tarık Bin Ziyad size neyi hatırlatıyor? Açıklayın.

Peygamber Efendimiz (sav) in seni seviyorum dediği sahabe kimdir? Açıklayınız.

İslâm aleyhine şiirİer yazarak fitne çıkaran ve sahabe tarafından öldürülen şahıs kimdir? Söyleyiniz.

Peygamber Efendimiz (sav) Mekke'den Medine'ye hicret ederken Ranuna vadisinde konaklamış ve orada ilk Cuma namazı kılınmıştır. Hutbeyi Peygamber Efendimiz (sav) okumuştur. Cumayı kıldıran sahabe kimdir? Açıklayınız.

Allah Rasülü (sav)'in hendek savaşında düşmanı gözetlemek için görevlendirdiği sahabe kimdir? Bilgi veriniz.

Bana uyarıcı ihtarlar yapmadıkça, sizde hayır yoktur. Sizlerden gelen bu uyarılan güzel karşılamadıkça biz de hayır yoktur" diyen sahabe kimdir? Bilgi veriniz.

Ömrüm boyunca oruç tutsam, hiç uyumadan geceyi ibadetle geçirsem, malımı parça parça Allah yolunda intak etsem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah'a itaat edenlere karşı bîr sevgi, isyan edenlere karşı da bir nefret duygusu taşımazsam, bütün bu yaptıklarımdan fayda göremem" diyen sahabe kimdir? veriniz.

Hz. Osman (R.a.)'ı halife ilan eden sahabe kimdir?

İslâm tarihinde kim ilk olarak oğlunun halife olmasını vasiyet etmiştir?

Kadisiye savaşında Rüstem'e gidip "Biz dileyenleri kula kul­luktan kurtarıp yalnız Allah (c.c.)'a kul yapmaya, insanları batıl düzenlerin zulmünden kurtarıp İslâm'ın adaletine koymak için gönderildik" diyen elçinin adı nedir? 8-10 yaşlarında esir edilerek köle pazarında satıldı. İlk müslüman olanlardan olan sahabeler arasında yer alır. Çocuk yaşta babasıyla, Allah Resulü (sav) arasında "Kimi tercih ediyorsun" sorusuna "Ya Rasulüllah sizin üzerinize hiçbir kimseyi tercih edemem, benim annem de, babam da sensin" diyerek peygamber sevgisinin anne ve baba sevgisinin üstünde olduğunu belirtmiştir. Peygamberimiz (sav) Taif'te müşrikler tarafından taşlandığında vücudunu taşlara karşı tutarak liderini korumaya çalışmıştır. Kur'an'i Kerim'de ismi geçen yegâne sahabe olup, "Allah Rasûlünün sevgilisi" lakabıyla şereflenmiştir. Peygamber Efendimiz (sav), Bir çok defasında gazvelere çıktığında yerine onu vekil bırakırdı. Bedir savaşından itibaren, şehit düştüğü Mute savaşma kadar yapılan bütün gazvelere katılmıştır. Savaş meydanlarında ok atmada pek maharetli ve becerikliydi. Mute'de şehit olduğunu duyduğunda gözleri yaşaran peygamber Efendimiz (sav): "Bu gözyaşları sevgilinin sevgiye olan iştiyakı" dediği sahabe kimdir? Bilgi veriniz.

İlk müslümanlardan olup, Hz. Ali (R.a.)'ın abisidir. Kendisinin tanındığı meşhur ismi vefatı esnasında, Peygamber Efendimiz (sav)'in söylediği bir söz üzerine söylene gelmiş ve o isimle meşhur olmuştur. Habeşistan'a hicret eden müslümanların içinde bulunmuş ve Habeş kralı Necaşi'ye karşı müslümanların sözcülüğünü yap­mıştır. Peygamberimiz (sav)'in: "Zeyd şehit olursa o, o şehit düşerse Abdullah Bin Revana, O da şehit düşerse asker kimi isterse onu r komutan yapsın" dediği savaşta şehit düşen ikinci sıradaki komutandır. İsmini de bu savaşta şehit oluş şekliyle almıştır. Bu komutarr kimdir? Bu komutanın adım ve hangi savaşta şehit olduğunu yazınız.

Şerefli tarihimiz nice kahramanlıklara sahne oldu. Nice çileler çekildi, nice şehitler verildi. İşte İslam'ın ilk yıllarında bir sahabe bu çile ve işkenceye maruz kaldı. Dövüldü, sövüldü, fakat asla dininden dönmedi. Kızgın korlara yatırıldı. O korları çiçeğe çevirmedi Allah, kuluma cennette çok nimetler vereyim diye, örnek olsun ondan sonra gelecek rahatım seven Müslümanlara diye. İşte o mübarek insanın kemikleri görünecek şekilde yanıktı sırtı. Yanık sırtını Hz. Ömer (R.a.)'a göstererek "Ya Ömer neydi o ilk günlerde çektiğimiz çilel­er" diyordu. Bu çilekeş sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav) 571 yılında dünyaya geldi. İnsanları kölelikten, putlara kulluktan kurtarmak ve temizlemek için gelmiştir. Uzak-yakın demeden bütün insanlara vahiy kültürünü sunmuştur. Kimileri inkâr etti. İnkâr eden­ler müslümanları ümitsizliğe düşürmedi. Kimileri iman etti, grup grup Allah'ın dinine girdi. Onlar da müslümanları şımartmadı, şükrünü artırdı. Bunlar Mekkeli, Medineli, Taifli, Faslı olup İslam'a gönül vermişlerdi. Bunlardan biri de Rum diyarlarından gelen ve sapsarı rengiyle bu hayır ummanına bir çeşni katan sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Peygamber Efendimiz (sav)'in sır kâtibinin ismi nedir? Söyleyiniz.

Medine'de kurulmuş yeni İslâm devletinin, Mekke müşrik devletiyle yaptığı ilk yazılı anlaşma Hudeybiye anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın şartlarından bir tanesi şu şekilde idi. Mekke'de müslüman olup, gizlice Medine devletine sığınanların geriye iadesi idi. Bu anlaşma gereği Medine'ye kaçamayan, yeni müsiüman olmuş olan müslümanlar, çareyi Mekke ile Şam arasında El-İss diye adlandırılan yerde bir müsiüman sahabenin kurmuş olduğu gerilla kampına katıl­makta buluyorlardı. Bu gerilla kampına katılan ve eğitilen sahabeler, Mekkeli müşriklerin Şam tarafına gönderdikleri ticaret kervanlarını basarak mallarına el koyuyorlar ve sürücüleri de esir alıyorlardı durumdan tedirgin olan Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber sav müracaat ederek Hudeybiye anlaşmasının ilgili maddesinin kaldırıl­masını ve bu gerilla kampının dağıtılmasını istediler. Bu gerilla kam­pını kurarak yöneten sahabe ve bu gerilla kampının ismi nedir? Açıklayınız.

Hilafetin hakemler vasıtası ile tespit edilmesine karar verilen sıf-fın hadisesinden sonra "Hüküm ancak Allah'a aittir" ayetini delil göstererek hakem olayını küfür addeden müslümanlara ne ad verilir? Bilgi veriniz.

Ashabtan ve İslam'ı ilk kabul edenlerdendir. En çok hadis rivayet edendir. Hz. Ömer (R.a.)'ın hilafeti döneminde Bahreyn ve Medine'de valilik yapmıştır. Kedileri çok sevdiğinden dolayı Peygamberimiz (sav) kedilerin babası anlamına gelen Ebu Hureyre lakabını vermiştir. Kendisi de bu isimden hoşlandığından İslam tari­hinde bu isimle anılmaktadır. Ebu Hureyre (R.a.)'m asıl ismi nedir? Söyleyiniz.

Hendek gazvesinden sonraki zaman içersinde müşrikler, daha önce savaşlarda ölen Kureyş büyüklerinin yerini dolduramıyor ve halka fazla tesir edemiyorlardı. Her ne kadar büyüklerinin yolundan gitmiş olsalarda Hicretin 6. yılında Peygamberimiz (sav) görmüş olduğu bir rüya üzerine umre yapmaya hazırlandı. Etrafındaki müs­lüman kabilelere haber gönderdi. Fakat bunlar "Muhammed can düş­manlarının içine giderek kendini tehlikeye atıyor" düşüncesiyle birer bahane uydurarak Mekke'ye gitmekten çekindiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) Medineli müslümanlardan meydana gelen 1500 kişilik bir toplulukla yola çıktı. Fakat kafile Hudeybiye mevki­ine yaklaştığında, müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini söylediler. Ve sadece müslümanları vekâleten bir kişinin Mekke'yi ziyaretine izin verdiler. Ve bu iş için nihayet Hz. Osman (R.a.) seçildi ve gönderildi. Fakat Hz. Osman müşrikler tarafından göz hapsine alındı. Kureyşin bu hareketi müslümanlar arasında Osman  öldürüldü diye haber yayılmasına  sebep  oldu.

Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) artık muharebe etmedikçe meyiz dedi ve orada bulunan müslümanlardan bir tanesi hariç var dönüm yok" diyerek Semure adı verilen ağacın altında tek tek bey'at aldı. Bu bey'atin adını ve peygamberimiz (sav)'e bey'at.ver­mek nasip olmayan o bir kişi niçin bey'at vermemiştir? Açıklayınız.

Rasûlüllah (sav)'in hangi zevcesine "Ümmü'l-Mesâkin yok­sulların annesi" denirdi? Bilgi veriniz.

Veda haccında Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun devesine bin­mişti. Bunun için ona "Redîfur Rasûl yani "Rasûlüllah (sav)'in üzengi arkadaşı" lâkabı verilmişti. Bu sahabe kimdir? Söyleyiniz.

 

Bibliyografya

 

Allah Kelâmı Kur'an-ı Kerim

1- El- A'lam (Hayreddin ez Zirikli, Beyrut/ty.)

2- Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadlari (Ömer Nasuhi Bilmen, İst/1975)

3- Ashâb-ı Kîrâm'ın Etrafındaki Şüpheler (M. Salih Ekinci, İst/1986)

4- Asr-ı Saadet Ashâb-ı Kiram (Ahmed Nedvî/Ter: Ali Genceli- Eşref Edip, İst/1967)

5- El Bidâye ve'n Nihâye (Hafız İsmail İbn-i Kesir,  Beyrut)

6- El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (Muhammed b. Ahmed el- Kurtubî, Mısır/1967)

7- Camiu'l Usul Fi Ehadisi'r Rasûl (Mübarek İbn-i Muhammed İbn-i Esir el Cezerî, Beyrut/1984)

8- Çehar Yâr-ı Güzin (Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, İst/1976)

9- Delailü'n Nübüvve (Ebu Bekir Ahmed İbni el- Hüseyin el- Beyhakî, Beyrut/1985)

10- El-Furûk (Şihabuddin Ebu'l Abbas Ahmed b. İdris el-Karafî, Kahire/2001)

11- Fıkhu's Sîre (Muhammed Said Ramazan El- Butî, Beyrut/ty.)

12- Hayatu's Sahabe (Muhammed Yusuf el Kândehlevî, Beyrut)

13- Hadislerler Müslümanlık  (Muhammed Yusuf el Kândehlevî/Ter: Ahmed M. Büyükçınar ve arkadaşlarının tercümesi, İst/1973)

14- Hak Dini Kur'an Dili (M. Hamdi Yazır, İst/1971)

15- Hüyetü'l Evliya ve Tabakatü'l Esfîyâ (Ahmed İbni Abdullah el-İsfehanî, Beyrut/1967)

16- El- İsâbe  Fi Temyizi's  Sahabe  (Ahmed İbni Ali İbni Hacer el Askalânî, Beyrut/1328)

17- El- İstîâb Fi Ma'rifeti'l Ashâb (Yusuf İbni Abdullah İbni Berr el-Kurtubi, Beyrut)

18- Kisâs-i Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ (Ahmed Cevdet Paşa, İst/1972)

19- Mazlumlarla Sohbet (Hüsnü Aktaş, İst/1988)

20- Muhtasar İbn-i Kesir (İsmail İbn-i Ömer İbn-i Kesir, Beyrut/1399)

21- El- Müsned (Ahmed İbni Hanbel)

22- El- Müstedrek Ale's Sahihayn (Muhammed İbni Abdillah el- Hakim en- Neysaburî, Beyrut/ 1990)

23- Müşküü'l Asar (Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed et-Tahavî, Beyrut/1333)

24- Sahih-i Buhari (Muhammed İbni İsmail El-Buhari, İst/1315)

25- Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi

26- Sahih-i Müslim (Müslim İbni el- Haccac, Kahire/1956)

27- Siyer-i Kebir (İmam Muhammed/İmam Serahsî,  Ter: Said Şimşek-İbrahim Sarmış, İst/1980)

28- Suverun Min Hayati's Sahabe (Abdurrahman Raf et el Başa, Beyrut/ ty.)

29- eş-Şifa Bi Tarifi Hukuki'l Mustafa (Kadı Iyaz, Mısır/ty.)

30- Sünen-i Daremî (Darimî, Beyrut/ty.)

31- Sünen-i Ebû Davûd (Süleyman İbni el- Eş 'as es-Sicistanî, Beyrut/ty.)

32- Sünen-i İbni  Mace  (El Hafız Muhammed İbn  Yezid el Kazvini, Mısır/1952)

33- Sünen-i Neseî (Ahmed İbni Şuayb en Neseî, Beyrut/1988)

34- Sünen-i Tirnıizî (Muhammed İbn-i İsa et- Tirmizt, Beyrut/ty.)

35- Es-Siretü'n Nebeviyye/Siretü İbni Hiaşnı (Hişam İbni Eyyub el-Hımyerî, Mısır/1955)

36- Es-Siretün Nebeviyye (Ebu'l Hasan, Ali el- Hüseynî en-Nedvî,Cidde /ty.)

37- Siyeru A'lami'n Nübelâ (Muhammed İbni Ahmed Ez- Zehebi)

38- Sözler (Said Nursî, İst/1976)

39- El- Kâmil Fi Tarih (İzzeddin İbnü'l Esir Ali İbni Muhammed el-Cezerî, Beyrut/1965)

40- El- Kâmil Fi Tarih Tercümesi (İbnü'l Esir, Ter: Ahmed Ağır akça, İst/1985)

41- Keşfu'l Hafa ve Müzilü'l İlbas Amme'ş Tehera Mine'l Ehadis

42- Ala Elsinetin Nas (İsmail b. Muhammed El-Aclum, Beyrut/1951)

43- Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve Ef'al (El- Hindî, Halep/ty.)

44- Meğazi (Vakıdî, Mısır/1948)

45- Mektubat (Said Nursî, İst/1976)

46- Minhacu's Sünne (Takiyyuddin Ebu'l Abbas, Mısır/ty.)

47- Müslüman Kimliği (İsmail Lütfi Çakan, İst/2002)

48- Tarih-i Dımeşk (İbni Asakir, Mısır/ty.)

49- Tarihu'l Ya'kubî (Ya'kubî, Beyrut/1960)

50- Tabakatü'l Kübra (İbn-i Sa'd, Beyrut/1985)

51- Tarihu'l Ümem ve'l Mülûk (Ebıı Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Mısır/1326)

52- Terbiyetü'l Evlad Fi İslam (Abdullah Nâsıh Ulvan, Suriye/1981)

53- Umdetu'l Kari Şerhu Sahihi'l Buhari (Bedreddin Muhammed el-Aynî, Kahire/ 1972)

54- Usdü'l Ğabe Fi Ma'rifeti's Sahabe (İzzeddin İbnü'l Esir Ali İbni Muhammed el- Cezerî, Beyrut/ty.)

55- Uyunu'l Eser Fi Fünûni'l Meğazi ve'ş Şemail ve's Siyer (İbn-i Seyyidi Nas, Beyrut/ty.)

56- İslamî Hareket Fıkhı/Hizbullah (Mustafa Çelik, İst/1991)

57- İhtilâf Ahlâkı (Mustafa Çelik, Ankara/1996)

58- İslam Tarihi (Mustafa Asım Köksal, İst/1981)

59- Vefâu'l Vefa BiAhbâri Dari'l Mustafa (Nureddin Ali İbni Ahmed est-Semhudî, Beyrut/1984)

60- Vefeyâtü'l Ayan (İbn-i Halikân, Beyrut/1968)

 



[1] İbn Abdi'l-Beri, el-İstiâb fi Marifeti'l Ashâb, Kâhire; I, 75 t.y, İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe Marifeti's-Sahabe I, 79

[2] İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Beyrut 1957, VIII, 223; İbn Abdil-Berr, a.g.e., I, 75; İbnül Esîr, a.g.e., I, 79

[3] el-İsâbe, Beyrut, t.y., I, 29

[4] İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 79; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76

[5] İbnü'l-Esîr, a.g.e., 1, 80

[6] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76

[7] İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1955,13,66

[8] İbn Sa'd, a.g.e., II, 151; İbn Hişam, a.g.e., II, 443; İbnü'l-Esîr, el- Kâmil fi't-Târîh, Beyrut 1965, II, 263

[9] İbn Sa'd, a.g.e., 11,119; İbnü'l Esîr, Üsüdü'l Gâbe, I, 80; İbn Hişam, a.g.e., il, 622; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 226

[10] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 11,197; İbn Hişam, a.g.e., 11,301

[11] İbn Sa'd a.g.e., II, 189/ 190; el-Askalânî, a.g.e., I, 29

[12] İbn. Sa'd a.g.e., 11,189,190, 277, 279; el-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnül-Esîr, el-Kâmil, II, 332

[13] İbn Sa'd a-g-e., IV, 316

[14] İbn Abdi’l-Berr, a.g.e.; İbn Sa'd, a.g.e., III; 296, 297; el-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l Ğâbe, I, 80

[15] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 77; İbnü'l-Esîr, Üsüdü'l-Gâbe, I, 80

[16] İbn Abdi'l Berr, a.g.e., I, 77; İbnü'l Esir Üsüdü’l-Gâbe, I, 81; el-Askalâni, a.g.e., 1,129

[17] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyelü’l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty

[18] Siyem A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerül Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[19] Siyeru AMamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehîevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty

[20] İbn İshak'a göre, Surahbîl

[21] İbn Hişâm, es-Sîretü'n Nebeviyye, I, 247; İbn Sa'd, et-Tabakâtit'l-Kübrâ, III, 40; İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Gâbe fi Ma'rifeti's Sahabe, II, 281

[22] İbn Sa'd, a.g.e., III, 40-42; İbn Hişâm, a.g.e., I, 247 vd.; el Askalânî, el-İsâbe Temyizi's-Sahâbe, III, 24

[23] el-Ahzab: 33/5.

[24] İbn Hişâm, a.g.e., I,' 47; İbn Sa'd, a.g.e., III, 42; el-Askalânî, a.g.e., III, 25

[25] İbn Sa'd, a.g.e., I, 212

[26] İbn Hişâm, a.g.e., I, 505; İbn Sa,d, a.g.e., III, 44

[27] İbn Sa'd, a.g.e., III, 45, II, 86-90 ve 128-129; el-Askalânî, a.g.e., III, 26

[28] Zübeyr b. el-Avvâm'ın kız kardeşi

[29] İbn Sa'd, a.g.e., III, 45; el-Askalânî, a.g.e., III, 25

[30] İbn Sa'd, a.g.e., III, 44

[31] veya Abd b. Avf

[32] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe fi Ma'rifeti's-Sahâbe, II, 278,1970; İbn Abdi'l-Berr, el-istîâb fi Ma'rifeti't-Ashâb, li, 537; el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyizi's-Sahâbe, 22

[33] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537: el-Askalânî, a.g.e., 111, 22

[34] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, II, 358; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 11/ 579

[35] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278

[36] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23

[37] Îbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; II, 538; el-Askalânî, a.g.e., III, 23

[38] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; .el-Askalânî, a.g.e., III, 23; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 540; İbn Sa'd a.g.e., II, 360

[39] Usdül-Ğabe 1969, III, 74; Hateb,3969, I, 342; Butrus el-Bustânî, Dâiretü'l-Maarif, IX, 177

[40] İbn Hişâm, a.g.e., II, 89; Îbnü'l-Esîr, el-Kâmil fı't-Tarih, trc. İstanbul 1986, I, 511

[41] et-Askalâni, a.g.e., 111, 5; İbn Sa'd, a.g.e., III, 101

[42] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 511

[43] İbn Sa'd, a.g.e., III, 102; İbn Hişam, a.g.e., I, 505

[44] İbn Hişam, a.g.e., t, 666, 708; İbn Hişam, Cemheretü Ensâbi'l-Ârab, Kahire, 1982, 120

[45] Buharî, Fedâilü Ashâbi'n-Nebi, 13

[46] Buharî, Fedâilü Ashâbi'n-Nebi, 13

[47] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, İstanbul 1985, II, 5 15, vd; A, XIII, 635

[48] İbn Kuteybe, el-imameti ve's-Siyâse, 51; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 195 vd

[49] İbn Kuteybe, a.g.e., 68

[50] H. 36 İbn Kuteybe, a.g.e., 69; İbn Abdi'l-Berr a.g.e., II, 515; İbn Sa'd a.g.e., III, 112; el-Askalâni, a.g.e., III, 6

[51] İbn Hişam, 1,251; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 516; İbn Sa'd a.g.e., 111, 113; Butrus el-Bustânî, a.g.e., IX, 177

[52] İbn Sa'd, a.g.e., m, 108 vd

[53] el-Askalânî, a.g.e., III, 5; İbn Sa'd, a.g.e., III, 107

[54] el-Askalânî, a.g.e., I, 9

[55] İbn Sa'd a.g.e., III, 112

[56] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 511, 512, 513; Buharı, Fedâilü Ashâdi'n-Nebî, 13

[57] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127, 128

[58] el-Ahzâb: 33/33 Bu ayet-i kerime Hz. Peygamber, Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin hakkında indirilmiştir

[59] Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner: 2/107, İst/ 1982

[60] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[61] Siyeru A'lamu'n Nubeiâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehievî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü’l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendiden Bedreddin Çetiner, İst/19823

[62] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayattı's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendiden Bedreddin Çetiner, İst/19823

[63] İbn İshak, p.31-32; İbn Sa'd, 1/108-114, 150-151; İbn Hişâm, 1/160 vd. İbn Esir, Üsd, 6/144-146

[64] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[65] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatti's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyelü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Miri Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[66] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[67] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[68] Siyem A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sİreti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hiiyelü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter.: Bedreddin Çetiner, İst/19823

[69] Siyeru A'lamu'n Nubdâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahabe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[70] İbn İshak, es-Sîre, Nesr. Muhammed Hamidullah, s. 60

[71] M. Asım Koksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, 96

[72] İbn İshak, a.g.e., 59

[73] İbn, Sa'd Tabakat, VIII, 9

[74] İbn Hacer, el-İsâbe, 539

[75] İbn İshak, a.g.e., 229

[76] İbn el-Esir, Usdü'l-Gâbe, I, 434

[77] İbni İshâk, a.g.e., 114

[78] İbn İshak, a.g.e. s. 228

[79] İbn Hişâm, es-Sîre,, I, 257

[80] Şûra: 42/7.

[81] İbrahim: 14/37.

[82] Hamîdullah; İslam Peygamberi, 1/19-26

[83] İbn İshak, p.58; İbn Hişam, 1/188; İbn Sa'd, 3/130

[84] Çağatay; Varaka (İslam Anskl.mad.)

[85] İbn İshak, 126

[86] İbn Sa'd, 1/131; İbn Cevzî, 1/73

[87] İbn Sa'd, 1/74; Yakûbî, 2/20

[88] İbn Hişâm, 1/234

[89] Hamîdullah; İslam Peygamberi, 1/79-80

[90] Taberf; Tarih, 2/299

[91] Buharı, bedü'l-vahy

[92] İbn İshak, 157-158; İbn Hişâm, 1/238

[93] İbn İshak, 159; İbn Sa'd, 8/17-18

[94] İbn Sa'd, 8/18

[95] İbn İshak, 331-332; Buharı, fedaailül Hatice

[96] M. Asım Köksal, a.g.e. s. 302

[97] Siyeru A'tamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter.Bedreddin Çetiner, İst/19823

[98] Ahzab: 33/6.

[99] Nedvî; Âişe, 267/268

[100] Taberî, 3/161 vd.

[101] Buharı, nikâh

[102] Tirmîzî. zühd; İbn Sa'd, J/981 vd

[103] Haşr: 59/9.

[104] Yâsîn: 36/21.

[105] Şûra: 42/23.

[106] İbn Sa'd, 1/390

[107] Ahkâmu'n-Nisa,43

[108] İbn Hanbel, 6/52

[109] Buharı, hüsnül muâşere

[110] Ebu Davud, edeb

[111] Ebu Nuaym; Hilye, 2/42; İbn Abdrabbih; el İkd, Fâtıma bahisleri

[112] Nesâî, nisa

[113] Buharı, marza

[114] İbn Sa'd, 8/65

[115] Buharı, Uhud Gazvesi

[116] Ahzab: 33/6, 53.

[117] Buharı, ferâiz; vesaya

[118] Taberî, 4/440-455

[119] Buharı. te'lifü'l-Kur'an

[120] Nedvî; Âişe, 205-215

[121] Aynu'l-İsabe Lîmâ İstedrekethu Aişe ale's Sahabe

[122] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayalü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[123] Meryem: 19/71.

[124] Meryem: 19/72.

[125] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başâ, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[126] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kindehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refaî el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[127] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sabâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter: Bedreddin Çetiner, İst/19823

[128] İnşirah: /6.

[129] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[130] İbn Sa'd,8/424-434; Ebû Nuaym; Hilye, 2/61-64; İbn Esîr, Üsd. İlgili madde

[131] İbn Sad, Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut (ts.), VIII.120-129; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 740-741; Mevlana Sıbli, Asr-ı Saadet, çev. Ö. RızaDoğrul, İstanbul 1981, II, 162-163

[132] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü’l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el-Başâ, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter: Bedredd in Çetiner, İst/19823

[133] İbn Sa'd, 1/381

[134] Siyem A’lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayati’s Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter: Bedreddin Çetiner, İst/19823; İbn İshak, p.233-245; İbn Hişam, 1/319-320; İbn Sa'd, 8/264-265; İbn Esîr; Üsd, ilgili madde

[135] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[136] İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Beyrut 1960, VIII, 96; İbn Abdi'l-Berr, el-İstlâb Fi Esmai'l Ashab, Mısır, 1939, IV, 269

[137] İbn Abdil-Berr, el-İstiâb, IV, 296; İbn Hacerel-Askalâni, el-İsâbe fi Temyizi’s-Sahabe, Mısır 1939, IV, 298

[138] İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, Kahire (Tarihsiz), III, 197; İbn Abdi'l-Berr, ensâbe, IV, 297

[139] Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehrebî, Siyeru A'lami'n-Nubela, Beyrut 1985, II, 22; Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed'in Eşleri ve Aile Hayatı, İstanbul, 1991, 295

[140] Geniş bilgi için bk. Aynur Uraler, Ümmü Habibe'nin Rivayetleri, Basılmamış Y. Lisans Tezi, İstanbul 1990, 9

[141] İbn Abdi'l-Berr, el-istiâb, IV, 422; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 299; Ayşe Abdurrahman, Terâcim Seyyidât Beyli'n-Nübilve, Kahire t.y., 383-384

[142] İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb, IV, 423; Ahmed b. Abdullah et-Taberî, es-Suntu's-Semin ti Menakib-i Ümmehati'l-Mü'minin Haleb 1928, 97

[143] Ahmet b. Abdullah et-Taberî, es-Simtu's-Semin, 98; Ayşe Abdurrahman, Teracim Seyyidât, 384

[144] Kazıcı, a.g.e., 297

[145] İbnu'l-Esir, Usdü'l-Gâbe fi Marifeti's-Sahabe, Mısır, 1280, V, 457-458

[146] İbn Hişâm, Sire, III, 196

[147] Ayşe Abdurrahman, Teracim Seyyidât, 385

[148] İbn Sa'd, ct-Tabakat, VIII, 99; İbn . Abdi'i-Berr, el-İstiâb, IV, 298

[149] Kaynaklar ve geniş bilgi için bk. Kazıcı a.g.e., 301; Uraler, a.g.e., 20

[150] ez-Zehebî, Siyer, II, 222

[151] Bu olay için bk. Kazıcı a.g.e., 302-303

[152] İbn Sa'd, et-Tabakat, VIII, 100

[153] İbn Sa'd, et-Tabakat, VIII.100; İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb, IV, 299

[154] İbn Hişâm, Sire, IV, 7

[155] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter:Bedreddin Çetiner, İst/19823

[156] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el-Başâ, Beyrut/ty; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter: Bedreddin Çetiner, İst/19823

[157] Şamil lsiam Ansklopedisi/ Prof. Dr. Ahmet Ağırakça, C: I, Sh:9-10, İst/2000

[158] Hilyetü'l Evliya ve Tabakatü'l Esfiya/Ebû Nuaym el- İsfehanî, C:2, Sh:134, Kahire/1375

[159] v. 181/797

[160] v.748/1347

[161] Siyeru a'lâmi'n-nübelâ/Zehebi, VIII, 390

[162] Siyeru a'lâmi'n-nübelâ/Zehebi, VIII, 390


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol