FIKHU’S SAHABE_02

HZ. OSMAN BİN AFFAN (R.ANH) 2

Hz. Osman (R.a.)'in Ailesi 13

HZ. ALİ (R.ANH) 15

Hz. Ali (R.a.)'in Ailesi 21

Değerlendirme Çalışmaları 24

ÜNİTE IV.. 27

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 27

Hz. Abbas Bin Ubâde (R.Anh) 27

Değerlendirme Çalışmaları 31

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 32

Hz. Salım Mevla Ebu Huzeyfe (R.Anh) 32

Hz. Abdullah Bin Ebu Bekir (R.Anh) 33

Hz. Abdullah Bin Huzafe (R.Anh) 33

Hz. Sehl Bin Hanıf (R.Anh) 34

Hz. Abdullah Bin Mes'ud (R.Anh) 35

Hz. Seleme Bin Hişam (R.Anh) 35

Hz. Sevbân (R.Anh) 38

Hz. Abdullah Bin Selam (R.Anh) 40

Hz. Abdullah Bin Ümm-İ Mektûm (R.Anh) 43

Hz. Süheyb-1 Rumi (R.Anh) 44


HZ. OSMAN BİN AFFAN (R.ANH)

 

Baba Adı: Affan b. Ebil As.

Anne Adı: Erva binti Kureyz b. Rebia, b. Habib, b. Abdi Şems, b. Abdimenaf, b. Kussay (Ninesi Ümmü Hakim Beyza binti Abdülmuttalip'dir. Hz. Osman'nın annesi, Rasûlüllah (sav)'in halasının kızıdır.)

Doğum Tarihi ve Yeri: Takriben Fîl vakasından 6 yıl sonra Miladi 577. yılda Mekke'de doğmuştur.

Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicretin 35. yılında, Miladî 17 Haziran 656, Zilhicce'nin 18. Cuma günü 80 yaşlarında Medine'de şehit edilmiştir. 12 sene halifelik yapmıştır. Medine'de Kabri Cennetü'k Bâkî'dedir.

Fiziki Yapısı: Orta boylu, zayıf bedenli, esmer tenli, ince derili, güzel yüzlü, büyük uzun beyaz sakallı, çok saçlı, omuz başları yüksek, omuzları açık, elmacıklarında çiçek izleri, noktaları vardı. İnce burunlu, burnunun ucu büyük ve yüksekti, başının tepesi açık saçsızdı, saçları iki yana sarkık, kulak­larını aşar omuzlarına inerdi. Dişleri altın kaplama idi.

Eşi: 8 Hanımla evlenmişti.

1. Remle binti Şeybe bin Rebia,

 

2. Rukeyye binti Rasûlüllah,

3. Ümmü Gülsüm binti Rasûlüllah,

4. Fahita binti Gavzan,

5. Anbese Fâtıma binti Velid b. Muğire,

6. Ümmül Benin binti Uyeyne el Fezari,

7. Ümmü Amr binti Cündeb.

8. Naile binti Ferase el- Kelbi.

Oğulları: 9 oğlu vardur. Bunlar:

1. Abdullah,

2. Küçük Abdullah,

3. Ömer, 4. Halid,

5. Eban,

6. Velid,

7. Said,

8. Abdülmelik,

9. Utbe. Bunların meşhur olanı Eban bin Osman'dır.

Kızları: 7 kızı vardır.

1. Meryem,

2. Ümmü Sa'd,

3. Ayşe,

4. Ümmü Eban,

5. Ümmü Amr,

6. Ümmül Benin,

7. Küçük Meryem

Gazveleri: Uhud, Hendek savaşları ve sonraki birçok seferlere iştirak etmiştir..

Hicreti: 1. ve 2. Habeşistan, Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.

Sahabeden Kiminle Kardeşti: Evs bin Sabit..

Kabilesi: Osman b. Affan b. Ebil As, b. Ümeyye, b. Abdi Şems, b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Malik, b. Nadir, b. Kinane.

Lakabı/Künyesi: Ebû Abdullah, Zinnureyn, İbn-i Affan, Ebû Amr.

Kiminle Akrabalığı: Rasûlüllah (sav)'in damadıdır.

Hz. Osman (R.a.) hayanın ve hilmin sembolüdür. Rasûlüllah (sav)'ın dâva arkadışıdır. Osman b. Affân b. EbiS-As b. Ümeyye b. Abdi'ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî; Raşid Halifelerin üçüncüsü. Umeyyeoğulları ailesine mensup olup, nesebi beşinci ceddi olan Abdi Menaf ta Rasûlüllah (sav) ile birleşmektedir.

Fil olayından altı sene sonra Mekke'de doğmuştur. Annesi, Erva binti Küreyz b. Rebia b. Habib b. Abdi Şems'tir. Büyükannesi ise Rasûlüllah (sav)'m halası Abdülmuttalib'in kızı Beyda'dır. Künyesi, "Ebû Abdullah'tır. Ona, "Ebu Amr" ve "Ebu Leyla" da denilirdi.

[1]

Rasûlüllah (sav) risaletle görevlendirildiğinde Osman (r.a) otuz dört yaşlarındaydı. O, ilk iman edenler arasındadır. Ebû Bekir (r.a), güvendiği kimseleri İslama davette yoğun gayret göstermekteydi. Onun bu çalışmaları neticesinde, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Osman b. Affân iman etmişlerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir'in samimi bir arkadaşı idi.

[2]

Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (R.a) ebediyyen dininden dön­meyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı.[3] Peşinden o, Rasûlüllah (sav)'ın kızı Rukiyye ile evlenmişti. Bazı tarihçiler bu evliliğin Peygamber'in risaletle görevlendirilmesinden önce olduğunu kaydederler. [4] Mekkî toplumlarda inanç hürriyeti olmaz. İnanç sahibi muvahhidlerin bedel ödemeleri gerekir. Müşrik ve münkirlerin işkence ve baskılarına aldırmadan imanın emniyetinde kalarak direnmek, mekkî toplumlarda müslüman olmanın bedelidir. Hz. Osman (R.a.) bu bedeli ödeyenler­dendir.

Mekkî toplumlarda hicretin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü hicret; kaçış değil, İslâm'ı Allah'ın muradına uygun yaşayabilmek için emniyetli mekân arayışıdır. Mekkelt müşriklerin iman edenlere yönelttik­leri baskı ve işkenceler yoğunlaşıp çekilmez bir hal alınca, Rasûlüllah (sav), ashabına Habeşistan'a hicret etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu.

İslam'ı Allah'ın muradına göre yaşamaya çalışan müsliimanlar için Daru'l İslâm'a hicret etmenin mümkün olmadığı veya hicret edilecek Daru 7 İslâm 'in bulunmadığı bir zaman diliminde Daru 7 Eman 'a hicret ederler. Habeşistan'a hicret için Rasûlüllah (sav) tarafından müslümanlora verilen nebevi izin bunun açık delilidir. Dam 7 Eman; müslümanların dinlerine göre bir hayat yaşama imkânına kavuştukları yani İslâm'ı yaşamaktan dolayı korku ve kuşku duymadıkları her beldenin adıdır. İşte Hz. Osman (R.a) de Daru'l Eman'a ilk hicret edenler arasındadır. Hz. Osman (R.a.)'ın Habeşistan'a ilk hicret edenler arasında olduğu hakkında kaynaklar ittifak halindedirler. İbn Hacer birçok sahabeye dayandırarak Hz. Osman(R.a.)'ın, eşi Rukiyye ile birlikte Habeşistan'a hicret eden ilk kimse olduğunu kaydetmektedir.[5] Mekkeiilerin iman ettiklerine dair yanlış bir haberin Habeşistan'a ulaşmasıyla birlikte muhacirlerden bir bölümü Mekke'ye geri dönmüştü. Hz. Osman (R.a.) da geri dönenler arasındaydı. Ancak onlar kendilerine ulaşan haberin asılsız olduğuna şahit olduklarında tekrar Habeşistan'a gitmek için yola çıktılar. Hz. Osman(R.a.), hareket etmeden önce Rasûlüllah (sav)'e şöyle demişti:

"Ya Rasûlüllah! Bir defa hicret ettik. Bu Necaşi'ye ikinci hicretimiz olu­yor. Ancak siz bizimle değilsiniz". Rasûlüllah (sav) ona;

"Siz Allah'a ve bana hicret edenlersiniz. Bu iki hicretin tamamı sizindir" karşılığını vermişti. Bunun üzerine o;

"Bu bize yeter ya Rasûlüllah" dedi.

[6]

Allah yolunda muhacir olmak, büyük bir şereftir. Hz. Osman (R.a), ikinci olarak hicret ettiği Habeşistan'da bir müddet kaldıktan sonra Mekke'ye geri döndü. Rasûlüllah (sav), Medine'ye hicret etmekle emrolunduğunda, Hz.Osman (R.a.) diğer müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etti. O, Medine'ye ulaştığı zaman Hassan b. Sabit'in kardeşi Evs b. Sabit'e konuk olmuştu. Bundan dolayı Hassan, onu çok severdi.

[7]

Hz. Osman (R.a.) genelde bütün insanlığa, özelde ise müslümanlara faydalı olan bir kimsedir. Bir yahudinin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satın alarak bütün müslümanların istifade­sine sunmuştu. Bu kuyunun müslümanlar için ne kadar önemli olduğu Rasûlüllah (sav)'in şu sözünden anlaşılmaktadır:

"Rume kuyusunu kim açarsa, ona Cennet vardır.”

[8]

Ashâb-ı Kiram, cennetlik işler yapan kimselerdir. Onlar biliyorlardı ki, "cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.”

Hz.Osman, hanımı Rukiyye ağır hasta olduğu için, Rasülüllah (sav)'in izniyle Bedir savaşından geri kalmıştı. Rukiyye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, müslümanların zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir'de bulunmamış olmakla birlikte Rasûlüllah (sav) onu Bedir'e katılanlardan saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı.[9] Meşru mazeretlerinden dolayı cihad seferine katılma imkânını bulamayan müslümanlar, cihada gidip savaşan mücahidlerden sayılırlar.

Hz. Osman (R.a.), ehl-i cihaddır. Çünkü Hz. Osman (R.a.) Bedir savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katıl­mıştır.

Rukiyye'nin vefat edişinden sonra Rasûlüllah (sav), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştu:

"Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim" demişti. (Üsdül-Gâbe, aynı yer) Rasûlüllah (sav)'in takdirine mahzar olmak, saadet ve fazilete mazhar olmaktır. Bu şerefe Hz. Osman (R.a.) nail olmuştur.

Rasûlüllah (sav)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Rasûlüllah (sav), onu Medine'de yerine vekil bırak­mıştır.

[10]

Hz. Osman (R.a.)'ın Habeşistan'a hicreti esnasında Hz. Rukiyye'den doğan Abdullah adındaki oğlu, Medine'ye hicretin dördüncü yılında bir horozun yüzünü gözünü tırmalaması sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiğinde altı yaşında idi.

[11]

Hicretin altıncı yılında müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanları Mekke'ye sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargah kuran Rasûlüllah (sav), müşriklerle .münasebet kurarak, maksatlarının yalnızca umre yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Rasûlüllah (sav), bu iş için Hz. Ömer'i görev­lendirmek istemiş, ancak Hz. Ömer, bir takım geçerli sebepler ileri sürerek Hz. Osman'ın daha uygun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi. Daha önce elçi gön­derilen Hiraş b. Umeyye el-Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi.

[12]

Müşriklerin hırçın davranışları böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Rasûlüllah (sav), Hz. Osman (R.a)'a şöyle dedi:

"Git ve Kureyş'e haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile savaşmaya gelmedik. Sadece şu Beyt'i ziyaret ve onun haremliğine saygı göstermek için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip döneceğiz." Hz. Osman (R.a), Mekke'ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar;

"Bu asla olmaz, Mekke'ye giremezsiniz" karşılığını verdiler. Onların red cevabı İslâm karargahına Osman (R.a)'ın öldürüldüğü şek­linde ulaştı. Onun dönüşünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav), yanındaki bütün müslümanlan, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey'ata çağırdı. Bey'atu'r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey'ati aşamada Rasûlüllah (sav) sol elini sağ elinin üzerine koyarak,

"Osman Allah'ın ve Resulünün işi için gitmiştir" dedi ve onun adma da bey'at etti. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi. [13] Müslüman olarak düşmanlarımız tarafından doğru anlaşılıp reddedilmemiz, dostlarımız tarafından yanlış anlaşılıp desteklenmemizden daha hayırldır!

Hz. Osman (R.a.) müjde insanıdır. Çünkü Hz. Osman (R.a.), bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve onları İslâm'ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli etmişti. [14] Müşrikler, Hz. Osman (R.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Rasûlüllah (sav) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti. Hudeybiye'de bulunan sahabeler ise Rasûlüllah (sav)’e

“Osman Beytullah'a kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona" dediklerinde Rasûlüllah (sav);

"Beytullah'ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez." buyurmuştur.

[15]

Allah yolunda sadakat, samimiyet iktidarının vazgeçilmezidir. Düşmanla karşılaştıklarında dava arkadaşlarını satanlar, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmazlar. Münkir ve müşriklerin tehditleri, vaadettikleri, Hz. Osman (R.a.)'ı Rasûlüllah (sav)'den ayırmaya yetmemiştir.

Onlar Hz. Osman (R.a.)'a:

"Sen, Kabe'yi tavaf etmek istiyorsan, tavaf edebilirsin" dediler. Bunun üzerine Hz. Osman (R.a.):

"Peygamber (sav) Kabe'yi tavaf etmedikçe ben asla tavaf etmem" dedi. [16] İşte bu dâva adamının önderine ve dâva arkadaşlarına sadakatinin emsalsiz örneğididr.

Hz. Osman (r.a.), Medine dönemi boyunca sürekli Rasûlüllah (sav) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslama ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulun­masını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların teçhiz edilmesinde aşın derecede cömert davrandığı görülmektedir. Tarihçiler onun "Ceyş'ul-Usra" (Zorluklar Ordusu) diye adlandırılan Tebük sefe­rine çıkacak ordunun teçhiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikret­mektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına teçhiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Hz. Osman (R.a.)'ın Tebük seferinde yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para.[17] Onun bu davranışından çok memnun olan Rasûlüllah (sav);

"Ey Allah'ım! Ben Osman'dan razıyım. Sen de razı ol” [18] diyerek duada bulunmuştur. Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Rasûlüllah (sav)'in yanındaydı. Rasûlüllah (sav) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)'ın yardımına müracaat etmiştir. [19] Duruma bakılırsa, Hz. Osman (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in mali müşaviridir. Allah yolunda her hizmet herkesle konuşulmaz. Allah yolunda her mü'minin fikiriyle, eliyle, diliyle, servetiyle, bedeniyle yapabileceği hizmetler vardır. Allah yolunda zengin müslümanların görevlerinden birisi de, Allah yolunda cihad eden­leri teçhizatını tedarik etmektir. Yani mücahidlerin ihtiyaçlarını gider­mektir. "Allah yolundaki mücahidlerin Osmanı" olmak, başlı başına bir misyondur. Allah yolunda cihad edecek mücahidlerin ihtiyaçlarını gidermek için helalinden mal kazanan kaç zenginimiz var? Zengin müslümanlar, Hz. Osman (R.a.) aynasında kendilerini gözden geçirmelidirler. Aksi halde dünyevileşme tehlikesinin içine düşmekten kurtulamazlar.

Hz. Ebû Bekir (R.a) halife seçilince Osman (R.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (R.a) halifeliği boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede bulundu. Ebû Bekir (R.a)'ın vefatından önce yazdırdığı Hz. Ömer'in Halife atanmasına dair belgeyi Osman (R.a) kaleme almıştır. Hz. Ebü Bekir, Osman (R.a)'ın yazdıklarını ona tekrar okutturduktan sonra mühürletmişti. Osman (R.a), yanında Ömer (R.a) ve yanında Useyd İbn Saîd el-Kurazî olduğu halde dışarı çıkmış ve oradakilere

"Bu kağıtta adı yazılan kimseye bey'at ediyor musunuz" diye sormuştu. Onlar da

"Evet" diyerek bunu kabul etmişlerdi.

[20]

Halife Hz. Ömer (R.a), yaralanınca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden oluşan bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah (R.anhum) idiler. Yapıian görüşmeler neticesinde, şûra üyelerinden dördü feragat edince görüşme­ler Hz. Osman'la Hz. Ali üzerinde devam etti. Şura başkanı Abdurrahman İbn Avf (R.a.), geniş bir kamu oyu yoklaması yaptıktan sonra müslümanların bu iki kişiden birisinin halife seçilmesi üzerinde mutabık olduklarını gördü. Hz. Ali (R.a)'i çağırarak ona; Allah'ın Kitabı, Rasûlünün Sünneti ve Ebû Bekir ve Ömer'in uygulamalarına tabi olarak hareket edip etmeye­ceğini sordu. O, Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün Sünnetine tam olarak uya­cağı, ancak bunun dışında kendi içtihadına göre davranacağı cevabını verdi. Aynı soruyu Osman (R.a)'a yönelttiğinde o, bunu kabul etmişti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, Osman (R.a)'ı halife atadığını ilan ederek ona bey'at etti.

[21]

Hz. Osman (R.a.)'a ikinci olarak bey'at eden kimse Hz. Ali (R.a) olmuştur. Peşinden de bütün müslümanlar ona bey'at ettiler. [22] Osman (R.a)'ın hilâfete geçişi Hicri yirmi üç senesi Zilhicce ayının sonlarında olmuştur. Hz. Osman (R.a), devlet idaresini devraldığı zaman İslâm fetihleri hızlı bir şekilde devam ediyordu. Hz. Ömer (R.a) devrinde Suriye, Filistin, Mısır ve İran, İslâm topraklarına katılmıştı. Hz. Ömer (r.a)'ın güçlü idaresi, fethedilen bölgelerde otorite ve düzenin sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlamıştı. Hz. Osman (R.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs'ı fethetmiş, İran'daki ayaklanmaları bastırarak merkezî yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmiştir.

İslâm coğrafyasını genişletmek, yeni yüreklere İslâm'ı ulaştırmakla mümkündür. Yani yüreklerin fethinden ülkelerin fethine geçiş yapmak, İslâm coğrafyasını genişletmektir. Hz. Osman (R.a.) bunu yapmıştır. Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldığı zaman idari kadrolarda yavaş yavaş bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. Ancak, Ömer (R.a)'in vasiyetine uyarak bir sene müddetle onun valilerini yerlerinde bıraktı. İlk önce Küfe valisi Muğire b. Şu'be'yi azlederek yerine Sa'd b. Ebi Vakkas'ı atadı. Sa'd, Osman (R.a)'ın yönetime geçtikten sonra atadığı ilk validir. [23] Mısırlılarca sevilen bir kimse olan Amr b. el-As'ın Mısır valiliğinden alınması ve yerine, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in tayin edilmesi bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştu. İs­kenderiye halkı Bizans İmparatoru Heraklious'a mektup yazarak kendi­lerini müslümanların elinden kurtarmasını istediler. Ayrıca, müslümanların karşı koyacak kadar askerlerinin olmadığını da bildirdiler.

Bunun üzerine Bizans İmparatoru, Manuel komutasında kalabalık bir orduyu İskenderiye'ye gönderip burayı işgal etti. Bizanslılardan çekinen Kıpti halk, Hz. Osman'dan duruma müdahale etmesini istediğinde o, Amr b. el-As'ı Mısır'a geri gönderdi. Amr, yaptığı savaşta, Manuel'i öldürerek düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattı ve İskenderiye şehrini çevreleyen sur'u yıktı.[24] Çözüm­süz kalan ve müslümanların parçalanmasına sebeb olan ihtilaflar, düş­manın saldırısına davetiye çıkarırlar. Ancak müslümanların arasındaki ihtilafların ittifaka dönüştürülmesi, düşmana hezimet, müslümanlara zafer getirir. Aynı yıl içerisinde anlaşmalarını bozan Rey üzerine, Sa'd b. Ebi Vakkas bir sefer düzenlemiş; ayrıca, Deylem üzerine yürümüştür. Sa'd b. Ebi Vakkas, Beytül-Maldan borç olarak aldığı parayı geri ödemekte sıkışınca Osman (R.a), onu azlederek yerine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe'yi Küfe valiliğine getirdi.

[25]

Velid, beş sene Küfe valiliğinde bulunmuştur. Velid, bir sabah, namazı sarhoş olduğundan dolayı dört rekat kıldırmıştı. Hatırlatılması üzerine "sizin için arttırıyorum" demişti. Bunu duyan Hz. Osman (R.a.), ona tazir cezası vererek bunun uygulanmasını Hz. Ali'den istemişti. Hz. Ali de Abdullah b. Cafer'e onu kırbaçlattırmiştı. Bu olay üzerine Hz. Osman onu azlederek yerine Saîd b. el-As b. Umeyye'yi atadı.

[26]

Suyûtî, Hz. Osman'ın, ilk olarak Velid'i, Sa'd'm yerine vali yapması yüzünden kınandığını söylemektedir. [27] Velid, Küfe valisi olun­ca, Azerbaycan komutanı Utbe b. Ferkat'ı görevinden aldı. Bunun üzerine Azerbeycan halkı isyan ettiler. Velid, Azerbeycan üzerine yürüyerek burayı itaat altına aldıktan sonra Ermenistan (Tiflis) tarafına yöneldi ve andlaşmaiar yaparak ganimetlerle geri döndü. Bu arada Bizansla yapılan mücadele devam etmekteydi. Hz.Muaviye (R.a.), Antalya ve Tarsus taraflarına akınlar düzenliyordu. Öte taraftan, Amr b. el-As'a Kuzey Afrika'yı ele geçirmek için emirler gönderen Osman (R.a), Sicistan Valisi, Abdullah b. Amr'a Kabil'e yürümesi talimatını veriyordu.

[28]

Hicri yirmi altıda, Mescid-i Haram'ın genişletilmesi çalışmalarına tanık olunmaktadır. Mescid-i Haram'ın çevresindeki arsalar satın alınarak geniş bir alan elde edilmişti. Hz. Osman (R.a), Hicri yirmi yedinci yılda Mısır Valisi Amr b. el-As'i azlederek yerine Abdullah İbn Sa'd b. Ebi Serh'i getirdi. O, Kuzey Afrika'nın fethinin tamamlanması düşün-cesindeydi. Bunun için Osman (R.a), Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, ona izin verdi ve içinde çok sayıda sahabenin de bulunduğu bir orduyu takviye olarak ona gönderdi. [29] Abdullah b. Nafî b. Abdulkays ve Abdullah b. Nafi b. Husayn komutasındaki kuvvetler, İbn Ebi Şerh ile birleşerek Mısır'dan batıya doğru harekete geçtiler. Trablus'tan Tanca'ya kadar olan bölgenin hakimi ve Bizans İm­paratorunun valisi, İslam ordusunun topraklarına doğru ilerlediği haberi­ni aîmca, yirmi bini süvari olmak üzere, yüz bin kişilik bir ordu hazırla­yarak tedbirler aldı. Krallık merkezi olan Subaytala'ya yirmi dört saatlik bir mesafede iki ordu karşı karşıya geldi. İbn Ebi Serh'in, müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmek teklifi reddedilince çatışma başladı. Bu arada, ordunun Medine ile olan haberleşmesi kesilmişti.

Hz. Osman bağlantı kurabilmek için Abdullah İbn Zübeyr'i bir askeri birlikle Afrika'ya gönderdi. Günlerce süren savaş, Abdullah İbn Zübeyr'in önerdiği taktikle kısa zamanda büyük bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların eline geçen ganimet oldukça büyüktü. Süvarilere üçer bin dinar ve yayalara ise biner dinar hisse düşmüştü.

[30]

İslâm ordularının önündeki bu engel kaldırıldıktan sonra Hz. Osman (R.a.), Abdullah b. Nafî b. Husayn ve Abdullah b. Nafi b. Abdulkays'a hiç vakit kaybetmeden Cebelu't-Tank'ı geçerek Endelüs'e girmeleri emrini verdi. Hz. Osman'ın, ordunun Endelüs'e geçişini istemesi, İstanbul'un batı yönünden sıkıştırılarak fethinin kolaylaştırılması düşüncesinden kay­naklanıyordu. O, komutanlarına şöyle diyordu: "İstanbul ancak En­dülüs tarafından fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, İstanbul'u fethedenlerin ecrine ortak olacaksınız.”

[31]

Böylece Hz. Osman zamanında, Kuzey Afrikadaki fetihler tamamlan­mış, İslâm'ın karşısındaki en büyük güç olan Bizans'ın batıdan sıkıştırıl­ması planlan uygulamaya konulmuştur. Öte taraftan Muaviye b. "Ebi Süfyan (R.a.), Osman (R.a)'dan izin alarak, Suriye sahillerinde oluştur­duğu donanma ile Akdenize açılmış ve müslümanlar denizlerde de Bizans'a karşı varlık göstermeye başlamışlardı. Muaviye (R.a.) daha önce bu iş için Hz. Ömer'e müracaat etmişti. Ancak Ömer (R.a), o an müslü­manların maslahatı bunu gerekli kılmadığı için izin vermemişti. Daha sonra şartlar bu iş için elverişli hale geldiğinden dolayı Hz. Osman (R.a.) donanma inşasının lüzumuna kanaat getirmişti. Muaviye (R.a.), donan­masıyla denize açılarak, Kıbrıs Adasına çıktı. Abdullah b. Sa'd Mısır'dan onun yardımına gitti. Kıbrıs, yıllık yedi bin dinar cizye ile İslâm hakimiyetini tanımak zorunda kaldı.[32] Bu miktar onların Bizans İmparatoruna ödediği meblağdır.

[33]

Hz. Osman (R.a.), Küfe Valisi Ebu Musa el-Eş'arî'yi görevinden alarak yerine Abdullah b. Amir el-Kureyz'i atadı Abdullah, Osman (R.a)'ın dayısının oğludur. Ebu Musa'yı azletmesinin sebebi Küfe halkının ondan şikayetçi olmaları ve bunu Hz. Osman (R.a)'a bildirmeleridir. [34] Hz. Osman, Mescid-i Nebi'nin genişletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taşlarla yeniden inşa etti. Taş sütunlar dikerek tavanını sac (bir cins ağaç) ile kapattı. Uzunluğunu yüz altmış, genişliği­ni de yüz elli zira'a çıkarttı.

[35]

Hicri otuz yılında Sa'id b. el-As'ın Taberistan'a hücum ettiği görülür. Bu bölgede gazalarda bulunan Sa'id, bir çok şehri fethetti. Horasan, Tus, Serahs, Merv, Beyhak bunlardan bazılarıdır. Bu yıl içerisinde Hz. Osman (R.a.), değişik eyaletlerde, Kur'an-ı Kerim'in okunması üzerine ortaya çıkan ihtilafları ortadan kaldırmak için çalışmalar başlattı. Kur'an-ı Kerim ilk olarak Hz. Ebû Bekir zamanında tedvin edilmişti. Zeyd b. Sabit'in başkanlığında yapılan bu çalışmada, Kur'an-ı Kerim bir kitap haline getirilmişti. Bu ilk mushaf, Ebû Bekir (R.a)'dan sonra Ömer (R.a)'a geçmiş, onun şehadetinden sonra da Hafsa (R.anh)'nın elinde kalmıştı. Azerbeycan seferi esnasında ordu içerisinde kıraat konusunda bir ihtilafın çıkması, ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman'ı endişelendirmiş ve Halife'den, müslumanların emin bir şekilde okuyabilecekleri bir mushafm çoğaltılmasını istemişti. Hafsa (R.anh)'ın yanında bulunan mushaf getiri­lerek çoğaltıldı ve bütün eyaletlere dağıtıldı, Bunun dışında kalan nüshaların tamamı toplatılarak imha edildi. Bu durum karşısında Ashabın hayatta olanları oldukça rahatlamışlardı.[36] Böylece müslümanlar tarihinde "Naşiru'l-Kur'an"; Kur'an'ı neşredip çoğaltan ve afaki İslâm'a dağıtan Hz. Osman (R.a.) olmuştur.

Eminu'l-vahiy yani vahyin kendisine emanet edildiği zat olan Hz. Muhammed'in (aleyhisseiâm) en çok ihtimam gösterdiği iş, Kur'ân-ı Kerim metnini tesbit ve onu insanlığa tebliğ etmekti. Onun içindir ki, vahyin başlangıcında unutmamak için vahyedilen âyetleri içinden tekrar­lıyor, bunun dıştaki alâmeti olarak da dilini kıpırdatıyordu. Bunun üzer­ine Allahû Teâlâ O'nun telâş gösterip zahmet çekmemesi için vahyin tesbitini garanti altına aldığını bildirdi. Allahû Teâlâ bu teminatını esbap dairesinde şöyle icra ettirmiştir; Kur'ân yazılmış bir kitap şeklinde gön­derilmemesine rağmen, Allah'ın, o sözü "Kitab" olarak nitelendirmesin­den, Hz. Peygamber onun yazıyla kaydedilmesi gerektiğini anlamış ve derhal bunu yazı bilenler vasıtasıyla uygulamaya başlamıştır. Konuya biraz daha etraflı bakacak olursak, O'nun şöyle üçlü bir metot takip ettiği­ni görürüz:

1- Yazdırmış,

2- Ezberlemiş ve mü'minlere ezberletmiş; namaz veya başka vesileler­le okuyup tekrarlamiş,

3- Her yıl Ramazan ayında o zamana kadar gelen metni Cibril'e (aley­hisselâm) arz etmek suretiyle mukabele etmiştir.

Demek ki, yazdırma ve ezberleme esnasında kasdî olmayan hataların olabileceği ihtimaline karşı O, önce Cibril ile mukabeleyi (arza) müteakip Mescid-i Nebevi'de cemaatin huzurunda okuyor, onlara da kendi ellerindeki nüshaları veya  ezberlerini  tashih  etme  imkânı  veriyordu. hıfzetme ilâhi teminat altındadır. Fakat Allahû Teâlâ icraatını sünnetullaha göre yürütür. O'nun elçisi Hz. Muhammed (aleyhisselâm) bu ilâhi nizamı en iyi bilen ve tatbik eden bir zât idi. O'nun mezkur yollarla Kur'ân metnini daha sonraki nesillere ulaştırması, kendisinden sonra gele­cek nesillerin, özellikle gayri müslimlerin itirazlarini önlemek gayesine yönelik idi.

Diğer taraftan o, metinlerin nasıl intikal ettirilmesi gerektiği hususun­da biz ümmetine de örnek oluyordu. Cibril ile mukabele ettiğini ya Hz. Peygamber Ashabına haber veriyordu yahut Ashâbdan bazıları bu arza sırasında hazır bulunuyorlardi. Abdullah İbn Mes'ud, Züheyr, Übeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu anhum) bu zevat arasındadır. Arzudan gaye sadece kontrol değil, metni eda etme keyfiyetini, tecvide göre oku­mayı sağlama, Cibril ile müzakere sonucunda yakinin artması, mânâ vecihleri üzerinde derinleşme, keza âyetlerin tertibinin tam yerinde olduğunu göstermekti.

Kendisinden hemen sonra Hz. Ebû Bekir'in döneminde Zeyd İbn Sabit'in Kur'ân metinlerini mushaf hâline getirme işini yaparken Rasûlüllah devrinden kalan iki yazılı şahit araması, Hz. Peygamber'in uygulamasının bir devamı olarak değerlendirilebilir. Zira Zeyd bunu ararken Rasûlüllah devrinde bu kontrol (karşılaştırma) işleminin yapıldığını bildiği için böyle davraniyordu. Zeyd İbn Sabit tarafından ve­rilen bir bilgiden, ilk cem' (derleme) işinin Hz. Peygamber zamanında yapılmış olduğunu açıkça anlamaktayız: "Biz Rasûlüllah'ın nezareti altın­da Kur'an'ı, çeşitli parçalardan toplayıp bir araya getiriyorduk." Beyhakî, Suyûtî gibi bir çok âlim de bu rivayeti böylece değerlendirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde, ayrı ayrı parçalar üzerine yazılmış Kur'an'ı, mushaf hâline getirme işini Mescid-i Nebevi'de yaptırması, Müslümanların bu en önemli işine resmiyet ve alâniyet kazandırmak, bunun neticesinde onun mütevatir yani naklinde hiçbir tereddüt kalmadığını meydana koymak şeklinde değerlendirilmelidir.

Üçüncü merhalede ise, Hz. Osman, genişleyen İslâm ülkesindeki ciddî ihtiyaçlari karşılamak için bu nüshadan istinsah ettirerek çoğalttığı nüshaları Ashâbın dikkatine sunmuş, onların ittifakla onaylamalarından sonra, aslı Medine'de kalmak üzere; Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır, Yemen ve Bahreyn gibi büyük merkezlere göndermiş, eski ferdî nüshalara artık hacet kalmadığı için, müsvedde sayılabilecek o nüshaları imha etmelerini istemişti. Fakat bu isteğin tam tamına yerine getirilmediği anlaşılıyor. Zira üçüncü ve dördüncü asırlarda bazı müelliflerin Hz. Ali, İbn Mes'ud, Übeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas (radiyallahu anhüm) gibi sahabenin ferdî mushaflarım görüp onları naklettiklerini öğreniyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, Hindistan'dan İspanya'ya kadar genişlemiş İslâm ülkesinin her tarafında, Medine'den verilen bu emir tam tamına uygulanamamiştir. Bunun şöyle iyi bir neticesi de olmuştur: Eğer geriye kalan bu ferdî nüshalar olmasaydı bazı garazkârlar, Hz. Osman'in Kur'ân met­nini değiştirip eski belgeleri imha ettirdiğini ve artık onlara ulaşma ümi­dinin ebediyen kesildiğini iddia edebilirlerdi. Oysa şimdi onların elde olmasına rağmen Kur'ân metninde ciddî bir surette mânâyi veya hükmü değiştiren farklar bulunmadığı meydana çıkmaktadır. İbn Ebî Davud'un Kitabu'l-Mesahirini neşreden A. Jeffery'inin, bu farkları listeler hâlinde göstermesinden, bu sonuç aşikâre olarak meydana çıkmaktadır.

Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm), Ashabını Kur'ân üzerine odaklaştır­ması, onlara Kur'ân'ı tedricî olarak ruhlarına sindirerek öğretmesi, çoğu­nun ümmî olması sebebiyle arşivlerinin hafızalarından ibaret olması, devamlı namazda okumaları gibi sebeplerle; elverişsiz şartlarda bile onlar Kur'ân metnini nüsha farkı olmaksızın harika bir şekilde bütün dünya'da tek metin bulunacak tarzda intikal ettirmişlerdir. Onlar öyle mübarek bir nesildir ki, el-Karafî'nin dediği gibi, başka bir mu'cizesi olmasaydı dahi Hz. Peygamber'e mu'cize olarak böyle bir nesil yetiştirmesi fazlasıyla yeterdi!

[37]

Hz. Osman, Rasûlüllah (sav)'a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'­den sonra kendisine intikal eden mührü Medine'deki Arîs kuyusuna düşürdü. Onu bulacak olana büyük miktarda para vadinde bulunmuş, ancak bütün aramalara rağmen bu mühür bulunamayınca Osman (R.a) büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür yaptırdı. Şehid edilene kadar parmağında kalan bu mührün kimin eline geçtiği tesbit edilememiştir.[38] Bu olay hilâfetinin altıncı yılında meydana gelmiştir. İslâm fetihlerinin sürekliliği ve elde edilen ıganimetlerle insanların zenginleşmeleri, refah seviyesini oldukça yükselt­mişti. Bu durum, tabii olarak, İslama uygun olmayan birtakım davranış biçimlerinin de  ortaya çıkmasına sebep olmuştu.  Rasûlüllah  (sav)'ın yanında yetişen ve bu gelişmeleri endişeyle takip eden sahabeler, bu endişelerini yer yer ortaya koymaktaydılar.

Bunlardan birisi de, zühd ve takvasıyla tanınan ve maddi varlıklardan muhtaç kimselerin yeterince istifade ettirilmediğine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (R.a)'dır. O, Şam'da, Muaviye (R.a.)'nin uygulamalarına karşı çık­tığı ve düşüncelerini söylemekte ısrarlı davrandığı için Medine'ye çağı­rıldı. Ebu Zerr, Medine'ye geldiğinde görüşlerini Hz. Osman'a tekrarla­mıştı. Bunun ardından, Halife'den izin isteyerek, Medine'ye yakın bir yer olan Rebeze'ye gidip yerleşmişti.

[39]

Bazıları, Hz. Ebu Zerr el-Gifarî (R.a.) ile Hz. Osman (R.a.) rakip düş­manlar gibi göstermeye çalışıyorlar. Bu tamamen hilafı hakikat bir durumdur. Hz. Ebu Zerr el-Gifarî (R.a.) takvasını ümmetin umumi fet­vası haline getirmek teklifinde bulunuyor. Hz. Osman (R.a.) ise, fetva ile takva'nın birbirinden ayrı olduklarım ve halife-i müslimin olarak İslâm ümmetinin umumuna Rasûlüllah (sav), Hz. Ebû Bekir (R.a.) ve Hz. Ömer (R.a.)'ın fetvası ile mumaele edeceğini beyan edip ortaya koymuştur.

Bizans'a karşı kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüp­hesiz ki Latu's-Sevârî deniz savaşıdır. Abdullah b. Sa'd'ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile sekiz yüz rakamı arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan savaşta Bizanslılar büyük bir bozguna uğratıldı. Konstantin, Sicilya'ya sığınmak zorunda kaldı. [40] Bu zaferden sonra Bizans, müslümanlara karşı olan deniz üstünlüğünü kaybetmiş, İslâm donanmasının İstanbul sularına kadar önüne çıkacak bir güç kalmamıştı.

Hz. Osman (R.a.) hilafeti, İslâm coğrafyasının genişlemesini bera­berinde getirmiş bir fetihtir. Her fethin bir fatihi vardır. Hz. Osman (R.a.) da müslümanlar için evrensel bir fatihtir. Onun fethettiği yerler bir kavmin, bir kabilenin değil, bir bütün olarak İslâm ümmetinindir. İslâm ümmetinin başarılarını her dönem hazmedemeyen hainler bulunduğu gibi, Hz. Osman (R.a.) döneminde de bulunmuşlardır. Fitnenin Ortaya Çıkışı Ve Şahadeti

Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı se­nesi huzur ve güven içerisinde geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygula­malarından şikâyetçi olmamıştır. Kureyş, onu Hz. Ömer'den daha çok sevmişti. Çünkü Hz. Ömer onlara karşı şeriatı uygulamada müsamahasız ve sertti. Hz. Osman ise yaratılışındaki yumuşaklık ve hoşgörü ile insan­ların serbestçe hareket edebilmelerine imkân sağlamıştı.

Onun bu yapısından istifade eden eyaletlerdeki bir takım valiler, sorumsuz davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Yükselen şikâyetleri ani ve kesin kararlarla karşılamayınca, yavaş yavaş bir fitne ve kargaşa ortamının oluşmasına zemin hazırlanmıştı. Endülüs'ten Hindistan hudut­larına kadar çok geniş bir sahayı kaplayan devletin içerisinde, çeşitli din ve ırklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardı. Bunlar, mağlup düştükleri İslâm Devleti'ne karşı her fırsatı değerlendirerek baş kaldırıy­orlardı. Yahudi unsuru ise, îslâm Ümmeti'ni parçalayıp yok etmek için İslâm'ın temel prensiplerini hedef almıştı. Müslüman olduğunu iddia ederek ortaya çıkan bir takım Yahudi asıllı kimseler, zuhur eden huzursuz­lukları körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalışıyorlardı.

Bunlardan birisi etkili nifak hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve tam bir komitacı/müfsid olan Abdullah İbn Sebe'dir. tbn Sebe Yemenli bir yahudidir. O, samimi kimselerin haklı şikâyetlerini kullanarak insan­ları Hz. Osman'a karşı kışkırtıyordu. Bir taraftan "ric'atı Muhammed" (Muhammed (sav)'in tekrar dönüşü) düşüncesini yaymaya gayret gös­terirken, öte taraftan Peygamber'in peşinden hilâfet hakkının Hz. Ali (R.a)'a ait olduğunu ve bunun da Allah tarafından belirlenmiş bir gerçek­ten başka bir şey olmadığım yayarak daha sonra ortaya çıkacak Şia akidesinin temellerini atıyordu. Onun yaydığı düşüncelere göre Ebû Bekir (R.a), Ömer (R.a) ve Osman (R.a), Hz. .Ali (R.a)'ın hakkını gasbetmişlerdi. O, Küfe, Basra ve Şam'da insanları kışkırtırken, Ebu Zerr (R.a)in haklı çıkışlarını da kendisine malzeme yapmaya uğraşıyordu.

[41]

Bir zaman sonra, Muhammed b. Ebî Bekr ve Muhammed b.  Ebî Huzeyfe de, yapmış olduğu atamalardan dolayı Hz. Osman'ı tenkid etme­ye başladılar.[42] Hz. Osman'a yapılan en önemli suçlama, onun kendi akrabalarını valiliklere getirmesi, onlara bolca ihsan­larda bulunması ve yolsuzluklarını denetlememesidir.

Hz. Ali (R.a) bu konudaki şikâyetlerini ona ilettiğinde o, Hz. Ali'ye şöyle diyordu:

"Muğire b. Şu'be'yi Ömer'in vali tayin ettiğini bilmez misin?" Hz. Ali:

"Biliyorum" deyince o;

"O halde neden akrabalığı ve yakınlığından dolayı onu vali tayin ettiğim şeklinde bir kınamada bulunuyorsun?" diye sormuştu. Hz. Ali'nin buna verdiği cevap şuydu;

"Ömer vali atadığı kimseyi sıkı bir şekilde kontrol altında tutardı. En ufak hatalarını görse onları sorgular ve en şiddetli şekilde ceza­landırırdı. Sen ise bunu yapmıyorsun.”[43] Bunun üzerine Hz. Osman, vilayetlerdeki yönetimler hakkında yapılan dediko­duları ve bunlarm sebeplerini yerinde incelemek üzere müfettişler tayın etti. Muhammed b. Mesleme'yi Kûfe'ye; Usame b. Zeyd'i Basra'ya; Abdullah b. Ömer'i Şam'a ve Ammar b. Yasir'i de Mısır'a gönderdi. Ammar b. Yasir hariç, diğerleri görevlerini tamamlayarak geri dön­müşlerdi. Osman (R.a) haksızlıkları gidermek, filizlenmeye başlayan ve ümmet için büyük sakıncalara sebep olacak olan fitnenin yatıştınlması için yoğun bir gayretin içine girmişti. O, gelen şikâyetleri dikkatle inceli­yor, başta Hz. Ali (R.a) olmak üzere Ashâb'ın ileri gelenleri ile istişare­lerde bulunuyordu. Ancak, Mısır'dan Medine'ye gelip, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in gayr-ı meşru uygulamalarını şikâyet eden bir heyetin, dönüş­lerinde İbn Ebi Serh'în takibatına uğramaları ve bazılarının öldürülmesi, olayların tırmanmasına sebep olmuştu.

Bunun üzerine Mısır'dan altı yüz kişiîikbir topluluk Medine'ye gelerek Mescid-i Nebi'de, namaz vakitlerinde Ebi Serh'in işlediklerini sahabelere şikâyet ediyorlardı. Talha İbn Ubeydullah, Hz. Aişe (r.anha) ve Hz. Ali (R.a), Hz. Osman'a giderek, bu insanların haklı isteklerini yerine getirmesini ve Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'i azlederek yargılamasını iste­diler. Bunun üzerine Hz. Osman, Mısırlıiar'a kendileri için vali olarak kimi istediklerini sordu. Onlar, Muhammed b. Ebi Bekr'i istediklerini bildirdiler. Osman (R.a), Muhammed b. Ebi; Bekr'i vali tayin etti. O, Mısır'dan gelenler ve bir grup sahabe ile birlikte Medine'den yola çıktı. Medine'den üç günlük bir uzaklıkta yol alırlarken devesini, sanki takip ediliyormuş gibi hızlı sürmeye çalışan bir adam gördüler. Adamı yakalayıp sorguladıklarında İbn Ebi Serh'e bir mesajı yetiştirmeye çalıştığını anladılar. Ona kim olduğu sorulduğunda, bazen Osman (R.a)'ın, bazan da Mervan b. Hakem'in kölesi olduğunu söylüyordu. Üzerindeki mektubu açtıklarında, içinde, "Muhammed b. Ebi Bekr ile falanca falanca... Sana ulaştıklarında onları öldür" yazıldığı ve bunun Hz. Osman'ın mührüyle mühürlenmiş olduğunu gördüler. Derhal Medine'ye geri dönüp Hz. Osman'ın evini kuşattılar.

Hz. Ali, yanına Muhammed İbn Mesleme'yi alıp Osman (R.a)'ın evine gitti. Hz. Ali (R.a) ona, üzerine kendi mührü bulunan bu mektubu kimin kaleme aldığını sordu. Osman (R.a) böyle bir mektup yazmadığını ve yazıldığından da haberi olmadığını söyledi. Muhammed de Osman (R.a)'ı doğrulamış ve bu işi düzenleyen kimsenin Mervan olduğunu söylemişti. Yazıyı inceledikleri zaman bunun Mervan b. Hakem'e ait olduğunu anladılar. O esnada Osman (R.a)'ın evinde bulunmakta olan Mervan'ın kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Osman (R.a) bunu kabul etme­di. Çünkü onu öldüreceklerinden korkuyordu. Onun evini kuşatan asiler münasebet kurma çağrılarına cevap vermedikleri gibi, suyunu da kesmişlerdi, Hz. Osman'ın fitneyi yatıştırmak ve haksızlıkları gidermek hususunda asilere yaptığı nasihatlerin onlar üzerinde hiç bir tesiri olmamıştı. Onlar, Hz. Osman (R.a)'a şöyle diyorlardı: "Biz seni hilafetten azledene veya öldürene yahut da bu yolda ölene kadar bu işten vazgeçecek değiliz. Eğer sana sahip çıkanlar bize engel olmaya kal­karlarsa onlarla savaşırız." Hz. Osman onlara, Allah'ın üzerine yük­lediği hilafet görevini asla bırakmayacağını ve ölümün kendisine bundan daha sevimli olduğunu bildirmiş, ayrıca kendini savunmak için kimseye emir vermediğini eklemişti.

[44]

Hz. Osman (R.a.), ashaptan, asileri şehirden kovup çıkarmak için gelen teklifleri reddediyor, onlardan silah kullanmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istiyordu. Bir gün kendisini kuşatan asilerin karşısına çıkıp:

"Ali buralarda mı? Sa'd buralarda mı?" diye sormuş, bulunmadıkları ce­vabını alınca biraz susmuş ve şöyle demişti:

"Bana su sağlamasını, Ali'ye bildirecek kimse yok mu?" Bu Hz. Ali'ye ulaşınca derhal üç kırba suyu ,ona göndermişti. Ali (R.a), asilerin Osman (R.a)'ı öldürmek istediklerini öğrenince, böyle bir şeye meydan vermemek için, iki oğlu Hasan ve Hüseyin'e, kılıçlarını alarak gidip Osman'ın kapısında beklemelerini ve içeri kimseyi sokmamalarını söylemişti. Abdullah İbn Zübeyr de onlara katılmış, diğer bir takım sahabeler de çocuklarını oraya göndermişlerdi.

Durum çok nazik bir hal almıştı. Hz. Osman, ne asilerin haksız talep­lerini kabul ediyor ve de meşru hilafelik görevini bırakmak istiyordu.. Hz. Âişe (r.anha)'dan Rasülüllah (sav)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:

 

"Ya Osman! Belki Allah sana bir gömlek giydirir, münafıklar senden onu çıkarmanı istediklerinde onu, bana kavuşuncaya kadar sakın çıkarma."

Hz. Osman, Rasülüllah (sav)'in bu günler için kendisine bildirdiği şeylere uymaya çalışıyordu. O, şöyle diyordu:

"Rasülüllah (sav)'in be­nimle ahitleşmiş olduğu şey üzerinde sabretmekteyim.”[45] Asilerin kendisini öldürmeye kararlı olduğunu anladığında, onların böyle bir iş işleyip katillerden olmalarını önlemek için kendilerine bir müslümanın kanının ancak; zina, kasten adam öldürme ve dinden dönmek şartları dahilinde helal olduğunu hatırlatıyor ve kendisinin bunlardan hiç birisiyle itham edilemeyeceğini anlatıp duruyordu.

İsyancılar, Hz. Osman (R.a.)'ın yanına varıp bir takım isteklerde bulundular. Tayin edilmiş valileri azledip kendilerinin arzu ettikleri valileri tayin etmesini istediler. Onların bu istekleri üzerine Hz. Osman (R.a.) şöyle dedi:

"Eğer ben sizin istediklerinizi vali tayin etsem ve istemediklerinizi de azletsem o zaman benim burada bulunmamın hiçbir anlamı kalmaz. İstediğinizi yapınız da göreyim." Hz. Osman (R.a.)'ın bu cevabı üzerine isyancılar:

"Vallahi bu istekleri ya yerine getirirsin, ya da azledilir veya öldürülürsün." şeklinde karşılık vermişlerdi. Hz. Osman (R.a.) onların bu istek ve tehditlerini kesinlikle reddetmiş ve onlara şöyle demişti:

"Allahû Teâla'nın bana giydirdiği bir gömleği asla sırtımdan çıkarmam.”

[46]

İktidar olmak, muktedir olmakla bilinir. Muktedir olmayanlar, iktidar olsalar bile kukla olmaktan başka bir anlam ifade etmezler. Bunun için Hz. Osman (R.a.), iktidar olmakla muktedir olmanın ayrılmazlığım ortaya koyuyor. Ölüm tehditleri iktidarda olan müslümanı muktedir olmaktan alıkoyamaz. Müslüman insanın Allah yolunda iki gömleği vardır. Birisi idamlıktır, öbürü ise bayramlıktır. Onu hiçbir şey Allah'ın dinini uygula­maktan alıkoyamaz. Allah'ın dinini uygulama, insanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etme hususunda muktedir olmayı şehadeti pahasına sürdürür.

İsyancılar, Hz. Osman (R.a.)'m muktedir olma hususunda tavizkâr davranmadığını görünce, Hz. Osman (R.a.)'ı yeniden kuşatmış ve kuşat­ma alanını genişletmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Osman (R.a.) tekrar Hz. Ali (R.a.), Talha (R.a.) ve Zübeyr (R.a.)'ı çağırmış, onlar da bu çağrıya icabet ederek yanma gelmişlerdi. Hz. Osman (R.a) evinin balkonuna çıkıp etrafını çeviren adamlara şöye seslendi:

"Ey insanlar, oturunuz!" Bunun üzerine hepsi yerlere ve merdivenlere oturmuşlar, o da şöyle konuşmuş­tu:

"Ey Medine halkı! Size "Allah'a ısmarladık" derim ve benden sonra hilafeti en layık olana ihsan etmesini Allah'tan dilerim. Ey Medineliler! Siz Hz. Ömer (R.a.) şehit edildiği anda Allah'a dua edip de sizin için bir halife seçmesini ve sizi hayr üzere birleştirmesini istememiş miydiniz? Siz hak bilir ve haktan yana kimseler iken Allahû Teâla'nın bu dualarınıza icabet etmeyeceğine mi  inanıyorsunuz? Yoksa siz anık Allah dinine ehemmiyet vermiyor ve henüz bu dinin sahipleri tefrikaya düşmemişken kimin yönettiğine aldırış etmiyor mu diyorsunuz? Veya müslümanlara danışarak halifelerini seçmelerini pek hayırlı mı görmüyorsunuz? Allahû Teâla bu ümmet ona isyan ettiği zaman da yine bir araya gelip başlarına geçirecek kimseyi seçmek konusunda istişare etmeleri için onları vekil tayin etmiştir. Yoksa Cenab-ı Allah benim sonumun nasıl olacağını bilmediğini mi zannediyorsunuz? Allah sizin hayrınızı versin. Sizler benim hayırlı bir geçmişimin olduğunu bilmiyor musunuz? Bu geçmişi Allah bana lütfetmiştir. Benden sonra gelen herkesin bu konudaki üstün­lüğünü kabul etmesi gerekir.  Yavaş olunuz, sakın benî öldürmeye kalkışmayınız; çünkü bir müslümanın kanı ancak üç şeyden dolayı akıtılır: Evli olan zinâkâr, imandan sonra küfre dönen mürted veya haksız yere adam öldüren kimsenin kanı helaldir. Siz beni öldürecek olursanız kendi başlarınız üzerine kılıçları koydunuz demektir ve ayrıca bu fitne ve ihtilaf ebediyyen aranızdan kaldırılmayacak bir fitne olarak kalacaktır."

İsyancılar, Hz. Osman (R.a.)'ı dinledir ama nasihatlarım kabul etmediler. Hz. Osman (R.a.)'ı muhasara altına almayı genişlettiler. Öyle ki, Hz. Osman (R.a.)'ı susuz bıraktılar. Hz. Osman (R.a.) gizlice Hz. Ali (R.a.), Talha (R.a.) ve Hz. Zübeyr (R.a.) 'a ve Peygamber efendimizin hanımlarına haber göndererek şöyle demişti:

"Bu adamlar bize su veril­mesini bile engellediler. Eğer imkânınız varsa biraz su gönderin."

Bu davete icabet edenlerin ilki Hz. Ali (R.a.) olmuş ve sabahın erken saatinde çıkıp gelerek evi saranlara şöyle seslenmişti:

"Ey insanlar! Sizin bu yaptıklarınız ne mü'minlerin işine, ne de kâfirlerin yaptık­larına benziyor. Siz bu insandan suyu ve yiyeceği kesmeyiniz. Rumlar ve İranlılar bile esir edildikleri anda asla yemek ve içmekten alıkonmazlar." İsyancılar da Hz. Ali (R.a.)'ya şöyle dediler:

"Hayır, vallahi bir göze deva olacak en ufak bir şey dahi vermeyiz." Hz. Ali (R.a.) o anda büyük bir öfkeye kapılmış ve başındaki sarığı bütün gücüyle yere çalarak oturup kalmıştı.

[47]

Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken müslümanlara kimin namaz kıldırması da gündeme gelmiştir. Müslümanların meşru halifesi var, ama kendilerine namaz kıldırma imkânına sahip, değildir. Bu durumda ne yapılacak? Rivayet edildiğine göre; Hz. Osman (R.a.)'ın mescidden ve namazdan alıkonduğu gün mescidin müezzini olan Sa'd el- Karaz, Hz. Ali (R.a.)'a gelerek :

"Bugün müslümanlara kim namaz kıldıracak?" diye sor­muş, Hz. Ali (R.a.) ona cevap olarak : "Halid b. Zeyd’i çağır, namazı o kıldırsın" deyince o da Halid b. Zeyd'i çağırmış ve namazı o kıldırmıştı. Ebû Eyyûb el- Ensarî'nin adının Halid b. Zeyd olduğu ilk defa o gün duyulmuştu. Halid b. Zeyd günlerce müslümanlara namazlarını kıldırmıştı. Başka bir rivayette ise, Hz. Ali (R.a.), Sehl b. Huneyf'e namazları kıldırmasını emretmiş ve Zilhicce ayının birinci gününden bayrama kadar ki günlerde namazları Sehl kıldırmış, bayram namazını da Hz. Ali (R.a.) kıldırmıştı. Daha sonra Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği güne kadar na­mazları Hz. Ali (R.a.) kıldırmıştı.

Tahtavinin haşyesinde şunlar geçiyor: "Sultanın/Halifenin izni mümkün olmadığı zaman veya sultanın vefatı esnasında veya bir fitne anmda müslümanların birleşip bir imam arkasında cuma namazını kıl­maları caizdir. Bu zaruretten dolayıdır. Nasıl ki, Hz. Osman (R.a.) muhasara altına alındığında, Hz. Ali  (R.a.) müslümanları  toplayarak onlara cuma namazı  kıldıysa, Tabiî ki,  zaruret olmazsa bu  olmaz.

[48]

Günümüzde bazı kimseler bundan yola çıkarak Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken Hz. Ali (R.a.)'ın müslümanlara Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmalarını, Cuma namazının sıhhat şartlarından" "Halifenin izninin gerekmediğine" delil getiriyorlar.  İslam ulemasından Bedreddin El-Aynî (Rh.a.) bunlara cevap veriyor:

"Medine'de Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken, Hz. Ali (R.a.)'ın insanlara (müslümanlara) Cuma namazını kıldırmış. Fakat Hz, Osman (R.a.)'ın emriyle kıldırdığı veya elinde bir emir bulunduğu rivayet edil­medi" diyorlar. Biz deriz ki; bu ihticac/delil getirme düşmüştür. Çünkü Hz. Ali (R.a.)'ın, Hz. Osman (R.a.)'ın emriyle kıldırdığı ihtimali vardır. Veya Hz. Osman (R.a.)'in iznine vasıl olamamıştır. Böylece biz diyoruz ki; İmam'ın iznine/Halife'nin iznine vasıl olunmadığı, ulaşılmadığı zaman; insanların (müslümanların) kendi aralarında toplanarak ve kendi­lerine cuma namazını kıldıracak birisini öne geçirmeleri lazımdır. Hani Hz. Ali (R.a.)'ın, Hz. Osman (R.a.)'ın izni olmadan kıldırdığı nerdedir? Cuma namazını sultan/halife kıldırır veya onun emriyle birisi kıldırır. Eğer bu da olmazsa artık öğle namazını kılarlar.

[49]

Sahabeler, en ktrik anlarında bile mescidlerini terketmemişlerdir. Mescid, müslümanların kışlasıdır. Kışla askersiz, asker komutansız olmaz. Müslümanlar halifesiz ve Cuma'sız kalamazlar. Müslümanlar Cuma'larını ya Allah'ın şeriatını uygulayan halife-i müsliminin arkasın­da kılacaklar veya O'nun görevlendirdiği yetkilinin arkasında kılacak­lardır. Bu iki imkâna sahip olamayan müslümanlar kendi aralarında Cuma imamlarını tayin edeceklerdir. Sahabeler Cuma'larını "Cuma İmam" ının arkasında kılmışlardır. Şunu bilelim ki; Mescid îmân ve mescidlere devam etmek, sahabelerin en önemli hassasiyetleridir. Mescid hassasiyeti, sahâbe'nin hassasiyetlerindendir. Hz. Osman (R.a.) döneminde meydana gelen fitneler, müslümanları mescid'e devam etmekten ve Cuma'larını Rasûlüllah (sav)'in talimatlarına göre edâ etmekten alıkoyamamışdır.

Muhasaracılar, etraftaki evlerden Hz. Osman (R.a.)'ın evine girmeğe başladılar. Amr b.  Hazm'în evinden alarak içeriye dolmuşlardı. Hz. Osman (R.a.) ve etrafındakiler kapıda kimlerin olduğunu bilmiyorlardı. Bunlar Hz. Osman (R.a.)'ın etrafını sarmış ve onu öldürmek üzere birisi­ni seçmişlerdi. Nihayet bu seçilen katil Hz. Osman (R.a.)'ın yanına gi­rerek ona:

"Hilafetten istifa et, biz de seni bırakalım" deyince Hz. Osman (R.a.) ona:

"Sana yazıklar olsun! Vallahi cahiliyyet hayatımda da İslâm hayatımda da bir tek kadına haram yolla yaklaşmadım, şarkı söylemedim, Allah'ın razı olmayacağı şeyleri temenni etmedim, Rasûlüllah (sav)'e bey'at ettiğim günden beri elimi avretimin üstüne koymadım. Allah bana giydirdiği bir elbiseyi de Cenab-ı Allah mutlu insanlara ikramda bulunup zorba ve şaki insanları da zelil edinceye kadar üzerimden çıkarmayacağım." diyerek karşılık vermişti.

Bu sözleri işiten adam dışarı çıkarak ve isyancılara:

"Bunu öldürmek­ten başka çaremiz yoktur" dedi. Bunun ardından isyancılardan Kuteyre, Sevdan b. Hımran ve el- Gâfıkî adındaki üç kişi içeri girmiş, el-Gafikî elinde bulunan bir demirle Hz. Osman (R.a.)'a bir darbe indirmiş ve mushafı da ayağıyla tekmelemişti. Hz. Osman (R.a.) o anda Kur'an tilâvet ediyordu. Mushaf/Kur'an dönüp dolaşarak Hz. Osman (R.a.)'in önüne düşmüş, Hz. Osman (R.a.)'in akan kanları Kur'an ayetlerinin üzer­ine damlamağa başlamıştı. Diğer taraftan Sevdan b. Himran, Hz. Osman (R.a.)'a vurmak üzere kılıcını uzattığında Hz. Osman (R.a.)'ın hanımı Naile elini uzatmış ve Sevdan'ın kılıcı Naile'nin parmaklarını kesmişti. Sonra Sevdan Naile'nin kaba etlerine bir göz atarak:

"Bir hayli yaşlan­mış" diye söylenmiş ve Hz. Osman (R.a.)'a vurup onu şehit etmişti. Başka bir rivayete göre ise, Hz. Osman (R.a.)'ı Kinane b. Bişr et- Tüceybî şehid etmişti. Hz. Osman (R.a.) şehit edildiğinde,

"...Onlara karşı Allah sana yeter.” [50] ayeti Hz. Osman (R.a.)'ın önünde açık duran mushafta görülmüştü. Onun kanı bu ayetler üzerine akmıştı.

[51]

Hilafet, müslümanlara ait olan meşru bir makamdır. Bu makam gayr-i meşru olanlara bırakılamaz. Velev ki bu işin ucunda ölüm gözükse bile. Müslümanlara ait olan hilafet sisteminin ortadan kalkmasına en çok sevi­nenler Yahudilerdir. İslâm topraklarında hilafet düşmanlığı, Yahudilerden ve yahudileşmekten kaynaklanır. "Ben de Müslümanım" dediği halde hilafet sistemine düşmanlık eden bir kimse Yahudi olduğunu söylemiyor­sa seksiz Yahudileşmiş demektir!

Kur'an tilâveti, müslümanın günlük ruh gıdasıdır. Müslüman ölümle burun buruna gelse bile Kur'an okumaktan vazgeçemez.  Hz. Osman  Kur'an okurken şehid edilmesi, bize bu hassasiyeti öğretir..

Hz. Osman (R.a.)'ın etrafını isyancılar kuşatmışken Kur'an'a sığınması, kur'an tilâvetinden vazgeçmemesi, onda teselli bulması ve onunla hemhalken şehadet şerbetini içmesi, bize Ashâb-ı Kirâm'da Kur'an tilâve­tinin  vazgeçilmezliğini hatırlatır ve öğretir.

Allah yolunda mü'min kadın kocasının silah arkadışıdır. Onu düşman­lar karşısında yalnız bırakmaz. Hz. Osman (R.a.)'ın eşi Naile'nin göster­diği fedakârlık, Allah yolunda bir vefa örneğidir. Allah yolunda kocasını yalnız bırakan kadında hayr olmadığı gibi, kadınını yalnız bırakan erkek­te de hayr yoktur.

Hz. Osman (R.a.) H. 36. yılın Zilhicce ayının 18 nci Cuma günü [52] şehid edilmişti. On iki-gün eksik 12 yıl hilafeti sürmüş, başka bir rviayette ise 12 yıldan 8 gün eksiğiyle görev yapmıştı. Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği zaman seksen iki, seksen sekiz, doksan, yet­miş beş ve seksen altı yaşında olduğuna dair muhtelif rivayetler kaydedilmiştir. Hz. Osman (R.a.)'ın cenazesi üç gün yerde kalmış, sonra Hakim b. Hizam el- Kureşî ile Cübeyr b. Mut'im, Hz. Ali (R.a.)'a giderek defnedilmesine izin vermesi için onunla görüşmüş, defni için izin almışlardı. Hz. Osman (R.a.)'ın cenazesinin defnedileceğini işiten isyancılar, gelenleri taşlamak için yolda oturmuşlardı. Bunun için cenaze­sine katılım çok az olmuştu. Hz. Osman (R.a.)'ın cenaze namazını bir rivayete göre Cübeyr b. Mut'im, başka bir rivayete göre Hakim b. Hizam veya Mervan kıldırmıştı. Hz. Osman (R.a.)'ın tabutunu taşlamak isteyen­lere Hz. Ali (R.a.) engel olmuştu. Daha sonra Hz. Osman (R.a.)'ın cenaze­si Medine dışında "Hış Kevkeb" denilen bir duvarın arkasına defnedilmiştir. Hz. Muaviye b. Ebi Sufyan (R.a.) hakimiyeti eline geçirdikten sonra bu duvarın yıkılmasını, ve Hz, Osman (R.a.)'ın kabrinin "el-Bakî mezarlığının içine alınıp diğer müslümanların da cenazelerini Hz. Osman (R.a.)'ın mezarının etrafına gömmelerini emretmişti. Böylelikle onun mezarı da müslümanların mezarları içine alınmış oldu.

[53]

Hz. Osman (R.a.)'ın döneminde meydana gelen fitnelerden yola çıkarak Rasûlüllah (sav)'ın Ashâb-ı Kirâm'ına sövüp sayanlara, iltifat edilmez. Çünkü hiç kimsenin Allahû Teâla'nın kendilerinden razı olduğu sahabelere sövmeye hakkı yoktur. Rasûlüllah (sav)'in Ashâb-ı Kiram ile ilgili olarak ümmetine yaptığı çağrı ve uyarıları arasında, onlara kötü söz söylememek, sövmemek ve onları yermemek ağırlıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Nakledildiğine göre, Hz. Peygamber'e ilk iman eden sekiz kişiden biri olan ve daha hayatta iken cennetle müjdelenmiş on büyük sahabe içinde yer alan Abdurrahman b. Avf (R.a.) (ö. 32/652) ile hicrî sekizinci yılın başlarında müslüman olan Halid b. Velid (R.a.) (Ö. 21/642) arasındaki bir meseleden dolayı Halid b.Velid, Abdurrahman b. Avfa kötü sözler söylemişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ashabımdan kimseye sövmeyin. Zira sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir ölçeklik (müdd) hatta yarım Ölçeklik sadakasına ulaşamaz” [54] buyurmuş, Hâlid b. Velid'in şah­sında tüm müslümanları bu konuda ciddî şekilde uyarmıştır. Bu hadisten anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber'in yakın çevresini oluşturan kıdemli sahabelere, ilklere, lâyık olmadıkları tarzda söz söyleyen öteki sahabeler, sahabe olmayan kimseler yerine konulmakta ve "ashabıma sövmeyin" nehyine/yasağına muhatap kılınmaktadırlar.[55] Hatta bu olay ve beyân-ı peygamberi delil kabul edilerek Tâbiûn kelime ve neslinin, Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olanları kapsadığı bile ileri sürülmüştür.[56] Hadisin söyleniş sebebinden geç dönemde müslüman olanların -sahabe olmakla beraber- "benim ashabım" (ashabi) iltifatının özel anlamı/çerçevesi içinde sayılmadıkları gibi bir izlenim edinmek de mümkün gözükmektedir. Öte yandan

“..Elbette içinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildirler. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir” [57] âyeti, esasen Mekke Fethi'nden önce ve sonra yapılan iyiliklerin ve cihadın aynı olmadığını, öncekilerin fazilet ve sevaplarının, sonrakilerden üstün ve büyük olduğunu belgelemektedir. Bir başka rivayette de Hz. Peygamber (sav):

"Kim benim ashabımdan birine söverse, Allah'ın laneti onun üzerine olsun”[58] diye ciddî bir tehdidde bulunmuştur. Bu rivayet "Rahmet Peygamberi"nin konuya ne kadar önem verdiğini, ve sahabe­den olduğu sabit ve meşhur olan herhangi bir sahabeye ileri-geri söz etmenin ve sövmenin kişiyi, Allah'ın rahmetinden uzaklaştıracak, lanete uğratacak vahim bir hata ve ağır bir suç (haram) olduğunu açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim İslâm alimleri, sahabeden herhangi birine sövmenin fâsıklık ve büyük günahlardan olduğu, onlara sövmeyi helal sayarak sövmenin ise, küfür sayıldığı konusunda görüş birliği içindedirler! Şunu bilelim ki; bütün asırlarda ve mekânlarda sahabe düş­manlığı, küfür ve nifakı beraberinde getirir.

Rasûlüllah (sav)'den sonraki dönemde sahabeler arasında görülen ihti­lafların ve bazı acı olayların ictihad kökenli olduğu, isabet edenin iki, hata edenin ise bir sevap aldığı düşünülüp hepsi hakkında hüsn-i zanda bulun­mak, hem ferdin hem de ümmetin iyiliğine/maslahatına daha uygun bir tavırdır. Söz konusu olaylar dolayısıyla sahabelere hakarete varan sözler söylemek ve sövmek/küfretmek gibi hatalara asla düşülmemelidir.

Sahabeyi tekfir eden, bize Kur'ân-ı Kerim'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır. Alimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvalar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahabelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur.

[59]

Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden işleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir. Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz. Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir. Hanefılerden bir grup âlim ise, sahabe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini caiz görür. İmam Mâlik, Hz. Peygamber'e sövenin öldürülmesi, ashaba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir. Ahmed b. Hanbet'e göre ise, sahabeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür.

[60]

Sahabelerin hayırlılığı hadis-i şerifte "Sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir ölçeklik hatta yarım ölçeklik sadakasına ulaşamaz" diye bir de örnek verilerek vurgulan­mıştır. Bir başka rivayette Hz. Peygamber yemin ederek "Sizden biri Uhud dağı kadar altın infak etse bile, onların bir müdd/Ölçek veya yarım müdd/ölçek sadakasının sevabına yetişemez [61] buyurmaktadır.

Daha başka bir rivayette de kendisine yöneltilen

"Biz mi yoksa bizden sonrakiler mi daha hayırlıdır?" sorusuna cevaben Hz. Peygamber;

"Onlardan biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, onların/sahâbelerin bir ölçeklik hatta yarını ölçeklik sadakasının sevabına ulaşa­maz” [62] diye durumu açıklamıştır. Her işin ve amelin kıymetli, çok kıymetli ve en kıymetli olduğu zamanlar vardır. Yine küçük bir iyliğin çok büyük kabul edildiği, büyük bir iyliğin sıradan sayılabildiği durum ve zamanlar olabilir. Bu, o dönemin şartlarına bağlı olduğu kadar, o işi ya da ameli/iyiliği yapanın durumuyla da yakından ilgilidir. Sahabeler, özellikle de ilk müslüman olan sahabeler (es-sâbikün el-evvelûn) gerek kişisel durumları gerekse içinde bulundukları dönemin şartları bakımından fevkalâde nâzik ve anlamlı bir konumdaydılar. Bu sebeple onların Allah yolunda verdikleri bir ya da yarım ölçeklik bir sadakanın değeri, daha sonraki gelişmiş ve yerleşmiş şartlardakilerin verecekleri Uhud dağı büyüklüğündeki sadakalardan çok daha kıymetli idi. İşte böylesine nâzik ve zor durum, sahabelerin öteki müslümanlardan farklı ve üstün olmalarında ağırlıklı bir ortam olarak dikkat çekmektedir. Onlar da bu durumu, gerçekten gıbta edilecek biçimde özverili ve samimî davranışlarla değerlendirmişlerdir. Aslında Hz. Peygamber'in "sizden biriniz.." sözlerinin ilk muhatabları da hiç kuşkusuz sahabelerdir. Böyle olunca hadîs-i şerifteki "bir veya yarım ölçeklik sadakalarının sevabı­na ulaşılamayan sahabeler", daha özel mânada ve daha dar çerçevede­ki sahabeler olduğu anlaşılmaktadır. Ya da "sizden biriniz.." ifadesinden maksat, ikinci rivayette [63] açıkça görüldüğü gibi "onlardan biri" yani sahabelerden sonraki (sahabe olmayan) Müslümanlardır.

Sahabelerin  konumuna ulaşılamayacağı,  mânevi  değil,  maddî bir örnek (sadaka) üzerinden anlatılmış olması da dikkat çekmektedir. Belki bu açıdan, gelişmiş imkânlara sahip olan sonraki müslümanların, en azın­dan görüntüde, yani miktar olarak sahabelere ulaşabilecekleri hatta onları geçebilecekleri akla gelebilir. Ama önemli olanın görüntü değil, sonuç/sevap yönü olduğu, bu noktalardan sahabelere ulaşılamayacağı, Uhud dağı örneği verilmek suretiyle kesin bir şekilde gösterilmiş olmak­tadır. Bu da Allah onlardan razı olsun ashâb-ı kirâm'ın diğer müslüman nesillerden asıl farkını oluşturmaktadır. O halde "ulaşılamayan üzüme koruk demek" kıskançlığı, aceleciliği ve çaresizliği içinde, İslâm nesil­lerinin ilki ve İslâm tarihinin ilk inşacılan, İslam inkılabını gerçekleştiren ilk inkılapçılar hakkında, ağzını tutmak, onlar aleyhinde ileri-geri söz söylememek, hele hele kasdî bir şekilde onları kötülemeye kalkışmamak, sonraki müslüman nesillerin olgunluk derecelerinin, ümmet ve din bilinç­lerinin ve Peygamber saygılarının önemli bir göstergesi durumundadır.. Peygamber (sav) 'in ashabına saygı, Peygamber (sav) 'e saygıdır. Peygamber (sav) 'e saygı de, Allahû Teâla'ya saygıdır.

Örnek ve önderimiz Rasûlüllah (sav)'dir. Her müslüman için Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in tavsiyelerine gücü ölçüsünde uymak nasıl temel bir görev ise, koyduğu yasaklara mutlak anlamda tâbi olmak da aynı şekilde vazgeçilmez bir vazifedir. Sahâbe'ye sövmek, sahabeyi kötülemek, kesin olarak Rasûlüllah (sav) tarafından yasaklan­mıştır. Dolayısyla Hz. Osman (R.a.)'i eleştirenler, onu köteleyenler, Ra­sûlüllah (sav)'in yasağını delen aklıllı geçinen delilerdir.

 

Hz. Osman (R.a.)'in Ailesi

 

Hz. Osman (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in damadır. Rasûlüllah (sav)'ın kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evlenmiş, Rukiyye'den Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmişti. Daha sonra Fatihte binti Gazvan ile evlenmişti. Bu hanımından küçük Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmiş ve o da küçük yaşta iken vefat etmişti. Daha sonra Ümmü Amr binti Cündeb b. Amr b. Hümame ed-Devsi ile evlenmiş ve ondan da Ömer, Haiid, Ebban ve Meryem adındaki çocukları dünyaya gelmişti. Daha sonra Velid b. Muğire el-Mahzumi'nin kızı Fatıma ile evlenmiş ve ondan da Velid, Sa'id ve Ümmü Sa'id adlarındaki çocukları dünyaya gelmişti. Bu hanımlarının dışında ayrıca Hz. Osman (R.a.) Şeybe b. Rabia'nın kızı Remle ile evlenmiş, ondan da Aişe, Ummu Ebân ve Ummu Amr adındaki çocukları dünyaya gelmişti. Daha sonra Ferâsa el-Kelbi'nin kızı Naile ile evlenmiş ve ondan da Meryem adındaki kızı doğ­muştu. Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği sırada nikâhı altında Şeybe'nm kızı Remle, Naile, Uyeyne'nin kızı Ümmü Benin ve Gazvan'm kızı Fâtite bulunuyordu.

Muhasara altında iken Ümmü Benin'i boşadığı rivayet edilir. İşte bütün bunlar cahiüyye devrinde ve İslâm döneminde Hz. Osman (R.a.)'in hanımları ve çocuklarıdır.

[64]

Hz. Osman (R.a.) ailesi, muhacir ailesidir. Nadr b. Enes (R.a.) anlatı­yor: Enes (R.a.)'ın şöyle dediğini işittim: Osman b. Affan (R.a.) beraberinde zevcesi Rasûlüllah (sav)'in kızı Rukiyye (R.anha) olduğu halde Habeşistan'a gitti. Rasûlüllah (sav) bir müddet onlardan haber ala­madı. Nihayet Kureyş'ten bir kadın gelerek:

“Onların vaziyetleri nasıldı?" diye sordu. Kadın:

“Osman, karısını zayıf bir merkep üzerine bindirmiş, yularından çekip giderken gördüm." dedi. Bunun üzerine Rasülüllah (sav) şöyle buyurdu:

“Onların dostu Allah'tır. Şüphesiz Osman, Lut (a.s.)'dan sonra ailesi ile beraber ilk hicret eden kimsedir.”

[65]

Asr-ı Saadetin büyük olayları içerisinde, Hz. Osman'ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz. Peygamber'in hayatını yahut İslâm'ın ilk asrına dair kitapları okuyan herkes, bu örnek asrın hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Talha gibi parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu simalar arasında Hz. Osman bir derece geride durur. Zira, onun, bu yıldızlar kümesi içinde özellikle seçilip ayırt edilmesini temin edecek olan, özellikle öne çıktığı belli bir olay, bir gazve yoktur. O ne Hz. Ebu Bekir misali, Miraç vesilesiyle söylediği söz veya Resûl-i Ekrem'e hicrette arkadaşlık veyahut hastalığında ona vekâleten ümmete namaz kıldırma gibi bir sebeple temayüz eder; ne Hz. Ömer gibi putper­estliğin en keskin müdafii olarak nam salmışken bir iman kahramanına dönüşme gibi bir hadiseyle öne çıkar; ne de, Bedir'de Hamza'nın, Uhud'da Talha'nın, Hayber'de Ali'nin durumuna benzer bir kahramanlığı sözkonusudur. Asr-ı Saadet'e dair kitaplarda Hz. Osman hep vardır; ama hep bir derece gizlidir, saklıdır, gerilerdedir, pek öne çıkmamaktadır. Bu durum, insana, buna rağmen onun niye sahabeler arasında makamca ve faziletçe üçüncü sırada sayılabildiğini sordurur ve düşündürür. Hele hele, onun, Rasûlüllah'ın 'ilim şehrinin kapısı' övgüsüne mazhar olmuş olan, nitekim bizatihi "Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen, öte yandan 'Allah'ın aslanı' diye nam salmış Hz. Ali'den dahi faziletçe ve makamca üstün kabul edilmiş olmasını anlamakta akıl ciddi biçimde zor­lanır. Maamafıh, sahabelerin her biri, elbette üstün insanlardır. Hele Aşere-i Mübeşşere, üstünlerin üstünüdür. Bu on en güzide sahabe içinde Hz. Ali'nin üstün meziyetleri ise, apaçık ortadadır. Peki, ne olmuş ve nasıl olmuştur da, Hz. Peygamber döneminde yaşanmış herhangi bir özel hadisede veya savaşta pek de öne çıkmayan, nisbeten gerilerde duran, o yüzden Asr-ı Saadetteki büyük olayların akışı içinde insanın çoğu zaman varlığının farkına dahi varmadığı bir sima olarak Hz. Osman, bütün bun­lara rağmen makamca en üstün üçüncü sahabe olarak kabul olunmak­tadır? Bedir'de bulunamayan, Uhud'da ise savaşın sonuna doğru yaşanan kargaşa ve bozgun halet-i ruhiyesi içinde oraya buraya kaçışan sahabeler arasında yer alan Hz. Osman (R.a.), başkaca bir savaşta veya başkaca hadiselerde de en önde gözükmeyen bir isim olduğu halde, neye binaen, sahabeler arasında makamca ve faziletçe en üstün üçüncü kişidir? Elbette, siyer kitaplarında, onun adı hiç geçmiyor değildir. Kendisinin ilk Müslümanlardan oluşu, İslâm'ı seçişinden dolayı ailesinin kendisine reva gördüğü eziyetler, Habeşistan'a hicret edenlerden oluşu, Medine'ye hicretin akabinde Rûme kuyusunu satın alıp vakfedişi, Hudeybiye'de Hz. Peygamber tarafından Mekke'ye elçi olarak gönderilişi, Tebük gazvesin­den önce yaptığı külliyetli bağış, Hz. Peygamber'e iki kez damat oluşu... bütün bunlar siyerlerde elbette mevcuttur. Ancak, ne Ebu Bekir'in müşrikler Miraç hakkında kendisine kanaatini sorduklarında söylediği söz, ne Hz. Ömer'in İslâm'a gelişi, ne Hamza'nm aslan avından dönüp de Kabe'de Ebu Cehil'e o büyük hiddetini sergileyişi, ne Ali'nin Hayber'de gösterdiği yiğitlik, ne de Talha'nm Uhud'da vücudunu Hz. Peygamber'e 'siper edişi türünden destansı hadiseler değildir bunlar. Lâkin, Hz. Osman, Aşere-i Mübeşşere'dendir. Hem de, onlar arasında, üçüncüleridir. Diğer bir deyişle, cennetle müjdelenen sahabelerini ziyaret ettiği gün, kapısı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam tarafından bu müjde ile çalınan üçüncü sahabedir. Hz. Peygamber'e halifelikle şereflenenler arasında da, tarihçe, üçüncü sırada yer almaktadır.

Hz. Osman (R.a.)'ı bu duruma getiren onun hayâsıdır. Hz. Osman denildiğinde akla gelen vasıflardan ilkini, 'haya' teşkil ediyor. Hadis kül­liyatlarından, bizatihi Resûl-i Ekrem'in (sav) onu hayası ve edebi ile övdüğünü okuyoruz. Keza, yine Hz. Peygamberin, hayasından dolayı ona karşı hususî bir ihtiramda bulunduğunu bildiren hadisler de çıkıyor karşımıza.

Hz. Osman'da temayüz eden bir vasıf olarak hayanın onun nice büyük ve parlak yıldızı dahi geride bırakacak şekilde faziletçe o derece yük­selmesine nasıl vesile olduğunu ise, en başta, yine Resûl-i Ekrem'in hayaya dair hadisleri sayesinde anlıyor insan. Nitekim, her iki Sahîh'te ve Kütüb-i Sitte'nin altı kitabından beşinde mevcut bir hadisinde

"Haya imandandır" buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Onun, yine her iki Sahîh'te yer alan, ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan bir başka hadisi ise,

"Haya imandan bir şubedir" diye bildiriyor. Yine Hz. Peygamber'in öğrettiği üzere,

"Hayanın hepsi hayırdır" ve

"Haya ancak hayır kazandırır.” [66] İşte, hayanın niye 'imandan' ve de 'imanın bir şubesi' olduğunu anlayabildiği ölçüde, hayası karşısında 'meleklerin dahi kendisinden utandığı' Hz. Osman'ın neden bu derece yükselebildiğini de anlıyor insan. Bunu anla­mak için ise, önce şu iki sorunun izini sürmesi gerekiyor: İnsan nasıl haya duyar? Yahut, hangi durumlarda daha hayâlı davranır?

Kendi hayatlarımız dahilinde tecrübe ettiğimiz üzere, hayayı, yani utanma duygusunu en yoğun biçimde yaşadığımız haller, 'görül­düğümüzü' ve 'izlendiğimizi' bildiğimiz hallerdir. Yalnız kaldığımızda yapabildiğimiz birçok şeyi, birisi tarafından izlendiğimizi biliyor isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtratın kerih gördüğü, insana fıtraten sevdiril­memiş olan bazı şeyleri uluorta yapmaktan bizi alıkoyduğu gibi, günah­tan da sakındırır. Kişi hayası ölçüsünde açıkça günah işlemekten çekinir, ve hayâsızlığı ölçüsünde alenî günah işler. Bizi tanıyan birinin bizi o halde görmesi endişesiyle gelen psikolojik utanç, çoğu kez, nefsin güna­ha davetine rağmen, insanı günahtan alıkoyan Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda utamlası fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha daha rahat düşebilirler. Ki, bundan dolayı, yanında1 bir tanıdığı olmadan tek basma yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda şeytanın insana yol arkadaşı olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu babdaki hadislere binaen, refakatinde bir başka mü'min olduğu haide yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.

Günahtan sakınma noktasında hayanın yanımızda başka insanların olduğu durumlar ile yalnız başına kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule getirdiğini kendi hayat tecrübemizle biliyoruz açıkçası. Peki, insan yanında başka bir insan yokken, yani yalnız başına iken gerçekten yalnız mıdır? Bilakis yanında bir insan yokken de yalnız değildir insan. O'nun Semi', Basîr, Latîf, Habîr, Alîm bir Rabbi vardır. O'nun Rabbi, Semi', yani işitendir. Basîr, yani görendir. Latiftir, her yere nüfuz eder; Habîr'dir, herşeyden haberdardır;' Alîm'dir, herşeyi bilir. Semi', basar ve kudret, yani işitmek, görmek ve güç sahibi olmak, O'nun sıfatları arasın­dadır. Dahası, Semîu'l-Basîr ve Alîmu'l-Habîr olan Rabbimizin, her işe müekke! melekleri olduğu gibi, insanın fillerini kaydeden melâikesi de vardır. Yani, insan her an Rabbinin huzurundadır ve melekler her an yanıbaşındadır. Ailahû Teâlâ ve vazifeli melekleri, insanla her an bera­berdir.

İnsan, bu gerçeği kavradığı ölçüde 'yalnız' iken de yalnız olmadığını bilir; ve bu gerçek aklında kaldığı müddetçe insanların yanında işlemeye utandığı .günahtan yalnız iken de sakınır. Zira, bilir ki, etrafında insanlar yoksa bile, Semî ve Basîr olan Rabbinin huzurundadır ve melekler de yanıbaşındadır. Bu açıdan baktığımızda, haya imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira, haya duygusunun varlığı ve inkişafı, Allah'ı Basîr herşeyi gören, Semi' herşeyi işiten Alîm herşeyi bilen, Latîf herşeye nüfuz eden, Habîr herşeyden haberdar olan gibi isimleriyle tanıyıp bilmeye, her an böyle bir Rabbin huzurunda olduğu gerçeğinden gaflet etmemeye, yani İman Billaha ve iman-ı Billah.içindeki marifetullaha bakmaktadır. Yanısıra, melâikeye imana da... Fıtratımıza konuimuş 'haya duygusu, Semi' ve Basîr olan Allah'a ve meleklerine imandaki te­rakki sayesinde gelişmekte; haya duygusunun gelişmesiyle de, insan takva zırhıyla donamp pek çok günahtan ve pek çok çirkin halden sakınıp korunarak, Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir edeceği salih ameller işlemeye yönelmektedir. Kısacası, haya sahibi olmak ve hele hayada zir­veye ulaşmak ne basit bir iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş... Haya, iman­dandır ve imandaki terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme ve derin­leşme yaşanmaktadır. Hayada zirveye doğru yolculuk, özellikle de, Semi', Basîr, Alîm, Latîf, Habîr gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla birebir alâkalıdır. Haya ile iman arasındaki bu birebir ilişkidir ki, Hz. Osman gibi bir sahabe, Ashâb-ı Kirâm'm Rasûlüllah'ın yanında Allah adına giriştiği savaşlarda iz bırakan büyük bir kahramanlığı görülmediği halde, hayâsıyla şöhret bulmuş bir kişi olarak, sahabelerin en üstünleri arasındadır. Hz. Osman (R.a.), imandan bir şube olan ve dillere destan olmuş hayası sayesinde, mertebece Hz. Ebubekir ve Ömer'in hemen ardında, üçüncü sırada anılmaktadır. Hayadaki bu sırrın, Hz. Osman'daki haya halinin, ve onun haya ile gelen yükselişinin, şu zamanın günaha çağıran binbir kapısı karşısında bunalan ahir zaman mü'minlerî için de hem bir kurtuluş reçetesi, hem de bir yükseliş imkânı sunduğunu düşünüyorum. Bizler de, Hz. Osman (r.a.) misali, Allah'ı sözkonusıı isimlerinin azamî mertebesinde tamr ve de bu isimlerden gafil olmaz isek, keza kudsî meleklerin hayatımızın her amuda bize yoldaş olduğunu biliryani, melâikeye imanda da terakki eder^isek, umulur ki, haya ha­limiz o derece inkişaf eder; ve hayadaki inkişafımız nisbetinde de, nefis ve şeytanın bizi günaha sevketmesi zorlaşır. İşte bunu başarabilmek, Hz. Osman (r.a.)'ın hayatından hayatımıza izler taşımakla mümkündür. Hz. Osman (R.a.)'ın hutbe ve öğtütlerden bazıları şunlardır:

"Ben ilk nasihat alanlardan ve kendisine yapılan nasihati kabul edenlerdenim. Bundan dolayı Allah'tan mağfiret diliyor ve tevbe ediyorum.”

[67]

“Allah, bir kimsenin içinde sakladığı duygulan, mutlaka yüz hat­larına/yüz ifadelerine konuşurken kullandığı kelimelere/kelimelerin telaffuz ediliş şekline aksettirir.”

[68]

“Gözü haramdan korumak ne güzel şehvet perdesidir."

“Allah, Kur'an ile giderilmesi mümkün olmayanı sultan (devlet) ile  giderir.”

“İnsan kendisini ihmal ederek, fakirlik yüzünden zarara bile uğrasa, tok gönüllülük kendisini zenginleştirir. Dünyada hiçbir güçlük yoktur. Şayet bir güçlükle karşılaşırsan, onu bir kolaylık takib edecek demektir. Bu sebeple sabırlı olmalısın. Felâketlerle karşılaşmayan, sıkıntı; üzüntü nedir bilmez. İleride neler olacağı da belli değildir.”

[69]

Hz. Osman (R.a.), servetini Allah yolunda cömertçe infak eden bir şah­siyettir. Bir gün Şam'dan Hz. Osman (R.a.)'a yüz deve yükü buğday gelmişti. Kıtlık senesiydi. Sahabeler Hz. Osman (R.a)'ın etrafını çevirdi­ler. Buğdayı satın almak için Medineli müslümanlar yüksek fıatlar verdi­ler. Hz. Osman (R.a.) kabul etmedi. Sahabelere "Sizden daha yüksek fıat veren vardır. Ona vereceğim." dedi. Sahabeler buna üzüldüler. Doğruca Halife Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın yanma gittiler. Durumu Hz. Ebû Bekir (R.a.)'a arzettiler:

“Ya Emire'l Mü'minin! Hz. Osman (R.a.)'a bugün yüz deve yükü buğ­day geldi. Yüksek fiat vermemize rağmen bize vermedi. Hep sizden daha yüksek fıat veren var ben ona vereceğim dedi. Muhacir ve Ensar'a bunu yapmak reva mı? Daha fazla para istemesi ona yakışır mı?" dediler. Hz. Ebû Bekir (R.a.):

“Siz Osman hakkında kötü düşünmeyiniz, aranızda bir münakaşa da çıkmamıştır. Osman, Rasûlüllah (sav)'ın Me'vâ Cennetinde refikidir. Resul-i Ekrem'in damadı olmak şerefini kazanmıştır. Her halde siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim" buyurdu. Beraber kalkıp Hz. Osman (R.a.)'ın yanına vardılar.

“Ya Osman! Ashâb-ı Kiram senin bir sözüne üzülmüştür. Kimdir sana yüksek fiat veren?" Hz. Osman (R.a.):

“Evet, ya Halife-i Rasûlüllah! Onlardan iyi olan, bire yediyüz veriyor. Bunlar bire yedi veriyorlar. Biz buğdayı bire yediyüz verip alana verdik. Allah'ın şu ayetini okumadınız mı?:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, bir tanenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah'ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.”

[70]

“Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasın­dan başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.”

[71]

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medine-i Münevvere'de bulu­nan fakirlere dağıttı. Yüz deveyi de kurban etti. Ebû Bekir (R.a.), buna çok sevindi. Kalkıp Hz. Osman (R.a.)'ın alnından öptü. Ashâb-ı Kiram'ın, senin sözündeki inceliği anlıyamadıklarmı önceden sezmiştim" buyurdu.

[72]

Mü'min, mü'min kardeşi hakkında sürekli hüsn-ü zan sahibi olmalıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Osman hakkında önyargılı davranmamıştır. Hz. Osman (R.a.), müslümanların derdiyle dertlenen bir kimsedir. O, Kur'an ayetlerini hayata dönüştüren bir kimsedir. Zengin mü'minler mallarıyla infak ayetlerinin canlı tercümanları olmalıdırlar.

Hz. Osman (R.a.) fıraseti zirvede olan bir sahabedir. O, meselelere Allah'ın nuruyla bakan bir kimsedir. Ebu Hureyre (R.a.) bir gün Hz. Osman (R.a.)'ın huzuruna gidiyordu. Yalda bir kadına gözü ilişti ve baktı. Huzura varınca Hz. Osman (R.a.):

“Bana ne oldu? Gözlerinizde zina eseri görüyorum." buyurdu. Ebû Hureyre (R.a.):

“Ya Emire'l Mü'minin! Rasûlüllah (sav)'den sonra vahy iner mi?" diye sordu. Cevabında:

“Hayır, vahy inmez, fakat mü'minin fıraseti doğrudur. Nitekim Rasûlüllah (sav):

“Mü'minin firasetinden kaçınınız. Çünkü mü'min Aziz ve Celi! olan Allah'ın nuruyla bakar." buyurmuştur" dedi.

[73]

Hz. Osman (R.a.) insanlara sözüyle değil, fiiliyle nasihat ediyordu. O, dünya zenginliğinden gönül zenginliğine geçiş yapmış bir din fedaisidir. Hududullah zemininde hayâli yaşamış ve İslâm ümmetine de yaşayışla hayâ'yı öğretmiştir. Şunu unutmayalım ki; beşeri münasebette haya, "hayattır!"

 

HZ. ALİ

(R.ANH)

 

Baba Adı: Ebû Talib b. Abdülmuttalib.

Anne Adı: Fâtıma binti Esed, b. Hişam b. Abdi Menaf b. Kusay'dır.

Doğum Tarihi ve Yeri: Takriben M 601. yıl veya, 598 yıl diyenler de var. Mekke'de doğmuştur.

Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 40. yıl, 17 veya 24 Ramazan diyen ler de vardır. Küfe Miladî 24 Ocak 661. yıl kabri Necef tedir.

Fiziki Yapısı: Kısaya yakın orta boylu, siyah ve iri gözlü, esmer tenli, güzel yüzlü, karnı büyükçe, elleri kolları pazıları oldukça kuvvetli, sık uzun enli göğüslü, sakalı büyükçe, iri omu zlu, boynu gümüş ibrik gibi başının tepesi saçsız, omuz başları dik ve yüksekti.

Eşi: Rasûlüllah (sav)'in kızı

1. Hz. Fâtımatü'z-Zehra,

2. Ümmül Benin binti Haram el Kellabiye,

3. Leyla binti Mesud b. Salih Benî Temim Benî Neşhel,

4. Esma binti Ümeyse,

5. Sabha binti Rebia (Benî Tağlib Kabilesinden)

6. Ümâme binti Ebûl As,

7. Havle binti Cafer (Benî Hanifoğulları'ndan)

8. Ümmü Said binti Urve b. Mesud es-Sekafı,

9. İmrül Kays'ın kızı Mahabba (Benî Kelboğulları kabilesinden).

Oğulları:

1. Hanımı Hz. Fâtıma'dan; Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Musin.

2. Hanımı, Ümmü'l Benin'den; Abbâs, Cafer, Abdullah, Osman (Bunlardan Abbâs hariç hepsi kerbela'da şehid oldular.),

3. Hanımı Leyla'dan; Ubeydullah, Ebû Bekir,

4. Hanımı Esma'dan; Muhammed, Yahya,

5. Hanımı Sahba'dan; Ömer,

6. Hanımı Ümâme'den; (ortanca) Muhammed,

7. Hanımı Havle'den; Muhammed el Hanifıye,

8. Hanımı Ümmü Said'den; Ümmül Hasan, (Nesli Hz. Hasan, Hüseyin, Muhammed el Hanifıye, Abbâs ve Ömer'den devam etmiştir.)

Kızları: Hz. Ali (R.a.)'ın 17 veya 20 kızı vardı.

1. Hanımından; Zeynep, Ümmü Gülsüm,

5. Hanımından; Rukiyye,

8. Hanımından; Büyük Remle, Ümmü Gülsüm, Hz. Ali'nin bize ulaşmamış kızları da vardır. Ümmü Hani, Meymune, Küçük Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Ümâme, Hatice, Ümmü Kerem, Ümmü Seleme, Ümmü Cafer, Cumane, Nefise.

Gazveleri: Bedir, Uhud, Hendek ve sonraki bir çok savaşa katıldı.

Hicreti: Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.

Sahabeden Kiminle Kardeşti: Mekke'de Rasülüllah (sav) ile kardeş ilân edilmişti.

Kabilesi: Ali b. Ebû Talib, b. Abdülmutalib, b, Hişam b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey.

Lakabı/Künyesi:  Ebû Turab, Haydarı Kerar, Ebal Hasen, Esedullahü Galip, Rıdvan.

Kiminle Akrabalığı: Rasülüllah (sav)sin amcasının oğlu ve damadıdır.

Rasûlüllah (sav)'ın amcasının oğlu, damadı ve dördüncü Raşid ha­lifedir. Babası Ebû Talib, annesi Kureyş'ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib'tir. Künyesi Ebu'l Hasan ve Ebû Tûrab (toprağın babası), lâkabı Haydar; unvanı Emîru'l-Mü'minin'dir. Ayrıca 'Allah'ın Arslanı' unvanıyla da anılır.

Hz. Ali küçük yaşından beri Rasûlüllah'ın yanında büyüdü. Sekiz veya On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra müs-lümanlığı ilk kabul eden odur. Bir gün Hz. Ali (R.a.) Hz. Peygamber (sav) ile Hz. Hatice namaz kılarlarken yanlarına geldi ve onları o şekilde görünce hayret etti. Sonra sordu:

"Bu yaptığınız nedir ya Muhammed?" Allah Rasûlü (sav):

"Bu, Allah'ın kendisi için seçtiği, peygamberler gön­derdiği dindir. Seni tek olan, ortağı olmayan Allah'a inanmaya, ona ibadete, Lat ve Uzza putlarını inkâr etmeye davet ediyorum. Ya Ali, şayet müslüman olmuyorsan bu hususta kimseye bir şey söyleme!" buyurunca Hz. Ali:

"Bu, şu ana kadar işitmediğim bir mesledir. Babam Ebû Talib'le konuşmadan herhangi bir meselede karar veremem" dedi. Daha sonra babasına danışmaya gitti. Yolda Hz. Ali (R.a.) kendi kendine düşündü ve:

“Rabbim beni yaratırken babama danışmadı. Ben O'nun dinini kabul etmek için ne diye babama danışmaya gidiyorum?" dedi ve daha sonra gelip İman edip müslüman oldu. [74] İman etmek için, İslam'a hizmet etmek için başkasına danışılmaz. Yani iman etmemizi bir başkasının müsaadesine bağlamamız, müslümanlığımızı Allah'ın iradesi dışında başka bir gücün müsaadesine sunmamız, batıl bir davranıştır. Akrabalarımızla birlikte bütün insanlar bize engel olup düşman olsalar bile biz Allah'a imanımızı ve İslâm'a olan tes­limiyetimizi tartışma konusu yapmayız. Eğer siz iman etmek için, İslâm'a hizmet için bir başkasının iznini ve .müsaadesini olmazsa olmaz kabul ediyorsanız, o zaman sizin Allah'tan başka birtakım sahte Rableriniz de var demektir.

Hz. Ali (R.a.) Allah'ın hükmünü, hakimiyetini ve iradesini herşeyin fevkinde görüyordu. O, Allahû Teâla'nın dışında ilahlık iddiasında bulunanlara ve insanları bizi Allah'a yaklaştırırlar gerekçesiyle taptıkları put­lara karşı savaşıyordu. Mekke döneminde her zaman Rasûlüllah (sav)'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları kırmasını şöyle anlatır:

"Bir gün Resûl-i Ekrem ile Kabe'ye gittik. Resûl-i Ekrem omuzııma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, emuzıımdcm indi, beni omuzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kabe'nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Rasûlüllah (sav)'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük.”

[75]

Örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav), putkıran bir Peygamberdir. Biz de putkıran bir Peygamberin ümmetiyiz. "Mekkî toplumlarda putları kırmak ahmaklıktır" diyen müslümanlar, Peygamberlerini tanımayan ahmaklardır. Mekkî toplumlarda şartlar oluştuğunda putları kırmak, nebevî mücadeleyi ihya etmektir. Bu putlar mutlaka dikili heykeller şek­linde olmayabilir. Günümüzde Allah'ın şeriatına muhalif olarak kağıtların üzerine nakşedilen kul kaynaklı kanunlar da birer putturlar. Onları ortadan kaldırmak, put kırmak cümlesinden sayılır.

Resûl-i Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allahû Teâlâ'dan emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a)'ye bıraktı, AH de bir ziyafet hazırla­yarak Haşimoğullarmı davet etti. Rasûlüllah yemekten sonra:

"Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönde­rilmiş bulunuyorum. İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey'at edecek" dedi. Yalnız Ali (R.a.) kalktı ve orada Rasûlullah'a onun istediği sözlerle bey'at etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem,

"Kardeşimsin ve vezirimsin " diyerek Hz. Ali'yi taltif etti. Hz. Peygamber (sav) hicret etmeden önce elinde bulunan ve kendisim öldürm­eye gelen müşriklere ait olan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali (R.a.), Rasûlullah (sav)'ın yatağında yatarak müş­rikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali, Hz. Peygamberi öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatım tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Rivayete göre bunun üzerine şu ayet-i celile nazil olmuştur.

"Yine insanlardan kimi de vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok merhametlidir.”

[76]

Zor zamanlarda ölümü göze alarak Rabbani davaya sahip çıkmak, Hz. Ali (R.a.)'ın misyonudur. Hz. Ali (R.a.), Rasûlüllah (sav)'e bey'at etmek­le zor zamanın sözleşmesine imza attı. O, Allah rızasını kazanmak için nefsini sattı. Yani Allah rızası uğruna canını feda etti.

Hz. Ali, Peygamberimizin kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etti. Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu, bütün cihad harekâtlarına katıldı, Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktalan tesbit ederek Hz. Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının başlamasından önce, Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Budöğüşte, hasmı Velidb. Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi,Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.

Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Rasûlüllah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya geldi. Hicret'in üçüncü yılında Uhud savaşında, müslüman okçuların hatası yüzünden müşrikler müslümanların üzerine saldırmışlar ve Hz. Peygamber de yaralanarak bir hendeğe düşmüş ve düşman onun öldüğünü yaymıştı. Halbuki o sırada döğüşe doğüşe gerileyen Hz. Ali, Hz. Peygamber'in içine düştüğü hendeğe ulaşarak, onu korumaya almıştı. İki tarafın da kazanamadığı bu savaşta Hz. Ali birçok yerinden yaralanarak gazi oldu. Uhud savaşından sonra Hz. Ali "Benu Nadr" Yahudilerinin hainlikleri üzerine bu kabile ile yapılan savaşı bizzat idare etti. Bütün çarpışmalarda Hz. Ali kahramanca döğüşmüş ve müşriklerin en meşhur savaşçılarını öldürmüştür.

Hudeybiye barışında sulh şartlarının yazılmasında o memur edildi. Hz. Ali, sulhnameyi yazmaya şöyle başladı:

"Bismillâhirrahmânirrahîm Muhammed Rasûlüllah...” Ancak müşrikler bu ifadeye itiraz ettiler. Hz. Peygamber, "Rasûlüllah" yerine "Muhammed b. Abdullah" yaz­masını Hz. Ali'ye söylemiş fakat Hz. Ali "Rasûlüllah" ifadesinin yazımında ısrar etmiştir. Hz. Ali (R.a.) diyor ki;

"Müşriklerin, Rasûlüllah (sav)'e

"Sen, Rasûlüllah değilsin! Fakat sen, kendi ismini ve babanın ismini yaz!" dediler. Rasûlüllah (sav) de: "Muhammed Rasûlüllah kelimesi­ni silmemi bana emretti. Ben de Rasûlüllah (sav)'e

"Muhammed Rasûlüllah kelimesini silmeme benim gücüm yetmez." dedim. Rasûlüllah (sav):

"Yerini bana göster!" buyurdu. Gösterdiğimde, eliyle onu sildi yerine Muhammed b. Abdullah yazdı.

[77]

Allah'ın dininde ekleme ve çıkarma yetkisi sadece Allah ve Rasûlüne aittir. Bugün Allah'ın dini kemale ermiştir. Onda ekleme ve çıkarma yap­mak, Allah ve Rasûlü'nün yetkisine müdahaledir. İşte Fıkhu's sahabe budur. Yani Allah ve Rasûlünün yetkilerine müdahale etmekten kaçın­maktır. Teşri' hakkım/nizam vazetme, hukuk belirleme işini sadece Allahû Teâla 'ya ve O 'nun görevlendirdiği; vahiyle eğittiği ve denetlediği Rasûlü Hz. Muhammed (sav)'e havale etmek, sahabe fıkhıdır. Onlar İslâm'ı böyle anlamışlardı. Dolayısıyla Allah'ın dinine ekleme ve çıkarma hususunda kendilerinde bir yetki görenler ve bu yetkiyi fiilen kullananlar tuğyan edip tağutlaşanlardır.

Hz. Ali (R.a.) hayatı boyunca uluhiyyet hukuku'nun bekçiliğini yaptı. Hz. Ali Mekke'nin fethi sırasında yine sancaktardı. "Keda" mevkiinden Mekke'ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kabe'deki bütün putları kırdılar. Mekke'nin fethinden sonra Resûl-i Ekrem, Hâlid b. Velid'i Benu Huzeyme kabilesine gönderdi. Bu kabile ya cehaleti, ya da bedevî olmalarından, "müslüman olduk" anlamındaki "eslemna" kelimesi yerine "sabbena" dediği için Hâlid b. Velid hiddetlendi ve onlarla harp etti. Hz. Peygamber olayı duyunca çok üzüldü. Rasûlüllah (sav), Hz. Ali'yi bu hatayı telâfi etmek ile görevlendir­di. Hz. Ali Benu Huzeyme'ye giderek öldürülenlerin diyetini ödeyip mağ­dur olanların zararlarını telâfi etmesini istedi.

Evet, Halid b. Velid (r.a.), müşrik olan Beni Cezime kabilesini Aîlahû Teâla'ya davet etmek için gittiğinde, kabile içerisinde iman edenlerin olduğunu ve davete icabet edip etmediklerini beklemeksizin emrindeki nüfrezeye saldırı emri verdi. Neticede bir çok kayıp meydana geldi. Durumdan haberdar olur olmaz, Rasûlüllah (sav), Beni Cezime kabilesinin bütün kayıplarını kendilerine temin etti. Hatta kırılan köpek çanaklarını dahi tazmin etti ve ardından, gözyaşları içerisinde

"Allahım! Ben, Halid'in yaptığından beriyim" duasını yaptı.

İslâm toplumu bir erdemliler toplumudur. Bu toplumda yanlışı kim yaparsa yapsın kabul edilmez. Çünkü İslâm toplumu yanlışların değil, doğruların hamişidir. Bu nedenle müslümanlar beşeriyet alemine karşı şunu net bir şekilde ifade edip haykırmalıdırlar: ''Doğrular İslam'a, yan­lışlar ise bize aittir!" Dostlarımızın, dava arkadaşlarımızın yanlışlarını, hatalarım sahiplenip savunmamızın Peygamber (sav)'in ve sahâbe'sinin sünnetiyle bağdaşır bir yanı ve yönü yoktur. Birilerinin indinde suç olsada doğruya doğru, yanlışa yanlış diyeceğiz.

Hz. Ali (R.a.) gerek hatalı müslümanların karşısında olsun ve gerekse düşmanın saldırıları karşısında olsun tam bir sabır sembolüdür. Huneyn gazasında müslümanlar bir ara bozulup dağıldılar. Sayıları binleri bul­duğu halde içlerinden ancak birkaç kişi sabredip dayanabildi. Hz. Ali bu savaşta yalnız sabırla tahammül etmekle kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında toparlanmasını sağladı. Resûl-i Ekrem hicretin 9. yılında Tebük seferine çıkarken Hz. Ali'yi ehl-i beytin muhafazası için Medine'de bıraktı, ancak Hz. Ali (R.a.) bu sefere katılamadığı için müteessir oldu. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav):

"Musa'ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o olmak istemez misin?" dedi. Hz. Ali(R.a.), bu iltifattan çok memnun oldu.

Tevbe suresinin ayetleri nazil olunca, Rasûlüllah (sav) Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Bu suretle hiçbir müşrikin artık Kâbe-i Şerifi bundan sonra haccedemeyeceğini bildirdi.Yemen bölgesinin İslâm'a girmesi zordu. Görev yine Ali b. Ebi Talib'e verildi. Hz. Ali(R.a.)

"Bu çok güç bir iş" dedi. Rasûlüllah (sav) de:

"Ya Rabb, Ali'nin dili tercümanı, kalbi hidayet nurunun memba olsun" diye dua edince, Hz.Ali (R.a.), siyah bi,r bayrak alarak Yemen'e gitti, kısa süren irşadîarı sayesinde Yemen'in bütün Hemedan kabilesi müslüman oldu.

Hz. Ali (R.a.), İslâm'a kabileleri kazandıran bir şahsiyettir. Bu neden­le diyoruz ki; İslâm'a insan kazandırmaya çalışmak, sahabe sünnetindendir. Sahabe yolunda gidenler, İslâm'a adam kazandırmaya çalışan­lardır.

Hz. Ali (R.a.), Hz. Peygamber'in vefatı sırasında, hücresinde bulunanlann başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir haîife seçildiği sırada Hz. Ali Rasûlullah (sav)'ın hücresinde tekfin ile meşgul idi. Hz. Ömer (R.a.) devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer'in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu. Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devle­tinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikâyetleri hep Hz. Osman'a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman (R.a.)'ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

Hz. Osman (R.a.)'m şehâdetinden sonra İslâm'ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey'at ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah'ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu. Hilâfete geçtiğinde halledilmesi gereken bir çok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffin gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi. Nihayet, Kûfe'de 40/661 yılında bir Hârici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafın­dan sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehid oldu.

Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber (sav)'in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendİr. Hatta Rasülüllah (sav)'ın tabiri ile "ilim beldesinin kapısı" olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insaniarı hakka iletmek için büyük gayretler sar-fetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu olmasına rağmen, İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu.

Medine'de duruma hakim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerin öğretilmesi­ni Ebu Esved ed-Düeli'ye, Kur'an okutma ve öğretme işini Abdurrahman es-Sülemi'ye, Tabiî ilimler konusunda öğretmenlik görevini Kümeyi b. Ziyâd'a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubade b. es-Samit, ve Ömer b. Seleme'yi görevlendirdi. Devlet yönetimi ve hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütü­yordu. Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı. Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar. Devlet yönetici ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda şu yönetmeliği hazırlamıştı:

"Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın.

Müslüman olsun olmasın herkese aynı davranın. Müslümanlar dinde kardeşleriniz, müslüman olmayanlar ise insanlıkta sizin kardeşlerinizdir.

Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin.

Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.

Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulun­malarına dikkat edin.

Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve kork­madan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.

Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin.

Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.

Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.

Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.

Halkın güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendileri­ni inandırın.

Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.

Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin.

El işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat stan­dardını artırır.

Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.

Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın.

Kan dökmekten kaçının, İslâm'ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin. "

Hz. Ali (R.a.), bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş yıllık halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere karşı sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid oldu. Hz. Ali (R.a.), İslâm'ın bütün güzellik­lerine vakıftı. Çünkü o, Rasûlüllah'ın daima yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hafız, müfessir ve muhaddisti. Hz. Peygamber'den beş yüzden fazla hadis rivayet etti.

Ahkâmın nazariyatından çok amelî keyfiyetine bakardı:

"Halka anladıkları hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamber'in tekzip edilmesini ister misiniz?" (Buhârî, İlim) demiştir.

Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm adlı kızları oldu. Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yanşan, takva sahibi ve son derece cömertti.

Medine'de müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip, Rasûlüllah (sav)'a gitti. Rasûlüllah (sav) kızıyla damadının arasına girerek:

"Ben size hizmetçiden daha hayır­lısını haber vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahû ekber, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere de Subhanallah deyin" buyurdu.

Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali (R.a.) ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi:

"Şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz' derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir.”

[78]

Hz. Ali'nin "Zülfıkâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali'ye Rasûlüllah (sav) tarafından hediye edilmişti.Hz. Ali'nin cömertliği, insaniliği, Rasûlüllah'a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişili­ğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, biri­ni gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi:

"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir.”

[79]

Hz. Ali, İslamiyeti kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç sene Peygamber efendimizin yanında, O'nun huzur ve hizmet­lerinde bulundu. Peygamber efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu. Mekkeli müşriklerin bütün eza ve cefalarına katlanarak Peygamber efendimizin en yakın yardımcılarından oldu. Mescid-i Nebevi'nin inşaatında çok gayret gösterdi. Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve kahramanlıklar gösterdi. Yalnız Uhud Gazasında on altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı Hz. Ali'ye teslim etmiştir.

Hz.Ali (R.a.), vahiy kâtipliği yaptı. Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn Gazasında da büyük kahramanlıklar gösteren Hz. Ali, Tebük Gazasında, Rasûlüllah efendimiz tarafından vazifeli olarak Medine'de bırakıldığı için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muha­rebesinde ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i Mükerreme feth edilince, Kabe'deki putları imha vazifesi ona verildi.

Peygamber efendimiz vefat edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mü­barek vazife, ona ve Hz. Abbas, Üsame bin Zeyd, Fadl ve Kusem'e nasib oldu. Rasûlüllah (sav)'in tabutu konulduğu yerde Hz. Ali (R.a.) şöyle dedi:

"Kimse imamlık yapmasın, çünkü Rasûlüllah (sav) sağken imamımız olduğu gibi, ölüyken de imarnımızdır." Bunun üzerine müslümanlar cemaat cemaat giriyorlar, saf saf olup namazını kılıyorlardı. Kimse imamlık yapmıyordu. Cemaat tekbir getiriyor, Rasûlüllah (sav)'in yanıbaşında Hz. Ali (R.a.) de dua ediyordu. [80] Definden sonra halife seçilen Ebu Bekr'e bey'at edip onun devlet işlerini yürütmede istişare ettiği zat­lardan oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde bulundu. Hz. Ömer'in ha­lifeliğine de bey'at edip, halifenin danışmanı ve hakimliğini yaptı. Hz. Osman'ın da halifeliğine bey'at edip, hilafet işlerinde onun vezirliğini yaptı.

Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra 656 Zilhicce ayında halife oldu. Hz. Osman'ı şehit edenlerin cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında tanı anlaşma olmuştu ki, Abdullah bin Sebe' ismindeki Yahudi, gece karan­lığında grubu ile birlikte Basrahlarm üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Savaşta Hz. Talha, Zübeyr ve Aişe (R.anha) validemiz ile Hz. Ali (R.a.) karşı karşıya geldiler. Cemel (Deve) Vak'ası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i Sıddika esir alınınca, Hz. Ali (R.a.) hürmet ve ikram edip kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebu Bekr ile Medine'ye gönderdi. Bir sene sonra Sıffîn denilen yerde Hz. Muaviye (R.a.)'nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırk beş bin kişi şehid oldu. İslâm alimlerinden İbn-i Teymiyye (Rh.a.) bu durumu şöyle değerlendiriyor:

"İlim ehli biliyorlardı ki; ne Talha, ne Zübeyr, Hz. Ali (R.a.) ile savaşmak niyetiyle hareket etmemişlerdi. Hz. Ali (R.a.) de onlarla savaşmayı kasdetmiyordu. Fakat Cemel savaşı iki tarafın da ihtiyarı olmaksızın patlak verdi. Onlar masla­hat üzerinde ittifak etmişlerdi. Hz. Osam (R.a.)'ın katillerine had tatbik edeceklerdi. Katiller de Hz. Ali (R.a.)'ın ordusunda bulunuyorlardı. Onlar da, başlangıcında olduğu gibi sonunda fitne koparmak noktasında ittifak etmişlerdi. Talha, Zübeyr ve arkadaşlarına hücum ettiler. Onlar da nefis­lerini müdafaa etmek üzere hücuma karşılık verdiler. Sonra Hz. Ali (R.a.)'a beriki tarafın hücum ettiği haberini getirdiler. Hz. Ali (R.a.) de nefsini müdafaa etmek üzere savaşa girdi. Her iki taraf da nefis müdafaası için savaşa girmişti. Yoksa savaşı başlatmak hiçbir tarafın niyeti değildi.

Siyeri bilen ilim ehlinin çoğu böyle söylüyorlar.

[81]

Hafız İbn-i Hacerü'l Askalanî (Rh.a.) de bu hususta şunları kaydediy­or: "Rasûlüllah (sav)'den mütevatir hadisler gelmiştir ki, Ammar (R.a.)'ı baği bir taife öldürecektir. Ve Ammar (R.a.)'ın Hz. Ali (R.a.) ile beraber iken Siffmde öldürüldüğü hakkında ittifak hasıl olmuştur. [82] Hz. Ammar (R.a.)'ın şehadetinden sonra her iki taife de "Tahkim" yani hakem tayini hususunda ittifak ettiler. Hz. Ali (R.a.)'ın tarafından hakem olarak Ebu Musa el- Eş'arî (R.a.) seçildi. Hz. Muaviye (R.a.) tarafından ise Amr İbni As (R.a.) tayin edildi. Tahkim risalesi, Seferin Onüçünde hicretin 37. senesinde yazıldı. İki hakem hükümlerini Ramazan ayında "Dümetu'l Cendel" denilen yerin bir parçası olan "Ezruh" ta ilan edeceklerdi. Her iki hakem de ictihad yolundan ayrılmadılar. Yani fıkhın yolundan çıkmadılar.

Bazıları tarafından ileri sürülen Hz. Ali (R.a.)'in hakemi Ebu Musa el Es'arî (R.a.)'ın,

"şu parmağımdaki yüzüğü çıkardığım gibi Hz. Ali (R.a.)'ı halifelik makamından çıkarıyorum." dedi. Hz. Muaviye (R.a.)'ın hakemi Amr İbni As (R.a.) ise;

"Ben de şu yüzüğü parmağıma geçirdiğim gibi Hz. Muaviye'yi halifeliğe geçiriyorum" dedi." iddiası, gerçekdışıdır. Bu hususta en sıhhatli olanı Halife b. Hayyat ve Darekutnî (Rh.a.) gibi imamlar söylemişlerdir. Onlar diyorlar ki:

“Tarihçiler, yaymak istedikleri fesad için bunları söylediler. Bazı cahiller de bu tarihçilere uydular. İki hakem meseleyi müzakere etmek üzere bir araya geldiğinde Abdullah İbn-i Ömer (R.a.) gibi şerefli insan gruplarları da vardı. Amr İbni Âs (R.a.) de Hz. Muaviyeyi azletti: Darekutnî (Rh.a.), Hudeyin bin Munzire varan bir senedle bunu rivayeti. Hudeyin bin Munzir de bu durumu Hz. Muaviye (R.a.)'a bildirdi.” Kadı Ebu Bekir (Rh.a.) der ki: "İşte işin aslı başlangıcı ve sonu budur. Öyleyse fesatlık yapanların kelamlarından yüz çeviriniz. Hırlayanları şiddetle azarlayınız. Yıkanların yolundan dönüp hidayet edenlerin yolundan gidi­niz. Dinde sabit kadem olan ve önceliğe sahip olan kişilere dillerinizi uzatmayınız. Kıyamet gününde ashaba husumet ettiklerinden dolayı helak olanlarla beraber olmaktan kaçınınız. Çünkü Rasûlüllah (sav)'ın ashabı kimin hasmı/düşmanı ise, o helak olmuştur.”[83] Bu tahkim olayından sonra Hz. Ali (R.a.)'ın, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı. Bunlara haricî denildi. Haricî'ler, her iki tarafı da "tahkim" yoluyla problemlerini çözmeye kalkıştıkları için küfürle itham ediyor­lardı. Sahabe neslinden Hz. Ali (R.a)'den rivayet edilmektedir: Hz. Ali (R.a.), bir gün, mescitte hutbe verirken, ona muhalefet eden hariciler mescidin bir kenarından "Hüküm Allah'tan başkasının değildir” [84] ayetini okuyarak meşhur sloganlarım atarlar. Bu ses Hz. Ali (R.a) kulağına gelince şu mukabelede bulunur: "Bu söz; "Hüküm Allah'dan başkasının değildir", hak bir sözdür, ancak bununla batıl murad ediliyor ancak batıla alet edilmektedir. Bizim üzerimizde siz (hariciler)in üç hakkı var: Biz sizi, Allah'ın mescitlerine gelmekten men edemeyiz, yeterki orada Allah'ı zikredin. Düşmana karşı bizim­le beraber olduğunuz müddetçe sizi ganimetten mahrum edemeyiz. Size karşı kıtal/savaş (ve mücadeleyi) başlatan biz olmayız. [85] Görüldüğü gibi, Hz. Ali (ra)'ın "uhuvvet hukuku"na olan bağlılığı, haksız yere halifeye karşı direnen hariciler için bir hak ve hukuk garantisi olmuştur. [86] İhtilaf halinde de olsak, bize muhalif olan din kardeşlerimizin kardeşlik hukuklarım muhafaza etmekie mükellefiz. Şunu unutmayalım ki; Müsİümanm ihtilaf halinde din kardeşine karşı adaletten ayrılması bir nifak alâmetidir. Hz. Ali (R.a.), ihtilaf halinde bile adaletten ayrılmamıştır. Çünkü adalet, bütün sahabelerin vazgeçilemez vasfıdır.”

Hz. Ali (R.a.), 660 senesinde Ramazan-ı şerif ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına giderken îbn-i Mülcem adlı bir haricî tarafından başına kılıçla vurularak şehit edildi. Kabirleri Necef denilen yerdedir. Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükümet idaresinde Hz. Ömer'in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude getirmişti. Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi. Ehl-i sün­netin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde toplamıştır. Peygamber efendimiz Hz. Ali'ye cömertlerin sultanı manasına "Sultanü’l-Eshiya" buyurmuşlardır. Hz. Ali (R.a.), helal lokma hassasiyetine sahipti. Hz. Ali (R.a.)'a çarşıda, pazarda esnafın yerlerini tecavüz ettik­lerini şikâyet ettiklerinde müslümanlara şu nasihatta bulunmuştur:

“Müslümanların çarşısı, namaz kılanların saflarına benzer. Birinin hakkına tecavüz edenin o günkü kazancı, hakkına tecavüz ettiği kim­seye aittir. Meğer ki bu tecavüzden vazgeçmiş ola!"

[87]

Hz. Ali (R.a.), zaman zaman çarşı pazarı elinde kamçı olduğu halde dolaşır, esnafa, Allah'dan korkmalarını, dürüst alışveriş etmelerini tavsiye ederdi. Ve şöyle derdi:

"Alışveriş edin, fakat yemin etmeyin. Yemin malın değerini düşürür, bereketini gideriri.”

[88]

Hz. Ali (R.a.) Allahû Teâla'nın ve insanların haklarına riayet ederdi. Şa'bı (Rh.a.) anlatıyor: Cemel vak'asında Hz. Ali (R.a.)'nin zırhı bir başka rivayete göre kürkü kayboldu. Birisi onu buldu ve sattı. Zırh bir Yahudinin elinde görüldü. Hz. Ali (R.a.), Yahudi'yi Kadı Şüreyh'e şikâyet etti. Yargılama neticesinde Kadı Şüreyh, delil yetersizliğinden zırhın Ya-hudiye'ye ait olduğuna karar verdi. Hz. Ali (R.a.) de Kadı Şüreyh'in kararına itiraz etmeden zırhı Yahudiye verdi. Yahudi bunun üzerine Hz. Ali (R.a.)'in adaletine hayran kaldı ve şöyle dedi:

“Halife benimle beraber kadıya geliyor, kadı aleyhine hüküm veriyor ve o da razı oluyor. Vallahi doğru söyledin, müzminlerin emiri. Zırh senindir, devenden düştü ben de aldım" dedi ve

"Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ederim." dedi.

Hz. Ali (R.a.) de zırhı ona hediye etti. O Sıffın savaşında şehid olun­caya kadar Hz. Ali (R.a.)'den ayrılmadı.

[89]

Görüldüğü gibi, Hz. Ali (R.a.), nefsinin aleyhine olsa bile adaletten ayrılmamıştır. O, her halükârda şer'i mahkemenin verdiği karara riayet etmiştir. İşte hukukun üstünlüğüne inanmak buna derler. Müslüman insan, adaletin şahididir. Nefsinin aleyhinde olsa bile şeriat mahkemesine ve şer'i kadı'nın kararına saygı duyar. Çünkü müslüman şeriatın/hukukun üstünlüğüne inanan ve saygı duyan insandır, Şeriat-ı garra'nın üstün­lüğüne inanmayan ve hukuk'a saygı duymayanlar, Ashâb-ı Kiramin yo­lundan ayrılanlardır.

Hz. Ali (R.a.)'a; "Ebu'l Hasan/Hasan'ın babası, Ebu'l-Hüsevin Hüseyn’in babası, Haydar-ı Kerrâr/düşmana tekrar tekrar hamle yapan arslan, Ebu'r Reyhâneyn/iki Reyhân'ın, yani Hasan ile Hüseyin'in babası, Esdullah/Allah'ın arsîanı, Ebu't Türâb/Toğrağm babası gibi isimlerle çağrılmıştır. Hz. Ali (R.a.)'e Ebu't Türâb isminin verilmesinin sebebi şöyle olmuştur: Bir gün Hz. Ali (R.a.), Hz. Fatıma (R.anha)'ya darı idi. Üzülüp mescide giderek, kuru toprak üzerine yattı. Hz. Fatıma (R.a.) hemen Rasûlüllah (sav)'in huzuruna varıp;

"Babacığım! Bir hatâ yaptım, Hz. Ali'yi darıltım, suç işledim" dedi. Rasûlüllah (sav) kalkıp Hz. Ali (R.a.)'ı aramağa gitti. Kendisini mescidde kuru toprak üzerinde yatarken gördü. Kendisine

"Kalk yâ Ebâ Türâb" buyurdular. Bunun için Hz. Ali (R.a.), kendisinin bu isimle çağrılmasını hem isterdi ve hem de severdi.

[90]

Buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı görünüşe sahib olan Hz. Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst olsa, haberi olmazdı.

 

 

Hz. Ali (R.a.)'in Ailesi

 

Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hz. Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15 erkek, 18 kız çocuğu olmuştur.

Hz. Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim’in lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulun­ması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur'an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardır. Bu konuda buyuruyor ki:

"Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allah’ın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yok­tur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim." Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber'in kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi.

Hz. Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıy­dı. Bizzat Rasûlüllah efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, "Sahifetü Ali bin Ebi Talib" adıyla 1986'da yayınlan­mıştır.

Kendisinden 586 hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari'de, hem de Müslim'de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari'de, 15 hadis Müslim'de, tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.

Hz. Ali (R.a.), Ashâb-ı Kiram’ın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer buyurur ki:

"Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu." Fıkha dair bildirdiği hükümler, "Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib" adıyla yayınlanmıştır.

Hz. Ali'nin hikmetli sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde Hz. Ali buyuruyor ki:

"Affetmek fazilettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zayi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyanettir. İnsaf rahatlık, şer küstahlıktır. Emânete hıyanet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsandandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir."

“Akıllı kimse, günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir."

“İlim; güzel bir mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir."

“Adalet; îmânın başıdır, ihsanın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir."

“Alim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz."

“Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti ye­ridir."

“Akıllı; şehvetten uzaklaşan, âhireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhiretinin ısiâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker."

“Câhil; dayakla uslanmaz, nasihatlerden payını almaz.”

“İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır.”

“İlim; ruhu ihya eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehaleti öldürür.”

“Zulüm; ayakların kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helakine sebep olur.”

“Gerçek mü'minin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.”

“Kâmil mü'min gizli şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar.”

“Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır.”

“Allah’a kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.”

“İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakirdir.”

“Doğruluk, İslâm’ın direği, îmânın desteğidir.”

“Allah’ın azabından korkmak, müttekîlerin, takva sahiplerinin nişanıdır.”

“Dînin esâsı, emâneti yerine vermek, sözünde durmaktır.”

“Hased eden dâima hastadır, cimri insan, dâima fakirdir.”

“Başa kakan, nefret ateşini körükler.”

“Kanaatkar olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.”

“Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene vermektir.”

“Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolay­laştırır.”

“Alim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi.”

“Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi."

“Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.”

“İmân ve haya, birbirinden kopmayan bir bütündür.”

“İmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.”

“Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.”

“Ahmaklık, dermanı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.”

“Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.”

“Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.”

“Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağının kişi, oksuz yaya benzer.”

“Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.”

“İhtiras, gafillerin kalbinde şeytanların sultânıdır.”

“Hasedcilerin eın ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'mitlerin yok olmasını ister.”

“İlim, insanı Allah’ın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.”

“Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allah’a karşı kötü zaıınm bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.”

“Mal, harcandığı kadar sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder.”

“Fakîh öyle biridir ki, insanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allah’ın rahmetinden yüz çevirtmez.”

“Mal ve çocuklar, dünya hayatının zînetidirler. Salih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür.”

“Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.”

“Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir.”

“Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka bîrşey kazandır­maz.”

“İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir.”

“Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.”

“Yalancı, sözünde suçludur, isterse delili kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.”

“İstişare, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.”

“Dünya mü'minin hapishanesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.”

“Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.”

“Allah’a tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.”

“Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sahibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.”

“Takva, dîni ıslâh, nefsi muhafaza eder ve mürüvveti süsler.”

“Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.”

“Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasvdır.”

“Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.”

“Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.”

“Sabır, insanın basma gelene katlanması demektir.”

“Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.”

“Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevabın yok olmasına sebep olur.”

“İhtiras, rızkı artırmaz.”

“Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir.”

“Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mirasçılarına vermeye razı olur.”

“Mal, sahibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır.”

“Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helak olmadıkça çâresi bulunmaz.”

“Günâhlar birer dert olup, devası istiğfardır.”

“Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek."

“Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder.”

“Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.”

“Cömertlik ve cesaret, şerefli maksatlar olup, Allahû Teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsan eder.”

“Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk anındaki afiyetten daha efdaldir.”

“Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.”

“Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.”

“iyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.”

“Kendi nefsinden razı olan, aklanmıştır. Ona güvenen, mağrur ve yolunu şaşırmıştır.”

“Gerçek dost, ayıbını görüp nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.”

“Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlar­la arkadaşlık kurmaktır.”

“Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzak­laştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır.”

“İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.”

“Fazilet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur. “

“Fazilet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.”

“Adalet, halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir.”

“Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbi­ni şek ve şüpheden temizleyendir.”

“İyilikle emretmek, insanların en faziletli amelleridir. İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır.”

“Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, haramlara karşı sabırdır.”

“Haramlardan  çekinmek,  akıllıların  sânı,  şereflilerin  tabiatmdandır.”

“Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.”

“Yaptığı günâh  bir işle öğünmek, o  günâhı yapmaktan  daha kötüdür.”

“Arifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur."

“Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan  bir dayanaktır.”

“Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve ruhların ünsiyetidir.”

“Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.”

“Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü Teâla'yı hatırlatır.”

“Akıl, mü'minin dostu; ilim, veziri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.”

“İmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.”

“Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.”

“Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.”

“Allahû Teâlâ'dan haya etmek, insanı Cehennem azabından korur.”

“Gaflet, insana gurur getirir, helake yaklaştırır.”

“Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyu­rur.”

“Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkıd kulağı ile dinler.”

“Fazilet, gücü yettiğinde affetmektir."

"Haya ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.”

“Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi ken­disi gibi görür.”

“Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.”

“Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.”

“İslâmiyet; teslimiyettir. Teslimiyet, yakındır.”

“Yakın, tasdiktir. Tasdik, ikrardır. İkrar, edadır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.”

[91]

"Her kim aklını Allahu Teala'nın ilminden ve Sedat'ından üstün tutar ve görürse, o kimse İslam'da değildir ve İslam'da birşey de değildir. Hakeza içerisinde yaşadığı zamanı ıslah edemez/idare ede­mez düşüncesiyle, kanaatiyle müslümanların Şeriat'ina karşı kalbinden bir darlık, hazımsızlık duyan kimse de böyledir.”

[92]

Hz. Ali (R.a.), ölüm döşeğinde oğullarına şu vasiyette bulunmuştur:

"Allah'tan korkmanızı, o size meyletse de dünyaya meyletme­menizi, nimetinden mahrum kalmanıza asla üzülmemenizi tavsiye ederim. Devamlı doğruyu konuşun ve ecir kazanmaya çalışın, zali­min takipçisi, mazlumun ve hasksızhğa uğrayanların da yardımcısı olun. İkinize, bütün çocuklarıma, hanımlarıma ve sözümü duyan herkese, Allah'dan korkmayı, uyumlu olmayı ve aranızda sevgi ve beraberlik ruhunu yaşatmayı öğütlüyorum. Zira dedeniz/Hz. Muhammed (sav)'in

"İnsanlarla iyi geçinmenin (nafile) namaz ve oruçların tümünden daha faydalı olduğunu" söylediğini duydum. Ne olur yetimlerle ilgilenin, sakın onlara infakı durdurmayın ve gözünüzün önünde haklan ellerinden alınmasın. Komşularınızı da ihmal etmeyin, çünkü onlar nebinizin size iyi muamele etmenizi iste­diği insanlardır. Hatta bu hususu o kadar dile getirdi ki, zannettik onları varis yapacaktır. Kur'an-ı Kerim'e; sımsıkı sarılın, onun hükümlerini uygulamada herkesten çabuk davranın, namaza özel bir ihtimam gösterin, çünkü o dininizin direğidir. Allah'ın evi Kabe'yi de unutmayın, hayatınız boyunca onu boş bırakmayın, zira orası terkedilîrse, ne Allah, ne de insanlar size değer verir. Allah yolunda malınızla, canınızla ve dilinizle cihad etmeyi ihmal etmeyin. Hısım ilişkisine ve tasaddukta bulunmaya önem verin, kopukluğa ve birbiriniz aleyhine kötülük yapmaya tevessül etmeyin, iyiliği emretmeyi ve kötülüğü nehyetmeyi terketmeyin, zira böyle yaparsanız başınıza en zalimleriniz geçer, böylece, dua edersiniz fakat Allah katında kabul edilmez. “

[93]

Hz. Ali (R.a.), halkı Allahû Teâla'nın şeriatıyla idare etmiştir. Şehidçe bir hayat yaşamış ve sonunda şehadet şerbetini içmiştir. Rasûlüllah (sav) tarafından cennetle müdelenmiş olup Aşere-i mübeşşeredendir. O'nun vasıfları cennetliklerin vasıflandır. Onun hayatından kendi hayatına izler taşıyanlar, cennete ulaşmaya çalışanlardır.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Rasûlüllah (sav)'ın vefatından sonra müslümanlar kaç yıl halife­siz kaldılar? Açıklayınız.

Raşid halifelik kiminle başlamıştır? Söyleyiniz.

"El-Hilafetü Raşide" yani Raşid Halifelik tabirinden ne anlıyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın İslâm'a girişi nasıl olmuştur? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın aile yapısı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) İslâm'a girdiği zaman Mekke'nin fıkhı hükmü neydi? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Mekke'de müşriklerin işkencesine uğradı mı? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) Daru'l Erkam'daki vazifesi ne idi? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Müşriklerin himayesini kabul etmiş midir? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) kendi himayesine aldığını söyleyen Müşrik kimdir ve Hz. Ebû Bekir(r.a.) hakkında neler söylemiştir? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın Mekke'de yapmış olduğu Mescid nasıl bir mesciddir? Açıklayınız.

Mekkî toplumlardaki bütün mescidlerin istisnasız meseid olduklarını iddia etmek doğrumudur? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın hicreti nasıl olmuştur? Açıklayınız.

Müşriklerin iradesine ve icazetine bağlı bir müslümanlık teklifi karşısında Hz. Ebû Bekir'in tavın ne olmuştur? Açıklayınız.

İslâm'ı ilk kabul eden insanlardan olup, kendisine Miraç olayın­da Rasûlüllah (sav)'in

"Bir gecede Kudüs'e oradan da göklere gidip geldiğini söylüyor sen bu işe ne dersin" denildiğinde cevaben:

"Bunu Muhammed (sav) söylüyorsa doğrudur" diyerek imanını ortaya koyduğunda kendisine "Sıddık" lakabı verilen ve İslâm'ın ilk halifesi olan, Peygamber (sav)'in sadık dostu ve

"Kabre hazırlık­sız giden, denize kayıksız açılmış gibidir" diyen sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın ismi hangi surede Rasûlülah (sav) ile bir­likte anılmıştır? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın Hz. Muhammed (sav) ile bir akrabalığı varmı dır? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Rasûlüllah (sav)'m ölümünü nasıl değer­lendirmiştir? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) nasıl halife oldu? İzah ediniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde hangi hizmetler ifa edildi? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın İslâm'ı anlamadaki usulü nasıldı? İzah ediniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), dinden mürtedlere karşı nasıl davranmıştır? Açıklamada bulununuz.

Müslüman oldukları halde zekâtlarını vermemekte direnenlere karşı Hz Ebû Bekir (r.a.)'m tavın ne olmuştur? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'a "Camiu'l Kur'an" denilmesinin sebebi nedir? Açıklayınız.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın Rasûlüllah (sav)'ın sünnetlerini ihya etme hususundaki tavrı nasıldı? İzah ediniz.

Rasûlüllah (sav)'ın Hz. Ebû Bekir (r.a.) hakkında söylediği hadisler var mı? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın müslümanlârın mücadele metodu hakkın­daki fikri nasıldı? Açıklamada bulununuz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın en önemli hassasiyetlerinden iki tanesini söyleyiniz?

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Rasûlüllah (sav) ile hangi savaşlara katıldı? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Rasûlüllah (sav)’den hadis rivayet etmişmidir, şayet etmişse kaç hadis rivayet etmiştir? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in vefatı nasıl oldu? Açıklamada bulununuz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat ederken geride mali, ilmi ve siyasi olarak neyi miras bıraktı? Bilgi veriniz.

Bugün İslâm ümmetinin Ebû Bekiri olmak mümkün mü? Mümkünse nasıl olunur? Bilgi veriniz.

İslâm tarihinde Hattabın oğlu olarak bilinen, cennetle müjdelenenlerden ikincisi olduğu gibi İslâm'ında ikinci halifesidir. 40. müslüman olarak İslâm'ı kabul etmiş, cahiliye döneminde kızlarını diri olarak toprağa gömenlerin safında yerini almış ama İslâm'ı ka­bulünden sonra ise ruhu karıncayı dahi incitmeyecek kadar incelmiş, halifelik döneminde dünyada bir daha benzeri çok zor yaşanacak adaleti gerçekleştirmiş ve sonunda 63 yaşında iken Mecusi bir köle tarafından hançerlenerek şehit edildi. Yüzüğünde "Nasihat isteyene ölüm yeter" yazılı olan adaletin sahibi İslâm'ın ikinci halifesi bu sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Hz. Ömer (r.a.) nasıl müslüman oldu? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın İslâm'a girmesi Müslümanlara ne kazandırdı? Açıklamada bulununuz.

Hz. Ömer  (r.a.),  Mekke'de  İslâm  cemaatı  içerisinde  hangi faaliyetlerde bulundu? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın Rasûlüllah (sav) ile herhangi bir akrabalığı var mıdır? İzah ediniz.

Hz. Ömer  (r.a.)'ın  aile  yapısı  hakkında  ne  biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Ömer (r.a.)'ın hicreti nasıl olmuştur? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav) ile hangi savaşlara katıldı? Bilgi veriniz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın hilafeti döneminde Hz. Ömer (r.a.) ne yapmıştır? Açıklayınız.

Hz. Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'ın vefatını nasıl değerlen­miştir? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın bid'atlerden kaçınma ve sünnete yapışma hususundaki tavın nasıldı? Açıklamada bulununuz.

Hz. Ömer (r.a.) müslümanların kaçıncı halifesidir? Bilgi veriniz. Hz. Ömer (r.a.) nasıl halife seçildi? İzah ediniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın idare tarzı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın itikadi sapmalara karşı tavın nasıldı? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın İslâm'a yapmış olduğu hizmetlerden onbeş tanesini sayınız?

Hz. Ömer (r.a.)'ın hassasiyetlerinden üç tanesin söyleyiniz.

Hz. Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'den hadis rivayet etmişmidir etmişse kaç hadis rivayet etmiştir? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafeti döneminde hangi savaşlar olmuştur? veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın döneminde hangi topraklar fethedildi? Bilgi veriniz.

Dünyanın hiç bir yerinde hiç bir zaman mevcut olmamış olan müesseseyi Hz. Ömer (r.a.) kurmuştu. Halk tarafından sorulan meselelerin cevabım ücretsiz olarak veren bir devlet kuruluşu idi. Bir nevi avukatlık olan bu müessesenin konusu halka hizmet, fet­vaların sıhhatli olarak insana devlet eli ile (İslâm hukukunu) insanın tabi hakkı olanı bildirmekti. Bu müesseselere ne ad verilir? Açıklayınız.

Hz. Ömer (r.a.)'a "Faruk" unvanını kim vermiş ve niçin ver­miştir? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.) İslâm ümmetini ne ile idare etmiştir? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafeti döneminde söz hürriyeti var mıydı? Açıklama yapınız.

"Ömer'in Adaleti" ibaresinden ne anlıyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Ömer (r.a.), İslâm ümmetinin ihtilaflarını nasıl çözerdi? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafeti döneminde İslâm coğrafyası genişlemiş midir? Bilgi veriniz.

Hz. Ömer (r.a.) nerede ve kimin tarafından şehid edilmiştir? Açıklamada bulununuz.

Hz.Ömer (r.a.) şehid edilirken ne işle meşgul idi? Bilgi veriniz. Hz. Ömer (r.a.) gaybı bilir miydi? Bilgi veriniz. Hz. Ömer (r.a.)'ın cenazesi nasıl deffıedilmiştir? Bilgi veriniz. Kureyş'in en asil ailesine mensup, haya örneği bir insandır. İlk müslümanlardan olduğu gibi yaşarken cennetle müjdelenmiştir. Peygamber Efendimiz (sav)'in ayrı ayrı zamanlarda iki kızı ile evlenmiş olduğu için kendisine "Zinnureyn" (iki nur sahibi) lakabı verilmiş, Habeşistan'a yapılan ilk hicrete iştirak etmiş, İslâm'ın üçüncü halifesi olmuş, vahiy katipliği yaptığı gibi 146 hadiste rivaye etmiş olan ve Kur'an okurken şehit edilen kendisinden meleklerin dahi haya ettiği bu büyük sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Hz. Osman (r.a.) kimdir ve aile yapısı hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Osman (r.a.)'ın İslâm'a girişi hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.), Rasûlüllah (sav) ile hangi savaşlara katıldı? Açıklayınız.

Hz. Osman (r.a.)'ın Rasûlüllah (sav) ile her hangi bir akrabalığı var mıdır? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.),  müslümanların  kaçıncı  halifesidir? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.) kaç yıl müslümanlara halifelik yapmıştır? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.) halifeliği zamanında ortaya çıkan ihtilaflar hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Osman (r.a.) kendisine muhalefet edenlere karşı  nasıl davranmıştır? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.)'ın İslâm'a yapmış olduğu hizmetler nelerdir? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.), Rasûlüllah (sav)'den hadis rivayet ci.nişmidir, etmişse kaç hadis rivayet etmiştir? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.) için kullanılan "Naşiru'l Kur'an" tabirinden ne anlıyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Osman (r.a.)'ın halifeliği zamanında İslâm coğrafyası genişledi mi? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.) muhasara altındayken kendisini öldürmeye gelenlere karşı savunmasını nasıl yaptı? Açıklayınız.

Hz. Osman (r.a.) kim, nerede ve niçin şehid etti? Bilgi veriniz. Hz. Osman (r.a.), şehid edilirken ne ile meşgul idi? Açıklayınız.

Hz. Osman (r.a.) en önemli hassasiyetlerinden üç tanesini saya­bilir misiniz?

Hz. Osman (r.a.), ihtilafları nasıl çözerdi? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.) geride miras olarak neyi bıraktı? Bilgi veriniz.

Hz. Osman (r.a.)'ın cenaze namazını kim kıldırdı ve nasıl defnedildi? Bilgi veriniz.

İslamiyet'i kabul ederken "Allah (c.c.) beni yaratırken babam Ebu Talib'e mi sordu ki, ben iman edeceğim zaman ona sorayım" diyen ve kabul eden, Peygamberimiz (sav)'in amcasının oğlu, İslâm'a ilk giren çocuk, cennetle müjdelenenlerden, dört halifenin dördüncüsü, Hz. Fatıma (r.anha) validemizin kocası Hasan ile Hüseyin (r.a.)'in babası, Allah (c.c.) aslanı lakaplı bu yiğit sahabe kimdir? Söyleyiniz.

Hz. Ali (r.a.) ne zaman ve nasıl müslüman oldu? Bilgi veriniz.

Hz. Ali (r.a.)'ın Rasûlüllah (sav) ile herhangi bir akrabalığı var mıdır? Açıklayınız.

Hz. Ali (r.a.)'ın aile yapısı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Ali (r.a.)'ın Daru'l Erkam'da yer aldı mı, aldıysa görevi ne?

İşte, Cenâb-ı Hakka yalvarıyorum: Ey Yüce Allah’ım! Bize öyle hizmet­ler nasıb eyle ki; gayretlerimizi görünce, Rasûlünün göz bebekleri dahî gülsün! Yâ Rasûlallah! Artık bizleri, cenâb-ı Hakkın lütfü ile, istediğin yere götür.

Sa'd bin Mu'âz'ın bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:

 

“Öyle ise, Allanın lütuf ve bereketine doğru yürüyünüz! Cenâb-ı Hak kat'î olarak, ya kervanı, ya Kureyş ordusunu va'ad buyurmuştu. Vallahi ben, Kureyşlilerin ölüp düşecekleri yerleri şimdiden görüyorum.”

Bedir savaşından sonra Uhud savaşma da katılan Sa'd bin Mu'âz, gös­terdiği cesaret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kiram arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr şehîd oldu.

Uhud savaşında Peygamber efendimiz yaralanmıştı. Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde ile birlikte Peygamberimizin yaralarını sarıp, tedavi etti.

Sa'd bin Mu'âz müşriklerle yapılan Hendek savaşma da katıldı. Bu savaşın yapıldığı sırada/sağlam kalelerden olan Hâriseoğulları kalesinde Sa'd bin Mu'âz'ın annesiyle birlikte bulunan Hz. Aişe şöyle anlatmıştır:

O gün şiddetli bir ses duydum. Baktım ki, Sa'd bin Mu'âz, yanında yeğeni ile savaşa gidiyordu. Kılıcını kuşanmış gür sesle şiirler okuyordu. Bunu işiten annesi dedi ki:

“Oğlum koş, arkadaşlarına yetiş, geri kalma!"

Hendek harbinde; Sa'd bin Mu'âz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kol­undan yaralandı. Ok atardamara isabet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa'd, yaralı bir hâlde, etrafındakilerin kam durdurmak için uğraştık­larını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve şöyle duâ etti:

“Yâ Rabbî, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Çünkü senin Resulüne eziyet eden, O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa, beni şehîdlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyza'nın akıbetini görmeden ruhumu kabzetme.”

Peygamber efendimiz bir çadır kurarak, Sa'd bin Mu'âz'ı oraya yatırttı. Eslemoğulları kabîlesinden Rafide'yi de O'nun tedavisine memur etti. Hz. Sa'd, orada yattığı sırada Peygamberimiz sık sık yanma gelip, halini sorardı.

Peygamberimiz Hendek savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza Ya-hûdîlerinin üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyza Yahudileri Pey­gamberimizle anlaşma yaptıkları hâlde Hendek savaşının en kritik anın­da, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalk­mışlardı. Sa'd bin Mu'âz böyle yapmamaları için onları ikâz etmiştr. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek savaşından hemen sonra Benî Kureyza Yahudileri kuşatma altına alındı.

Bu kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa'd bin Mu'âz'ı hakem olarak istediler.

Onların bu isteği üzerine Peygamberimiz Sa'd bin Mu'âz'ı yattığı çadırından getirtti. O, Yahîdîlere dedi ki:

 

“Ne hüküm verirsem razı mısınız?”

“Evet razıyız.”

Bunun üzerine Sa'd bin Mu'âz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti.

Sa'd'in verdiği bu hüküm, Yahûdîlerin elinde bulunan kitaplarına tıpa tıp uyuyordu. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınları ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza'dan ba'zi erkekler ise Müslüman olup, kurtuldular. Sa'd bin Mu'âz bu hükmü ver­ince Peygamberimiz buyurdu ki:

 

“Onlar hakkında, Allah’ın ve Resulünün hükmüyle hükmettin.”

Sa'd bin Mu'âz hazretleri Hendek savaşında ağır bir yara almıştı. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz, yanma gelip onu kucakladı ve:

“Allah’ım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda cihâd etti. Resulünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle,” buyurarak duâ etti.

Sa'd bin Mu'âz, Peygamber aleyhisselâmın bu sözlerini duyunca göz-

 

ÜNİTE

IV

 

Hz. Abbas Bin Ubâde (r.anh) Hz. Abbâs İbn Abdulmuttalib (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Cahş (R.Anh)

Hz. Abdullah Bin Ebûbekir (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Huzâfe (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Mes'ud (r.anh)

Hz. Abdullah İbn Revâha (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Selâm (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Ümm-İ Mektûm (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Zubeyr (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Ömer B. El-Hattâb (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Süheyl (r.anh)

Hz. Abdullah İbn Abbâs (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Amr Bin El-Âs (r.anh)

Hz. Abdullah Bin Zeyd (r.anh) Hz. Abdurrahman Bin Avf (r.anh)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın hayatı ve fıkhım öğrenmek Hz. Abbâs İbn Abduİmuttalib (R.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Cahş (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Ebû Bekir (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Huzafe (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek  

Hz. Abdullah İbn Revana (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Ümm-i Mektûm (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek.

Hz. Abdullah bin Zübeyr (r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Süheyl (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek Hz. Abdullah İbn Abbâs (r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdullah bin Amr bin el-As (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek.

Hz. Abdullah bin Zeyd (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Abbas Bin Ubâde

(r.anh)

 

Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizin davetini duyunca, Müslü­man olmak için koşarak gelen Medineli ilk 12 kişiden biridir. Birinci Akabe bey'atında Müslüman olan altı Medineli, ikinci sene yanlarına altı arkadaş daha alıp, oniki kişi olarak Mekkeye geldiler. Peygamberimizle gece Akabede görüşmek üzere söz aldılar. Gece olunca buluştular ve aralarında anlaştılar. Hz. Abbas bin Ubâde, Peygamber efendimizle yapılan anlaşmayı pekiştirmek için arkadaşlarına dedi ki:

“Ey Hazrecliler! Peygamber efendimizi niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz?” Onlarda:

"Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine sözlerine şöyle devam etti:

“Siz O'nu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabul edip, Ona tâbi oluyorsunuz. Eğer, mallarınıza bir zarar gelince, akraba ve yakınlarınız helak olunca, Peygamberimizi yalnız ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapınız!

Vallahi, eğer böyle birşey yaparsanız dünyada ve ahirette helak olur­sunuz. Eğer davet ettiği şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akra­balarınızın öldürülmesine rağmen, Peygamberimize bağlı kalacaksanız, Onu tutunuz. Vallahi bu, dünyanız ve ahiretiniz için hayırdır.”

Bu sözler üzerine arkadaşları da dediler ki:

“Biz Peygamberimizi, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürüise de yine tutarız. Ondan hiçbir zaman ayrılmayız. Ölmek var, dönmek yok.”

Sonra Peygamber efendimize dönerek:

“Ya Rasûlallah, biz bu ahdimizi, sözümüzü yerine getirirsek, bize ne vardır,” diye sual ettiler. Peygamberimiz de;

"Cennet" buyurdular.

Bundan sonra sıra ile Peygamberimize bey'at ettiler ve söz verdiler. Peygamberimiz Medineli Müslümanlardan şu hususlarda söz aldı:

“Allahû Teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, çocukları öldürmemek, yalan söylememek, iftira etmemek, hayırlı işlere muhalefet etmemek."

Medinelilerin Peygamber efendimize bey'at ettiği sırada Akabe tepesinden şöyle bir ses duyuldu:

Ey Minada konaklayanlar! Peygamber ile Müslüman olan Medineliler, sizlerle savaşmak üzere anlaştılar! Peygamberimiz, bu ses için buyurdu ki:

“Bu Akabenin şeytanıdır.” Sonra seslenene de buyurdular ki:

“Ey Allahû Teâlânın düşmanı! İşimi bitirince, senin hakkından geli­rim! Bey'at eden Medinelilere de buyurdu:

“Siz hemen konak yerlerinize dönün!” Hz. Abbas bin Ubâde dedi ki:

“Ya Rasûlallah, yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minada bulunan kâfirlerin üzerine kılıçlarımızla eğilir, onların hepsini kılıçtan geçiririz.”

Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat,

"Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Şimdilik siz yerlerinize dönünüz" buyur­du.

Hz. Abbas bin Ubade, Akabe'de bey'at ettikten sonra, Peygamberi­mizden ayrılmamış, Mekke'de kalmıştır. Peygamberimize hicret izni gelince, o da Medine'ye hicret etmiştir. Bu sebeple kendisine, "Ensarın 'muhaciri" denilmiştir.

Peygamber efendimiz, Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, herkes Rasûlüllah (sav)'ı misafir etmek istiyordu. Medine halkı, Peygamberi­mize, görülmemiş bir tezahüratta bulunuyor, herkes,

"Bize buyurun ya Rasûlüllah" diyerek evlerine davet ediyorlardı.

Rasûlüllah (sav)'ın Kusva adındaki develeri, sağa sola baka baka iler­lerken, Abbas bin Ubade hazretleri ve Salim bin Avf oğulları, Kusva'nın önüne gerilerek dediler ki:

“Ya Rasûlüllah! Bizim yanımızda kal! Sayıca çokluk, mal ve silah bakımından, düşmanlarına karşı seni koruyup savunacak kuvvet ve kudret bizde var.” Peygamberimiz, gülümseyerek onlara buyurdular ki:

 

“Allahû Teâlâ, onları size hayırlı ve mübarek kılsın! Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona bildirilmiştir.”

Peygamber efendimiz, Mekke'den gelen muhacirlerle, Medineli Müslümanları birbirlerine kardeş yaptı. Hz. Abbas bin Ubade'yi de Hz. Osman bin Maz'un ile din kardeşi yaptı.

Abbas bin Ubade hazretleri, Uhud gazasında, bir ara ashâb-ı kiramın dağılmakta olduğunu görünce, dağılan ashâb-ı kirama şöyle seslendi:

“Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musibet, Peygamberimize karşı isyanımızın neticesidir. O, sabır ve sebat ederseniz, yardıma kavuşa­cağınızı size vaad etmişti. Dağılmayınz! Peygamberimizin etrafına geli­niz! Eğer bizler, koruyucuların yanında yer almaz da, Rasûlüllah (sav)'e bir zarar gelmesine sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mazeret bulunmaz!”

Bu sözleri söyledikten sonra, iki arkadaşıyla ileri atıldılar. Büyük bir gayretle "Allah Allah" nidalarıyla, önlerine gelenle dövüşmeye başladılar. Peygamber efendimizin uğrunda, Onu korumak için şehit oluncaya kadar kahramanca çarpıştılar. Müşriklerden Süfyan bin Ümeyye, Hz. Abbas'i iki yerinden yaraladı. Akşam üzeri Hz. Abbas'i, kanlar içinde eli, yüzü kesilmiş bir hâlde şehit olmuş buldular.

Peygamberimiz Uhud'da şehit olan ashâb-ı kiram için buyurdular ki:

“Vallahi, ashabımla birlikte ben de şehit olup, Uhud dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Ben, bunların, Allahû Teâlânın yolunda hakiki şehit olduklarına kıyamet gününde şahitlik edeceğim. birşey kalmadı.” Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki:

“Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al.”

Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı halleri ve sözleri ile Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına ge­lerek dedi ki:

“Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı.” Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle buyurdu:

“Allahû Teâlâ'nın razı olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahû Teâlâ'nın razı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı, onun nuru, yer­yüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı.”

İşte seni bu iyilikler için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım. Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı ken­disi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu:

Rasûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki:

 

“Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve, "bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu kıyametin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesabını verir, sonra Cennete girer.”

Hz. Ömer zamanında, Humus valisi olan, Saîd bin Amir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok sevilirdi.

Hz. Ömer, Saîd bin Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince Humuslulardan bir cemaata sordu:

“Peki valinin hiç kusuru yok mudur?”

Onlar da bazı kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:

“Yâ Saîd, senin bazı kusurların varmış. Bunların aslı nedir?”

“Bunlar neymiş, ya Ömer?”

“Vazifene sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada birgün evine çekilir hiç kimseyi kabul etmezmişsin. Ashâb-ı Kiramdan, Hubeyb hazretlerinin şehid edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.”

Bunun üzerine Hz. Saîd (R.a.), şu cevâbı verdi:

“Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izah edeyim:

1- Vazifeme ancak kuşluk vakti gelebiliyorum. Çünkü hanımım has­tadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.

2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle meşgul olurum. Geceleri de Allahû Teâlâ'ya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhasebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim.

3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabul edemiyorum.

4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesaret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyo­rum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum.

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.):

“Yâ Saîd, Allahû Teâlâ'nın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, ümmette faydalı hâle getirmiş,” dedi ve gözyaşı döküp ağladı.

“Abbas'a her kim rastgelirse sakın öldürmesin. O, müşriklerin zoru ile yurdundan gönülsüz çıkmıştır."

Fakat Hz. Abbas, Bedir'de esir düştü ve Rasûlüllah'ın huzuruna çıkarıldı. Rasûlüllah ona kendisi, kardeşleri ve müttefiki olan Utbe b. Amr için fidye vermesini söyledi. Rasûlüllah (sav) Amcası Abbası çok sevi­yordu. Hatta bedir savaşının bittiği gün amcası geceyi esir geçirdi diye uyuyamadı.. Rasûlüllah (sav) bu sevgisini gizlemiyordu, uykusuzluğunun nedeni sorulduğunda. Allah'ın kendisine büyük bir zafer kazandırdığı peygamber şöyle cevap verdi:

“Bağlarının içinde Abbas'ın iniltisini duydum..." Müslümanlardan bazıları Rasulüllah'ın sözlerini duydu. Biri esirlerin bulunduğu yere gidip Abbas'ın bağlarını çözdü ve gelip Rasûlüllah'a haber verdi:

“Ey Allah'ın elçisi..Ben Abbas'ın bağını biraz gevşettim...” Rasûlüllah (sav):

"Fakat neden sadece Abbas? Git ve bunu bütün esir­ler için yap,." buyurdular.

Evet.. Peygamberin amcasını sevmesi onu aynı şartların birleştirdiği insanlardan ayrıcalıklı kılması anlamına gelmez. Esirlerden fidye alın­ması kararlaştırıldığına, Rasûlüllah amcasına şöyle dedi:

 

“Ey Abbas... Senin, kardeşin oğlu Ukayl bin ebi Talib'in. Nevfel bin el Haris'in ve Beni el-Haris bin Fihr'in kardeşi dostun Utbe bin Amr'ın fidyelerini ver çünkü zenginsin...”

Hz. Abbas (R.a.) esaretten fıdyesiz kurtulmak istedi ve şöyle dedi:

"Ey Allah'ın Rasûlü,  Ben  müslüman  idim  fakat beni zorladılar..” Rasûlüllah (sav):

“Ey Abbas! O, seninle Rabbin arasındadır. Şu anda düşmanla bir­likte karşıma çıkmışsın. Fidye vererek kendini esratten kurtarmaya çalış." diyordu.

İslam'a ve Müslümanlara karşı savaşan cahili kurum ve kuruluşlarda yeralan, müşriki orgnizasyonların içerisinde fiili olarak görev yapan kişi ve kimseler, müslüman olduklarını iddia etseler bile İslâm düşmanlarının muamelesine tabi tutulurlar. İslâm zahire göre hükmeder. Kalblerde olanı ise Allahû Teâla bilir. Rasûlüllah (sav), zahire göre hüküm vermeyi ümmetine öğretmiştir. Dolayısıyla kâfirlerle birlikte müslümanların karşısına çıkan, müslümanlarla savaşan kâfirlerin karaltısını çoğaltanlar, kâfirlerin muamelesine tabi tutulurlar. Allah'ın hükmünü ve hakimiyetini inkâr eden, ayetleriyle alay eden meclislerde, kurultaylarda, beynelakvam/kavimlerarası kurum ve kuruluşlarda görev alanlar, onların işlerini kolaylaştıranlar, aynen Allah'ın hükmünü ve hakmiyetini inkâr edenlerin muamelesine tabi tutulurlar. Çünkü zahir durum bunu gerektirmektedir. Bunların içerisinde İslâm cemaatinin başında bulunan "Harb Emiri"nin izniyle bulunanlar da zahire göre muamele görürler. Zahiri durumlarına göre böylelerine Allah'ın hüküm ve hakimiyetini inkâr edenlere yapılan muamele gibi muamele edenler mesul sayılmazlar.

Hz. Abbas (R.a.), yalnız kendisi için yüz, Akil için seksen ukiyye -takriben yedi bin dirhem- altın vermekle yetindi. Ötekiler kendi malların­dan fidye verip kurtuldular. Abbas, fidyeleri verdikten sonra Rasûlüllah'a şöyle dedi:

"Beni Kureyş'in fakiri dedirtecek hâle koydun. Hayatım boyunca ötekine berikine avuç açacak hâle getirdin." Rasûlüllah da ce­vaben:

"Peki Ümmü'I-Fazl'e emanet ettiğin mallar ne oldu? Buraya gelirken, 'Şayet kazaya uğrarsam işte bunları oğullarım Fazl, Abdullah ve Kuşem için sakla, seni kendimden sonra zengin bırakıyorum' diyerek gösterip gömdüğün altınlar ne oldu?" buyurdu. Abbas şaşırdı ve

"Vallahi senin Rasûlüllah olduğuna şehadet ederim. Bunu ben­den, bir de Ümmü'l- Fazl'dan başka hiçbir kimse bilmiyordu." dedi ve o anda hemen iman etti. Bu olay, vahyi metlüv olan Kur'an dışında vahiy-i gayr-i metlüvün var olduğuna bir delildir. Rasûlüllah (sav), Hz. Abbas (R.a.)'in kendi hanımına yapmış olduğu vasiyeti vahyi ile öğrenmiştir. Bu vahiy Kur'an'da yer almadığına göre, demek oluyor ki Kur'an'ın dışında da vahiy gelmiştir. Dolayısıyla sünnet, vahiy-i gayr-i metlüvdür. Sünnetin dinde delil olmadığını ve her hangi bir teşri değeri bulunmadığını iddia edenler, doğrudan doğruya vahyi inkâr edenlerdir.

Hz. Abbas (R.a.) fidye verip kurtulduktan sonra Mekke'ye döndü. Müslümanlığını gizledi ve Mekke'deki müslümanları korudu; Mekke ve müşriklerle ilgili Peygamberimize haberler yolluyordu. İbn-i Abbas (R.a.) der ki:

"Hz. Abbas (R.a.) Bedir savaşından önce Mekke'de müslüman oldu. Hanımı Ummu'l Fadl'da onunla birlikte müslüman olmuştu. Mekke'de olup bitenleri yazıp Rasûlüllah (sav)'e gönderebilmek için orada  ikamet  ediyordu.   Hicret  edemeyen  bazı  müslümanlar  onunla dertleşiyorlardı. Hz. Abbas (R.a.)'ın Medine'ye hicret etme niyetini öğre­nen Rasûlüllah (sav) ona bir mektup yazıp, gönderdi. Mektupta şunlara yer veriyordu:

"Orada ikamet etmeni tasvip edip, güzel buluyorum." Böylece Hz. Abbas (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in emri üzere müslümanların lehine casus­luk etmek üzere Mekke'de ikamet etmiş oldu. Yani Hz. Abbas (R.a.) iman etmesine rağmen görev icabı belli bir süre için Daru'ş Şirk olan Mekke'de kalmış ve görevini bitirince hicret etmişti.

Mekkî toplumlarda Tevhidi Hareket'in imamet makamı düşman safın­da gizli bir şekilde istihbarat birimlerini oluşturabilir. Bu birimde görev alanları da imamet makamının dışında hiç kimse tanımayacaktır. Çünkü bu tarzdaki bilgiler taban tarafından bilinirse, planlar ortaya çıkacak ve imamet makamının çizdiği bütün projeler heba olacaktır. Birileri şöyle sorabilir: Zaten Allah vahyi yoluyla Kureyşlerin bütün durumlarını Rasûlüllah (sav)'e bildiriyordu. Durum böyle iken, niye böyle bir girişime ihtiyaç duyuldu? Bizde deriz ki, Peygamberlik yalnız Peygamberin ha­yatta olduğu döneme mahsus değildir. Rasûlüllah (sav)'tan sonraki bütün dönemler için örnekliğini muhafaza ettiğinden, Rasûlüllah (sav)'ta bütün insanlık için gönderilmiş bir peygamber olduğundan onun bu husustaki pratiği çok önemlidir. Eğer Rasûlüllah (sav)'e düşmanlarının durumları bildiriliyor idiyse, vahyin kesildiği bu dönemde bize düşmanlarımızın durumlarını kimler ulaştıracasktır? Şunu da unutmayalım ki; İslâm insan­ların güç ve çabalarıyla hayata hakim kılınsın diye, gönderilmiştir. Mucizeler ve olağanüstü şeylerle değil. Şu bir gerçektir ki, Bedir savaşın­da yalnız bir melek bütün kâfirlerin işini bir anda bitirebilirdi. Dünyayı başlarına yıkabilirdi. Fakat Allahû Teâla dinini mucizelerle değil, iman etmiş insanların vesilesiyle hakim kılmak, kâfirleri de olağanüstü şeylerlerle değil, müslümanlarm eliyle yok etmek istiyordu. Her asırda müslümanlara gereken, kendi imkânlarını seferber edip düşmanlarına karşı külli bir hazırlık yapmalarıdır.

Hz. Abbas, Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce Medine'ye hicret etti. Hatta yolda Mekke'yi fethe gelmekte olan Hz. Peygamber ile karşılaştığında Rasûlüllah ona,

"Ben peygamberlerin sonuncusu, sen de muhacirlerin sonuncususun" demiştir. Hz.Abbas (R.a.) Mekke'nin fethinden sonra Peygamberin yanında yer aldı; Huneyn'de İslâm ordusu dağılıp çok az kişi kalmışken Abbas, Peygamberimizin atının dizginlerini tutmuş ve çağrısıyla müslümanları çözülmekten kurtararak tekrar toplanmalarını sağlamış ve savaşın kazanılmasına sebep olmuştur. Böylelikle onun gür sesi sayesinde büyük bir bozgun önlenmiş oldu .

Hz. Peygamber, Veda Hutbesi'nde,

"Faizin her türlüsünün ayağı altında olduğunu ve ilk kaldırdığı faizin amcası Abbas'a ait olan faiz borçları olduğunu" söylemiştir. Hz. Abbas çok zengindi ve faizle borç para veriyor, yani tefecilik yapıyordu; ancak faizin kaldırılmasından sonra bir daha faiz alış-verişiyle uğraşmamıştır. Bizans seferlerinde müslüman orduların silah ve teçhizatının mâli kaynağını da Hz. Abbas karşılamıştır.

Hz. Abbas'ı, Rasûlüllah'ın vefatı, sırasında hilâfet meselesiyle uğraşırken bulmanın anlamı, onun, halifeliğin Hâşimoğullannda kal­masını istediği şeklinde yorumlanabilir. Hz. Peygamber rahatsızlanınca Hz. Abbas, Hz. Ali'ye,

"Görmüyor musun? Rasûlüllah vefat etmek üzeredir. Ben Ahdulmuttalib oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne hâle geldiğini bilirim. Haydi Allah Rasûlü'nün yanına gidelim de halife­liği kime bırakacağını soralım. Bize bırakırsa bunu bilelim. Bizden başkasına bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bize gerekli tavsiyelerde bulunsun" dedi. Hz. Ali bu teklifi reddederek,

"Allah'ın elçisinden bunu sorar da, o başkanlığın bize ait olmadığım söylerse millet bizi hiçbir zaman başkan yapmaz, onun için ben bunu soramam" dedi.

Hz. Aişe'den rivayete göre, Rasûlüllah hastalandığında burnuna burun otu damlatıldı. Hz. Peygamber ayıldıktan sonra şöyle dedi:

"Abbas'tan başka her birinizin burnuna bu ilaç damlatılacaktır." Çünkü Abbas ilaç damlatılırken hazır değildi." Başka bir rivayete göre, Hz. Abbas, Rasûlüllah'ın burnuna ilaç damlatmış, Peygamberimiz ayıldığında

"İlacı kim damlattı?" demiş; Abbas'ın damlattığı söylendiğinde Rasûlüllah (sav) Habeşistan'ı işaret ederek,

"Bu ilacı kadınlar işte şu memleket tarafından getirdiler. Niçin bu ilacı damlattınız?" diye sormuştur. Abbas da

"Biz senin zatülcenb hastalığına tutulmandan korktuk" demiş. Rasûlüllah da şu cevabı vermiş:

 

"Allah beni bu hastalıkla cezalandırmaz. Amcam hariç olmak üzere evde bulunanların hepsinin burnuna bu ilaç damlatılacaktır."

Hz. Abbas üç halife zamanında da yaşadı. Hicretin otuziki'nci yılında Medine'de seksen sekiz yaşında vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı. 653 yılında öldüğünde arkasında on erkek çocuk ile bir çok kız kendi arazisine tecavüzde bulunduğunu şikayet etti. Mervan, memurlarını Akik vadisindeki çiftliğinde bulunan Said (R.a)'a göndererek şikayet konusu olayı soruşturdu. Said (R.a) gelenlere; "Ona haksızlık ettiğimi zannediyorsunuz değil mi? Rasûlüllah (sav)'in şöyle dediğini duydum:

"Haksız yere her kim bir karış toprağı gasbetse, kıyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna dolanır." Sonra şöyle ekledi:

"Allah’ım bu kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olmadan canını alma ve kuyusunu ona mezar yap." Rivayet edildiğine göre bu kadın, daha sonra kör oldu ve evine yürürken kuyuya düşerek öldü. Bu olaydan dolayı Medineliler birisine kızdıkları zaman ona, "Allah seni Erva gibi kör etsin" diyerek beddua etmekteydi. [94] Said (R.a)'dan bazı hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi, Cennetle müjdelenen on kişi hakkında olanıdır. Abdul­lah b. Zalim el-Mazinî, Said b. Zeyd'den şöyle rivayet etmektedir:

"Muaviye Küfe'den ayrıldığı zaman, Mugîre b. Şu'be'yi vali tayin etmişti. Hatipler minberlere çıkarak Ali (R.a)'a hakaretlerde bulunuyordu. Ben Sâid b. Zeyd'in yanındaydım. O, kızdı ve kalktı. Benim de elimden tutmuştu. Ben de ona uydum, o bana;

"Şu nefsine zulmeden adamı görüyor musun? Cennet ehlinden olan bir adama lanet edilmesini emrediyor. Ben şahitlik ederim ki dokuz kişi vardır ki onlar Cennettedirler. Onuncusuna da şahitlik etsem günah işlemiş olmam" dedi. Ve sormam üzerine şöyle devam etti;

"Rasûlüllah (sav) sarsılan Hira dağına;

"Hıra, yerinde dur! Senin üzerinde nebi, sıddık ve şehidden başkası bulunmuyor" dedi ve arkasından Cennetle müjdelediği sahabileri saydı.”

[95]

Sa'd b. Habib, Sa'îd b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu, Cennetle müjdelenmiş kimselerin isimlerini zikrederek şöyle demektedir: "Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (sav)'ın önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır [96] demektedir.

Mescide devam etmek ve cihad ibadetini iştahla ihya etmek, sahabe neslinin en önemli hassasiyetler indendir. Onlar için mescid-kışla ayrıl­mazlığı esastı.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. İkrime b. Ebî Cehil (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Açıklayınız.

Hz. İmrân b. Husayn (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Kâ'b bin Züheyr (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Ka'b bin Mâlik (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Mikdad bin Esved (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Mûaz b. Cebe (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Mugiretebni Şu'be (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Muhammed bin Mesleme (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Mus'ab İbni Umeyr (r.a)'ın hayatı ve fıkhı bildikleriniz nel­erdir? Anlatınız.

Hz. Nuaym İbni Mesûd (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Nu'mân bin Mukarrin (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Gönlüm böyle bir duaya "âmin" demek arzu etmiyordu. Fakat, o iste­diği ve önceden söz verdiğim için mecburen "âmin" dedim. Daha sonra kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O, son derece bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyakla hücumlarını tazeliyordu.

Allah Allah!. diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz, ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mu'cize olarak kılıç oldu ve önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşmanı öldürdü."

Daha sonra bu kılıç, vârisleri elinde uzun seneler kaldı. En son bir Türk kumandanı, iki yüz altına bunu satın almıştır.

Savaşın sonuna doğru Abdullah bin Cahş, Ebû'l Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfir­ler, bu mübarek şehidin cesedine hücum ederek burnunu, dudak­larını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı.

Muharebe bittikten sonra, Abdullah bin Cahş'ı şehîd edilmiş bulan Hz. Sa'd, durumu ve onun yaptığı duayı Peygamber efendimize anlattı. Rasûlüllah efendimiz de, onun duasının kabul edildiğini ve bu dünyada istediğine kavuştuğunu, âhırette de istediğine kavuşacağının anlaşıldığını bildirdi. Şehid olmayı Allahû Teâla'dan taleb etmek, Peygamber (sav) ve Ashâb-ı Kirâm'ın Rasûlüllah (sav)'den öğrenip yaptığı bir sünnettir.

Hz. Abdullah bin Cahş'ı ve dayısı "Seyyidüşşühedâ" ya'nî, "Şehîdlerin efendisi" Hz. Hamza'yı aynı kabre defnettiler.

Abdullah bin Cahş hazretleri, İslâmiyeti heyecanla yaşayan zâtlar­dandı. İlk Müslüman olduğu yıllarda, kâfirler kendisine her türlü ezâ ve cefayı yapmışlardı. Hepsine de îmânının verdiği güç ile mukabele etmiş, ezâ ve cefâlara katlanmıştır. Peygamber efendimiz, kendisi için buyur­muştur ki:

 

“Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır.”

Rasûlüllah efendimizin şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehîd olmaya can atar, harplerde hep en önde kahramanca çarpışırdı.

Peygamber efendimiz hicretin ikinci  senesinde, Nahle'de,  Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, ilk önce Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ı gönder­mek istemişti. Hz. Ebû Ubeyde, Peygamber efendimizden ayrılmaya dayanamıyarak ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz, onu göndermekten vazgeçti. Hz. Abdullah bin Cahş der ki:

O gün Rasûlüllah aleyhisselâm, yatsı namazını kılınca bana buyurdu ki:

 

“Sabahleyin yanıma gel! Silahın da yanında bulunsun! Seni bir tarafa göndereceğim.”

Sabah olunca mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Rasûlüllah efendimiz, sabah namazını kıldırdık­tan sonra, muhacirlerden benimle birlikte gidecek birkaç kişi buldu. Bir mektup vererek buyurdu ki:

 

“Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim. Git! İki gece yol aldıktan sonra, mektubu aç! Orada yazılanlara göre hareket et!”

“Yâ Rasûlallah! Hangi tarafa gideyim?”

 

“Necdiye yolunu tut! Rekiye'ye, kuyuya yönel!"

Abdullah bin Cahş hazretleri, Nahle seferine görevlendirildiği zaman, ilk defa "Emîr-ül-mü'minîn" sıfatı verildi. Yani "Harb Emiri" sıfatı verildi. Böylece, İslâmda ilk tayin olunan "Harb emîri" oldu. Mücâhidlerin, iki kişisi için bir develeri vardı.

Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, mektubu açtı. Mektupta şunlar yazılıydı:

 

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahû Teâlâ’nın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin.

 

Arkadaşlarından hiçbirini, senine birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşlileri, Kureyşlilerin kervanını gözetleyip denetleyesin! Onların haberlerini bize bildiresin!"

Emîr-ül-mü'minîn/mü'minlerin harb emîri Hz. Abdullah bin Cahş, Peygamberimizin mektubunu okuduktan sonra,

"Bizler Allahû Teâlâ’nın kullarıyız ve hep O'na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahû Teâlâ’nın ve sevgili Rasûlünün emrini yerine getireceğim" diyerek

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe (r.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Seddat İbni Evs (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Sehl bin Hanîf (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sehl bin Sa'd (r.a)'ın hayatını ve, fıkhını öğrenmek

Hz. Seleme bin Hişâm (r.a)'ın hayatıın ve fıkhıın öğrenmek

Hz. Seleme İbni Eyka (r.a)'ın hayatını ve fıkhıın öğrenmek

Hz. Sevbân (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Selman el- Farisî (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek 

Hz. Süheyb-i Rumi (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sümâme bin Üsâl (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Süraâka bin Mâlik (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Talha b. Ubeydullah (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz, Tufeyl bin Amr (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ubâde bin Sâmit (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Salim Mevla Ebu Huzeyfe

(r.anh)

 

Hz. Ebû Bekir zamanında Müseylemet'ül Kezzab'a karşı yapılan Yemâme gazasında Muhacirlerin sancaktan Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzey­fe idi. Sâlim'in sancağı taşıması dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Ashâb dediler ki:

Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız.  Fakat o buyurdu ki:

Eğer ben sancağı taşımayacak olursam Kur'ân-ı Kerîm ehlinin en bedbahtı olurum.

Harp sırasında Beni Hanîfe kabilesi, sancağı düşürebilmek için san­cağın bulunduğu yere ve sancaktar Sâlim'e çok şiddetli bir hücum yap­tılar. Sâlim'in sancak tutan kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Salim, "Allah..." diye öyle bir haykırdı ki, harp meydanı inledi.

Fakat sancak yere düşmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat İslâm sancağı yine yere düşmedi. Çünkü Salim vücudu ve kesik kollan ile sancağa sarılmıştı. Kâfirlerin bütün şid­detli darbelerine rağmen sancağı asla yere bırakmadı. Sanki Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe'ye vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu.

Ne zaman ki İslâm askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman Salim (r.a.) yere düştü. Sâİim kâfilerin en şiddetli kılıç darbeleri altında:

“Muhammed bir Rasûl'den başkası değildir.” [97] âyeti kerîmesini okuyordu. Ashâb-ı Kiram ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû Huzeyfe'yi sordu. Şehîd olduğunu öğrenince buyurdu ki:

 

Hz. Abdullah Bin Ebu Bekir (R.Anh)

 

Hz. Abdullah b. Ebû Bekir (R.a.), cemaatten devlete giden yolda Rasûlullah (sav)'in habercisi idi. Hz. Abdullah, babası Ebû Bekr-i Siddîk'in davetiyle, küçük yaşta Müslüman oldu. Peygamber efendimiz ile babası Mekke'den Medine'ye hicretlerinde, Sevr Mağarasına geldik­lerinde, habercilik vazifesini yaptı.

Zekî ve kabiliyetli bir genç olduğundan, babasının emir ve direktifleri­ni harfiyen yerine getirirdi. Gündüzleri Mekke'de Kureyşliler arasında bulunup, onların Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir hakkında söyledik­lerini, akşam vakti Sevr Mağarasına gelerek haber verirdi. Geceyi orada geçirip, tanyeri ağarmadan Mekke'ye dönerdi. Bu hizmeti, onun adını İslâm tarihine geçirdi.

Hz. Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk; hicret-i Nebevî'den sonra, Mekke'den Medine'ye geldi. Rasûlullah ile hicretin 8. senesinde Mekke'nin fethinde bulundu. Atike binti Zeyd bin Amr ile evliydi. Mekke'nin fethinden sonra Huneyn Gazvesine katıldı. Huneyn'den kaçan Sakif ve Hevâzinlilerin toplanmalarına mâni olmak için, onların sığınıp, saklandıkları Tâif Kalesini muhasara etti. Muhasarada ok isabet edip, yaralandı. Medine'ye yaralı olarak döndü.

Hz. Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk, Peygamber efendimiz için hazır­lanan elbiseyi yedi altına satın almıştı. Sonra Rasülüllahın tekfinine uygun görülmeyince, teberrüken kendine kefen için saklamıştı. Ruhunu teslim edeceği sırada, "Bunda, hayır ve bereket olsa idi, Rasûlullah efendimiz tekfin olunurdu" deyip, kendisine bunu kefen yaptırmadı.

Bezden çaputtan bereket beklenmez. Nitekim ölümü esnasında Rasûlullah (sav)'in iç gömleğini oğlu Abdullah vasıtasıyla Rasûlullah (sav)'den münafıkların reisi Abdullah İbn-i Sebe istemişti. Yapılan itiraz­lara Rasûlüllah (sav), kişinin imanı olmadıktan sonra kendisinin iç göm­leğinin kimseyi kurtaramayacağını söylemişti.

[98]

Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinin başlarında, hicretin onbirinci senesinin Şevval ayında Tâifte aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ebû Bekir kıldırdı. Kabrine ise, Hz. Ömer, Taiha ve kardeşi Abdurrahman bin Ebî Bekir indirmişlerdir. Tâif şehîdlerinden sayılır.

Onun vefatından bir müddet sonra, Hz. Ebû Bekir'e, Sakif heyeti geldi. O sırada Hz. Abdullah'ın Ölümüne sebep olan ok, Hz. Ebû Bekir'in yanın­daydı. Oku, heyettekilere göstererek sordu:

İçinizde bu oku tanıyanınız var mı? Aclân oğullarından Hz. Sa'd bin Ubeyd dedi ki:

Bu oku ben yonttum; ucunu ben sivrilttim; tüyünü ben taktım; bunu atan da benim. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:

“Bu ok, Abdullah bin Ebî Bekir'i şehîd eden oktur. Senin elinle ona şehîdlik şerbetini içiren, onun eliyle seni öldürtmeyen Allaha hamdolsun. Allah 'in himâyesi geniştir. "

Herkesin bir hidayet süreci vardır. İlahi irade tarafından takdir edilmiş o süreç tamamlanmadan insan hidayete gelmez. Bazan sizin şehadetinizden sonra sizi şehid edenler imana gelebilir. Dolayısıyla kişinin hidayet anı Allahû Teâla'nın elindedir. Hz. Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk, Ashâb-ı kiramdan olup, ilk Müslümanlardandır. Babası Ebû Bekr-i Siddîk, annesi Katile binti Abdiluzza'dır. Esma ile anne bir kardeştir. Doğum tarihi bilinmemektedir.[99] Şehidçe bir hayat yaşayanlar şehadete ererler. Hayatlarıyla Allah'ın dinine şahidlik edemeyenler, şehadetten uzaktırlar. Sahabelerin şehid olanları, şehidçe bir hayat yaşayanlarıdır. Esasen Allah'ın rızasına ve cennete sevdalanmış sahabelerin hepsi şehidçe yaşadılar. Ama kimine şehid olmak nasip oldu, kimine olmadı. Dolayısıyla sahabe yolu, şehadet yoludur.

 

Hz. Abdullah Bin Huzafe (r.anh)

 

Peygamber efendimiz, Hudeybiye antlaşmasından sonra, İslâm’ın bütün dünyaya yayılması ve insanların Cehennemden kurtulup, ebeçlî saadete kavuşmaları için hükümdarlara elçiler göndermek istiyordu. Zîrâ O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Bu sebeple bir gün, Ashâb-ı kirama buyurdular ki:

“Bazınızı, yabancı hükümdarlara göndermek istiyorum. Sakın, İsrâiloğuîlarının, Peygamberlerine karşı davrandıkları gibi, siz de bana karşı davranmayasınız!" Ashâb-ı kiram cevap verdiler:

“Yâ Rasûlallahl Biz, sana karşı, hiçbir zaman, hiçbir şey hakkında aykırı davranmayız. Sen, bize, istediğini emret, bizi istediğin yere gönder!”

Bunun üzerine İslâm'a davet etmek üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde­ki altı hükümdara, İslâm'a davet mektubunu ulaştıran birer elçi gönderdi. Bu altı elçiden birisi de, Abdullah bin Huzâfe idi. Peygamberimiz onu, Kisrâ'ya ya'nî İran şahma göndermişti. Peygamberimiz, mektubunu Kisrâ'ya sunmak üzere Bahreyn valisine vermesini de Abdullah bin Huzâfe'ye emretti. Peygamberimiz, Kisrâ'ya yazdığı mektubunda şöyle buyurdu:

 

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın Rasûlü Muhammed'den, Farsların büyüğü Kisrâ'ya! Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara, Allaha ve Resulüne iman edenlere, Allahtan başka hiçbir ilâh ve ma'bûd olmadığına, O'nun eşi, ortağı bulunmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet getiren­lere selâm olsun! Ben, seni, Allaha imana da'vet ediyorum! Çünkü ben; Allahın, kalbleri diri ve akılları başında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da, o azâb sözü gerçekleşmek için bütün insanlara gön­dermiş olduğu Peygamberiyimdir! Öyle ise, Müslüman ol, selâmeti eğitimine önem vermek, sahabeden hayata izler taşımaktandır. Kelime-i tevhid eğitimini ne kadar yaygınlaştırırsak, o kadar sahabeden hayata izler taşımış oluruz. Tevhidi anlamanın derdinde olan sahabenin izinde olur.”

 

Hz. Sehl Bin Hanıf (r.anh)

 

Uhud gazasında bir ara Müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi oldular. Bu sırada hiçbir şey düşünmeyen, sadece Peygamberimizi düşünen Sehl bin Hanîf, parçalanıp ölünceye kadar, O'nu korumaya canla başla çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu. Savaşın en şiddetli anında Peygamberimizi bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya başladı. Hatta müşriklerin dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile ortaya çıkarak müşriklere:

Sehl'i nişan alınız. Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz, diyerek elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı. Bu haliyle onu gören Peygamberimiz de buyurdu ki:

 

“Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir, rahat, iyi ok atar.”

Ve o gün Sehl müşriklerden birçoğunu öldürdü.

Sehl bin Hanîf, Hendek gazası hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalıştı. Bu gazada müşriklere çok ok atmış, Peygamberimizin sevgisini daha çok kazanmıştı. Hendek savaşından hemen sonra Beni Kureyza gazasına katılarak onların üzerler­ine yürüdü. Burada da büyük kahramanlıklar gösterdi. Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber gazasına katıldı. Hicretin sekizinci yılında yapılan Mekke fethine katılarak, hemen bunun ardından Huneyn gazasına işitirak etmiştir.

Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamberimiz Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Ashabı yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanlar çok miktarda yardım ettiler. Bu hâli .gören Sehl bin Hanîf çok duygulandı. Fakir olduğu ve Peygamberimizin bu yardım da'vetine katılamadığı için çok üzüldü. Hemen eve gidip.

Hz. Peygamberin yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak, Bizans'ı tehdit eden Müslümanlar arasın­da bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık âlemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. Onun için Kral, Hz. Abdullah'ın Hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:

“Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatı­ma ve mülküme ortak ederim. "

İlk Müslümanlardan olup, Mekkeli müşriklerin daha önceki işkencelerine katlanmış olan Hz. Abdullah b. Huzafe(Ra.), izzetle haykırarak şu cevabı verdi:

“Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dînimden dönmem!"

Bunun üzerine Kral, Hz. Abdullah'a dedi ki:

“Öyle ise öldürüleceksiniz."

“Buna gücünüz yetebilir. Ama îmânımı kalbimden çıkarıp ata­mazsınız!"

Abdullah bin Huzâfe'den beklediği neticeyi alamayan Bizanslılar, Hz, Abdullah'ı çarmıha gerdiler ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayak­larına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine Hıristiyanlık telkinle­rine devam ediliyordu. Aynı zamanda, bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olmayı reddetmiş olan diğer Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Ağlamaya başladı derken o Müslüman kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hz. Abdullah bu fecî durumu gördüler. Sonra kazanın yanına Hz. Abdullah getirildi. Bu esnada Hz. Abdullah ağlamaya başladı. Kral Hz. Abdullah'ın korkusundan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hz. Abdullah yine tekliflerini reddetti. Bunun üzerine kral sordu:

“O hâlde niçin ağlıyorsun?"

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yo­lunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse, diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya şevketti." İslâm izzetinin müşahhas bir timsâli olan Hz. Abdullah'ın bu sözleri karşısında Kral yeni bir teklifte bulundu:

“Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım." Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile îmânından fedâkârlık göstermeyen Hz. Abdullah, bir Hıristiyanın başından nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir tek­lifte bulundu:

“Burada bulunan bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde, dediğini yaparım."

Hz. Abdullah, kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:

"Bu adamın, Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum."

Hz. Abdullah, kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esîri serbest bıraktı. Başka bir rivayete göre 100 müslüman esîri serbest bıraktı.

[100]

Abdullah bin Huzâfe'nin îmânından gelen izzet ve fedâkârlığı, 80-100 Müslümanın kurtarılmasına ve daha nicelerinin îmânını kurtarmasına vesîle olmuştu. Esîr müslümanların kurtuıluşu için çalışmak, kâfirlerin kahrına katlanmak pahasına da olsa bu hususta zorlukları sineye çekmek, sahabe sünnetindendir. Çünkü bir dünya, bir müslümandan evhendir. Bir müslümanı esaretten kurtarmak, dünyalara bedeldir. Esîr müslümanlarla birlikte hürriyeti yudumlamak, en büyük zaferdir.

Esîrlerle birlikte Medine'ye dönen Hz. Abdullah, Hz. Ömer tarafından karşılandı. Hz Ömer, Abdullah'ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben;

Abdullah, kralm başından öperek 80-100 Müslüman kar­deşimizin kurtuluşuna vesîle olmuştur. Onun için, Abdullah'ın başın­dan öpmek her Müslümana bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyo­rum" dedi ve başından öptü. [101] Hz. Ömer (r.a.)'ın, Hz. Abdullah b. Huzafe (r.a.)'ın alnında öpmesi, O'nun bu davranışının meşru bir ruhsat olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla dünyadaki esîr müslümanları kâfirlerin, zorbaların elinden kurtarmak için birtakım ruhsatlar kullanılabilir. İslam'ın ve müslümanların maslahatına ruhsatları kullanmak, sahabe sünnetindendir. Kâfirler karşısında maslahat olup olmadığı meçhul ve muğlak birtakım durumlar ile ihtimaller üzerine bina edilen davramşlar, ruhsat değil taviz sayılırlar. Çünkü Hz. Abdullah b. Huzafe (r.a.) kullanmış olduğu ruhsatın İslâm'ın ve müslümanların maslahatı açısında neyi getirip neyi götürdüğünü çok iyi biliyordu.

Abdullah bin Huzâfe, ilk Müslümanlardan idi. Soyu Hz. Lüey'de Peygamber efendimizle birleşmektedir. Annesi Hârisoğullarırrdandır. Müslüman olduktan sonra Mekkeli müşriklerin işkencelerine maruz kaldı. İki defa Habeşistan'a hicret etti. Bedir savaşından sonra Medine'ye geldi. Rasûlüllah'la birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah bin Huzâfe hazretleri, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti. Abdullah bin Huzâfe, Hz. Osman devrinde Mısır'da vefat etti. Allah ondan razı olsun.

 

Hz. Abdullah Bin Mes'ud

(r.anh)

 

Kur'an mektebinin muallimlerindendir. İlk müslümanlardan, muhad-dis, fakîh ve müfessir sahâbîdir.

Adı Abdullah, künyesi Abdurrahman'dır. Babası Mes'ud, annesinin adı Ümm-i Abd'dir. Babası hakkında fazla bir bilgi yoktur. Onun, Zühreoğullarından Abd b. Hâris'in müttefiki olduğu bilinmektedir.

Abdullah, Mekke'nin fakîr ailelerinden birine mensuptu. Gençliğinde Ukbe b. Ebi Muayt'ın koyunlarını güderek çobanlık yapmıştır. Abdullah b. Mes'ud (R.a.), Hz. Peygamber ile ilk tanışması ve karşılaşmasını şöyle anlatır: "Ben Ukbe b. Ebi Muayt'ın koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlüllah (sav) ve Hz, Ebu Bekir (r.a.) yanımdan geçiyorlardı. Rasûlüllah bana sütümün olup olmadığını sordu. Ben de ona çoban olduğumu ve bu koyunların emânet olduklarını söyledim. Bunun üzerine Rasûlüllah:

"Yavrulamamış ve süt vermeyen bir koyunun var mı? Bana gösterir misin?" dedi. Ben de koç yüzü görmemiş bir koyun yanaştırdım. Rasûlüllah koyunun memesini tutup sağmaya başladı. Gerçekten yavru­lamamış ve sütü olmayan bu koyundan süt sağıp Ebu Bekir'e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra kabı Rasûlüllah alıp o da içtikten sonra koyunu saldı.

[102]

İşte İbn Mes'ud o günden sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılmadı. İslâm'ı kabul edenlerin altıncısıdır. O müslüman olduğu zaman Peygam­berimiz (sav) henüz Erkam'ın evine taşmmamıştı. İslâm'ı kabul ettikten sonra hep Kur'ân-ı Kerim ezberlemiştir. Kendi ifadesiyle hıfzettiği yetmiş sûreyi Hz. Peygamber (sav)'in huzurunda okumuştur. Sahabeler arasında hiç kimse bu konuda kendisiyle rekabete girişernemiş, daha sonra Abdul­lah Kur'an'm tamamını ezberlemiştir.

Onun bir kıymeti olmadığı için onu buraya attı, diye arz ettiler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:

 

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâlâ'ya yemîn ederim ki, bu dünya, koyunun sahibi yanında otan kıymetinden ziyâde Allahû Teâlâ katında değerli değildir. Eğer dünyanın Allahû Teâlâ katında bir sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allahû Teâlâ ondan (dünyadan) kâfire bir yudum su içirmezdi.”

Hz. Sa'd, Ensar’ın Hazrec kabilesi kulundandır. Babasının ismi Sa'd bin Mâlik olup, hicretten önce Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe devrinde çeşitli savaşlara katıldı. Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olan­lara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında Medine'de vefat etti.

[103]

Her sahabe aynı zamanda dininin iyi bir muallimidir. Sahabeler nerede olurlarsa olsunlar, kendilerini İslâm dinini başkalarına Öğretmekten sorumlu kabul ediyorlardı. Bunun için ellerine geçen her fırsatı değer­lendirip Allah'ın dinini insanlara öğretiyorlardı. Dolayısıyla sahabenin fıkhından pay almak isteyenler, bütün imkânlarını seferber ederek Allah'ın kitabından tek bir ayeti de biliyorlarsa onu hemen insanlara öğretmelidirler.

 

Hz. Seleme Bin Hişam

(r.anh)

 

Muhacir bir sahabedir. Rasûlüllah (sav) ile birlikte İslâm inkılab çalış­malarına katılmıştır. Mekke ufuklarını aydınlatan hidâyet nuru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandıran cehalet ve zulüm kirlerinden kurtularak huzura kavuşuyorlardı.

İnsanlık, o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp, İslâmiyetin munis ve şefkatli sînesine, merhametli kucağına da'vet eden yüce Rasûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.

İslâmiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba, mü'min oğlunu en büyük düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.

Bu ibretli tablo Hişâm'ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede ediliyordu. Seleme ile Haris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, Âs ve Hâlid nasîbsiz güruhu­nun elebaşısıydılar.

Büyük kardeşi Seleme'nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil'in hısım­lığı   hasımlığa  çevrilmiş,  kendi   ailesinden  bir  ferdin,  Peygamber efendimizin safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı. İmanın ulvi haz­zını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?

Hz. Seleme, zalim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan'a hicret etti. Böylece her ne kadar yer ve yurtların­dan ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri emniyette idi. Bu Müslümanlar hicret edefi üç ay olmuştu. Receb, Şaban ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:

"Mekkeliler iman etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu.”

Bunun üzerine kendi aralarında, "Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke'de Müslüman olmayacak kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir" diyerek bir kısmı geri dön­meye karar verdi. Fakat Mekke'ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradılar. Mekke'ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke'ye girmek demek, müşriklerin reva göre­cekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böyle bir tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke'de bulunan akraba ve yakınlarının himayesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci gibi kabul edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı.

Bazıları da himayeye girmediler ve Mekke'ye gizliden girerek uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendilerse de müşrikler tarafından yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin Velîd, Hişâm bin As, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahabe bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.

Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan Hz. Seleme, Iyaş ve Hişâm Medine'ye hicret emri çıkınca bile esaret zincirinden kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı. Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'ı işkenceden işkenceye sokuyordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ızdırap içine atıyordu.

Bütün bu zulümleri yapmasmdaki maksadı, "Belki tahammülsüz kalır da, dininden vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz. Seleme'de kâinata meydan okuyacak kadar kuvvetli bir iman; bitip tüken­mez bir Rasûlüllah sevgisi vardı.

Uzun yıllar îmânında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bık­madan, sabır ve azim içinde, reva görülen işkencelere aldırmadı.

Bu iman fedailerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhunda da hisseden Resûl-i Ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar ederdi:

 

“Allah’ım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allah’ım, Seleme bin Hişâm'ı kurtar! Allah’ım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allah’ım, mü'mmlerin zayıf olanlarını kurtar!"

Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahabe birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş bin Rebia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine bağlamışlardı.

Hz. Velîd bir fırsatını bularak kaçıp Medine'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.

Peygamberimiz, bu mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kur­tarmak istiyordu. Bunun için bir defasında sordu:

“Bunları kim kurtarıp Medine'ye getirir?” Hemen ayağa kalkan Hz. Velîd dedi ki:

“Onları ben kurtarıp size getiririm, yâ Rasûlallah!”

Mekke'ye giden Hz. Velîd gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hz. Seleme ile Hz. Iyaş'ın bulundukları yeri öğren­di. Geceleyin oraya varan Velîd, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı.

Mazlumların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları ele geçiremediler. Hz. Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte

Medine'ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar kalmıştı. İki mümtaz sahabenin kurtulduğunu öğrenen Peygamber. O zaman Rasûlüllah'a şu âyet-i kerime indi:

"Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etmezler, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina yapmazlar. Her kim de bunları yaparsa kıyamet günü ağır cezaya çarptırılır.”

[104]

İbn Mes'ud kendi re'yi ile Kur'ân'ı tefsir etme hususunda son derece ihtiyatla hareket ederdi. Kendisi bunu izah ederek der ki: Mescitteydim. Orada Kur'ân'ı kendi re'yiyle tefsir eden bir adamı gördüm ve hemen oradan ayrıldım.” Bu adam:

"Göğün açık bir duman ile geleceği günü bekle, o insanları sarar, bu, acıklı bir azaptır.”[105] âyetini tefsir ederken, kıyamet gününde herkesin nefesini tıkayacak ve onları nezleye uğratacak bir dumandan söz ediyordu. Hâlbuki bir insanın bilmediği bir şey için Allah bilir, demesi, onun ilmine delâlet eder. Bu âyet-i kerime ise Kureyş'in Rasûlüllah'a karşı son derece şiddetli davrandıkları zamanlarda inmişti.

İbn Mes'ud, Kur'an-ı Kerim'i bizzat Rasûlüllah'dan öğrenenlerdendi. Onun için kıraatinde başka bir mükemmellik vardı. Rasûlüllah onun kıraatinden bahseder ve onu överdi. Bir gün Mescidte İbn Mes'ud, güzel sesle Nisa sûresini okuyordu. Rasûlüllah (sav) Hz. Ebu Bekir ve Ömer ile birlikte mescide gelmiş ve onu zevkle dinledikten sonra şöyle demişlerdi:

 

"İbn Mes'ud! Ne dilersen dile nail olursun!”

Ebu Bekir'den sonra Hz. Ömer gelmiş ve Rasûlüllah'dan duyduklarını İbn Mes'ud'a müjdelemek istemişti. İbn Mes'ud ona:

"Ebu Bekir seni geçti" demişti. Hz. Ömer de:

"Allah Ebu Bekir'den razı olsun, onun daha önce sana geldiğinden haberim yoktu" demişti.

[106]

Gerçekten İbn Mes'ud'un kıraati son derece güzeldi. Rasûlüllah (sav), Kur'ân'ı ona talim ettikten sonra, sesinden dinlemek isterdi. İbn Mes'ud, bir gün Rasûlüllah'a:

"Biz Kur'an'ı sizden okuduk, sizden öğrenmedik mi?” demiş, Rasûlüllah da şöyle buyurmuştu:

 

"Evet ama ben Kur'an'ı başkalarından dinlemek isterim.”

İbn Mes'ud diyor ki: "Bir gün Rasûlüllah'ın huzurunda Nisa sûresin­den bir bölüm okuyordum.

"Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz, seni de onların üzerine şâhid getirdiğimiz vakit, bakalım onların hali nice olacak?”[107] ayeti kerimesine geldiğim zaman, Rasûlüllah'ın gözleri yaşarmıştı.

İbn Mes'ud, Rasûlüllah'a yakınlığı dolayısıyla son derece geniş bilgiye sahipti. "Onun, o devre ait bilmediği yoktu" dersek mübalâğa etmiş olmayız. Bununla beraber o, asr-ı saâdet'e ait rivayetlerde son derece ihtiyatlı davranırdı. Amr b. Meymun şöyle der: "Abdullah ile tam bir yıl kaldım. Bu müddet içinde onun 'Rasûlüllah buyurdu' dediğini duy­madım. Şayet böyle bir söze başlarsa bütün vücudu ürperir ve alnın­dan terler akardı.”

[108]

Rasûlüllah (sav) adına konuşmak kolay bir şey değildir. Kişi heran müfteri durumuna düşebilir. Bu nedenle kişi Rasûlüllah (sav) adına söylediği şeyin sahih olup olmadığını kontrol etmelidir. Bu imanı bir meseledir. Bilerek kasden Allah Rasûlü adına söz uydurmak insanı İslâm dininden çıkarır.

İbn Mes'ud'un talebelerine olan en büyük nasihati ve vasiyeti; Rasûlüllah'ın hadislerini rivayet ederken son derece dikkatli olmalarıydı. O, talebelerine derdi ki: "Rasûlüllah'dan bir söz naklettiniz mi, o sözün nübüvvet ve risâlet şanına en lâyık, ümmetinin hidâyetine en faydalı ve takvaya en uygun olanını gözetiniz.”

[109]

Rasûlüllah (sav)'in her hadisi herkese söylenmez. Akli seviyesi kaldıramayanlara hadis okuyup onları hadislerle başbaşa bırakmak, onların fitneye düşmesine sebeb olmaktır. Fitneye sebeb olmamak için Rasûlüllah (sav)'in hadislerini insanların seviyesine indirmeden insan­ların seviyelerini yükseltmek suretiyle, onları Rasûlüllah (sav)'in hadis­lerini anlayacak seviyeye getirmek gerekir. Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'in talebelerine yapmış olduğu tavsiyelerinden bunu anlıyoruz.

İbn Mes'ud'un, çok ihtiyatlı davranmasına ve talebelerine de hadis rivayeti konusunda sıkı sıkı tembihlerde bulunmasına rağmen, ondan çok hadis rivayet edilmiştir. Üstelik o, çok rivâyetiyle tanınan Muksirun sahabelerden biridir. Buna rağmen İbn Mes'ud, mutlak hadis rivayet etmez, onun rivayetleri çoğunlukla Rasûlüllah'dan öğrendiği farzları açıklayan ve dini emirlerin kolayca anlaşılmasına yardımcı olan talimatlardır.

Sahih hadis kitapları ve müsnedlerde ondan rivayet edilen hadislerin toplamı sekizyüzkırksekizdir. Bunların altmış dördünü Buharı ve Müslim müştereken rivayet  ederler.  Ayrıca  yirmibirini  Buhârî,  otuzsekizini Müslim nakletmiştir. Böylece Buhârî, İbn Mes'ud'dan toplam seksen beş, Müslim, toplam doksandokuz hadis rivayet etmişlerdir.

İbn Mes'ud, fıkıh ilminin kurucularından olan fakîh sahâbilerden biridir. O, özellikle Hanefi fıkhının temel taşıdır. Önce de belirttiğimiz gibi, o, bütün Küfe eyaletinin kadisıydı. Onun içindir ki İbn Mes!ud, hal­ka, fıkıh meselelerini ve içtihadlarını öğretir, bütün mürâacatiarım cevap­lar ve problemlerini hallederdi. Irak kıtasının bütün âiimleri, İbn Mes'ud'u rehber tanırlardı. Çünkü fıkıhta en çok istifâde ettikleri zat oydu. Hz. İbn Mes'ud'un başlıca talebelerinden olan Alkame b. Kays ile Esved b. Yezid, özellikle fıkıh ilmindeki derinlikleriyle şöhret kazanmışlardı. Bunlardan sonra İbrahim en-Nahâî, Küfe fıkhına genişlik vermiş ve Irak fakîhi unvanını almıştı. İbrahim en-Nahâî'nin bütün dayanağı İbn Mes'ud'un içtihadlarıydı. İbn Mes'ud'un bu ilim hazinesi, en-Nahâî'den, Hammâdb. Süleyman'a intikâl etmiş, ondanda İmâm-ı A'zam E bit Hanîfe'ye geçmişti. İmâm-ı A'zam bunları genişletmiş, ilim ve içtihadıyla yaymıştı. Böylece İslâm âleminin önemli bir bölümü, bunların ilminden yararlanmıştır

Abdullah İbn Mes'ud, kıyas ile muasırlarının birçok problemlerini çözmüş, bu kaidenin yerleşmesinde son derece büyük hizmetlerde bulun­muş ve böylece usul-u fıkıh ilminin ortaya çıkmasına, istinbat melekesinin kuvvetlenmesine büyük katkılarda bulunmuştur. İbn Mes'ud, bu suretle kıyas'ın en önemli esaslarını tesbit etmiştir. İbn Mes'ud'un bu önemli fıkhî görüş ve içtıhadlan Mısırlı âlim Muhammed Ravvâs Kal'aci tarafından "Mevsû'atu Fıkhî Abdullah İbn Mes'ud”[110] adıyla toplanmış ve ilim hayatına kazandırılmıştır.

Hz. İbn Mes'ud'un muasırları ondan birçok meselelerde faydalan­mışlardır. İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî; "Ashâb içinde fıkıh meselelerinde derinlik sahibi olanlar Hz. Ali, Ubey b. Ka'b, Ebu Musa el-Eş'ari, Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdullah İbn Mes'ud'tur" der. İmam Şa'bi: "Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdullah İbn Mes'ud'un bütün ümmetin ufkunu açan fıkhî meseleleri çözdüklerini ifâde eder. Zamanının bütün âlimleri Abdullah İbn Mes'ud'u büyük fakih bilirlerdi. Hz. Ömer onu gördükçe güler: "Bu, ilimle dolu bir zattır." derdi.”

İbn Abbas da, İbn Mes'ud hakkında şöyle der: "Kur'ân'ın en büyük tercümanıdır." İbn Mes'ud'un ileri gelen talebelerinden biri Alkame b. Kays idi. Alkame, dimağının tazeliği, malûmatının genişliği ile seçkindi. İbn Mes'ud, onun kendisinden daha çok malûmatlı olduğunu söylerdi.

İbn Mes'ud, Kûfe'de bütün talebelerine Kur'ân'ı Kerim, hadîs ve fıkıh okuturdu. Dersine devam edenler büyük bir halka oluştururlardı. Ondan ders okuyanlar arasında büyük şöhret kazananlar da vardı. Alkame, Meşruk, Esved, Abîde, Kadı Şüreyh, Ebu Vâil bunlar arasındadırlar. Her biri büyük bir âlim olan bu zatlar arasında özellikle Alkame, daima İbn Mes'ud'u hatırlatan bir sima olmuştu. İbn Mes'ud yola çıktığı zaman tale­belerinin çoğu onunla beraber hareket ederler ve ona yoldaş olurlardı.

Bir gün Habbâb b. Eret, İbn Mes'ud'un son derece geniş olan ders halkasına gelmiş, oraya devam eden gençlerin çokluğundan memnun olmuş ve İbn Mes'ud'a en liyakatli talebesini sormuştu. İbn Mes'ud da Alkame'yi göstermişti. Hz. Habbab, Alkame ile görüşmüş ve onun malû­matının genişliğinden çok derin bir zevk duymuştu.

İbn Mes'ud'un talebeleri, kendisini derin bir iştiyakla dinlerler ve ders­lerini aşk ve şevkle alırlardı. Başlıca talebelerinden olan Şakik der ki: "Mescitte İbn Mes'ud'u bekler, onun derse çıkması için yolunu gözetlerdik. Bir gün biz böyle bekleşirken Yezid b. Muaviye en-Nehai gelmiş ve bize:

“Dilerseniz evine gidip bakayım, evdeyse alıp getirmeye çalışayım” demiş ve gitmişti. İbn Mes'ud gelmiş, bize:

“Ben sizi bıktır­mamak için gelmedim. Rasülüllah bize vaazlarını fasıla ile verirdi. Çünkü bıkkınlığa uğramamızı istemezdi.” demişti."

İbn Mes'ud, sünnet-i seniyye'ye uygun bir ahlâk sahibiydi. O, ahlâk ve yaşayış tarzını bizzat Rasûlüllah'dan öğrenmişti. Çünkü o, Rasıılüllah'ın en yakın dostlarmdandı. Her zaman Rasûlüllah'ın yanına girer, hizmet­lerini görür, ayakkabılarını çevirir, önünde yürür, yıkanacağı zaman perde tutar önünde siper olurdu. Rasûlüllah ona, kayıtsız şartsız bir müsaade vermişti. İbn Mes'ud'a:

"Her zaman yanıma girebilirsin, ancak benim mani olacağım zamanlar hariç" derdi.

[111]

Bunun içindir ki onun, Rasûlüllah'ı yegâne uyulacak insan bilmesi, onun her haliyle hallenmesi kadar tabii bir şey olamaz. İbn Mes'ud, Kûfe'den ayrıldığı hâlde ünü orada uzun zaman yaşamış; herkes onun ilim ve irfanının yanı sıra takvasını, iffetini, güzel huyîuluğunu, kalbinin rikkatini ve övgüye değer ahlâkını anmaya devam etmişti.

Sahabe, Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için kötülüklerden nehyeder, Allah için iyilik işlemeye insanları teşvik eder, Allah için isteyene verir ve Allah için hareket edenin yanında yer alırdı. Sahabe fıkhı, bir manada hayatı bütünüyle Allah için kılmaktır. Daha doğrusu hayatı Allah için kılmanın bilgisidir. Sahabelerin sevgileri, buğzleri, infakları, emretmeleri ve nehyetmeleri bizim için birer örnektir.

 

Hz. Sevbân (r.anh)

 

Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu satın aldı, sonra da serbest bırakarak hür­riyetine kavuşturdu. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem'e bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklîfte bulundu:

 

“İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i bey­timizin arasında bulun.”

Bu, Hz. Sevbân'in dört gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın efendisiyle beraber kalmayı kabul etti.

Hz. Sevbân, böylece Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi. Peygamberimizin husûsî hizmetkârlık vazîfesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde istediklerini yerine getirirdi.

Bir gün Müslümanlar Resûlullah’ın hizmetçisi Sevbân'a bir hadîs-i şerîf nakletmesini rica ettiler: Hz. Sevbân dedi ki: Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki:

 

"Bir Müslüman Cenâb-ı Hakka bir secde ederse, Cenâb-ı Hak onun makamını bir derece yük­seltir ve günahlarını affeder."

Eshâb-ı Suffa'dan olan Hz. Sevbân, Resûl-i Ekrem'den sonraki ilim, fazilet ve fetva sahibi kimseler arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hz. Sevbân, Resûl-i Ekrem’e, hizmet ve taz­imde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu kelimelerle izah etmek­te âciz kalırlardı.

Resûl-i Ekrem’e olan bu sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı. Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i Ekrem’e,

"Esselâmü aleyke yâ Muhammedi" demişti. Orada bulunan Hz. Sevbân (r.a.),

"Niçin, yâ Rasûlallah, demedi" diye Yahudiyle dövüşmüş ve yaralanmıştı. Hz. Sevbân (r.a.),

"Peygamberimizin ismini, yalnız başına söyle­meyi günâh kabul ederim" derdi. Hz. Sevbân (r.a.), Peygamber aşkını hayata dönüştürmenin pratik modelidir.

Hz. Sevbân, Peygamber efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara titizlikle uyardı. Bir defasında Resûl-i Ekrem Sevbân'a;

“Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma!” diye buyurmuşlardır.

Bundan sonra, Hz. Sevbân (r.a.), ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek hususunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.

Hz. Sevbân'in bildirdiği bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki:

 

“İhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar hidâyet kandil­leridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar."

Hz. Sevbân (r.a.) her işte müslümanların maslahatını göetirdi. Hz. Sevbân (r.a.) buyururdu ki:

“Bir Müslümana faydası dokunan veya bir Müslümanın zararını kaldıran yalan hariç, her yalan günâhtır."

Hz. Sevbân (r.a.), Rasûlullah'tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayana­mayan bir Peygamber aşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazan Rasûlullah'tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir halde Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı. Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu:

“Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?” Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı:

“Ne hastalığım, ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Rasûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemâline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhireti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennet'te diğer Peygam­berlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennet'e girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağım­dan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum.”

Bunun üzerine Nisa sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nazil oldu, Bunlarda meâlen buyuruldu ki:

 

“Allahû Teâlâ ve Peygamberlere itaat edenler, işte bunlar, Allahû Teâla'nın kendilerine ni'met verdiği Peygamberlerle, siddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlarsa ne güzel birer arkadaştır!”

 

“İşte itaatkârlara yapılan bu ihsan Allahû Teâla'dandır. Her şeyi bilici olarak Allahû Teâlâ kâfidir."

Bu âyetleri duyan Hz. Sevbân (r.a.) sevincinden uçacak gibi oldu.

Hz. Sevbân, çok sadık, Peygamberimize candan bağlı, fazilet yönün­den örnek bir Sahabe idi.

Hz. Sevbân (r.a.), Resûl-i Ekrem (sav)'in her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifade etmiş ve ilim bakımından pek yüksek bir dereceye kavuş­muştur. Nitekim 124 veya 127 hadis rivayet etmişti. Çok hadis-i şerif ezberleyip neşredenler araşma girmişti.

Hadisleri iyi ezberlerdi. Ezberlediği hadisleri yaymayı farz bilirdi. Halk, hadis ilmindeki derecesini bildiklerinden, daima ondan hadis-i şerif sorar öğrenirlerdi. Bildirdiği hadislerin bazılarında buyuruldu ki:

"Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygam­ber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Ben­den sonra Peygamber gelmeyecektir. Ümmetim arasında, doğru yol­da olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allah’ın emri gelinceye kadar, onlara zarar veremeyecektir.”

life memnun oldu, valiliğe heveslendi. Yanma aldığı otuz kişiyle birlikte yola çıktı. Yolda, sahabeden Abdullah b. Üneys'in kılıcına el atarak onu öldürmek istedi. Abdullah, bunun ahde vefasızlık olduğunu bildirdi.

İkinci kez yine Abdullah'ın kılıcına el attı. Bu durum karşısında Yahudilerden yirmidokuz kişi kılıçtan geçirildi. Bir kişi kaçıp kurtuldu.

Hz. Peygamber'in (sav) Basra hükümdarına gönderdiği elçinin Şam valisi Şurahbil tarafından öldürülmesi olayıyla ilgili olarak hicretin 8. yılında bir ordu hazırlandı. Bu ordunun komutasıyla ilgili olarak Hz. Peygamber (sav) şu açıklamada bulundu:

"Cihada çıkacak şu insanlara Zeyd b. Hârise'yi kumandan tayin ettim. Zeyd b. Harise şehid olursa, yerine Ca'fer b. Ebi Talib geçsin, Ca'fer b. Ebi Talib de şehid edilirse, yerine Abdullah b. Revâha geçsin. Abdullah b. Revâha şehid olursa, müslümanlar, aralarından uygun birini seçip, kendilerine kumandan yap­sınlar." Müslümanlar bir müddet ilerlediler. Düşman ordusunun gücü ve sayıca çok oluşu Müslümanları endişelendirdi. Zeyd b. Harise, ne yapmak gerektiği konusunda istişare yaptı. Abdullah b. Revâha, Rumlarla çarpış­maktan yana olduğunu bildirdi. Müslümanlar, Mûte'de savaş düzeni aldılar, çarpışmaya başladılar. Zeyd b, Harise, vücudu mızraklarla delik deşik oluncaya kadar savaştı. Ve şehid oldu. Sancağı Ca'fer aldı. O da savaştı, şehid oldu. Ca'fer'den boşalan sancağı Abdullah b. Revâha aldı. Bir mızrak darbesiyle yaralandı ve o da şehid oldu.

Müslümanlar, planlı ve. programlı insanlardır. Onlar şehadete giderken bile plan ve programdan vazgeçmezler. Çünükü müslümanlar, Allah'ın hükümleriyle insanlığa nizam vermeye çalışanlardır.

Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre, Mûte şehidleri İbn Harise, Ca'fer ve İbn Revâha'nın şehâdet haberi geldiğinde Rasûlüllah (sav) Mescid' te otur­muştu. Yüzünde hüzün ve kederin izleri görülüyordu. Bu sırada Rasûlüllah (sav)’e birisi geldi ve

"Ca'fer'in kadınları ağlaşıyorlar" dedi. Rasûlüllah (sav) ondan kadınları çığlık atmaktan alıkoymasını söyledi. Adam gitti, ancak kadınlar ona itaat etmediler. Geriye gelip kadınların hâlâ ağlaştıklarmı Rasûlüllah (sav)’e söyledi. Üçüncü defa gelişinde Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu:

 

"Hadi git bu, kadınların ağızlarına, yüzlerine toprak saç.”

Hz. Abdullah b.  Revâha Mûte'ye  giderken  evliydi,  fakat çocuğu olmamıştı. Abdullah, güçlü bir hatip ve büyük bir şâirdi. Peygamberimize şiir yoluyla sataşan kâfirlere karşı onu savunan şiirler yazdı. İbn Revâha, Ka'b b. Malik ve Hassan b. Sabit müslümanlarm şâirleriydi. İlk İslâmî şiirleri onlar yazdı. Onlar hakkında Şuarâ sûresinde şöyle buyruîur:

"Şâirlere sapıklar uyar. Onların her sahaya dalıp çıktıklarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip salih ameller işleyenler Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra haklarını alanlar böyle değildir. O zâlimler, yakında nasıl bir inkılapla altüst edileceklerini bileceklerdir.”

[112]

Allah'ı çok zikreden işte yukarda bahsedilen hicivci üç sahâb'idir. Abdullah müşriklerin küfrünü yüzlerine vuran şiirler söylerdi. Peygamberimiz onun şiiriyle ilgili olarak

"Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha etkilidir" buyurmuştur.

Abdullah, Mûte gazasına giderken ağlamış, sebebi sorulduğunda şöyle demişti:

"Benim dünyaya karşı sevgim, sizlere karşı ziyade arzum yoktur. Ancak ben Rasûl-i Ekrem'den (sav) Meryem sûresi yetmişbirinci

"İçiniz­den hiç biriniz hariç olmamak üzere mutlaka hepiniz Cehennem'e varacaksınız" âyetini işitmiştim. Ayette bahsolunan Cehennem'e uğ­radığımda halim nice olur? diye düşündüğümden ağlıyorum."

Uğurlayanlardan bazıları onu teselli ederek,

"Cenab-ı Hak sizleri korusun, düşman şerrini sizden uzaklaştırarak sağ salim dönmenizi nasib etsin" demişler, bunun üzerine Abdullah şu şiiri söylemiştir:

Günahkârım fakat ben Af isterim Rabbimden

Ya da kanımı dökecek bir vuruş isterim.

Kılınç ya da mızrakla deşilip çıkmış ciğerim.

Ta ki beni gören samimice desin

Şu savaşçıya Allah rahmet eylesin.

Yine Mûte'de ordu komutasını eline alırken şu şiiri söylemiştir:

"Nefsim bir isteksizlik var sende

Savaşacaksın dilesen de dilemesen de

Hani çoktandır yoktu sende ölüm korkusu

Ca'fer, ne güzel geliyor Cennet kokusu .

Hicret'in yedinci yılında Hz. Peygamber Umre için Mekke'ye girerken yanında Abdullah İbn Revâha da vardı ve şu şiiri söylemekteydi.

"Çekilin kâfirler nebinin yolundan bugün,

Vururuz yoksa boynunuzu inkâr etmiştiniz dün,

Öyle bir vuruş ki ayırır gövdeden başı,

Hatırlatmaz insana ne dost ne arkadaşı."

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) ona:

"Ya Abdullah, Harem'de Allah'ın Rasûlü'nün huzurunda mı böyle karşıdakileri çatışmaya tahrik eden şiiri söylüyorsun?" demiş, Rasûlüllah da:

"Bırak ya Ömer söylesin. Vallahi Abdullah'ın sözleri bu kâfirlere ok yarasından daha fazla tesir eder" buyurmuştur.

Rasûlüllah, İbn Revâha için "Kardeşiniz şüphesiz bâtıl söz söyle­mez" buyurmuş, bâtıl sözler dışındaki şiirlerde hikmet ve yarar vardır demiştir.

[113]

İslâm imanının sınırını aşmayan şiir, Allah yolunda kullanılması gere­ken meşru bir silahtır. İslâm düşmanlarına karşı savaşırken salih amel kategorisne girecek olan şiirlere ihtiyaç vardır.

 

Hz. Abdullah Bin Selam

(R.Anh)

 

Abdullah bin Selâm hazretleri, Ashâb-ı kiramdan olup, Ensârın büyüklerindendir. Medine'deki Yahudi Beni Kaynuka kabilesinden idi. Soyu Hz.Yusuf’a dayanıyordu. Asıl ismi Husayn idi. Müslüman olunca Resûlüllah efendimiz ona Abdullah ismini verdi.

İman etmeden önce, Yahûdî âlimlerinden idi. Müslüman olması çok ibretlidir. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır:

"Babam Yahudilerin ileri gelen âlimlerinden idi. Bana Tevrat'ı okutur, dindar yetişmem için elinden geleni yapardı. Bir gün âhir zaman Peygamberinin alâmetlerini ve yapacağı işleri anlatarak dedi ki:

“Eğer âhir zaman Peygamberi, Hârûn aleyhisselâmın neslinden yani kendi kavmimizden gelirse inanırım, başka kavimden gelirse inanmam! Sen de inanma!”

Rasûlüllah efendimiz Medine'ye hicret etmeden önce babam vefat etti. Rasûlüllah efendimiz Medine'ye hicretinden önce, Mekke'de Peygamberliğini açıkladıktan sonra, sıfatlarına ve yaptığı işlere baktım, tıpa tıp babamın anlattıklarına uyuyordu. Fakat, kavmimizin ileri gelen­leri, sırf Arab kavminden geldi diye Rasûlüllaha karşı çıkıyorlardı. Tevrat'ta bildirilen alâmetler gayet açıktı.

Bir gün Yahudilerin hurma bahçelerine gittim. Kendi aralarında,

"Arabların adamı geldi!" diye konuşuyorlardı. Bu sözü duyunca beni bir titreme tuttu. Elimde olmadan

"Allahû Ekber" diye bağırdım. Benim tek­bîr getirdiğimi gören halam Halide binti Haris bana kızıp dedi ki:

“Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin. Ben de ona şöyle karşılık verdim:

“Ey hala! Vallahi O, Hz. Mûsâ gibi Peygamberdir. Mûsâ aleyhisselâmın tevhîd dînindendir. Buna niçin karşı çıkıyorsunuz?”

“Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o Kıyamete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?”

“Evet.”

“Öyleyse sevinmekte haklısın.”

Dayanamayıp, Rasûlüllahı görmek için bulunduğu yere gittim. Daha ilk gördüğümde kendi kendime,

"Bu güzel yüzün sahibi yalan söyliyemez!" dedim. Rasûlüllah insanlar arasına oturmuş, onlara nasihat ediyor­du. İlk işittiğim hadîs-i şerîf şuydu:

“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahim yapınız, yakın akrabalarınızı ziyaret ediniz! İnsanlar uykuda iken namaz kılınız! Böylece Cennete selâmetle girersiniz." Sonra bana dönüp sordu:

 

“Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?”

“Evet”

 

“Ey Abdulah, Allah için söyle! Tevrat'ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?

“Evet, öğrendim. Yâ Rasûlallah Cenâb-ı Hakkın sıfatlarını söyler misin?”

Rasûlüllah efendimiz bana İhlâs sûresini okudu.

“De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O'nun dengi değildir!" meâlindeki âyet-i kerîmeyi işitince:

“Şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve resûlsün,” diyerek îmân ettim. Abdullah bin Selâm Müslüman olduktan sonrasını şöyle anlatıyor:

"Müslüman olduktan sonra Rasûlüllaha dedim ki:

"Yâ Rasûlüllah! Yahudiler kadar, yalancı, inatçı, zâlim kimse yoktur. Hiçbir iftiradan çekinmezler. Şimdi benim Müslüman olduğumu öğrenir­lerse olmadık iftira ederler, bunu açıklamadan önce onlara beni sorunuz!”

Sonra ben  bir perdenin  arkasına  saklandım.  Rasûlüllah bir grup Yahûdîyi çağırdı. Onlara sordu:

 

“Aranızdaki Husayn (Abdullah) bin Selâm nasıl bir kimsedir?”

“Çok büyük bir âlimimizdir. Onun gibi hayırlı birisi az bulunur. O doğru sözlüdür.”

 

“Eğer o Müslüman olduysa siz ne dersiniz?”

“Allah onu böyle birşeyden korusun!” Sonra saklandığım yerden çıkıp dedim ki:

“Ey Yahudi topluluğu, Allahtan korkunuz! Size geleni kabul ediniz! Allaha yemîn ederim ki, siz Rasûlüllah'ın hak Peygamber olduğunu bili­yorsunuz. Çünkü alâmetleri Tevrat'ta açık olarak yazılıdır. Başka kavim­den geldiği için inadınızdan îmân etmiyorsunuz. Ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm Allah’ın Rasûlüdür. Bunun üzerine Yahudiler:

“Bizim en kötümüz budur. Aramızda bundan daha kötü biri yoktur, deyip olmadık iftiralar etmeye başladılar.   Peygamber efendimiz Yahudilere dönüp buyurdu ki:

 

“Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur.”

Hz. Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyete da'vet etti. Halası da dâhil hepsi Müslüman oldular.

O'nun iman etmesi Yahudileri çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hattâ Yahudi âlimlerinden bazıları:

“Araplardan peygamber çıkmaz. Senin adamın hükümdardır, diyerek, Abdullah bin Selâm'ı İslâmiyetten vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaf

“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim." Artık böylece Selman (R.a) hür­riyetine kavuşmuş oluyordu.

[114]

Selman (R.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müt­tefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (sav), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan isti­şareler esnasında Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'e,

"Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü. [115] Bu görüş Rasûlüllah (sav) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazıl­ması için faaliyete geçilmişti. Selman (R.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (R.a)'ı sahiplenerek,

"Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler;

"Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (sav);

"Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i bey­tine dahil etmiştir.

[116]

Selman (R.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (sav) ile bir­likte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hen­deği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hen­değin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'in yanından vefat edinceye kadar ayrıl­madı. Hz. Ebu Bekir (R.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulun­muştur.

Ömer (R.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (R.a) da bu orduya katıldı. Selman (R.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebî Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şek­ilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (R.a)'ın yanında Selman (R.a) bulun­maktaydı. Sa'd (R.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğim, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir toplu­luğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (R.a)'a, Selman (R.a) şöyle demekteydi:

“İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır.”

Gerçekten Selman (R.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti [117] İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine;

"Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir" demek­teydiler.[118] İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (R.a)'dı. O, surun Önüne geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onlar üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (R.a) onlara şöyle diyordu:

"Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyo­rum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı hak­lara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isters­eniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız.”

[119]

Selman (R.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için,

"Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek [120] ikna etmeye çalışıyordu. Selman (R.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç bunu anlamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde, "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete girmiyecektir" buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şeriflerinde de,

"Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır" buyurmuştur. İşte bunun için yükünü kendim taşıyorum.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Hz. Osman'ın şehâdeti esnasında yanın­da bulunuyordu. İsyancılara dedi ki:

Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezasını çok şiddetli olarak çekeceksiniz!" Ayrıca Hz. Osman'ın üzerinizde çok hakkı vardır. Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakaret ettiler.

Hz. Abdullah hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi. Ashâb-ı kiramdan Mu'âz bin Cebel, 639'da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanmıştı. Vefat edeceği sıralarda, başucunda ağlayan talebesi Yezid bin Âmire'ye dedi ki:

“Niçin ağlıyorsun?”

“Ben dünya için ağlamıyorum. İlmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!” Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:

“İlim benim vefatımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğren: Abdullah bin Mes'ud'dan, Abdullah  bin Selâm'dan, çünkü Rasûlüllah onun hakkında,

"O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur" buyurdu. Hz. Ömer'den ve Selmân-ı Fârisî'den öğren. Abdullah bin Ömer (R.a.) şöyle anlatır: Medine'de bir takım Yahûdî topluluğu Rasûlullah(sav)'e gelerek dediler ki:

“Senin getirdiğin dinde recm var mıdır?” Rasûlüllah efendimiz de onlara sordu:

 

“Recm cezası hakkında Tevratta ne yazıyor?”

“Tevratta recm cezası yoktur.” Abdullah bin Selâm Yahudilere dedi ki:

“Yalan söylüyorsunuz! Tevratta recm âyeti vardır.”

Bunun üzerine Tevratı getirip açtılar. Yahudilerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona:

“Elini kaldır!” dedi.

O da elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahudiler dediler ki:

“Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi. Tevratta hakikat­en recm âyeti vardır.”

Birgün Hz. Abdullah bin Selâm, Ka'b-ül Ahbâr'a şöyle bir soru sordu:

“Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra, onu oradan söküp atan nedir?” Hz. Ka'b dedi ki:

“Tama', hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır.” Birisi de Fuday! bin lyâd'a dedi ki:

“Ka'b'ın bu sözünü bana izah eder misin?” Bunun üzerine Fudayl şöyle cevap verdi:

“Tamah, insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda feda etmesi demektir. Hırs ise nefsinin herşeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de ona buna, kötü insanlara vb. ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar.”

Yani seni emirleri altına alırlar, istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin. Onlar hasta oldukları zaman, dünya sevgisinden dolayı onların ziyaretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin. Bu verdiğin selâmı, yaptığın ziyareti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen, senin için çok daha hayırlı olur­du. Bu benim sana anlattığım, yüz hadîs-i şerif rivayet etmekten senin için daha hayırlıdır.

[121]

Sahabe, ilmi  amel  etmek için öğreniyordu.  Sahabeler, kendilerini Allahû Teâla'ya yaklaştıracak salih amellerin peşindeydiler. Sahabelerin gündeminde "Allah'ın huzurunda ne yapsam da bağışlansam?" suali vardır. Onlar kendilerini Allah'ın rızasına ulaştıracak salih ameli işle­menin sevdasındaydılar. Sahabeler, salih amellere sevdalanmış kimseler­di.

Sahâbe-i Kiram, Hakk'ın hatrını bütün hatırlardan âli tutan, üstün kılan bir nesildir. İnsanların, ekâbirlerin, zalim ve zorbaların hatrı için Hakk'ın hatrını kıranlar veya gerçekleri sümen altı edenler, sahabelerin izinde yürümeyenlerdir. Sahabe, Hakk'a ve hakikate sadakatin abidesidir. Kâzibleri/yalancıları tarih sahnesinden silenler, sadık olanlardır. Sahabe yolu, sadıkların yoludur. Dolayısıyla sahabe fıkhı, bir sadakat fıkhıdır.

 

Hz. Abdullah Bin Ümm-i Mektûm (R.Anh)

 

Abdullah bin Ümm-i Mektûm, Peygamberimizin İslâmiyeti anlatmaya başladığı ilk zamanlarda îman ile şereflenerek Müslüman oldu. Mekke'de kâfirlerin zulüm ve eziyetlerinin dayanılmaz hâle gelmesi üzerine ve Medîneli Müslümanlara din esaslarını öğretmek için, Medîne-i Münevvereye hicret etti.

Âmâ olup, sesi çok gürdü. Sabah namazında, önce Hz. Bilâl, sonra İbni Ümm-i Mektûm ezan okurdu. Kâfirlerle silahlı mücâdele başlayınca, harplere katılıp, gür sesiyle düşmanın moralini bozardı.

Bazı savaşlarda Peygamber efendimiz, onu Medîne-i Münevverede vali olarak bırakırdı. Peygamberimizin zamanında, onüç defa Medîne'de kalıp, valilik ve imamlık yaptı. Rasûlüllah efendimiz kendisine çok iltifat edip, dâima gönlünü alırdı.

Medine'de valilik ve imametle vazifelendirilmesi, âmâ haliyle sefer ve muharebelere katılmasının güç olmasındandır.

Bir defasında Rasûlüllah efendimiz, insanlara dînimizin esaslarını anlatırken, İbni Ümm-i Mektûm yanına geldi. Peygamberimiz, meş­guliyetlerinden dolayı, alâkalanmakta geç kaldılar. Daha cevap vereme­den Kur'an-ı Kerimin sekseninci sûresi olan Abese sûresinin ilk on âyet-i kerimesi indi.

İlâhi emir üzerine, Peygamberimiz, daha fazla alâkalanıp, iltifatını artırdı. Hatta ona,

"Merhaba! Ey Rabbimin bana hitâb ve ikâzında bulunmasına sebep olan kişi!" diye iltifat edip, yanına oturttu, hâlini, hatırını sordu.

Hâne-i saadetine alıp, onunla sohbet ederdi. Bir defasında, yine Peygamber kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (sav)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayri teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dir. Dürziler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabe ile birlikte Selman (R.a)'ı temel unsur olarak kullan­mışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçek­te mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevalarmdaki inanç prensip­leri gözönüne alındığı zaman İslâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. Oysa ki, Selman-i Farisi (R.a.)'in ömrü putperstlere karşı savaşmakla geçmiştir.

Selman, İslâm'a mensubiyetin beraberinde getirdiği şerefin sem­bolüdür. İslâm teslim olup müslümanlara mensub olmak, başlı başına bir şereftir. Sahabe fıkhında kavim ve kabile değil, İslâm önplandadır. Müslümana şeref kazandıran kavmi veya kabilesi değil, dinidir.

 

Hz. Süheyb-i Rumi

(R.Anh)

 

Kâbe-i muazzamanın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam'ın evi bulunuyordu. Kabe'ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan Kabe rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke'nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve ikram ederdi.

Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibâdetleri­ni rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Daru'l-İslâm ve Dâru'l-Erkam gibi isimler verilmişti. Daru'l Erkam, İslam cemaatının teşkilatlanma merkezdir. Daru'l İslam ise, İslam devletinin teşkilatlanma merkezdir. İslam devletî, İslam cemaatının son aşamasıdır.

Bir gün Hz. Ammâr bin Yâsir, Hz. Erkam'ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan'a rastladı. O'na sordu:

“Burada ne yapıyorsun?”

“Sen ne yapıyorsun?”

“Ben  içeri  gireceğim  ve  Hz.  Muhammed'in  sözlerini  dinleyip bildirdiği dine gireceğim. Müslüman olacağım.”

“Ben de aynı maksatla buraya geldim.”

İkisi de aynı maksatla geldiklerini söyleyince, beraber içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler.

Mekkî toplumlarda teşkilat gizli, tebliğ açıktır. Mekkeli müşrikler, müslümanların kendilerini neye davet ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Ama müslümanlarm nerede ve ne şekilde teşkilatlandıklarını bilmiyorlardı. Rasûlüllah (sav)'in gününde Daru'l Erkam'daki müslümanlar teşkilat yapılarını bir sır olarak saklıyorlardı.

Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azadlı kölesi idi. Müslüman olduğunu açıkla­maktan çekinmeyen yedi mücahid Sahabeden biri idi.

Hz. Süheyb, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekke'li müşrik­lerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz. Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi.

Bir gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden bazıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce:

“İşte Muhammed'e tâbi olan kimseler,” diye alay ettiler ve bazı uygun­suz sözler söylediler.

Hz. Süheyb onlara cevaben buyurdu ki:

“Evet! Allahû Teâlâ'nın Peygamberine tâbi olan, Onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hz. Muhammed'e biz inan­dık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hep­sinin doğru olduğunu kabul ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve faziletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.”

Hz. Süheb (R.a.) böyle söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan'ı dövdüler. Öyle ki, konuşamayacak hatta ne söyle­diğini bilemiyecek hale geldi.

Hz. Süheyb (R.a.) bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda sabır ve sebat için bir teşvik oluyordu, imânı kat kat artıyor, müşriklerin onu hak yoldan döndürme gayretleri boşa gidiyordu.

Hz. Süheyb (R.a.), Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medine-i Münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi. Dediler ki:

“Sen Mekke 'ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz.” Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki:

“Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üze­rime gelirseniz, ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz.”

Fakat Hz. Süheyb'in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzusu ve Medine-i Münevvereye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanma­mak için onlara dedi ki:

“Yanımdaki ve Mekke'de bulunan mallarımı size verirsem önüm­den çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?”

Hak ve hakikatlerden nasibi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen kabul ettiler. Hz. Süheyb (R.a.), yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kur­tuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti. Hatta başka bir rivayette üzerindeki elbiseleri de iç elbiseleri hariç aldılar. Buna rağmen o yoluna devam etti.

Mekke ile Medine arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu hâlde Hz. Külsüm bin Hedm'in hanesine misafir idiler. Önlerinde de ev sahibinin getirdiği yaş hurmalar vardı. Hz. Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu. Yolda çok acıkmış ve Abdullah b. Zübeyr (R.a.), insanları Allah'ın hükümleriyle idare etme­ye özen gösteriyordu. O, İslâm ümmetinin kıyametini Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümlerle idare edilmekte görüyordu. Abdullah b. Zübeyr (R.a.)'ın fıkhından bize kalan miras,

"Allah'ın indirdiği hüküm­lerle idare olunmayan bir ümmetin kıyameti kopmuştur," hakikatidir. Kıyameti kopmuş olan bir ümmetin yeniden dirilmesi ve ayağa kalkması, Allah'ın indirdiği hükümlerle idare olunmasına bağlıdır. Müslüman olarak bizim idarecilerimiz, bizden olup bizi Rabbimizin şeriatiyle idare edenlerdir. Bunların dışındaki idareciler, bize ve bütün insanlığa kötülük edenlerdir!

Müslümanlar kendilerini sadece Allah'ın indirdiği hükümlerle idare edecek ve kendilerinden olan idarecilerini ortaya çıkarmadıkları, iktidar yapıp muktedir de kılmadıkları müddetçe, küfrün esirleri olarak hayat­larına devam etmeye mecbur ve mahkûmdurlar.

Müslüman! Seni cemaat ve devlet seviyesinde Allah'ın indirdiği hükümlerle idare eden mü'min idarecilerin yoksa, sakın kendini hür sanma bu durumda sen küfrün esirisin!



[1] Îbnul-Hacer el-Askalânî, el-İsabe fi Temyîzi's-Sahabe, Bağdat t.y., II, 462; İbnül Esîr, Üsdül-Gâbe, III, 584-585; Celaleddin Suyûtî, Târihul-Hulefa, Beyrut 1986, 165.

[2] Siretu İbn İshak, İstanbul 1981,121; Üsdü'l-Gâbe, aynı yer; Askalanî, aynı yer.

[3] Suyûtî, 168.

[4] Suyûtî, a.g.e., 165.

[5] İbn Hacer, aynı yer

[6] İbn Sa'd, Tabakatül-Kübra, Beyrut t.y., I, 207

[7] İbnül-Esîr, Üsdül-Gâbe, 585; İbn Sa'd, a.g.e., 55-56

[8] Buharî, Fezailu'l-Ashab, 47

[9] Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.l.Hasan, Tarihu'l-İslâm, I, 256

[10] Suyuti, a.g.e., 165

[11] İbn Sa'd, a.g.e., III, 53, 54

[12] İbn Sa'd, a.g.e., II, 96.

[13] İbn Sa'd, II, 96,97.

[14] Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177.

[15] Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178-179.

[16] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:189, İst/1991.

[17] A. Köksal, IX, 162.

[18] İbn Hişam, Sîre, IV, 161; Suyutî, a.g.e, 169.

[19] H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256.

[20] İbn Sad a.g.e., 111, 200.

[21] Suyuti, a.g.e.-,171, 172; İbn Hacer, a.g.e., 463; H.İ.Hasan, a.g.e., 1,258, 261.

[22] İbn Sa'd, a.g.e., III, 62.

[23] İbnül-Esir el-Kamil fî't-Tarih, Beyrut 1979, III, 79.

[24] Hicrî 25 İbnul-Esir, a.g.e., III, 81; H.İ.Hasan, a.g.e.; I, 264.

[25] İbnul-Esir a.g.e., III, 82.

[26] İbnul-Esir, a.g.e., III, 107.

[27] Suyutî, 172.

[28] İbnul Esir, a.g.e., III, 87.

[29] H.İ. Hasan, a.g.e., I, 265

[30] İbnül-Esir, a.g.e., III, 88-90; H.İ.Hasan, a.g.e., I, 265-266

[31] İbnül-Esir, a.g.e., III, 93; Ayrıca bk. Mııhammed Hamidullah, Fethul-Endülüs (İspanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27 li'I-Hicre, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978, VII, 221-225

[32] Hicrî 28..

[33] İbnül-Esir, a.g.e., III, 96.

[34] İbnül-Esîr, a.g.e., III, 99-100.

[35] Suyûtî, 173.

[36] İbnül-Esîr a.g.e., 111,111-112; H.İ. Hasan, a.g.e., 1, 510-513.

[37] Er-Rasûlü'l Muallim/Abdulfettah Ebû Gudde, Sh:14, Beyrut/1997.

[38] İbnül-Esir, III, 133.

[39] İbnü'l Esir a.g.e., III, 115; bk. Ebu Zerr el-Gifârî Mad.

[40] İbnül-Esir, a.g.e., III,117-118; H.İ. Hasan, I, 266-267.

[41] İbnü'l Esir, Tarih, III,154; II. İ. Hasan, age, I, 368-370.

[42] Îbnül-Esîr. a.g.e., III, 118.

[43] İbnul-Esir, a.g.e., III, 152.

[44] İbnül-Esîr, a.g.e., III, 169-170.

[45] Üsdül-Gâbe, II, 589; Suyûtî, 170; İbnü'l-Esîr, m, 175.

[46] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:178-179, İst/1991.

[47] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Slı:178-180, İst/1991.

[48] Haşiyetü't Tahavi ala Meraki'l Felah/Sh: 276, Mısır/1356.

[49] Umdetü'l Karî Şerhu Sahihi Buhari, C:6, Sh:191, Beyrut/ty.

[50] Bakara: 2/ 137.

[51] El-Kâmit Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:185-186, İst/1991.

[52] M.17 Haziran 656.

[53] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:l 87-188, İst/1991.

[54] Müslim Fedailu's-sahâbe 221; Ayrıca bk. Buhârî, Fedailü'l-ashâb 5; Ebû Dâvûd, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıp 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IH, 11

[55] Ali el-Kâari, Mirkât, X, 355.

[56] bk. Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 239

[57] el-Hadid: 57/10

[58] Bk. Heysemî, Mecmau'z-zevâid, X, 21

[59] Aliyyü'l-Kâri, a.g.e., 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 270 vd.; el-Heytemi, a.g.e., I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 360

[60] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., II, 410-411; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymîyye, es-Sarimu'l-Meslul, s.561

[61] Buhârî, Fedâilü ashâbi'n-Nebî 5; Müslim, Fedâilü's-sahâbe 221,222; Ebu Davud, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Mâce, Mukaddime II, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111,11.

[62] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 6.

[63] Müsned/Ahmed b. Hanbel, VI, 6

[64] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:193--194, İst/1991

[65] El- İsabe Fi Marifeti Sahâbe/İbn-i Haceru'l Askalanî, C:4,Sh;305, Beyrut/ty.; Bidaye: 3/66.

[66] Sahihi Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi/Abdi'l Latifi Zebidi/Ter:Kâmil Miras, C:12,Sh: 149-151, Ankara/1980.

[67] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:170, İst/1991

[68] Muhtasar Tefsir İbn-i Kesir: 3/355)

[69] Taberi:2/133.

[70] Bakara: 2/261.

[71] Bakara: 2/ 262

[72] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:220, İst/1976.

[73] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:217, İst/1976.

[74] Bidaye:2/24; Mecmau'z Zevaid: 9/102

[75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384

[76] Bakara: 2/207.

[77] İslam Tarihi/Medine Devri/Mustafa Asım Köksal, C:6, Sh: 198-199, İst/1981

[78] İnsan: 5/31

[79] el-Bakara: 2/274

[80] Tabakatü'l Kübra/İbn-i Sa'd; 2/70; Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l Ef’al: 4/56.

[81] Minhacü's Sünne/İbn-i Teymiyye: 2/185; 3/225

[82] El- İsabe: 2/ 513

[83] El-Avasım Minel Kavasım: 173-178

[84] Yusuf: 12/40.

[85] El-Ümm/İmam-ı Şafii: 4/136, Mısır/1968

[86] İhtilâf Ahlâkı/Mustafa Çelik, Sh:324, Ankara/1996.

[87] Kenzü'l Ummal Fi Süneni Akva'l ve'l Ef’al/: 3/176

[88] El- Müntehab: 5/57

[89] Kenzu'l Ummal: 4/6; Hılyetü'l Evliya veTabakatü'l Esfıya: 4/139

[90] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:145-146, İst/1976.

[91] Ruh'ul Meani (Aileme Alüsi) C:3, Sh:ı06, Beyrut/1405.

[92] Makalatü'l Kevseri Muhammed Zahidü'l Kevseri) Sh: 121, Beyrut/ 1993.

[93] et- Taberanî,el Mu'cemu'l Kebir: 1/59-60, Beyrut/1978; et- Taberi, 5/147, 149.

[94] İbn Hacer el-Askalanî, el-îsabe fi Temyizi's-Sahabe, Bağdat (t.y), H, 46; İbnül-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 388; ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, 1,188-189

[95] Ahmed b. Hanbel, I, 189; İbnül-Esir, a.g.e., 11,389; Sa'd b. Zeyd'in rivayet ettiği diğer hadisler için bk. İbn Hanbel, I, 187

[96] İbn Hacer, el-Askalanî, a.g.e., II, 46.

[97] Âl-i imrân: 3/ 144

[98] Müşkilu'l Asar/ İmam Tahavî, C:3, Sh:13, Beyrut/1333

[99] Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.

[100] El- İsabe/İbn-i Hacer:4/56; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir:3/143

[101] Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir:3/143

[102] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 150-151

[103] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.

[104] el-Furkan: 25/67.

[105] ed-Duhan: 44/10.

[106] İbn Hanbel, Müsned, 1, 454.

[107] en-Nisâ: 4/41.

[108] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 156.

[109] İbn Hanbel, Müsned, I, 385.

[110] Abdullah İbn Mes'ud'un Fıkhî Ansiklopedisi, Kahire 1984.

[111] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 153-154.

[112] Şuarâ: 26/224-227.

[113] El- İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir; El-İstiab/İbn-i Abdi Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.

[114] Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV. 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469.

[115] Taberi, Tarih, II, 566.

[116] Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83.

[117] Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512.

[118] Taberi, II, 514.

[119] Taberi, a.g.e., IV, 14

[120] İbn Hanbel, v, 444

[121] El- İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi ,Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol