FIKHU’S SAHABE_03

Hz. Abdullah İbn-i Ömer (R.Anh) 2

Hz. Abdullah Bin Süheyl (R.Anh) 5

Hz. Abdullah İbn-i Abbâs (R.Anh) 6

Hz. Abdullah Bin Amr Bin El-As (R.Anh) 11

Hz. Abdullah Bin Zeyd (R.Anh) 13

Hz. Abdurrahman Bin Avf (R.Anh) 15

Değerlendirme Çalışmaları 16

ÜNİTE V.. 17

Hz. Âmir Bin Füheyre (R.Anh) 19

Hz. Amr İbn-i As (R.Anh) 20

Hz. Amr Îbn-i Cemuh (R.Anh) 22

Hz. Asım Bin Sabit (R.Anh) 24

Hz. Bera' Bin Azıb (R.Anh) 26

Hz. Bilal-i Habeşi (R.Anh) 27

Hz. Büreyde İbn-i Husayb (R.Anh) 29

Hz. Câbir Bin Abdullah (R.Anh) 31

Hz. Ca'fer Bin Ebi Talıb (R.Anh) 32

Hz. Cerir Bin Abdullah (R.Anh) 34

Hz. Dıhye-i Kelbi (R.Anh) 35


Hz. Abdullah İbn-i Ömer (r.anh)

 

Rasûlüllah (sav)'in sünnetine harfıyyen riayet etmeye çalışan hassas bir şahsiyettir. İkinci halife Hz. Ömer (r.a.)'in oğlu ve mü'minlerin annesi Hz. Hafsa'mn ana-baba bir kardeşi, fâkih ve muhaddis sahabedir. Ebû Abdurrahman künyesi ile tanınan Abdullah'ın annesi Zeynep bnt. Maz'un el-Cümeyhî'dir.

Abdullah b. Ömer'in, peygamberliğin üçüncü yılında doğduğu kaydedildiği gibi onun nübüvvetten bir yıl önce dünyaya geldiği de söylenmektedir.

[1]

Babasıyla birlikte, küçük yaşta İslâm'a girdi ve yine babası ile birlikte Medine'ye hicret etti. Tamamıyla İslâm toplumunda ve İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud gazalarına Hz. Peygamber (sav) tarafından katılmasına müsâde verilmedi. [2] Ancak onsekiz yaşlarında iken Hendek gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber (sav) zamanında meydana gelen bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde, Mûte savaşında, Tebük seferinde ve Veda Hacc'ında bulundu.

Abdullah b. Ömer (r.a.), İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahabelere Hz. Ömer: "Bir evden bir kurban yeter" demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâ'ya sadece müşavir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâ'ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti.

[3]

Hz. Osman (r.a.) zamanında, İbn Ömer, devlet işlerine müdahalede bulunmuyordu. Bir gün Hz. Osman, İbn Ömer'e kadılık yapmasını, müslümanlar arasındaki hukukî anlaşmazlıkları hâlletmesini teklif edince özür dileyerek, kadılık vazifesini kabul etmemiş, Rasûl-i Ekrem (sav)'in bir sözünü hatırlatmıştı;

Hz. Peygamber (sav) buyurmuşlardır ki;

"Kadılar üç çeşittir. Birincisi câhillerdir. Bunların yeri Cehennemdir. İkinci zümre âlim­leridir, fakat dünyaya meyilleri vardır, ilimleri ile amelleri bir değildir, bunlarda Cehennemliktir. Üçüncü zümre ise hem âlim, hem de dünyaya meyli olmayanlardır.”[4] Hz. Osman, Hz. İbn Ömer'e dedi ki:

“Ama, senin baban Hz. Peygamber (sav) zamanında kaza işleri ile uğraştı ve kadılık yaptı."

“Evet, doğrudur, fakat babam bir mesele ile karşılaşınca Rasûi-i Ekrem'e müracâat eder, müşküllerini halletmede zorluk çekmezdi. Çünkü Rasûl-i Ekrem müşkil bir mesele ile karşılaşınca onun da müşküini vahiy hallederdi. Şimdi Rasûl-i Ekrem aramızda yok ki problemlerimizi ona götürelim. AHah şimdi bizim yardımcımız olsun."

Hz. Osman da bu hususta Hz. İbn Ömer'e fazla ısrarda bulunmadı. Hz. İbn Ömer (r.a.), hükümet ve devlet işlerinden uzak kalmasına rağmen hak yolunda cihâd edip İslâm fetihlerine katıldı. Nitekim Hicret'in yirmiyedinci yılında Afrika'da Tunus, Cezayir, Merakes seferine katılmıştı.

İbn Ömer Hicret'in otuzuncu senesinde Horasan ve Taberistan fetih­lerinde bulundu ve onun Taberistan fethinde bir Dihkan'ı öldürdüğü bilin­mektedir. Ancak hükümet ve devlet işlerine müdahale hususunda çok ihtiyatlı davranıp, daima uzak kalmayı tercih etti.

Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra ilmî yüceliği, kahramanlığı ve mücahidliği Hz. Ömer'in oğlu olması sebebiyle halîfe olması işlendiyse de kabul etmedi. Hz. Ali (r.a.) tarafında yer aldı. Dahilî olaylara karışmadı. Siffın olayından sonra da halifelik tekliflerini reddetti. Muâviye (r.a.) zamanında 569 yılında Hz. Peygamber'in güvenini kazanmış ve bayrak­tarlığını yapmış olan Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensâri ile İstanbul surları önlerine kadar gelip, İstanbul'un ilk muhasarasına katıldı. Onun devlet bür /esinde ve İslâm toplumunda meydana gelen iç karışıklıklar sırasında temkinli davrandığını görmekteyiz. Fakat Sıffîn'de Hz. Ali'ye muhalefet edenlere ve Abdullah b. Zübeyr'i Kabe'de muhasara edip şehid edenlere karşı savaşmadığına pişman olduğunu bizzat kendisi ifade etmiştir. [5] Haccac'a karşı savaşmadıysa bile onun zulmünden asla çekinmeden islâmî ahkâmı çiğnemesine karşı susmayıp onu gerektiğinde sert bir şekilde uyarmıştı. Hattâ onun bu gibi uyarılarına kızan Haccac b. Yusuf, Abdullah'ı öldürtme yollarını aramıştı.

Nihayet hicretin yetmişdördüncü yılında Abdullah b. Ömer seksendört veyahut seksen beş yaşında iken vefat etti. [6]Başka rivayetlerde de onun seksenaltı yaşında vefat ettiği kaydedilir.

[7]

Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah b. Ömer'i ayağından yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivayete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac b. Yusuf un tertibi idi. İbnü'l-Esir'in kaydına göre, Haccac b. Yusuf minberde hutbe okuyordu. Hutbe'de Abdullah İbn Zübeyr'e ağır sözler söylemiş ve bazı ithamlarda bulunmuş, onun Kur'ân-ı Kerim'i tahrif ettiği iddiasını ortaya atmıştı. İbn Ömer (r.a.) düşünmeden ve çekinmeden Haccac'a bağırıp: "Yalan söylüyorsun, bunu ne İbn Zübeyr yapardı, ne de senin bu işe gücün yeter!..." demişti.

İbn Ömer'in halkın toplu bulunduğu bîr yerde böyle sert konuşmasın­dan Haccac fena halde bozulmuş, ona kin besleyip çok kızmıştı. Açıktan açığa ona bir şey yapamayacağından gizlice ve hainlikle intikam almayı düşünmüştü. [8] Ancak İbnü'l-Esir Haccac'ın hutbe meselesini başka türlü anlatmaktadır. Ona göre, Haccac hutbeyi çok uzatmış, o kadar uzatmıştı ki, ikindi namazına vakit daralmıştı. Bu ara İbn Ömer (r.a.), "Güneş seni beklemiyor" diye ihtarda bulunmuştu. İkinci bir rivayete göre, İbn Ömer'in onu beklemeyip kıymet vermemesine Haccac'ın canı sıkılmış, firavunluğu tutmuştu. Fakat Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan'm korkusundan İbn Ömer'e karşı gelemiyordu. Bu meselenin iç yüzünün bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır.

Peygamber efendimiz mescide çıktıklarında buyurdu:

“Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun?” Sümâme cevap verdi:

“İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir caniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni'mete şükreden birisine ihsan etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.”

Resûlüllah efendimiz, üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve Sümâme'nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:

“Artık Sümâme'yi salıveriniz!”

Bu emir üzerine Ashâb-ı Kirâm onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i Şehâdet getirdi. Rasûlullah efendimize bey'at etti.

Rasûlullah efendimiz ona, hemen gidip gusletmesini emretti. Sümâme hemen gidip gusledip, sonra mescide girdi. Resûlüllah’ın huzurunda şun­ları söyledi:

“Vallahi, akşamleyin, yanma geldiğim zaman, bana senin yüzün­den daha çok kızdığım bir yüz yoktu. Fakat sabah olunca, senin şehrin bana, en sevimli şehir oldu. Vallahi akşamleyin, senin dînin, bana en sevimsiz din idi. Sabahleyin en sevimli bir din olmuştur.”

Böylece dünün azılı bir müşriki Peygamberimizin engin merhameti sayesinde Müslüman olmuş hidâyete kavuşmuştu. İslâm harp hukuku insanîdir. İslâm'in harp hukukunun amacı; insanları ifsad etmek değil, ıslah etmektir.

Hz. Sümâme hicretin altıncı yılında Rasûlüllah’ın huzurunda Müslüman olduktan sonra Peygamber efendimize:

“Yâ Rasûlallah! Ben umre yapmak için giderken süvarilerin beni yakalamıştı. Şimdi ne buyuruyorsunuz?” diye arzetti.

Rasûlullah onu dünya ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip, umresini yap­masını emretti.

Hz. Sümâme, Mekke'ye, telbiye ederek girmişti. Bunun üzerine müşrikler onu yakaladılar, neredeyse boynunu vuracaklardı. Fakat o sıra­da birisi:

“Bırakınız onu! Siz yiyecekleriniz hususunda Yemâme halkına muh­taçsınız. Ona bir şey olursa hepimiz aç kalırız,” dedi. Bunun üzerine müşrikler Sümâme'yi serbest bıraktı. Sonra müşrikler­den birisi ona dedi ki:

“Demek, dinden çıktın ha!” Hz. Sümâme şöyle karşılık verdi:

“Hayır, ben dinden çıkmadım. Bilâkis ben hak din olan İslâmiyeti kabul ettim. Muhammed aleyhisselâmı ve Onun getirdiklerini tasdik ettim. Vallahi Allahın Rasûlünden izinsiz buğday alamıyacaksınız. Siz Ona tâbi olmadıkça, Yemâme'den faydalanamıyacaksınız!”

Sümâme umresini yaptıktan sonra Yemâme'ye gitti. Yemâme halkının, Mekke'ye erzak göndermelerine mâni oldu. Bu yüzden müşrikler çok sıkıntıya düştüler. Müşrikler bu sebeple Rasûlullaha mektup yazıp, çek­tikleri sıkıntıları ve erzak gönderilmesine müsâade edilmesini istediler. Hattâ, Ebû Süfyân Medine'ye kadar gelerek, Peygamber efendimize:

“Alemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun,” diyerek bu hususta müracaatta bulunup, hallerini uzun uzun anlattı.

Rasûlullah, müşriklerin bu talepleri üzerine Yemâme halkının, Mekkelilere, yiyecek göndermelerine mâni olmaması için Sümâme'ye mektup gönderdi. Hz. Sümâme bu emre uyarak, engel olmaktan vazgeçti.

Resûlüllah efendimizin vefatından sonra, Sümâme bin Üsâl ve onunla beraber olanların dışında bütün Yemâme halkı İslâm’dan çıkıp, mürted olmuşlardı. O sırada Sümâme bin Üsâl Yemâme'de bulunuyordu.

Halkı, Peygamberlik dâvasına kalkışan Müseyleme'ye tabi olmaktan, onu desteklemekten alıkoymaya çalıştı. Onlara dedi ki:

“Ey Hanîfeoğulları! İslâmdan dönüş, nursuz, çok karanlık bir iştir. Evrensel hadis muallimlerindendir.”

Çok hadîs bilmesine rağmen büyük titizliğinden çok az rivayette bulunurdu. Abdullah b. Ömer'den Nâfı ve İmam Mâlik b. Enes'in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivayetler olarak değerlendirilmekte ve bu rivayet zincirine "Altın Zincir" adı verilmektedir. Abdullah b. Ömer'­den hadis öğrenimi görenler arasında başta Abdullah b. Abbâs olmak üzere Câbir b. Abdullah, Saîd b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Keysân, Hasan-ı Basrî, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs, Enes b. Sîrin gibi meşhur muhaddisler ve oğullarından Hamza, Bilâl, Abdullah ve Ubeyduîlah vardır. İbn Ömer bu hadis ilminden dolayı çok hadis rivayet eden Muksirûn sahabeler arasında yer almaktadır.

Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'den birşey işittiği zaman ne eksik ve ne de fazla, lafızları tam olarak muhafaza ederdi. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'in her hareketini, takip edilmesi gereken bir sünnet olarak değerlendiriyordu.

[9]

Abdullah b. Ömer (r.a.)'ın, muhaddisliğinin yanı sıra fakîh bir sahabe olduğu da bilinen bir husustur. İbn Ömer Ömrünü Medine'de geçirmiş ve fıkıh üzerinde çalışmıştır, Medine'nin fıkıh âlimlerinin birçoğu fetvaların­da İbn Ömer'in bilgisinden faydalanmışlardır. Ehl-i Sünnet'in dört imamından biri olan İmam Mâlik'in fıkhı, Abdullah İbn Ömer'in fetvaları ile doludur. İmam Mâlik'in dediği gibi, Abdullah b. Ömer fıkıh âlim­lerinin başında gelenlerdendi. Eğer İbn Ömer'in fıkıhtaki fetvaları toplansa büyük bir eser meydana gelir. Nitekim, Mısır'h âlim M. Revvâs Kalracı "Mevsû'atu Fıkhı Abdullah b. Ömer” [10] adıyla bir eser vücûda getirmiştir. İslâm fıkıh ulemâsının en ileri gelenlerinin bildirdiklerine göre, islâmî mesele­lerde İbn Ömer (r.a.)'in sözleri ile amel etmek yeterlidir.

Abdullah b. Ömer (r.a.) uzun bir ömür sürdüğünden peygamberimiz­den sonra altmış yıl müddetle fetva vermiştir. Ancak fetva verme konusunda çok ihtiyatlı hareket ederdi. Şahsiyet olarak; iyilik etmeyi, .sadaka vermeyi, hayır yapmayı, hele köle azad etmeyi çok severdi. Sağlam karakterli, iyi ve güzel huylu olup, kötülüklerden kaçınırdı. Her yaptığı  işi Allah rızası  ıçra yapardı. Kendi yüzük taşında:  "Allahû Teâlâ'ya, Allah için hâlis ibâdet etti." ibaresi yazılıydı. Dünya malına, dünya zevklerine hiç gönül vermezdi. Sahâbe'den Câbir b. Abdullah (r.a.): "Ömer ve oğlu Abdullah'dan başka içimizde dünyaya meyli olmayan kimse yoktur." derdi.

İlimde imamlığa yükselen muhaddis ve tabiînin büyüklerinden olan Nâfi, Abdullah b. Ömer'in azatlısıdır. Nâfı köle iken İbn Ömer onu onbin dirheme satın alıp, "Seni Allah rızası için azat ettim" diyerek kölelikten kurtarmıştır. Kölelerinden ibâdet edeni gördükçe hemen onu âzad ederdi.

"İbâdeti göstermelik yaparak âzad olmak isteyenler olursa ne yaparsınız?" diye ona sorulduğunda Abdullah b. Ömer (r.a.)'ın

"Hayr için aldanmaktan iyi şey var mıdır?" buyurdukları meşhurdur. İmam Nâfı, Abdullah b. Ömer (r.a.) için:

"Her zaman dualarında belirttiği gibi bin köle âzad ettikten sonra vefat etti." demişti. Çoğu zaman sırtındaki kaftanını çıkarıp gördüğü bir fakire verirdi.

Abdullah b. Ömer'in evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız yediği nadirdir. Mutlaka misafiri olur, olmazsa arar bulurdu. Kendisi de dostlarının evinde üç günden fazla misafir kalmazdı. Evinde en zarurî ihtiyacını karşılayan eşya bulundururdu. Cuma'dan önce mutla­ka yıkanır, abdest alır, güzel kokular sürünürdü. Her namaz için abdest alır, geceleri çok namaz kılardı.

Abdullah'ın oğlu Hâlid'in âzad ettiği Ebû Gâlib şöyle anlatır:

"Abdullah b. Ömer (r.a.) Mekke'ye geldiğinde sık sık bize misafir olur­du. Geceleri teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah namazı yaklaştığı zaman bana

"Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur'an'ın üçte birini de okusan yeter." dedi.

"Sabah yaklaştı, kısa zamanda Kur'ân'ın üçte birini okuyup yetiştiremem" dedim. Bana dönerek:

"İhlâs sûresi Kur'ân'ın üçte birine eşittir." dedi.

İmam Nâfı'nin naklettiğine göre, Abdullah b. Ömer mûsikîyi sevmez­di. Teganni ve saz seslerine kulaklarını tıkardı. Bir gün birisi yanma yak­laşarak:

"Abdullah, Allah için seni çok seviyorum" dedi. Abdullah da

“Ben de Allah için seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen ezanı tegann ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun" buyurdu.

Allah'tan başka kimseden korkmazdı.. Kötülüğe karşı hep iyiliklı karşılık verirdi. Zeyd b. Eşlem şu olayı anlatır: Adamın birisi yol Abdullah b. Ömer'e sövüp saymaya başladı. Abdullah evinin kapısı­na varıncaya kadar onu sabırla dinledikten sonra adama dönerek,

"Ben ve kardeşim Asım kimseye sövmeyiz" dedi. Çünkü Abdullah b. Ömer (r.a.) tam bir medeniyet muallimiydi. Medeniyet muallimleri, kötülüğü iyilikle defederler.

Çok az yemek yerdi. Hele acıkmayınca hiçbir sey yemezdi. Bir gün dostlarından birisi ona hazım kolaylaştırıcı bir ilâç hediye etmek istedi. O dostuna şu cevabı verdi:

“Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasina yemedim. Hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum."

Bu kadar tok gözlü olmakla beraber aynı zamanda son derece müstağni bir kişi idi. Kimseden bir şey istemezdi. Herkes ona hizmet etmek ister, fakat o asla kabul etmezdi. Bir ara Abdülaziz b. Harun ona haber gönderip ihtiyaçlarının ne olduğunu bildirmesini istemiş, İbn Ömer (r.a.) onun davranışına karşı şu cevabı vermişti:

“Siz, geçimleri size ait olanların, geçimlerini üzerinize almış bulunduğunuz kimselerin ihtiyaçlarını temin ederseniz daha iyi olur.”

[11]

Ancak İbn Ömer (r.a.) bir şey hediye edildiğinde onu geri çevirmezdi. Nitekim Muhtar mal ve mülkünün bir çoğunu İbn Ömer'e hediye etmiş, o da kabul eylemişti.

"Bize hediye edilenleri biz de hediye eder, Hak yo­lunda dağıtırız." demişti. Ve bütün hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıt­mıştı.

Hz. Muaviye (r.a.) tarafından ihtiyaçlarını karşılamak için bir miktar para gönderildi. Fakat İbn Ömer bunu kabul etmemiş,

"Benim imanım sizin paranızdan daha değerlidir " demişti.

[12]

Hz. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), helal lokma hassasiyetini taşıyan bir kimseydi. Bu hsusuta müslümanları şöyle uyarmıştır:

"Namaz kılmak­tan yay gibi, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden kaçınmazsanız, Allah o ibadetlerinizi kabul etmez.”

[13]

Hz. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi ibadetlerinin kabul olma şartı gibi görüyordu. Nitekim şöyle diyordu:

"Ömrüm boyunca oruç tutsam, hiç uyumadan geceyi ibadet­le geçirsem, malımı parça parça Allah yolunda infak etsem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah'a itaat edenlere karşı bir sevgi, isyan edenlere karşı da bir nefret duygusu taşımazsam, bütün bu yaptıklarımdan fayda göremem.”

[14]

Abdullah b. Ömer'in yaşayışı her türlü gösterişten uzak idi. O bu hususta mükemmel bir örnektir. Bir oturuşta binlerce dirhem para dağıt­mış olan bir zâtın bütün ev eşyası bir halı veya kilim ve bir de yataktan ibaret idi. Bunların bütün kıymeti yüz dirhem tutmazdı.

Abdullah varlıklı olmakla beraber yaşayışı işte bu kadar sâde idi. Cuma günleri hariç, güzel koku kullanmazdı. Yalnız cuma günü iyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma'dan sonra yolculuğa çıkması gerekti. Güzel elbiselerini giymişti. Bu elbiseyi eve gönderip değiştirdi ve normal elbiselerini giydi.

İbn Ömer şekil ve şemâli hususunda babası Ömer'e çok benzerdi. Uzun boylu ve esmerdi. Sakalı ağardığı zaman koyu sarıya boyardı. Zira sakalının rengi de koyu sarıydı.

Ebû Seleme b. Abdullah şöyle demiştir:

"Abdullah İbn Ömer vefat etti. O fazilette babası Ömer'e çok benzerdi. Hz. Ömer kendisinin benzer­lerinin çok olduğu bir zamanda yaşamıştı. Fakat Abdullah İbn Ömer ise kendisinin bir benzeri bulunmayan bir dönemde yaşamıştı.”

[15]

Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), pratik hayatında Rasûlüllah (sav)'in sün­netine uygun hareket etmeye çok önem verirdi. O, adeta günlük hayatın­da herşeyi Rasûlüllah (sav)'in hadislerine göre yapmaya çalışıyordu. Rasûlüllah (sav)'in siretinin ve sünnetinin sahih olarak müslüman nesillere ulaşmasında çok büyük katkıları olmuştur. Kitab ve sünnete bağlı müslüman kimliğinin adeta müşahhas bir sembolüdür. Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetini müslüman kimliğinin hem yapıcısı ve hem de koruyucusu kabul etmek, Abdullah İbn-i Ömer (r.a.)'ın fıkhını şekil­lendiriyordu. O, Rasûlüllah (sav)'ın çağlarüstü everensel yorumu olan sünneti, İslâmî hayatın olmazsa olmaz şartı olarak fıkhetmişti. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'in hadislerinin pratik tercümanıdır. Sünnet, Müslümamn müslümanlığının varlık ve sağlık sebebidir. Kişinin müslümanlığının sahihliği, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine olan uygunluğu miktarmcadır.

Rasûlüllah (sav)'in sahih sünneti olmadan Allah'ın dini yaşanamaz. Allah'ın dinini Allah'ın muradına uygun şekilde yaşamanın yolu, Allah'ın dinini insanlığa tebliğ edip öğreten Hz. Muhammed (sav)'in sünnetine ittibadır. Sünnete ittibanın olmadığı yerde din de olmaz. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetini devre dışı bırakanların dinsiz kalacakları tehlikesini haber vermiştir. Böyle bir tehlikenin içine düşmemek için her davranışında sünnete uygunluğu aramış ve fiilen sün­nete riayet etmiştir.

Rasûlüllah (sav)'in sünnetine uyma hassasiyetini hayata taşımayan­ların müslümanlıkları şüphelidir. Şek ve şüphelerden arındırılmış olan müslümanlık, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine uygunluk arzeden müslümanlıktır. Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetini, müslümanlıklarımn stan­dardı haiine getirmeyenlerin müslümanlıklan sakattır. Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetini hayata taşıma hassasiyeti, sahabe fıkhının en mümeyyiz göstergesiydi. Dolayısıyla Rasûlüllah (sav)'in sünnetini hayata taşıma hassasiyetini hayatlarının vazgeçilmezi yapanlar, sahabe yolunda olan­lardır.

 

Hz. Abdullah Bin Süheyl

(r.anh)

 

Abdullah bin Süheyl ilk Müslüman olanlardandır. İkinci Habeşistan hicretine kadar Müslümanlığını gizledi. Sonra Habeşistan'a hicret eden kafileye o da iştirak etti. Habeşistan'dan dönüşünde, babası tarafından hapsedilip, işkence yapılmış, Müslümanlıktan vazgeçmeye zorlanmıştı. Bu yüzden çok şiddetli eziyet ve sıkıntılara mâruz kaldı. Çaresiz kalarak babasının sözüne uymuş gibi göründü. Aslında, istemiyerek îmânını gizlemişti.

Peygamberimizin ve Müslümanların çoğunluğu Medine'de bir araya gelmişler, gün geçtikçe güçlenmekte ve durumlar! iyiye doğru gitmektey­di. Mekke müşrikleri bunu bir türlü hazmedemiyorlar ve en kısa zaman­da, Müslümanları ve İslâmiyeti yok etmek istiyorlardı. Bu yüzden Bedir Muharebesine büyük bir intikam hırsıyla hazırlanmışlardı. Bu Abdullah bin Süheyl'in işine yaramıştı. Bedeni müşrikler arasında ama, ruhu Rasûlüllah (sav) ve Müslümanlarla beraberdi. Şirk ve küfür ordusu arasın­da bulunmak istemiyordu ama, Rasûlüllah (sav)'e kavuşmak için bir müd­det sabredecekti.

Bu arada, babası kendisini zaman zaman kontrol ediyor, fakat Abdullah bin Süheyl, iç dünyasında olup bitenleri, ruhunda yaşadığı ve tattığı lezzeti, babasına ve etrafındakilere asla hissettirmiyordu. Günler böylegeçti. Babası, onda anormal bir durum, İslâmiyete dâir bir belirti görmediğinden, artık onun hakkında şüphesi kalmamıştı. Hâlbuki o, onların kirli ve insanlıktan uzak dünyasından, Rasûlüllah (sav)'ın Cennet misâli huzurlarına, onun mübarek sohbetlerine, Müslümanların o saadet ve mutluluk dünyasına nasıl kavuşacağının plânlarını yapmaktaydı.

Abdullah bin Süheyl, sanki başka âlemde yaşamakta, müşriklerden çok çok uzaklarda bulunmaktaydı. Onun durumundan, kimsenin haberi yoktu. Müşriklerin, Müslümanlardan birkaç misli fazla olan küfür ve şirk ordusu, Bedir'e varmış, bütün teçhizatı yerleştirmiş, muharebeye hazır duruma gelmişti. Karşılıklı tek tek vuruşmalar bitmiş, iki ordu birbirine girmişti. Harp iyice kızışmıştı. Abdullah bin Süheyl için tam zamanı idi. İslâm ordusu saflarına geçebilirdi. Fırsatı kaçırmadı ve Müslümanların saflarına katıldı. Böylece, günlerden beri hayâli ile yaşadığı dünyanın içine girmişti. Şimdi başka bir hava teneffüs etmeye başlamıştı. Bu, ruh­lara hem gıda ve hem de şifa olan bir hava idi. O, Allahû Teâlâ'nın sevgilisinin yanında, onunla yan yana cihâd ediyordu. Ne büyük saadetti. Kıyamete kadar hayırla, duâ ile anılacakların arasına girmişti.

Cihad atmosferinde müslümanlann safına katılmak, hareketi ve bereketi garantilemektir.

Babası Süheyl, onun bu hareketine çok kızmış ve ağır Saflar söylemişti. Abdullah ise babasına, "Allahû Teâlâ bunu benim hakkımda çok hayırlı kıldı" diye cevap verdi. Abdullah bu esnada 27 yaşında idi.

Abdullah bin Süheyl artık yerinde duramıyordu. Asianlar gibi, şirk ordusunun üzerine atıldı. Sanki önceki Süheyl değildi. İman insanı değiştirir. Pasifliği harekete dönüştürür. Diğer Sahâbe-i kiram gibi o da kahramanca savaştı. Sonunda müşriklerin şirk ordusu perişan oldu. Abdullah'ın babası da esîr düşmüş, daha sonra fidye ile kurtulmuştu.

Abdullah bin Süheyl (r.a.), Bedir'den sonra Uhud ve Hendek gazaları­na katılmış, Hudeybiye antlaşmasında da hazır bulunmuştur. Fakat bu ant­laşma sırasında gördüğü manzara, onun kalbine bir hançer gibi saplanmış ve çok üzülmüştü. Çünkü bu antlaşmada, Mekkeîi müşrikleri, babası Süheyl temsil etmiş ve antlaşmaya "Allah’ın Rasûlü" ifâdesinin yazıl­masına itiraz ederek demişti ki:

Biz senin Rasûlüllah (sav) olduğunu kabul etseydik seninle savaş-mazdık." Onun bu kaba hareketleri Abdullah'ı çok üzmüştü. Resûlüllah Efendimiz, onun bütün şartlarını kabul etmişti. Antlaşma imzalanmadan önce olan bir olay da, bütün Müslümanları üzmüş, Rasûlüllah Efendimiz de mahzun olmuştu.

Çünkü, Abdullah bin Süheyl'in küçük kardeşi Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Bu yüzden Mekke'de zincire vurulup, hapsedilmişti. Ancak bir yolunu bulup kaçmış, Hudeybiye antlaşması imzalanırken, kendini Rasûlullah (sav)’ın mübarek ayaklarının dibine yatarak demişti ki:

“Beni kurtar yâ Rasûlallah!"

Fakat müşriklerin temsilcisi olan babası Süheyl oğlunu orada görünce, Ebû Cendel'i boynundan tutup dedi ki:

“Yâ Muhammedi Antlaşmamız üzerine bana geri çevireceğin insan­ların ilki budur!"

Resûlullah efendimiz, onu teslim etmek istememişti. Bunun üzerine Süheyl diretti:

“O zaman antlaşmayı imzalamam!"

Ancak Rasûlüllah (sav) bu antlaşmanın yapılmasını, birçok sebepten dolayı istiyorlardı. Bütün taleplere rağmen, müşrikler tekliflerinden vazgeçmedi.

Ebû Cendel'in, babasına teslim edilirken söylediği sözler, bütün Müslümanların gözlerini yaşartmıştı. Başlangıcı Müslümanların aleyhine gibi görünen Hudeybiye antlaşması, daha sonra, Müslümanların lehine netice vermiş, Allahû Teâlâ Kur'ân-ı Kerîmde bu antlaşmayı, Feth-i Mübîn diye vasıflan d irmiş tır. Ebû Cendel hazretleri de, bilâhare kurtul­muş, sağ salim Medine'ye dönmüştür.

Hudeybiye antlaşmasından iki sene sonra, Abdullah bin Süheyl (r.a.) Mekke'nin fethinde de bulundu. Mekke fethedilmiş, öldürülecek olanların listesi yapılmıştı. Bunların arasında, Abdullah bin Süheyl'in babası da vardı. Babasına dayanamamıştı.

Babasının Öldürülmemesi için teşebbüste bulundu. Durum Rasûlüllah (sav)’e arz edildi. Rasûlüllah efendimiz Hz. Abdullah'ın bu istirhamını kabul etti. Babasına bir emannâme verildi. Daha sonra babası Süheyl bin Amr Müslüman oldu. Sahâbelik şerefine nail oldu. O kadar ihlâslı bir Müslüman oldu ki, Rasûlüllah (sav)'ın âhirete teşrifleri sırasında konuş­maları ile, birçok kimsenin, dinden dönmesine mâni oldu.

Abdullah bin Süheyl (r.a.), Yemâme'de Cevaş muharebesinde şehîd olmuştu. Hz. Ebû Bekir, Kureyş ve Mekke'nin ileri gelenleriyle birlikte, oğlunun şehâdetinden dolayı, babası Süheyl'e taziyede bulunmuşlardı. Oğullarına her türlü işkenceyi daha önce yapmış olan Süheyl dedi ki:

“Keşke ben de şehîd olsaydım. Rasûlüllah efendimiz bana, şehîdin, ailesinden 70 kişiye şefâ'at edeceğini bildirdi. Ben oğlumun benden önce kimseye şefâ'at etmiyeceğini umuyorum.”

[16]

Allah yolunda şehadet, kul hukuku müstesna diğer günahlar için keffarettir. Allah yolunda yapılan çalışmalar için de bir berekettir. Her şehid, ümmet toprağına ekilen bir tevhidi şuur tohumudur.

Her şehadet, binlerce dirilişe davetiyedir. Allah yolunda şehadet, hem mükâfat ve hem de şefaattir. Allah bizleri şehidierin şefaatinden mahrum eylemesin.

 

Hz. Abdullah İbn-i Abbâs

(r.anh)

 

Rasûlüllah (sav) özel duasına mazhar olmuş bir sahabedir. Hz. Muhammed (sav)'in amcası Abbâs (r.a.)'ın oğludur. Kesin olarak ne zaman doğduğu bilinmemekle birlikte onun Hicret'ten üç yıl kadar önce, Müslü­manlar Mekke'de Şi'b-î Ebi Tâlib'te ekonomik ve sosyal kuşatma ve baskı altındayken doğduğu bilinmektedir. Annesi Ümmü'l-Fadî Lübabe binti el-Haris olup Mü'minlerin annesi Meymune'nin kız kardeşidir. Ümmü'l-Fadl, kadınlar arasında Hz. Hadîce'den sonra İslâm'a girenlerdendir.

Babası Hz. Abbâs, Abdullah doğar doğmaz onu Hz. Peygambere götürmüş, Rasûlüllah (sav) de onu kucağına alarak:

"Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl. Kitabın açıklamasını ona öğret" diye dua etmişti. İslâm'ın yayıldığı ve hâkim olduğu Medine toplumunda büyüyen Abdullah tam bir İslâmî terbiye ve biîgi almıştı. Abdest almayı ve namaz kılmayı bizzat Hz. Peygamberden öğrenmişti. Gençliğinde de Peygamber efendimiz tarafından birkaç kez başı okşanarak:

"Allah'ım! bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona te'vil ve tefsir'i öğret Allah'ım!: İnsanoğluna verdiğin her ilim ve hikmeti bunun göğsünde topla” [17] gibi güzel dualara mazhar olmuştur. Abdullah sürekli olarak Rasûlüllah (sav)'ın yanında bulunmuş ve ondan büyük ölçüde feyz ve bilgi almıştır.

Hz. Abdullah (r.a.) Hicretin sekizinci yılma kadar ailesiyle birlikte Mekke'de kalmıştı. Mekke fethi gününde, Huneyn ve Tâif gazvelerinde ve Veda Haccı'nda Rasûlüllah (sav) ile birlikte bulunmuştu. Mekke fethinden sonra o da ailesiyle birlikte Medine'ye hicret etmişti. Birinci Halîfe Hz. Ebu Bekr'in ve ondan sonra Hz. Ömer'in sohbetlerinde bulunmuş ve birçok sahabeden ders ve bilgi almıştı. Üçüncü Halîfe Hz. Osman'ın şahsma çok bağlı olup onun zamanında devlet kademelerinde görev almış, Abdullah İbn Ebi's-Serh ile birlikte Afrika seferine ve daha sonra da 'doğuda yapılan Taberistan fethine katılmıştı. Hicretin 35. yılında Hacc emirliği yapmıştı.

Hz. Osman (r.a.)'ın şehâdetinden önce evinin etrafında nöbet bekleyen büyük sahabelerin çocuklarıyla birlikte bulunmuş ve Halîfe'yi isyancılara karşı korumaya çalışmıştı. Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'nin hilâfeti sırasında da aynı şekilde devlet kademelerinin önemli mevkilerinde bulunmuştu. Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali (r.a.)'nin yanında yer alan İbn Abbas, Hakem Olayı'nda da Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) ile birlikte Hz. Ali'yi temsil etmişti. Hz. Ali (r.a.) onu birkaç defa elçi olarak görevlendirmiş ve Hakem Olayı'ndan sonra da Basra Valiliğinde bulunmuştu. Bu sırada bölgede isyan eden Haricîlerin bu isyanını bastırmış ve asayişi korumuş­tu. Basra valiliği sırasında kendisine atılan bir iftiraya dayanamayıp görevinden ayrılarak Mekke'ye gitmiş ve ömrünün sonuna kadar burada ilimle uğraşmıştır.

Hz. Muaviye (r.a.)'nin vefatından sonra Hz. Ali (r.a.) ve oğlu Hz. Hüseyin (r.a.)'in taraftarları tarafından Kûfe'ye davet edilince kendi gitmediği gibi, bu davete icabet etmek isteyen Hz. Hüseyin (r.a.)'i de ikaz ederek gitmekten alıkoymaya çalıştı, fakat bunda bir türlü başarılı ola­madı. Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmek üzere yola çıkıp Kerbelâ'da şehid edilmesi Abduliah b. Abbâs'ı bir hayli üzdü ve üzüntüsünden gözlerini kaybetti. Nihayet 68/687 yılında Taif te yetmiş yaşındayken vefat etti.

Abdullah İbn Abbas (r.a.) İslâm tarihinde siyâsî faaliyetlerinden çok, ilmî ve sağlam şahsiyeti ile tanınır. Asr-ı Saadette yaşının küçük olmasın­dan dolayı Rasûlüllah (sav)'ın evine ve özellikle teyzesi olan Hz. Meymune'nin hücresine rahatça girip çıkar, diğer ashabın bilmediği ve ilk anda öğrenme imkânı bulamadığı konulan öğrenirdi. Bunun için o naklet­tiği hadis, tefsir, ve fıkıh ilmine vukufu ile tanınır. Kur'ân, tefsir, fıkıh'ın yanı sıra Arap edebiyatı sahasında geniş bir bilgiye sahipti. Abdullah İbn Mes'ud, Onun için:

"O, Kur’ân-ı Kerim'in tercümanıdır, müfessirlerin sultanıdır" demiştir. İlminin genişliğinden dolayı zamanında o, "Ümmetin âlimi, ilim deryası" gibi lâkaplarla anılırdı. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadiste Hz. Peygamber (sav)'in İbn Abbas'ın ilmini övdüğü ifade edilir. Abdullah İbn Ömer (r.a.) kendisine sorulup da bilemediklerinin İbn Abbas'tan sorulmasını ve cevabın kendisine de bildirilmesini isterdi. Verdiği fetva ve cevaplarından dolayı onu daima takdir ederdi.

Abdullah İbn Abbas (r.a.) İslâmî anlayış ve edebinden dolayı yaşlı sahabelerin bulunduğu toplantı yerlerinde onlar konuşup bir konuda fikir belirtmeden o asla konuşmaz ve söz almayı pek uygun görmezdi. Yaşının küçüklüğünü ileri sürüp yaşlı sahabelerle bir arada bulunmasını güzel bir davranış olarak görmeyenlere karşı Hz. Ömer (r.a.) bir gün onu da çağır­mış ve Nasr sûresinin tefsiri konusunda neler düşündüğünü sormuştu. Abdullah'ın yaşının küçüklüğünden dolayı bu gibi meclislere katılmasını uygun görmeyenlerin Nasr sûresinin tefsiri konusunda herhangi bir düşünceleri olmayınca Abdullah İbn Abbas (r.a.) bu sûrede Rasûlüllah (sav)'ın ecelinin yaklaştığını işaret eden ifadelerin olduğunu söylemiş ve Hz. Ömer (r.a.) de onu tasdik etmişti. Ashâb yanında yaşının küçük­lüğünden dolayı İbn Abbas'ın konuşmaktan çekindiğini hisseden Hz. Ömer (r.a.) ona şöyle demişti:

 "Yaşının küçük oluşu konuşmana engel olmasın, haydi konuş dinleyelim." Böylece Abdullah İbn Abbas yaşlı ve ileri gelen sahabelerle hep bir arada oturup kalkmış ve onlardan çok şey öğrenmişti.

Müslüman, hakperest insandır. İnsanların yaşlarını bilgilerine ölçü yapmaz. Bir çocuktan da gelse doğruyu, hak olanı kabul eder.

Abdullah İbn Abbas (r.a.) kendisine sorulan sorular için önce Kur'an-ı Kerim'e bakar cevap bulamazsa Rasûlüllah'tan bu konuda bir bilginin olup olmadığını araştırır, sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in içtihadlarına ve açıklamalarına bakıp onları esas alır, aksi halde kendi içti­hadıyla meseleye çözüm getirirdi. İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamberden, sahabeden gelen ve kendi içtihadıyla oluşan tefsir bilgilerini bir kitap haline getirmiş değildir. Bize kadar intikâl etmiş bulunan ve İbn Abbas'a ait olduğu söylenen "Tenviru'l-Mikbâs min Tefsir İbn-i Abbas" isimli tefsirin ona ait olup olmadığı araştırılması gereken bir konudur. Abdullah ibn Abbas'ın tefsîr'e dair rivayetleri ilim adamlarımızdan Firûzâbâdî tarafından derlenip bir araya getirilmiş ve yukarıdaki isimle yayınlanmıştır .

 

İbn Abbas'ın son derece disiplinli ve muntazam çalışma sistemi vardı, işlerini titizlikle belli bir plan dahilinde düzenlerdi. Bu planına önce ken­disi aynen uyardı. Haftanın belirli günlerinde geniş halk kitlesine dînî ilimlerle ilgili dersler, dînî ilimler dışında Arap dili, şiiri ve edebiyatı üzerinde etraflı konuşmalar yapardı.  

Hz. Osman devrinde yaptığı ilmî çalışmaların yanında Afrika seferine,

İslâm ordusu adına elçilik vazifesiyle katılmıştır. Afrika'daki Bizans genel valisi Georgios ve adamlarıyla ilmî tartışmalar yapmıştır. Georgios ve etrafındakiler O'nun akıl, zeka, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek:

"Bu insan Arapların en derin âlimidir." sonucuna varmışlardır.

Komutan, elçilik ve valilik gibi devletin üst düzey siyasi görevlerinin yanında ilminin üstünlüğü ve derinliğiyle Ashab-ı Kiram, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından çok iltifat gördü. O bu iltifatlar karşısında daima tevazu gösterdi. Çok övüldüğü zamanlarda alçak gönüllülüğü elden bırak­maz ve: "Bana bu nimeti ihsan eden Allah'tır. Rasûluüah (sav) benim için dua ederek ilim ve hikmet niyazında bulunmuşlardır" diye konuşurdu.

İslâm tarihinde, Garibü'l-Kur'ân Arap diliyle nazil olan Kur'ân-ı Kerim'deki Arapça olmayan, Araplarca duyulmamış, bilinmeyen, civar dillerden alman kelimeler hakkında açıklamalar, bunlar hakkında en sahih rivayetler İbn Abbâs'a dayanır. Müşkilü'l-Kur'ân Kur'ân-ı Kerim'in derinliklerine inme, bulma, çözme ve güçlükleri giderme konusunu da ilk ele alan yine İbn Abbâs'tır. Peygamber Efendimiz'den 1660 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Fıkıh ilminin temelini oluşturan kişi­lerdendir; ciltler dolduran fetvaları fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir.

Mekke'de yetişen birçok fakîh onun vasıtasıyla yetişmiştir. Bu sebepten "Mekke Tefsir Mektebi"nin kurucusu İbn Abbâs'tır denilir.

Tabiinden Ebû Salih (rh.a.): İbn Abbas'ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer" dediği ve onun derslerinde tefsir, hadis, fıkıh, lisan, şiir, edebiyat, takrir gibi konularda herkesi doyuracak cevaplar ve­rildiği kendinden sonra da kabul edilmektedir. Kendi zamanında ünü devlet sınırlarını aşmıştı.

İbn Abbâs'tan ilim öğrenen, Hadîs rivayet eden pekçok âlim yetişmiştir. Başta kendi oğulları, Muhammed İbn Abdullah, Ali İbn Abdullah, yeğeni Abdullah İbn Ubeydullah ve Abdullah İbn Ma'bed, Abdullah İbn Ömer, Şa'be İbn Hakem, Merved İbn Mahreme, Ebu't Tufeyl, Ebû İmame İbn Sehl, Said İbn el-Müseyyeb vs. Kendisi de yüce Peygamberimizden, Hz. Abbâs'tan, annesi Lübâbe'den, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)'dan, Hazreti Abdurrahman İbn Avfdan, Hz. Muaz İbn Cebel'den, Hz. Ebû Zerr el-Gifarî'den bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet etmiştir. Rivayetleri; Kütüb-ü Sitte'de yer almaktadır.

[18]

Abdullah İbn-i Abbas (r.a.) tefsir ilminde deha idi. O kendi fıkhını öncelikli olarak Kur'an'a dayandırıyordu. Bakınız şöyle diyor: "Devemin ipini kaybetsem Kur'an'da bulurum! [19] Abdullah İbn-i Abbas (r.a.), bu sözüyle Kur'an fıkhına ne kadar aşina olduğunu nazara vermiştin

Hz. Abdullah İbn-i Abbas (r.a), müsîümanlann cemaatine yapışır ve müslümanların kardeşliğini çok önemserdi. Nitekim bir sözünde şöyle diyordu:

"Din kardeşinin bedenine sinek konduğu zaman kendisinde bir sıkıntı hissetmeyen onun dinde kardeşi değildir.”

[20]

Hz. Abdullah İbn-i Abbas (r.a.)'ın fıkhı, kardeşlik fıkhı idi. Abdullah İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet edilmiştir:

"Kendisi Mescid-i Nebevî'de itikaf'ta bulunuyorken ona bir adam gelip selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbas (r.a.);

“Ey falan seni üzüntülü olarak görüyorum" dedi. Adam:

"Evet, doğrudur. Ey Peygamberin amcası oğlu... Falanın bende hakkı var, fakat bu kabir sahibinin hakkı için onu yerine getiremiyorum" dedi. İbn-i Abbas (r.a.):

“İstediğin takdirde bu meselende konuşabilirim. Uygun bulduğun takdirde konuş" dedi. Adam diyor ki:

“İbn-i Abbas (r.a.) ayakkabılarını giyip mescidden çıktı. Kendisine;

"Sen itikafta olduğunu unuttun mu?” dedim. O,

“Hayır (gözyaşları içinde) fakat durum şöyledir, kısa bir zamandır, aramızdan giden şu kabrin sahibinden şöyle duymuşumdur:

“Kim bir kardeşinin ihtiyacını gidermeye çalışır onda muvaffak olursa onun için on yıllık itikattan daha hayırlıdır. Kim de Allah için bir gün itikafa girerse Allah onunla cehennem arasına her biri doğu ile batı arasındaki mesafeden daha geniş üç hendek kor.”

Diğer bir rivayette de: "Her bir hendek doğu ile batı arasındaki .mesafeden daha geniştir"

İbn-i Abbas (r.a.), vakti; zikir, oruç ve namazla geçirmek sayılan ve Allah indinde yüce bir kıymeti olan itikafı bir rekâtı diğer mescidlere göre bin rekat sayılan bir mescidde, bir müslümanın ihtiyacı için terketmeyi tercih etmiştir. İşte İbn-i Abbas (r.a.)'in fıkıh ilmi, yardım isteyen bir müs­lümanın yardımı için böyle bir ibadeti terketmesini gerekli kılmıştır. İşte İbn-i Abbas (r.a.)'ın Rasûlüllah (sav)'den almış olduğu ilim budur. [21] İslâm'da tefsir hareketinin, Hz. Peygamber'den sonra en meşhur şah­siyeti olarak karşımıza çıkan Abdullah b. Abbas, Hz. Muhammed'in amcasının oğludur. Künyesi Ebu'l-Abbbas'tır. Haşimîlerin Mekke'de kuşatıldığı yıl doğduğu söylenir. Annesiyle beraber, babasından önce Müslüman olmuştur. Hz. Osman zamanında hac emiri idi. Hz. Ali döne­minde de onun sefirliğini yapmıştır. Taifte 68 687 de vefat etmiştir. İslamî ilimlerdeki malumatının çokluğundan dolayı "Hıbr en büyük âlim" unvanını almıştır. [22] Hz. Peygamber'in vefat ettiği sene on, on üç veya on beş yaşında olduğu rivayet edilir.[23] Tercümanu'l-Kur'an" unvanı verilen Abdullah, Rasûlüllah'tan 1660 hadis rivayetinde bulun­muştur.[24] Hz. Peygambere yakınlığı sebebiyle, onun sevgisini kazanan Abdullah b. Abbas, onun duasına da mazhar olmuştur. Kendisinin vermiş olduğu habere göre Rasûlüllah, onu kucak­lamış, alnını okşamış ve

"Ey Allah'ım! Abdullah'a hikmeti ve Kıır'an'ın te'vilini öğret" diye dua etmiştir.[25] Hz. Peygamberin duası bereketiyle büyük bir âlim olan İbn Abbas'a, ilminin çokluğundan dolayı "el-Bahr Engin bilgi sahibi" denilirdi. [26] Böyle   yüksek meziyetler sahibi olan Abdullah b. Abbas, sahabenin tabakalarına göre onuncu tabakada yer alır.  Bu tabakada, Hudeybiye anlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler vardır. [27] Bu açıklamayı yapmaktan kasıt; onun bilgisinin çoğunun Peygamber'den alınmak yerine sahabeye dayandığını göstermek içindir. Hz. Muhammed (sav) vefat ettiğinde o çok genç yaşta olduğundan dolayı, bilgisinin tamamını Rasûlüilah'tan alamamıştır. Sahabenin büyüklerinden 'istifade etmiştir. İbn Abbas'ın sahabeden hocaları diyebileceğimiz insan­lar şunlardı: Hz. Ömer b. Hattab, Ubey b. Ka'b, Hz. Ali ve Zeyd b. Sabit'tir. [28] Direkt Hz. Peygamber'den almış olduğu Kur'an bilgisinin ne kadar olduğunu bizzat kendisinin rivayeti olan şu haberden öğreniyoruz:

Ben on yaşında iken Kur'an'm el-muhkem kısmını okumuş olduğum halde Rasûlüllah vefat etti.[29] Mufassal gurubu, muhkem diye adlandırıyordu ki, Hucurat sûresinden itibaren başlamaktadır.

Hz. Muhammed'in irtihalinden sonra kendisini Kur'an'a ve Kur'an ilimlerini anlamaya veren İbn Abbas, bu yolda büyük bir mesafe kat etmiştir. Lafzî anlamda Kur'an okumak yerine, manayı kavramaya ayrı bir önem vermiş ve şöyle demiştir: "Kim Kur'an'ı okur da tefsirini güzel yapamaz ise, böyle birisi, hızlı hızlı şiir okuyan bedevî gibidir.”[30] Bu meyanda, kendisine Kur'an'ı üç günlük sürede hatmettiğini söyleyen kişiye şu açıklamayı yapmıştır: Bakara sûresini düşünerek ve tertil üzerine (bir gecede) okumam, senin söylediğin gibi tüm Kur'an'ı okumamdan daha sevimlidir.[31] Kur'an'ı anlamakla beraber, anlamaya yardımcı olan ve insana şevk veren dinlemeyi de önemseyen İbn Abbas; "Allah'ın Kitabından kim bir ayet dinlerse, kıyamet günü onun için dinlemiş olduğu ayet nur olur.”[32] diyerek mü'minieri Kur'an'ın çağrısına kulak vermeye davet etmiştir.

Kur'an'ı anlama ve Kur'an'la hayata anlam verme hususunda "Hıbru'l-Ümme ve Bahru'l-Ümme" unvanlarını alan Abdullah b. Abbas, [33] öğrendiklerini insanlarla paylaşmış ve çok değerli öğrenciler yetiştirmiştir. Bunlardan ikisi çok meşhurdur. Mücahid b. Cübeyr (ö: 104/722) ve İkrime (ö: 107/725). Mücahid, tüm Kur'an'ı baş­tan sona üç defa Abdullah b. Abbas'a arzettiğini ve bilmediği konulan ona sorarak öğrendiğini haber vermektedir.[34] Yetişmiş olduğu ortam ve Kur'an bilgisi hakkında yapmış olduğumuz bu açıklamadan sonra, onun Kur'an fıkhını şu başlıklar altında toplamak konunun ehemmiyeti açısından önemlidir:

1. Kur'an-ı Kerim'i her şeyin önünde tutup, onun önüne hiçbir şeyi ge­çirmemek: Abdullah b. Abbas, hüküm verirken ve hayatın sorunlarına çözüm ararken önce Kur'an'a müracaat etmiştir. Kendisine bir mesele sorulunca, Kur'an'da tam olarak karşılığı var ise onunla karar verir.

Kur'an'da yoksa Rasûlüllah'ın sünneîiyîe hükmeder, onda da yoksa Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in içtihatlarına bakar, onlarda da bir karşıla yoksa kendi reyi ile görüş beyan ederdi. [35] İbn Abbas'da var olan bu anlayış daha önce geçtiği gibi, aşağı-yukarı tüm sahabenin ortak fıkhıdır.

2. Hayatı ayetlerle anlamlandırma; ayetlerden olaylara delil getirme: Müslümanlar zaman zaman belirli konuları tartışmışlardır. Tartışmalarda nasslardan delil getirmek hem meselenin çözüme kavuşturulması hem de delil getirenin nasslara vukûfıyeti açısından önemlidir. İlmî bir müna­zaranın yapıldığı bir toplantıda bazı insanlar

"Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere üstünlüğü nedir?" diye sorduklarında, Abdullah b. Abbas, yerinde bir açıklama yapmış ve hemen şu ayetleri okumak suretiyle Rasülüllah'ın üstünlüğüne delil getirmiştir:

"Diğer peygamberlerle ilgili olarak Allahû Teâla şöyle buyuruyor:

“Biz hiçbir peygamberi, onlara gerekli açıklamaları yapmaları için  kavminin dilinden başkasıyla göndermedik.”[36] Hz. Muhammed'le ilgili buyruğu ise şudur:

“(Ey Muhammed) Seni tüm insanlara elçi olarak gönderdik.”[37] Allah onu cinlere ve insanlara elçi olarak göndermiştir.[38]  İbn Abbas, bu ayetler vasıtasıyla Hz. Muhammed'in üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Ayetle istişhad çerçevesinde İbn Abbas'tan naklen anlatılan şu olay da önemlidir. Abdullah b. Abbas der ki: "Kur'an'ı okuyup, içeriğini hayatına katan kimseyi Allah, dünyada ve ahirette de saptırmayacağını garanti etmektedir." Bu sözüne delil olarak hemen şu ayeti okumuştur:[39]

“Kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve huzursuzda olmaz.”[40] Örneklerde görüldüğü gibi, İbn Abbas, kendi fetvalarına veya meydana gelen olaylara ayetlerle delil getirerek meseleleri izah etmiştir.

3. Ayetleri yorumlamada eski Arap şiirinden faydalanma: Şiirden isti­fade etmek suretiyle ayetleri tefsir etme, Abdullah b. Abbas'ın dile hakim olduğunun da ispatıdır. Ona Kur'an'dan bir şey sorulduğunda kadim Arap şiirlerinden bir şiir okuması.

[41]

Kur'an'daki kapalı sözcükleri açıklama bakımından ehemmiyetlidir. "Çünkü sözcükler o toplumun kültürünü, insanlar arasındaki davranış biçimlerini, tepki tarzlarını ve hitap yollarını göstermektedir.[42] Sözcüklerin böyle önemli bir görevi yerine getirmesinden dolayı O, bilinmeyen Kur'an sözcüklerinin şiirde aran­masını tavsiye etmiştir. Çünkü şiir Arab'ın divanıdır.[43] Bu tavsiyeyi yaptıktan sonra bir bedeviyi çağırmış ve "Haraç" nedir, demiştir. Bedevi de, "darlık-güçlük" cevabını vermiştir.[44] İbn Abbas, "Fatır" sözcüğünün anlamım, evinin yakınında bir kuyunun kazılmasıyla ilgili bedevilerin münakaşasını duyana kadar yeterince kavrayamadığım belirtmiştir. Biri diğerine "Ene fatartuha" dey­ince O, "fatara" kelimesinin "İlk defa yapmak, yaratmak" anlamına geldiğini öğrenmiştir.           

[45]

4. Sübjektif yaklaşıma karşı olmak:

“Kur'an-ı Kerim'in geliş amacı, "sorumluluk bilinci taşıyan" insanlara mutlak doğruyu göstermektir.”[46] O, herhangi bir ideolojiyi veya hayatın yorumlan­masında vahye karşıt olan dünya görüşlerini tasdik etmek için gönde­rilmemiştir. Kur'an ayetleriyle ilgili yorum yapanlar, Kitab'ın geliş gayesi­ni her zaman gözetmek zorundadırlar. Aksi halde, Kur'an'ın yol gösterici hiç bir özelliği kalmaz.

Tarihin her döneminde insanlar kendi düşüncelerini etkin hale getire­bilmek için mücadele etmişlerdir. Bu mücadele esnasında insanlar zaman zaman hakikat çizgisinden saptıkları gibi, bazen de şahsî fikirlerini her­hangi bir ölçü koymaksızm vahiyle payandalamak istemişlerdir. Bu anlayış sahabe döneminde de zuhur edebilmiştir. İslâm'a yeni giren ve din bilinci yeterli olmayan kişiler, sahabenin büyüklerinin gösterdiği has­sasiyeti göstermemiştir. Kur'an konusunda yeterli hassasiyeti gösterme­yerek şahsî düşüncelerine vahiyle destek arayan insanlar; adeta ayetleri çarpıştırmışlardır. Kur'an'm geliş gayesini iyi kavrayan İbn Abbas, bu tip insanlara şu tavsiyeyi yapmıştır: "Kur'an'ın bir kısmını bir kısmına vurmayın. [47] böyle yapmak şüphesiz kî; kalplerde (Kur'an'a karşı) şüpheler meydana getirir.[48] Sübjektif bir anlayışı öne çıkarıp ayetleri buna göre yorumlamak, zor durumlarda manayı tahrife bile götürebilir. Bu durumu bilen İbn Abbas böyle bir anlayışa şiddetle karşı çıkmıştır.”

5. Meydana gelen yeni olaylara Kur'an merkezli yeni çözümler üret­mek; içtihadı yaklaşım: Abdullah b. Abbas sahabe içerisinde Allah'ın kitabını en iyi anlayanlardan, şiir, ensab ve eyyamu'l-Arabi Arapların ta­rihinde meydana gelen önemli olayları çok iyi bilenlerdendi. Ayrıca Tev­rat ve İncil'e de vakıftı. [49] Onun bu konularda da otorite olması kendine güvenini artırdığı gibi, yeni olaylara çözüm bul­mada, içtihadı yeteneğinin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Bu özel­liklerinden dolayı ufku açık bir sahâbî olarak O, Kur'an-ı Kerim'e sürekli İşlerlik kazandırmıştır. Bu çerçevede şöyle bir açıklama yapmıştır: "Bir devenin diz bağlama zinciri kaybolsa onu Allah'ın kitabında bulu­rum.[50] Bu sözüyle İbn Abbas, hayatın derinlik ve genişlik alanında ayetlere işlerlik kazandırıp Kur'an'ı ak-tüelleştirmeyi kastetmiştir. Kur'an'ın hayatın tüm sorunlarına cevap vere­bilecek durumda olduğunu ortaya koymuştur. Fakat, bu sorunlara cevap verebilecek olan insanın kendisidir. Dolayısıyla O, ehliyetli insanlara, Kur'an'la hayat arasında bağ kurmaları konusunda rehberlik etmiştir.

Nüzul ortamıyla ilgili geniş bir bilgi birikimine sahip olan [51] ve yerine göre ayetlerin kapalılıklarını açıklamakta [52] mahir olan Abdullah b. Abbas, içtihadı bilgisi sayesinde birçok fıkhı meseleleri çözmüştür. Öyle ki Hz. Ömer, karşılaştığı zor fıkıh meselelerinin çözümü için onu çağırma ihtiy­acı duyar, başkasını çağırmazdı. Birçok sahabenin başvuru kaynağı olan İbn Abbas, ilmî hüviyetinden dolayı kendisine verilen unvanlara layık ol­muştur. [53] Abdullah b. Abbas, büyük bir ilmî şöh­rete sahiptir. Tefsir kitapları ondan yapılan nakillerle doludur. Bizim anladığımız kadarıyla, elimizdeki en eski tefsir çalışmalarından olan Taberî'nin Câmiu'l-Beyan'ındaki rivayetlerin yaklaşık, yüzde altmış beş veya yetmişi İbn Abbas'a aittir. Gerçekten Kur'an fıkhının oluşmasında Abdul­lah İbin-i Abbas (r.a)'ın rolü büyüktür.

Kur'an'ın fıkhı, fıkhın başıdır. Allah'ın kitabını anlamayan bir kims­enin din adına anlayacağı her hangi bir şey yoktur. Çünkü fıkıhta, Kur'an'ın Allah'ın muradına göre anlaşılması, her şeyden öncedir. Esasen fıkıh; Rasûlüllah (sav)'den sadır olan sahih sünnetin örnekliğinde ve önderliğinde Kur'an'ın Allah'ın muradına göre anlaşılması ve uygulan­ması için gösterilen çaba ve gayretin adıdır.

 

Hz. Abdullah Bin Amr Bin El-As

(r.anh)

 

Ashabın ileri gelen fakihlerinden ve aynı zamanda Abâdile'den (yani dört Abdullah'dan) olan bir sahabedir. Ebu Muhammed veya Ebu Abdurrahman künyesiyle tanınan Abdullah, Amr b. As'ın oğlu idi. Annesi de Râita (Reyta) binti Münebbih'tir. Abdullah, babası Amr b. el-As'dan önce müslüman oldu ve onunla birlikte Hicri yedinci yılda Medine'ye hicret etti.

Abdullah b. Amr (r.a.), Hz. Peygamber (sav)'in meclislerine devam ederdi. Onun tanındığı özelliklerden biri, Rasûlullah'ın sözlerini ezber­lemek ve kaydetmekti. Ashâb, Abdullah'ın her şeyi yazdığını görerek, onu, bundan vazgeçirmek istemişler ve ona şöyle demişlerdir:

"Sen Rasûlullah'tan işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki Allah Rasûlü, gazap ve hoşnutluk hallerinde de söz söylemektedir." Bunun üzerine tereddüde düşen Abdullah, durumu Hz. Peygambere anlatınca Rasûlullah, onu din­ledikten sonra şöyle buyurdu:

"Yaz, çünkü canımı kudret elinde tutan yüce Allah'a yemin ederim ki, ağzımdan haktan başka bir şey çıkmamıştır.”

[54]

Abdullah b. Amr, gece ve gündüzünü Allah yoluna vakfeden sahabe­lerdendi. Bütün vaktini oruç ve namaza adamıştı. Abdullah bu haliyle ilgili olarak şunları anlatır:

"Babam, beni Abdullah b. Abbâs'ın kızı Umre ile evlendirdi. Fakat ben hep namaz ve oruçla vakit geçirdiğimden eşimle ilgilenememiştim. Bir ,gün babam, gelinini ziyarete geldi. Beni nasıl bulduğunu sormuş, eşim ona şu cevabı vermişti:

"Kocam, erkeklerin en şerefi iler in den d ir, fakat bizi arayıp sorduğu yok..." Babam, zevcemin bu sözlerinden üzülerek, beni arayıp sordu ve şöyle dedi:

"Oğlum, sana, Kureyş'in en şe­reflilerinden bir kadın aldım. Sen ise şöyle yaptın, böyle yaptın!.." Daha sonra da, Rasûlüllah'a giderek beni şikâyet etti. Rasûlüllah, babamı din­ledikten sonra beni çağırdı. Hemen yüce huzurlarına vardım. Hz. Peygamber (s.a.s.):

 

“Sen gündüzleri oruç mu tutarsın?”

“Evet, ya Rasûlüllah!”

 

“Geceleri namaz mı kılarsın?”

“Evet, ya Rasûlüllah!” Bunun üzerine Rasûlüllah şunları söyledi:

“Fakat ben, oruç tutar ve yerim; namaz kılar ve uyurum, zevcelerimle de ilgilenirim. Benim sünnetim budur. Benim sünnetim­den ayrılan benden değildir." Rasûlüllah bana:

“Sen Kur'an'ı ayda bir kere hatmet!...” dedi. Ben de:

"Fakat ben kendimi daha kuvvetli hissediyorum" dedim.

"O halde on günde bir kere hatmet" buyurdular.

"Fakat ben daha fazla da okuyabilirim" dedim.

“O halde üç günde bir hatmet", buyurdular. Sonra oruca değinen Hz. Peygamber:

“Ayda üç gün oruç tut!" dedi. Ben,

"Daha fazla tutmaya gücüm yeter." dedim.

Ancak Rasûlüllah, daha fazlasına müsâade etmedi. Ben ise daha fazlasını rica ettim. O zaman müsâade buyurdu. Ne var ki.ben daha fazla tutmakta ısrar ettim. Sonunda Allah Resulü şöyle buyurdular:

 

“Orucun en faziletlisi, kardeşim Davud (a.s.)'ın orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi."

Bunu da ilâve ettiler

"Her abîdin, ibadet için atılımlar duyduğu anlar vardır. Fakat bunu bir bezginlik takip eder. O zaman insan ya sünnete doğru gider, ya bid'ate. Bezginlik anında sünnete doğru giden hidayete ermiş demektir. Başka bir yola giden ise helak olur.”

[55]

Bu hadis-i şerifin râvisi der ki: Abdullah b. Amr, bütün hayatını Rasûlüllah'ın bu tavsiyeleri çerçevesinde geçirdi. İhtiyarlığında bile, aynı. şekilde hareket etti. Bazen de günlerce oruç tutar, sonra orucunu bozar ye şöyle derdi:

"Rasûlüllah'dan bu hâl üzere ayrıldım. Bu hâli bırakıp başka bir hâle girmek istemem."

Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber (sav) devrinde birçok gazaya katıldı. Genellikle süvarilerle birlikte hareket ederdi. Son derece cömert, eli açık bir adam olduğundan, eline geçen her şeyi dağıtır ve herkesi memnun ederdi. Onun cihada katıldığını gösteren hadîsler pek çoktur. Bunlardan, onun, gazaya çıkan mücahidleri hazırlama görevini yürüttüğünü de anlı­yoruz.

Amr b. Haris ez-Zebîdi diyor ki: Bir gün Abdullah b. Amr b. el-Âs'a sordum:

“Ya Eba Muhammedi Biz öyle bir yerdeyiz ki, burada bir dirhem ve dinar namına para yoktur. Bütün malımız davarlarımızdan ibarettir. Bunları değiştirerek alış-veriş yapıyoruz.

Bir ineği, bir müddet için koyun karşılığında alıyoruz. Yahut bir deveyi birkaç inek karşılığında veriyoruz. Deve karşılığında at ve kısrak alı­yoruz. Fakat bunların hepsi zamanla kayıtlıdır. Bunda bir zarar var mı?”

“Tam adamını buldun,” dedi.

"Rasûlüllah bir gün yanımda bulunan develere askerleri bindirerek, bir tarafa sevketmemi emir buyurdu. Develerin askerlere yetmeyeceğini gördüm. Rasûlüllah'a vararak, bazı askerlerin bineksiz kaldıklarını söyledim. O zaman Rasûlüllah, bana şu cevabı verdi:

"Sadakalardan gelen erkek develer karşılığında dişi develer satın al ve askerlere binek temin et!.. " Ben de bir erkek deve karşılığın­da üç dişi deve satın alarak, bütün askere binek sağlamış oldum. Daha sonra Rasûlullah, sadakalara ait olan develerin bedelini ödedi."

Asr-ı Saadet'ten sonra, Abdullah b. Amr'ın katıldığı en önemli cihad Yermük'tür. Abdullah'ın babası Amr b. el-Âs, bu cihad hareketinin kumandanlarından biriydi. Abdullah bu savaşta büyük yararlıklar göster­mişti.

[56]

Kendisi Amr b. As'ın oğlu olduğundan, tabii olarak babasının hareket çizgisini takip etmişti. Ne var ki, Abdullah'ın babasının yanında bulun­ması, Muâviye (r.a.)'i körü körüne desteklediği anlamına gelmez. Çünkü o, sonuna kadar tarafsızlığını koruyan büyüklerdendi. Kendisi babasıyla birlikte Muâviye (r.a.)'nin tarafında bulunmasına rağmen, Sıffın'da savaşa katılmadı. Hiçbir müslümanın kanını dökmedi ve hiçbir zaman bir müslümana karşı silah çekmedi.

Sıffm'da Ammâr b. Yâsir'in şehîd olması üzerine, Hz. Abdullah'dan gelen şu rivayet her şeyi açıklamaktadır:

Hanzala b. Huveylid şöyle anlatır: "Muaviye'nin yanındaydım. Ammâr'ın kesik başı için birbiriyle tartışan iki adam geldi. Bunlar, birbir­leriyle Ammâr'ı ben öldürdüm, diye çekişiyorlardı. Abdullah, onlara şu sözleri söyledi:

“İçinizde onu öldüren kimse sevinsin! Çünkü Rasûlullah:

"Ammâr'ı azgın bir topluluk öldürecektir." buyurmuştur.”[57] Abdullah'ın bu hadisi rivayet etmesi Muâviye (r.a.)'i endişelendirmiş ve Abdullah'a şöyle demişti:

“O halde, sen niçin bizimle berabersin?” Abdullah:

“Babam beni, bir gün Rasûlullah'a şikâyet etti. Rasûlullah da bana şöyle emretti:

"Baban hayatta oldukça ona itaat et ve onu dinlememezlik etme." İşte bunun için sizinle beraberim. Fakat asla savaşa katılmam!”

[58]

Aynı olayı, Abdullah b. Haris de naklediyor ve diyor ki: "Ben, Abdullah b. Amr ve Muâviye ile birlikte yürüyordum. Abdullah, babası Amr b. el-As'a bakarak dedi ki: Rasûlullah'ın şu sözleri söylediğini duy­dum:

“Ammâr'ı azgın bir topluluk katledecektir!.” Bunun üzerine Amr b. el Âs Muâviye'ye bakarak:

"Duydun mu ne dediğini?" dedi. Bunun üzerine Hz. Muâviye (r.a.):

"Ammâr'ı biz mi öldürdük? Onu buralara getirenler öldürdü!" dedi.”

[59]

Bütün bu sahih rivayetlerden anlıyoruz ki, Abdullah b. Amr fitneye karışmayıp, müslüman kanı dökmedi. Hattâ müslümanların birbiriyle uğraşmasını, birbirlerine saldırmalarını daima üzüntüyle karşılayıp bu hareketleri kötülemekten geri durmadı.

[60]

Bu iki olay, Abdullah'ın yalnız bir mecliste değil, birçok topluluklarda bildiğini söylemekte tereddüt etmediğini göstermektedir. Nitekim bir gün Abdullah ile Ebu Saîd el-Hudrî ve Hz. Hüseyin (r.a.) Mescid-i Nebevî'de bulundukları sırada, Sıffîn olayı hatırlanmış ve söz konusu edilmişti. Ebu Saîd Abdullah’a,

"Sıffın harbinde Şamlılarla bulunmasının ne gibi bir hikr mete dayandığını" sordu. Abdullah'ın verdiği cevap şuydu:

“Ben Sıffın savaşma katılmadım. Çünkü böyle bir savaşa katılmak bizim Allah Rasûlü'nden aldığımız terbiye ve hidayete aykırıydı. Fakat Rasûlullah bana, "Babana itaatsizlik etme!" buyurmuştu. İşte bunun için babamın yanından ayrılmadım. Ancak asla savaşa katılmadım ve hiçbir müslümana silah çekmedim."

Abdullah b. Amr hicri altmışbeş'inci yılda yetmişiki yaşındayken Mısır'ın Füstat şehrinde vefat etti ve oraya defnolundu.

Abdullah (r.a.) ashâb arasında ilim ve faziletiyle tanınırdı. Arapça'nın yanı sıra İbrani'ce ve Süryânice bilirdi, Böylece Tevrat ve İncil'i de okuyup, tetkik etme imkânı bulmuştu. Hz. Ebu Hureyre (r.a.) Abdullah'tan bahsederken; Abdullah'ın daha fazla hadis bildiğini, zira onun hadisleri yazdığını, fakat kendisinin yazmadığını söylemektedir.

[61]

Abdullah Rasûlüllah'dan duyduklarını yazarak bu hadisleri bir arada toplayan bir kitap meydana getirmişti. Bu kitaba "es-Sahifetü's-Sadıka" adı verilirdi. Kendisine bir şey sorulduğunda buna bakarak cevap verirdi.

Ebu Kubeyl şunu rivayet ediyor: Abdullah'ın yanında bulunuyorduk. Kendisine bir soru soruldu:

"Hangi şehir daha önce fetholunacaktır? Kostantiniyye mi, Roma mı?.." Abdullah, soruyu dinledikten sonra bir sandık getirdi, içinden bir kitap çıkarttı ve ona bakarak şu cevabı verdi:

"Bir gün Rasûlullah'ın çevresinde oturmuş yazı yazıyorduk. Derken Rasûlullah'a bir soru soruldu:

"Şu iki şehirden hangisi daha evvel fetholunacak; Kostantiniyye mi, Roma mı?" Allah Rasûlü, şu cevabı verdiler:

“Önce Herakl'in şehri (Kostantiniyye yani İstanbul) feth olun­acaktır."

[62]

Abdullah b. Amr Rasûlüllah'tan yediyüzyirmiiki hadis rivayet etmiştir. Bunlardan on yedisini Buhârî ve Müslim müştereken rivayet ederler. Ayrıca ondan Buhâri'de sekiz, Müslim'de yirmi kadar hadîs kaydedil­miştir. Çok hadîs rivayet ettiği için Muksirundan sayılmaktadır.

Abdullah b. Amr bizzat işiterek Rasûlullah'tan hadis-i şerif rivayet ettiği gibi, Hz. Ömer'den, Abdurrahman b. Avf dan, Muaz b. Cebel'den, Ebû'd-Derdâ, gibi birçok sahabeden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de, Enes b. Mâlik, Ebû Umâme, Sehl b. Hanif, Abdurrahman b. Haris b. Nevfel, Mesrûk b. Ecdâ, Sâid b. el-Müseyyeb, Cübeyr b. Nüfeyr, Sabit b. îyâd el-Ahnef, Kayseme b. Abdurrahman el-Ca'fı, Humeyd b. Abdurrahman b. Avf, Zîr b. Hubeys, kendi oğlu Muhammed, Tavus, Salih b. Keysân, Âmir b. Surâhil, Sa'bî, İbn Ebi Müleyka, Urve b. Zübeyr, Abdurrahman b. Cübeyr, İkrime, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Ebû Zur'a b. Amr b. Cerir, Ebu'z-Zübeyr el Mekki, Amr b. Dinar Hasan-ı Basri ve daha pek çok âlim hadis rivayet etmiştir.

Abdullah'ın ders halkaları son derece genişti. Hadis öğrenimi görmek isteyenler uzak ve yakın diyarlardan gelerek ondan ders okurlardı.

Naha âlimlerinden biri der ki: İlya mescidine giderek, bir cemaatle bir­likte iki rekât namaz kıldım. Derken adamın biri geldi. Bana yakın bir yerde namaza durdu. Herkes bu adamın yanına koştu. Meğer bu zat, Abdullah b. Amr b. el-As'mış, O, namazdan sonra oturup, halka ders ver­mek istedi. Fakat Muâviye'nin oğlu Yezid'in elçisi gelerek onu çağırdı. Bunun üzerine Hz. Abdullah, cemaate bakarak:

"Bu adam (Yezid) benim size Allah Rasûlü’nün hadislerini öğretmemi istemiyor. Halbuki ben Allah Rasûlü’nden şunu işittim:

"Ya Rabbi şu dört husustan sana sığınırım: Fayda vermeyen ilimden, huşua varmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan.”

[63]

Rasûlüllah (sav)'in hadislerini öğrenmek, onlara uygun bir İslâmî hayat ortaya koymak, sahabelerin vazgeçilmez müşterekidir. Sahabenin fıkhında Rasûlüllah (sav)'in hadisleri öncelikli tercihlerdendirler. Rasûlüllah (sav)'in hadislerini Kur'an ayetlerinden sonra tercihlerinin öncelikleri haline getirmeyenler, lehvel hadisle/laf eğlencesiyle meşgul olurlar. Bunun için Abdullah b. Amr b. el-Âs hadisleri önemsemiş ve her fırsatta onları İslâm ümmetine öğretmeye çalışmıştır.

Abdullah'ın talebeleri, onu son derece sever, etrafında oturup ders din­lerlerken, birisinin gelip, bu dersi bozmasını istemezlerdi. Bir gün adamın biri, Abdullah'ı görmek istedi. Bunun için de safları yararak ilerlemesi gerekti. Talebeleri hemen bu adamı durdurmak istemişlerse de, Abdullah:

"Bırakınız gelsin" deyince adam safları yara yara Hz. Abdullah'ın yanına varıp;

“Bana, Rasûlullah'dan dinleyerek ezberlediğin bir söz söyle!” dedi. Abdullah b. Amr bu adama şunları söyledi:

Rasûlüllah (sav)'ın şöyle buyurduğunu ondan dinledim:

 

"Müslüman, müslümanlar, onun dilinden ve elinden emin olduğu kimsedir. Muhacir, Allah'ın yasakladığı her şeyden uzak olan kişidir."

Abdullah (r.a.)'ın ilminden en çok istifade eden şehirlerden biri de Basra idi. Basra'da, herkesten önce oranın valileri derslerine koşarlardı. Onun rivayetlerinden ümmet istifâde etmiştir. Ümmete hayırlı olmak, hayırlı ümmetten olmanın gereğidir. Kendi ilminden insanları istifade ettirmeyen alimde hayr yoktur. İnsanlara hayırlı olmak için çalışmak, sahabe fıkhmdandır. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'den öğrendikleri İslâm'ı yaşayarak diğer insanlara öğrettiler. Rasûlüllah (sav)'in kendilerine öğret­tiği hayırlı amelleri ümmet içinde işleyerek hayırlı olmaya çalıştılar. Hayırlı insan, hayır işleyendir. Hayır işleyen başkasını da hayırdan isti­fade ettirendir. Abdullah b. Amr (r.a.) şöyle rivayet ediyor:

Bir gün Allah Rasûlü, Hz. Sa'd'ı abdest alırken gördü ve ona şöyle dedi:

"Sa'd, bu ne israf!..” Hz. Sa'd:

“Ya Rasûlüllah, abdestte de mi israftan sakınacağız?” dedi. Rasûlüllah buyurdular:

 

"Akan bir nehir önünde olsanız bile suyu israftan sakınınız."

Bir gece rüyamda, parmağımın birinde yağ, birinde bal gördüm. İkisi­ni de yalıyordum. Sabah rüyamı Allah Rasûlüne arzettim. Buyurdular:

"Sen iki kitabı; Kur'an-ı da Tevrat'ı da okursun." Ben, her ikisini de okudum.

Rasûlullah'a sordular:

“Hicret nedir?” Allah Rasûlü cevap verdiler:

"Hicret, gizli ve açık her fenalığı terketmektir, namazı kılmak ve zekatı vermektir. Böyle yaparsanız, her nerede olursanız olun muhacirsinizdir.”

[64]

Her yerde muhacir olmak mümkündür. Kişi ister Daru'l harb'de yaşasm ve isterse Daru'l İslam'da yaşasın, Allah'ın haram ettiklerini terkettiği, onlardan uzaklaştığı oranda mucahirdir. Kalbindeki imanm bir gereği olarak haramlardan uzaklaşan her mü'min erkek ve kadın, mekân ve zaman farkı olmaksızın bir muhacirdir.

 

Hz. Abdullah Bin Zeyd

(r.anh)

 

Abdullah b. Zeyd radıyallahu anh "Sâhibü'l-Ezân" lakabıyla tanınan bir sahâbi... İslâm'ın şiarı, en büyük alâmeti olan "Ezân-ı Muhammedi"nin okunuşunu rüyasında öğrenen bir yiğit. Rasûlullah (sav) efendimizden ezan ile ilgili hadis-i şerifi rivayet etmekle meşhur olmuş bir iman eri.

O, Medine'li olup Hazrec kabilesine mensuptur. Akabe'de Rasûlullah (sav)'e bey'at ederek islâm'la şereflenen Medine'li ilk müslümanlardandır. Babası Zeyd İbni Sa'lebe'dir.

İki Cihan Güneşi efendimiz Medine-i Münevvere'ye teşrif edince, Ensar ile Muhaciri birbiriyle kardeş ilân etti. Sonra ashâbıyla birlikte İslâm'ın ilk müessesesi olan mescidi inşâ etti. Hicretin birinci yılında "Mescid-i Nebevi" tamamlandıktan sonra müslümanların ibadete nasıl çağrılacağı konusu gündeme geldi. Namaz vakitleri nasıl duyurulacaktı?

Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz bu konuda ashabının fikirlerini almak üzere onları topladı ve istişarede bulundu. Onlara ibâdet vakitlerini halka duyurmak için ne yapılması lâzım geldiğini ve müslümanların cemaate, camiye nasıl çağrılması gerektiğini sordu. Namaz vaktinin girdiği nasıl ilân edilmeli? diyerek ashabına sorular yöneltti. Teker teker onların görüş­lerini aldı. Herkes bir fikir beyân ediyordu. Kimi namaz vakti cami üzeri­ne bayrak dikelim dedi. Kimi çan çalalım, boru öttürelim dedi. Kimisi de ateş yakalım dedi. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz bu görüşlere iltifat buyurmadı. Çan çalma hristiy ani arın, boru sesi yahudilerin, ateş yakmak da mecûsîlerin âdetleriydi. Bu sebeble bu görüşler hüsnü kabul görmedi. Edasıyla, sedasıyla ve manasıyla gönüllere hoş gelecek, kulakları okşa­yacak ve imanları coşturacak bir çare bulunmalıydı. Bir müddet sabredilmeliydi. Allah (c.c) her şeye kadirdi. Görüşler henüz bir fikir üzerinde birleşemeden toplantı dağıldı. Müzâkereler birkaç gün devam etti.

Abdullah b. Zeyd (r.a.) bir gece rüyasında değişik kelimelerle bir takım sözler işitti. Bu işin gerçekleştiğini gördü. Sabah erkenden iki Cihan Güneşi efendimizin huzuruna geldi ve rüyasını heyecanla anlattı. Rüya şöyle idi:

Üzerinde iki kat (alt ve üst) yeşil elbise bulunan biri yanıma geldi. Elinde bir de nâkus (çan) vardı. Ona:

“Elindeki çanı satar mısın?" dedim. O da:

"Ne yapacaksın?" diye sordu. Bende:

"Namaz vakitlerini bildirmek için çalacağım" dedim. O kişi bana:

"Ben sana daha hayırlısını tarifede­yim." dedi. Kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle

"Allahu Ekber" diye başlayarak ezanı bütünüyle okudu. Sonra biraz durdu; ezan cümlelerini bir daha okudu.

Aynı kelimeleri tekrar etti. Sonuna doğru iki defa "Kad kâmetis salâh" dedi. Bu cümleyi ilâve etti.

Abdullah.b. Zeyd (r.a.) bu şekilde rüyasını anlatınca Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz:

"Bu sâdık bir rüyadır. Hak, gerçek bir rüyadır. Onu Bilâl'e öğret. Onun sesi seninkinden daha gürdür." buyurdu. Ezan'da geçen, cümleleri, sözleri Bilâl (r.a.)'a öğretmesini buyurdu. O da Bilâl (r.a.)'e aynı kelimelerle bugün okunmakta olan ezanı öğretti.

Bilâl-i Habeşi (r.a.) mescidin yakınında bulunan yüksek bir yere çıktı ve ilk ezanı okudu. Hz. Ömer (r.a.) ezan sesini işitince koşarak Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna geldi ve:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah için, onun gördüğünün aynısını ben de gördüm. Ama bu benden önce geldi." dedi. Bu kelimeleri aynen rüyasında duyduğunu söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz:

"Allah'a hamdolsun hakkı bildirdi." buyurdu.

İki sahabenin rüyalarının aynı olmasından dolayı Allahû Teâlâ'ya hamdetti. Böylece kıyamete kadar devam1 edecek olan ulvî bir davet şekli meydana geldi. Bu şeref Abdullah b. Zeyd (r.a.) için büyük saadet oldu. Bundan sonra "sâhibü'l-ezân" diye şöhret buldu.

Ne güzel âhlâk-i hamide!.. İstişare!.. Müzâkere!.. Fikrini almak!.. Fikrini sormak!.. İslâm'ın şiarı, en büyük alâmeti ezan konusunda bunu .tatbik etmek... Değişik fikirlerden rahmet beklemek... Hepimize en canlı örnek... Ne rahmet!.. Ne bereket!..

İslam'ın Medine'de devlet haline gelmesinden sonra ezan gündeme gelmiştir. Yani müslümanlar istiklale kavuştuktan sonra ezan okunmuştur. Dolayısıyla Ezan, İslâm ümmetinin müşterek evrensel istiklal marşıdır. Ezân'a karşı saygısızlık, bir bütün olarak İslâm ümmetine karşı saygı­sızlıktır. Ezan şeairi İslâm'dandır. Yani İslâm dininin vazgeçilmez şiarlarındandır.

"Sâhibü'l ezan" Hz. Abdullah b. Zeyd (r.a), hicretin ikinci yılında Bedir muharebesine iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Mekke fethi günü Hazrec kabilesinin Hârisoğulları kolunun bayrağını taşıdı. Veda Haccında bulundu. Hac esnasında elinde bulunan hayvanlarını fakirlere sadaka olarak dağıttı. Kendisine sâdece bir kısrak koydu. Cömertti. Kendisi sıkıntı ve zaruret içinde yaşamayı tercih eder, mallarını Allah yolunda infak ederdi.

Fahr-i Kâinat (sav) efendimizden ezan hadisini rivâyetiyle tanınan Abdullah İbni Zeyd (r.a.) altı hadis-i şerif rivayet etti. Hicretin 22. se­nesinde Hz. Osman (r.a.) devrinde 64 yaşlarında iken Medine'de vefat etti. Cenaze namazını halife Hz. Osman (r.a.) kıldırdı. Cenâb-ı Hak'dan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

[65]

Abdullah İbni Zeyd (r.a.), müslümanların müşterek evrensel istiklal marşı olan ezan'ı Rasûlüllah (sav)'in örnekliğinde ve önderliğinde haber veren bir sahabedir. Yani müslümanların gündemine tevhid'e çağrıyı taşımıştır. Her gün belli aralıklarla insanları tevhid'e çağırmak, şirk'ten, küfürden, tuğyandan sakındırmak, sahabe fıkhmdandir. Sahabelerin Rasûlüllah (sav)'in örnekliğinde ve önderliğinde okudukları ezan, evren­sel çağta küfre, tuğyana, isyana karşı bir direniş çağrısıdır. Biz bundan anlıyoruz ki, sahabenin fıkhı, kıyam ve direniş fıkhıdır. Sahabeler, Al­lah'ın arzında hüküm ve hakimiyet hakkının sadece Allahû Teâlâ'ya ait olduğunu haykırmışlardır.

Bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerli olan anın vacibinin bu olduğunu öğretmişlerdir. Ezan, bunun en öenmlidir delilidir. Günde beş defa okunan ezanla genelde bütün insanlığa, özelde ise Müslümanlara gerçek kurtuluşun adresininin Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine dönmek ve teslim olmak olduğu hatırlatılır. Ezan, ilahi nizam hesabına beşeri sis­temleri, kanun ve yasaları paydos etme çağnsıdır. Sahabeler, müşriki rejime paydos diyen ve paydoslarını evrensel hale getiren kahramanlardır. Onların fıkhı, kahramanlık fıkhıdır. Kahramanlık fıkhı, Allah'ın hükmü ve hakimiyetinin önüne geçirilen bütün hüküm ve hakimiyet çeşitlerini açık, aleni bir şekilde reddetmektir. Cahili hüküm ve hakimiyet çeşitleri­ni toptan reddetmeyenler, sahabelerin fıkhından bir şey anlayamazlar.

 

Hz. Abdurrahman Bin Avf

(r.anh)

 

Rasûlüllah (sav)'in hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahabeden ve ilk müslümanlardan biridir. Kureyş kabilesinin Zühreoğullarmdan Hâris'in oğlu olup Câhiliyye devrinde asıl adı Abdulkâ'be veya başka, bir görüşe göre Abdu Amr idi.

Hz. Peygamber (sav)'in Erkam'ın evindeki faaliyetlerine başladığı gün­lerde İslâm'a giren Abdurrahman'a bu ismi Rasûlüllah (sav) vermiştir. Ebû Muhammed künyesi ile tanınan Abdurrahman'm annesi Şifâ binti Avf b. Adi'l-Hâris b. Zühre b. Kilâb idi.

Rivayete göre Abdurrahman Fil Olayı'ndan yaklaşık yirmi yıl sonra dünyaya gelmişti. Abdurrahman b. Avf (r.a.) ilk müslümanlardan olma­sından dolayı Kureyş'in zâlim tutumuna dayanamayan ashâb ile birlikte Habeşistan'a yapılan iki hicrete de katılmıştı. Nihayet Rasûlüllah (sav), ashabı Medine'ye hicret etmeye teşvik edince, o da diğer ashâb ile birlik­te hicret etmişti.

Hz. Peygamber (sav) Medine'de Ensâr ile Muhacirler arasında kardeş­likler ilân edince Abdurrahman b. Avf ile Ensâr'dan Sa'd b. Rabî'i kardeş ilân etmişti Ensâr'ın ileri gelenlerinden Sa'd b. Rabî' 'Din kardeşi' Abdurrahman'a şunları söylemişti:

"Benim bir hayli malım vardır. Bunun yansını sana veriyorum. Ayrıca iki eşim vardır. Bunlardan birini boşayacağım, iddeti bitince onu nikâhlarsın." Bu büyük âlice­naplık karşısında Abdurrahman b. Avf kardeşine şunları söylüyordu: "Cenâb-ı Allah malını ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranışına karşı Allah ecrini versin. Sen yalnız bana çarşının yolunu göster, benîm için yeterlidir."

Abdurrahman b. Avf (r.a.) ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için bu işin tam bir uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış ve Allah ona büyük servet vermiştir. Abdurrahman bu ticarî ha-yatını şöyle anlatır:

"Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğumda sanki altın olu­veriyordu." Samimiyet ve sadakattan ayrılmazsanız, hakettiğiniz, nasibi­niz olan dünya da gelir sizi bulur.

Abdurrahman b. Avf (r.a.) Hz. Peygamber (sav)'in bütün gazvelerine katılmış ve ilk îslâm cihad hareketinden en güze! şekilde nasibini almıştı. Ashâb'tan Muğîre b. Şu'be (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) çıktığı gazvelerin birinde yolda konaklamışken Ashâb'ın bulunduğu yerden biraz uzak bir noktaya çekilip hacetini defederek abdest alıp döndü. Rasûlüllah (sav) ashabının yanma vardığında ashâb Abdurrahman b. Avf in arkasında namaza durmuştu. Muğîre hemen gidip Abdurrabman'a Rasûlüllah(sav)'ın geldiğini haber vermek istediyse de Rasûlüllah (sav) buna engel olmuş ve Abdurrahman'ın arkasında namazını kılmıştı. Böylece Hz, Peygamber'in ilk defa arkasında namaz kıldığı kişi Abdurrahman b. Avf (r.a.) olmuştur.

Daha sonra da bilindiği gibi, Rasûlüllah (sav) hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekr'in arkasında'namaz kılmıştı. İbn Sa'd Tabakâtu'l-Kübrâ adlı eserinde bu seferin Tebük seferi olduğunu kaydetmektedir.

[66]

Rasûlüllah (sav) Abdurrahman b. Avfı ashâbtan yediyüz kişilik bir askerî kuvvetle H. 6 yılı Şaban ayında Dûmetu'l-Cendel'e gön­dermişti. Abdurrahman, Hristiyanlarm hüküm sürdüğü bu bölgeye gelip onları İslâm'a davet etmiş, büyük bir kısmı buna yanaşmadığı halde böl­genin ileri gelen kabile reislerinden el-Asbağ b. Amr el-Kelbî Hris-tiyanken İslâm'a girmişti. Abdurrahman da el-Asbağ'ın kızı Tumâzar ile evlenmiş ve ondan oğlu Ebû Seleme dünyaya gelmişti.

Yine İbn Sa'd'ın ifâdesine göre Hz. Peygamber (s av) ashâb içinde ipek giymeyi yalnız Abdurrahman'a müsaade etmişti. Zira Abdurrahman b. Avf in vücudunda bir kaşıntı vardı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir gün Medine'de bir heyecan ve kala­balık meydana gelmişti. Bunun sebebini soran Hz. Aişe (r.anha)'ya ,Abdurrahman b. Avf’ın kervanının şehre yaklaştığı söylenince Hz. Aişe (r.anha) şöyle demişti:

Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştu:

"Abdurrahman sırattan ge­çerken düşer gibi oldu ama düşmedi." Hz. Âişe'nin bu sözlerini haber alan Abdurrahman beşyüz deve olduğu söylenen bu kervanını sırtındaki yüklerle birlikte tamamen Allah rızası için bağışlamıştı. Develerin sırtın­daki malların develerden çok daha değerli olduğu kaydedilmektedir.

Ashabın en cömertlerinden biri olduğu bilinen Abdurrahman b. Avf’ın birçok gazvede ve özellikle Tebük gazvesinde Allah yolunda büyük infâklarda bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'in vefatından sonca Nâdiroğulları mahallesinde sahip olduğu arazisini kırkbin dinara satarak Rasûlüllah (sav)'ın zevcelerine dağıtmıştı. Hz. Âişe'ye payı getirildiğinde bunu kimin gönderdiğini sormuş, Abdurrahman b. Avf (r.a.)'m gönderdiği söylenince şöyle demişti: "Hz. Peygamber (sav),

"Benden sonra Allah'ın sabırlı kulları size karşı şefkatli davranacaktır. Allah, Abdurrahman b. Avf a Cennet pınarlarından kana kana içmeyi nasip etsin" buyurmuştu.”

Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefatından önce hilâfete Ömer b. el-Hattab'ın geçmesi hususunda Abdurrahman'ın görüşünü sormuş o da şöyle demişti:

"Ömer (r.a.) senin düşündüğünden daha iyidir. Fakat otoriterliği fazladır." Hz. Ebû Bekir (r.a.) de şöyle karşılık vermişti:

"Ömer'in sertliği benim yumuşaklığımdan kaynaklanıyor. İşleri üzerine alırsa bu sertliği kaybolur. Bir gün ben adamın birine çok kızmıştım. Ömer ise çok yumuşak davranmıştı. Ben yumuşak davransam o çok sertleşiyor."

Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında büyüyen devlet ve genişleyen sınırlar karşısında işlerin daha rahat çözülmesi için oluşturulan devlet şûrasında Abdurrahman b. Avf in önemli bir yer aldığını görüyoruz.

Yeni fethedilen Irak arazisinin gaziler arasında paylaşılması veya devlete bırakılması hususunda ortaya çıkan iki görüş vardı. Hz. Ömer (r.a.) ashabın diğer ileri gelenleriyle birlikte bu toprakların paylaşılmamasından yana iken Abdurrahman b. Avf, Bilâl-i Habeşi ile birlikte buna muhalif olup fethedilen yerlerin paylaşılmasından yana idiler. İstişare, ashâb-ı kirâm'ın ahlâkıdır. Onlar, şûrâ'yı idarelerinin esası haline getir­mişlerdi. Ümmetin işlerini şûra ile yürütüyorlardı.

Hz. Ömer (r.a.) şehid edildiğinde yarım kalan namazın tamamlanması için Abdurrahman görevlendirilmişti. Nihayet Hz. Ömer'in tedâvî edilmeşinin zor olduğu ve ecelinin yaklaştığı anlaşılınca yeni seçilecek halîfenin belirlenmesi için kurulan şûrâ'da Abdurrahman b. Avf da yer almıştı. Şûrada bulunanlardan Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa'd b. Ebi Vakkas haklarından feragat edince Şûrâ'da halîfe adayı olarak üç kişi kalmıştı. Hz. Ali, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf. Abdurrahman da bu husustaki hakkından feragat edince adaylar ikiye düşmüştü. Abdurrahman bu hususta ashabın ileri gelenleriyle uzun görüşmeler yapmış ve Hz. Ali ve Hz. Osman'dan karara uyacaklarına dair kesin söz aldıktan sonra bu konudaki kanaat ve kararı Hz. Osman (r.a.)'a bey'atin yararlı olacağı hususunda toplanınca, hilâfete Hz. Osman (R.a.) getirilmişti.

Abdurrahman b. Avf (r.a.) artık bir hayli yaşlanınca Hz. Osman devrinde çok sakin bir hayat yaşamış ve nihayet hicretin 32. yılında Medine'de vefat etmişti. Cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırmış, onu kabrine götürürken Hz. Ali (r.a.) şöyle demişti:

"Ey Avf’ın oğlu! Güle güle ebedî hayata git Sen bu fânî hayatın en güzel günlerini gördün. Bu revnaklı hayat bulanmadan Ahirete göçüyorsun" Sa'd b. Ebi Vakkâs (R.a.) da onun cenazesini taşırken:

"Ey koca dağ" diyerek Abdurrahman'm seciyesindeki sağlamlık ve metaneti ifâde etmişti.

Sahabe birbirini hayırla yadeden hayırlı nesildir. Bizden önce ölmüş müslümanları hayırla anmak, sahabe sünnetini ihya etmektir.

Abdurrahman, el-Bakî’ kabristanında medfundur. Medine'de vefat ettiği kesin olarak bilindiği halde Siirt ili Pervari ilçesi yakınında bir mezarın ona izafe edilmesi halkın yakıştırmasından başka bir şey değildir. Abdurrahman b Avf (r.a.), Hz. Peygamber (sav)'den çok hadis duymuş fakat titizliğinden dolayı bunların hepsini nakletmekten çekinmiştir. Hadis mecmualarında ondan altmışbeş kadar hadis nakledilmektedir.

Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra söz konusu olan mirasının mirasçılara taksim edilemeyeceğine dair Hz. Ebû Bekir'in rivayet ettiği hadisi kendisi de aynen rivayet etmişti. Aynı şekilde Suriye ve civarında çıkan veba hastalığı ile ilgili alman 'tedbir'e dair hadisi Abdurrahman (r.a.) rivayet etmişti:

"Bir yerde veba olduğunu haber alırsanız oraya gitmeyin. Veba sizin bulunduğunuz yerde olursa ondan kaçmak için de oradan başka yere gitmeyiniz.”

[67]

Hz. Abdurrahman b. Avf (r.a.), Müslümanların huzur ve selâmeti için gayret etti. Zengin bir müslümandı. Mallarının bir çoğunu ticaret yoluyla elde etmişti. Allah yolunda yapmış olduğu infakın sınırı alabildiğine genişti. Bakınız bir seferde Allah yolunda 700 deve ve yükleri 2000 dinar, 200 ûkiyye altın, bir seferinde, 40.000 dirhem gümüş, bir başka sefer için 40.000 dinar altın, Cihad için 500 at verdi. Yine bir başka sefer 1500 deveyi cihadda kullanılmak üzere verdi. Çok güzel bir arazisi vardı. Bu araziyi 40.000 dinara satıp Peygamber efendimiz (sav)'in annesi Âmine'nin akrabaları olan Zühreoğulları'na, fakirlere ve validelerimize dağıtıyordu. Yine 30.000 köleyi hürriyete kavuşturduğu rivayet edilmiştir.

[68]

Hz. Abdurrahman b. Avf (r.a.), Allah yolunda malı ve cam adamanın yolunu ve şeklini bize öğreten örnek şahsiyettir. Esasen bütün sahabeler, Allah yolundaki adayısın nişaneleridir. Allah yolunda sahabeleri tanı­mayanlar, yarı yolda kalırlar. Hz. Abdurrahman b. Avf (r.a.)'in hayatı, Allah yolundaki adayış adayları için bir imkândır.

Hz. Abdurrahman b. Avf (r.a.), İslâm ümmetinin zenginleri için bir aynadır. İslam ümmetinin zenginleri, Abdurrahman b. Avf (r.a.) aynasın­dan kendilerine bakmalıdırlar. Ellerindeki servetin ne kadarını Allah yol­unda infak etmişledir? Abdurrahman b. Avf (r.a.) ticareti, mal kazanıp Allah yolunda infak etmek için yapıyordu. O, infaklarım pazarlamıyordu. Onun tek amacı, Allah rızasıydı. Çünkü dünyada en büyük zenginlik, Allah yolunda mal infak ederek Allah'ın rızasına nail olmaktır.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın fıkhında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın vefatı nasıl oldu? İzah ediniz.

Hz. Abbâs İbn Abdulmuttalib (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliy­orsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abbâs İbn Abdulmuttalib (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Abbâs İbn Abdulmuttalib (r.a.)'ın hangi görevlerde bulun­muştur? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Cahş (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah bin Cahş (r.a.)'ın fıkhı ve rivayet ettiği hadisler hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Abdullah bin Ebû Bekir (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah bin Ebû Bekir (r.a.)'ın  fıkhı hakkında neler biliy­orsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Huzafe (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz

Hz. Abdullah bin Huzafe (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyor sunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyor­sunuz? İzah ediniz.

Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.)'ın  fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah İbn Revaha (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.

Hz. Abdullah İbn Revaha (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah İbn Revaha (r.a.)'ın hayatı hakkında neler biliyor­sunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.)'ın fıkhı nasıldır? İzah ediniz.

Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Abdullah bin Ümm-i Mektûm (r.a.)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Ümm-i Mektûm (r.a.) hangi görevlerde bulun­du? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Zübeyr (r.a.)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah bin Zübeyr (r.a.)'ın cihadı hakkında bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Ömer b. el-Hattâb (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah bin Süheyl (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Süheyl (r.a.)'ın fıkhı   hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Abdullah İbn Abbâs (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Abdullah İbn Abbâs (r.a.)'ın Kur'an fıkhı nasıldı? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Amr bin el-As (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdullah bin Amr bin el-As (r.a.)'ın fıkhı ve siyasi dehası hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdullah bin Zeyd (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz ne­lerdir? İzah ediniz.

Hz. Abdullah bin Zeyd (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyor­sunuz? Açıklayınız.

Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)'ın fıkhı ve intakı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

 

ÜNİTE V

 

Hz. Ammar İbni Yâsir (r.anh)

Hz. Amir Bin Füheyre (r.anh)

Hz. Amr Îbni Âs (r.anh)

Hz. Amr İbnu Cemuh (r.anh)

Hz. Âsim Bin Sabit (r.anh)

Hz. Berâ' İbn Âzib (r.anh)

Hz. Bilal-i Habeşi (r.anh)

Hz. Büreyde İbni Husayb (r.anh)

Hz. Câbir İbn Abdullah (r.anh)

Hz. Ca'fer B. Ebi Talib (r.anh)

Hz. Cerir İbni Abdullah (r.anh)

Hz. Dihye-i Kelbî (r.anh)

Hz. Dırar İbni Ezver (r.anh)

Hz. Ebân B. Said B. El-As (r.anh)

Hz. Ebû Dücâne (r.anh)

Hz. Ebu'd-Derdâ (r.anh)

Hz. Enes B. Mâlik (r.anh)

Hz. Es'ad B. Zurâre (r.anh)

Rasûlüllah (sav)’e okurdu.[69] Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683) şöyle derdi:

"Rasûlüllah (sav)'in ashâbıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ.”

[70]

Übey b. Ka'b, Kur'an-ı Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (sav)

"Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir.”[71] buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra okuyucu­ların efendisi lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasûlüllah (sav)'in zamanında Kur'an'ı cem ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b. Malik,

"Rasûlüllah (sav) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir.”[72] demiştir.

Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (sav)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlüllah (sav)'in şöyle buyurduğunu işittim:

"Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan, Rasûlüllah (sav) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim’den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan.”[73] Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.

Rasûlüllah (sav) Übey b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabe olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerîm'i öğretirdi. Aralarında Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabenin hocalığını yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerîm'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivayet edilmiştir: "Muhacirlerden birine Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (sav) 'e anlatınca:

"Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim.”

[74]

Übey b. Ka'b, Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allahû Teâlâ, Peygamber Efendimiz (sav)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle rivayet edildi: Rasûlüllah (sav) Übey b. Ka'b'a:

"Allah bana Lemyekünillezîne keferü suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey

"Allah benim adımı da andı mı?" dedi. Peygam­ber Efendimiz (sav)

"Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı.[75] Bu hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi, onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.

Übey b. Ka'b, kıraati bizzat Rasûlüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e

"Ben Kur'an-ı Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım" demiştir.

[76]

Kur'an-ı Kerîm'e karşı duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın fazile­tini artırmış, bu sebeple Rasûlüllah (sav)'ın takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.

Übey b. Ka'b aynı zamanda Rasûlüllah (sav) zamanında fetva veren az sayıda sahabeden biridir. Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir:

"Rasûlüllah (sav) zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi. Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir.”

[77]

Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (sav) zamanında idarî görevlerde de bulun­muştur. Rasûlüllah (sav) onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekât­larını toplamak üzere görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasın­da karşılaştığı bir vakıayı şöyle anlatır:

"Rasûlüllah (sav) beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onların zekâtlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu adamın yanına vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasûlüllah (sav)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekât olarak almaya henüz iki yaşına girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine onu ala­cağımı söyledim. Mal sahibi,

"Bunun sütü de yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekât toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine mahmdan sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz dişi deve. Onu al." dedi.

Ben ona, "Bana emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasûlüllah (sav) sana Onlara manevî kuvvet, ruhî direnç verirdi. Bir ziyaretinde Ammar (r.a.), Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize:

"Yâ Rasûlallah işkence son haddine vardı." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona:

"Sabret ey Ebü'l-Yekzan! Sabrediniz direnin ey Yâsir ailesi!.. Sizin randevunuz/Size vadedilen yer Cennettir." buyurdu. Onlara yüce hedefler göstererek acılarına, dertlerine ortak oldu.

Yine birgün Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, Ammar (r.a)'ın yanına uğradı. Ateşle dağlayarak ona azap ettiklerini gördü. Mübarek eliyle başım sıvazladı ve:

"Ya Rab!.. Bu ateşi İbrahim'e berd ü selâm buyur­duğun gibi Ammar'a da serin ve zararsız eyle." diye dua etti.

Ne dehşet verici, ne yürek dağlayan bir hadise!.. Hangi yürek daya­nabilir buna?.. Amma ilâhî irâde böyle... Kader çerçevesi böyle çizilmiş... Bir mücâdele vermek gerekiyor... Allahû Teâlâ kulunda bu gayreti görmek istiyor... Buyuruyor ki:

"Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?”

[78]

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik demeleriyfe bırakılacaklarını mı sandılar?”

[79]

Yâsir ailesi gün geçmezdi ki işkenceye tâbi tutulmasın. Müşrikler, Sümeyye hatunu iki devenin arkasına bağlayarak yerlerde sürüklediler. Ebu Cehil ve avânesi, kamçı vurarak işkence ettiler. O gün anne ve babası ikisi birden şehadet şerbetini içti. Tenleri kızgın çölde kaldı. Ruhları ise Cennete uçtu.

İslâm'in ilk şehidleri olarak tarihe geçen Yâsir ailesi kıyamete kadar gelecek mü'minlere bu davranışlarıyla tükenmeyen bir şeref, bir asalet bıraktılar. Onlar "şehadet ailesi" idi. Geride gelenlere örnek oldular.

Ammar (r.a) kendine yapılan zulüm ve cefaya direnmeğe devam etti. Birgün yine ona aklını kaybedesiye, soluğu kesilinceye, derileri soyuluncaya kadar çok ağır işkence yaptılar. Putlarını hayır ile yâd etmedikçe bırakmayacaklarını söylediler. O da ölümden kurtulmak için onların iste­dikleri şekilde Lât ve Uzza lehinde zarûreten konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz doğruca Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri ağlayarak anlattı. Efendimiz ona:

"Bu sözleri söylerken kalbini nasıl buldun?" diye sordu. O da:

"Kalbimde Allah'a imanda en ufak bir değişiklik olmadı." dedi. Bu cevap üzerine Efendimiz (sav):

"Ammar'ı başından ayağına kadar iman kapladı, iman kemiklerine işledi." buyurdu.

Gözyaşlarını mübarek elleriyle sildi. Kalbde iman yerleştikten sonra diliyle zarurete binaen söylemenin imana zararı olmadığını hatta yine işkenceye uğrarsa aynı sözleri söyleyebileceğini ona şu âyet-i kerime ile müjde verdi:

"Kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip gönlünü kafirliğe açanlara Allah'ın gazabı vardır. Büyük azâb da onlar içindir.”

[80]

O, ilk önce Habeşistan'a daha sonra Medine'ye hicret etti. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz onu Huzeyfe İbni Yeman (r.a) ile kardeş ilan etti. M.escid~i Nebevi'nin inşâsında büyük gayretler gösterdi. İkişer ikişer ker­piç taşıdı. Efendimiz onu yüzü gözü toz içerisinde görünce:

"Vah Ammar!.. Vah Ammar!.. Seni âsî bir topluluk öldürecek, sen onları cennete, onlar ise seni cehenneme davet edecekler." buyurdu.

Ammar (r.a) Bedir'den itibaren bütün gazvelerde bulundu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Yemame savaşında kulağı kopmuş sallanırken o yiğitçe savaşmağa devam etti. Dağılmak üzere olan orduyu:

"Ey müslümanlar!.. Cennetten mi kaçıyorsunuz? Ben Ammar İbni Yâsir'im. Bu tarafa gelin." diye haykırarak toparladı. Hz. Ömer (r.a) zamanında Kûfe'ye vali olarak gönderildi. Hz. Ali (r.a) devrinde Sıffın'de 93 yaşlarında çarpışırken şehid düştü. Hz. Ali (r.a.)'ın kıldırdığı cenaze namazından sonra oraya defnedildi.

O, uzun boylu, kara yağız, ela gözlü ve geniş omuzluydu. Son derece sâde ve nezih yaşadı. Hiçbir namazını kazaya bırakmadı. 62 hadis-i şerif rivayet etti. Buhari'de geçen bir rivayeti şöyledir:

 

"Üç şeyi nefsinde toplayan kimse imanın tamamını elde etmiş olur.

 

1- Kendi aleyhine de olsa insafı elden bırakmamak,

 

2- Herkese selâm vermek.

 

3- Fakir iken bile sadaka vermek."

Cenab-ı Hak Ammar İbni Yâsir (r.a)'in azim ve sebatını bizlere de lütfedip şefaatine nail eylesin. Amin.

[81]

Hz. Ammar İbni Yasir (r.a.)'den bize miras kalan fıkıh, ikrah fıkhıdır. Ehl-i tevhidi inancından vazgeçirmek için zorlama ve horlama, ehl-i küfrün karakteridir. Onlar, sürekli insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için uğraşırlar. Muvahhidler ise imanlarında direnirler. İşte Hz. Ammar İbni Yâsir (r.a.), Allah yolunda meşakkat mektebinin mezunudur. Etine ve kanına karışan imanı uğrunda şehid olmuştur. Direnerek randevsu cen­nete gitmiştir. Şunu unutmayalım ki; küfre karşı iman hesabına direnişin mükâfatı cennettir. Biz müslümanlar küfür cephesi karşsında dilenerek değil, direnerek varoluruz.

Lafın dostu, çilenin yabancısı dâva adamı olamaz. Dâva adamı, Hz. Ammar İbni Yasir (r.a.) gibi inancını etiyle ve kanıyla besleyen insandır.

 

Hz. Âmir Bin Füheyre

(r.anh)

 

Âmir bin Füheyre hazretleri, Tufeyl bin Abdullah'ın çobanıydı. Nice yıllar herşeylerini kaybedip, insanlıklarını unutmuş kimselere hizmet'etti. Ama bütün hizmetlerinin karşılığı, sadece karın tokluğuydu. Belki karın­lar toktu, fakat ruhlar açtı.

Günler böyle ızdıraplar içinde geçip gitti. Nihayet beklenen İslâm güneşi, Mekke'de doğdu ve etrafa yavaş yavaş ışıklarını saçmaya başladı. İslâmla müşerref olanlar, Onun ma'nevî lezzetini tattılar. Tadını alan bir daha onu bırakamadı. İnsan, kalbe giren bu ilâhî aşktan ayrılabilir miydi? Bu ilâhî aşka tutulanlardan biri de Âmir bin Füheyre hazretleriydi. Fakat köleydi ve sözde efendisi vardı. Kalbinde duyup, vücudunun bütün zer­relerinde hissettiği îmân lezzetini aç ıkl ayam azdı.

Âmir, "Bu vücut mutlaka birgün toprak olacak, nefsin elinde bir oyun­cak olan bu beden mutlak çürüyecek, öyleyse bu dünyada bu kadarcık işkenceye dayanıversin" diye düşündü. Bu düşünce zinciri akıp gitti. Artık Âmir bin Füheyre hazretleri, yüce dînin emirlerini;yerine getirmeye başladı. Kınayanın kınamasından; kızanın kızmasından çekinmedi. Bu yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı.

Bilâl-i Habeşî ile birlikte ağır işkencelere uğratılmış, kızgın güneş altında saatlerce bekletilmişti. Bütün bu işkencelere rağmen îmânından zerre kadar ta'vîz vermemiş, hak dînden geri dönmemişti. Bilâhare Hz. Ebû Bekir, onu satın alarak âzâd etti.

Bu sırada müşrikler iyice azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, ezâ ve cefâyı yapmaktan geri durmadılar. Nihayet İlâhî izin geldi. Allahû Teâlâ'nın Rasûlü, en yakım Hz. Ebû Bekir ile Mekke-i Mükerremeden Medîne-i Münevvereye hicret edeceklerdi. Bu emirle iki sâdık dost yola çıktılar. Sevr mağarası önüne geldiklerinde Mekke çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı. Rasûlullah (sav)'e yardımcı olanın canı tehlikedeydi.

Bütün bunlara mukabil Amir bin Füheyre hazretleri, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e ait sütlü davarları uygun vakitlerde mağaranın önüne getirdi. Peygamber efendimiz ve Hz. Ebû Bekir'in yiyecek ve içeceğini temin etti. Böylece onlarla beraber hicret etme şerefine de kavuştu.

Rasûlullah efendimiz, Mekke'den Medine'ye hicret eden Müslümanları birbirine kardeş yaptığında, Amir bin Füheyre'yi de Ensâr'dan Haris bin Evs ile kardeş yaptı.

Âmir bin Füheyre hazretleri, Bedir ashabından oldu. Hicretten sonra, Medine'de bir araya gelen Müslümanlar, gittikçe artarak kuvvetlenmek­teydi. Bu vaziyet, müşrikleri iyice endişelendirdi. Nihayet Müslümanlarla müşrikler arasında Bedir ve Uhud gibi savaşlar oldu.

Amir bin Füheyre hazretleri bu savaşların her ikisine katılmak saade­tine kavuştu. Her iki savaşta da Müslümanlar az olmasına rağmen, kendi­lerinden kat kat fazla olan düşmanı mağlûb ettiler. Bununla beraber müşrikler boş durmadılar.

Hicretin dördüncü senesi, Necd Şeyhi Ebû Berâ, Medine'ye gelip, Rasûlullah (sav)'e müracaat etti. Kabilesine dînî bilgilen öğretmesi için muallimler istedi. Yetmiş kişilik bir heyet hazırlanıp gönderildi.

Yetmiş kişilik muallimler heyeti, Bi'r-i Maûne'de kuşatıldılar. Müslümanlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca kılıçlarına sarıldılar. Ancak düşman çok kalabalıktı. Ebû Berâ'nın kardeşinin oğlu Amir'in ter­tiplediği bu alçakça hareket neticesinde, Ümeyye oğlu Amr'm dışında oradaki Müslümanların hepsi şehîd oldu.

İslama hizmet etmek için giderken, uğradıkları saldırıda, şehîd olanlar arasında yer alan, Amir bin Füheyre'nin vaziyeti daha bir başkaydı.

Şehîd edilişi sırasındaki gördükleri hâdiseyi, müşriklerin, kısa akil-larıyla anlamaları, kavramaları zordu. Azgın müşriklerin, sırtından saplamış oldukları mızrak, göğsünü yarıp çıkmıştı. Kanlar fışkırmaktay­dı. Bu kan, alelade bir insan kanı değil, Resûl-i Ekrem (sav)'in müsaade­siyle İslâm'ı ve Kur'ân-ı Kerîm’i öğretmek için yola çıkmış bir sahabenin mübarek kanıydı. Cebbar bin Sülmâ anlatır:

Müslümanlardan, beni İslâm dînîne da'vet eden birine, arkasından mızrağımı sapladım. Mızrağımın demirinin onun göğsünden çıktığını gördüm. Bu esnada kendisinin, "Vallahi kazandım" dediğini işittim.

Kendi kendime,

"Adamı öldürdüğüm halde, kazandığı ne acaba" dedim. Mızrağımı çıkarıp Dahhâk bin Süfyân'a gittim. Amir'in sözünü naklettim. Dahhâk,

"Onun maksadı, Cenneti kazandım demektir" dedi ve Müslüman olmamı tavsiye etti. Ben de Müslüman oldum. Müslüman olmama Amir'den işittiğim söz ve kendisinin göğe yük­seltilmesi oldu."

Görüldüğü gibi, sahâbe-i kiram nezdinde şehadet bir kazançtır. Şehadet, geride kalanlara bir tevhid çağrısıdır. Tarih, şehadet çağrısıyla imana gelenlere de tanıklık etmektedir. Şehadet, aynı zamanda Rabbani bir yükseliştir. Nitekim Cebbar ve oradaki müşrikler, Amir bin Füheyre hazretleri şehadet şerbetini içtiği zaman, onun semâya doğru kaldırıldığını görmüşlerdi. Böyle garip hâller olup, Amir bin Füheyre hazretlerinin ruhu da Cennete uçup gitti. "Kurtuldum" sözünü duyan Cebbar da müşrik topluluğu içinde tek îmâna gelen kimse oldu.

Allahû Teâlâ'nın hikmetidir ki, hâdise neticesinde birisi şehîd olmuş­tur, diğeri ise hidâyete ermiştir. Amir bin Füheyre şehîd olduğu sırada 40 yaşındaydı. Bi'r-i Maûne'de müşrikler tarafından kuşatılan İslâm irşâd ekibi şehîd olacaklarım anlayınca, dediler ki:

“Yâ Rabbî! Rasûlullah efendimize durumumuzu haber verecek, bura­da senden başka kimsemiz yoktur. Selâmımızı ona ulaştır yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Rasûlün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki: "Biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnut oldu ve bizi de hoşnut kıldı."

Rableri onlardan razı oldu. Cebrail aleyhisselâm gelip durumu Rasûlüllah efendimize bildirdi ve dedi ki:

Onlar, Rablerine kavuştular, Rableri onlardan razı, hoşnut oldu ve onları da hoşnut kıldı."

Rasûlüllah efendimiz Cebrail aleyhisselâmın bildirmesi üzerine;

"Ve aleyhisselâm" buyurdular ve hutbeye çıkarak, müşriklerin, Müslümanlara yaptığı bu ihaneti, Ashâb-ı güzînin bu şekilde pusuya düşürülmesini, onların şehîd olduklarını Medîne'de Ashâb-ı kirama bildirdiler.

[82]

Biz Allah'ın arzında Allah'ın dinine yardımcı olursak, Allahü Teâla esen rüzgarları bizim için postacı kılar. Gidemediğimiz yerlere sesimizi, davtimizi ulaştırır. Samimiyetten taviz vermeyenler, Rabbani ikramlara ererler.

Sahabe, takvası cihadına sermaye olan nesildir. Yani sahabeler, tak­vaları miktarınca cihad etmişlerdir. Sahabe, sesini, mesajını, takvasıyla, cihadıyla dünyaya duyuran ehl-i keramet olan bir nesildir. Allah için çalışan, Allah yolundadır. Allah yolunda olan da, Allah'ın ikramlarıyla müşerefftir.

 

Hz. Amr İbn-i As (r.anh)

 

Amr İbni Âs radıyallahu anh akıllı, bilgili ve siyasette dahî bir devlet adamı... "Mısır fâtihi" unvanıyla meşhur bir sahabedir. Atak bir kişiliğe sahip zekî, fedakâr ve yiğit bir komutan...

O, Kureyş kabilesinin Sehm koluna mensuptur. Müslüman olmadan önce Mekke'nin ticaret ve siyaset hayatında önemli bir yeri vardı. Habeşistan Hükümdarı Necâşî ile dost idi. Mekke'li müşrikler Habeşistan'a göç eden müslümanların iadesi için onu Necâşi'ye elçi olarak gönderdi.

Onun İslâm'la şereflenişi Mekke fethinden önce oldu. Şöyle ki: "Hendek savaşından sonra İslâmiyet üzerinde düşünmeğe başladı. Ailesi, kabilesi hep müslümanların aleyhinde idi. Fakat o eskisi gibi müslümanlara karşı durmuyordu. Hatta kendisini kınayanlara: "Aldanıyorsunuz." diye cevap veriyordu. Birgün çarşıda gezerken Halid İbni Velid ile karşılaştı. Fikrini ona açtı. Halid de aynı düşünce içerisinde olduğunu söyledi. Birlikte Medine'ye Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna geldi­ler. İki Cihan Güneşi efendimiz onları görünce sevinçten gözleri parıldadı. Ashabına dönerek:

"Mekke size ciğerparelerini attı..." buyurdu. Birlikte kelime-i şehadet getirerek İslâm'la şereflendiler. Amr İbni As, Fahr-i Kâinat (sav) efendimize, önceki yaptıkları günahların af edilip edilmeyeceğini sordu. Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz de:

"İslâm önce­kileri saymaz..." buyurdu.

Amr İbni Âs (r.a.) bey'at ettikten sonra aklını, dehâsını, becerisini ve cesaretini İslâm'ın hizmetine verdi. Ömrünü hep savaş meydanlarında geçirdi. Fetih üstüne fetihler gerçekleştirdi. Birgün iki Cihan Güneşi efendimize;

"Yâ Rasûlallah! Bunca zaman İslâm'ın aleyhinde çalıştım. Bundan sonra İslâm'a girdiğim belli ola..." dedi.  Efendimiz de:

“Yakında, yakında.." buyurdu. Kısa bir zaman sonra Amr İbni As'a:

"Ey Amr! Silâhını kuşan, elbi­seni giy, hemen yanıma gel" diye haber gönderdi. Huzura geldiğinde Efendimiz ona:

"Ey Amr! Seni askeri birliğin başında bir yere gön­dermek isterim. Senin için zenginlik dilerim. Allah sana selâmet versin, çok sâlih mal ile dön." buyurdu. O da:

"Ya Rasûlallah! Ben mal için değil, cihada katılmak, yanınızda bulunmak için, müslüman ol­dum" dedi. Bunun üzerine efendimiz:

"Ey Amr! Sâlih mal, sâlih kim­sede ne güzeldir." buyurdu.

Müslümanlığının şuurunda olmak, kişiyi maceraperestlikten ve men­faatperestlikten kurtarır. Maceraperest olup menfaatçılığa kaçanlar, kendi müslümanlıklarmın şuurunda olmayanlardır. Amr İbni As (r.a.), kendi müslümanhğının şuurunda olan bir kimsedir. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz onu babasının dayıları olan Beliy kabilesi üzerine üçyüz kişilik bir kuvvetle gönderdi. Zâtüsselâsil denilen yerde konaklayıp dinlendiler. Burada diğer kabilelerin birlik olup kendilerine karşı büyük hazırlık yap­tıklarını öğrendi. Medine'den yardımcı kuvvet istedi.

Efendimiz, Ebû Ubeyde İbni Cerrah (r.a.) komutasında Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.anhüm)'in de bulunduğu ikiyüz kişilik bir kuvvet şevketti. İki Cihan Güneşi efendimiz Ebû Ubeyde'ye anlaşmazlığa düşmemelerini, birlikte hareket etmelerini tenbih etti. Beşyüz kişilik kuvvetle Amr İbni As Beliy kabilesinin yurtlarını bastı. Düşmanlar dağılıp kaçışmaya başladı. Mallarını alarak selâmet ve ganimet içerisinde Medine'ye döndüler.

Zâtüsselâsil seriyyesinden sonra Amr İbni Âs (r.a.) kendi kendine: "Rasûlüllah'ın yanında benim yerim daha üstün olmasa herhalde beni Ebû Bekir ve Ömer'in basma kumandan yapmazdı.” diye bir duyguya kapıldı. Bunu test etmek istedi. Rasûlüllah (sav) efendimizin huzuruna vardı ve

“Yâ Rasûlallah! Halkın, sana en sevgilisi kimdir?" diye sordu. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz:

"Âişe'dir" buyurdu.

"Erkeklerden kimdir?" dedi.

"Âişe'nin babası" buyurdu.

"Ondan sonra kimdir?" dedi.

"Ömer" buyurdu. Bir kaç kez soru ve cevap şeklinde karşılıklı konuşma devam etti. Nihayet kendi isminin en sonraya bırakıl­masından korkarak sustu.

Amr İbni Âs (r.a.) Mekke fethine iştirak etti. Huneyn'de bulundu. Suva ve Benî Hüzeyl kabilelerinin putlarını parçaladı. İki Cihan Güneşi efendimiz onu bir mektupla Umman hükümdarına elçi gönderdi. İslâm'ı tebliğ neticesinde Umman hükümdarı müslüman oldu. Umman'a valî tayin edildi. Rasûlüllah (sav) efendimizin vefatına kadar bu vazifede kaldı. Sonra Medine'ye döndü. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e bey'at merasiminde bir konuşma yaptı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) onu küçük bir birliğin başında Filistin bölgesine gönderdi. Ecnadin ve Yermük savaşlarına katıldı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Filistin'i tam hâkimiyeti altına aldı. Kudüs'ü fethet­ti. Fakat halk şehri Halîte Ömer'e teslim etti.

O, Mısır fethinin stratejik açıdan zarurî olduğunu, Filistin ve Suriye bölgesinde mağlub olan Bizans kumandan ve askerlerinden bir kısmının Mısır'a kaçtıklarım ve her an o taraftan bir tehlike gelebileceğini Hz. Ömer (r.a.)'a anlattı. Mısır'ın fethine halifeyi ikna etti. 640 M. tarihinde dört bin kişilik bir kuvvetle sınır kasabası Feremâyı aldı. Zübeyr îbni Avvam (r.a.)'ın kumandasında 5000 kişilik takviye kuvvetin yardımıyla Aynişems'te güçlü Bizans ordusunu imha etti. Daha sonra İskenderiye'yi alarak Mısır'a hâkim oldu. Bu başarılarından dolayı "Mısır fâtihi" unvanı verildi. Mısır'a vali oldu.

O, Mısır'da idarî ve iktisadî düzenlemeler yaptı. Fustat şehrini kurdu. Kendi adıyla anılan camiyi inşa etti. İlk defa bu camiye minare yaptırdı. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri ile Kızıldeniz'i birbirine bağladı. Hicaz'a yirmi gemi yükü erzak gönderdi. Hz. Osman (r.a.) zamanında Mısır valiliğinden alınarak Medine'ye geti­rildi. Hz. Ali (r.a.) zamanında vuku bulan Sıffın ve Hakem olaylarında halife ile birlikte hareket edemedi. Muâviye (r.a.)'nin valisi sıfatıyla tekrar Mısır'a döndü. Hz. Ömer (r.a.) onun devlet idaresindeki kabiliyeti­ni takdir ederek "Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır" derdi. Kişinin kabiliyeti, beceri ve başarısı hangi alanda ise o alanda görev yap­malıdır veya görevlendirilmelidir. Kişinin kabiliyetinin bulunmadığı bir alanda görev yapmaya kalkışması veya böyle bir alanda çalışmakla görevlendirilmesi, İslâm ümmetinin hayrına değildir.

Hz. Amr İbni Âs (r.a.), Rasûlüllah (sav)'den hadis de rivayet etmiştir. 40 küsur hadis-i şerif rivayet eden Amr İbni Âs (r.a.) son hastalığında ziyaretine gelip hatırını soranlara şöyle derdi:

“Ben İslâm'dan önce büyük hatalar işledim. Rasûlüllah (sav)'e en sert kişilerden oldum. Eğer müslüman olup Rasûlullah (sav)'in affına mazhar olmasa idim mutlak cehennemliktim. Allah'a hamdolsun ki ona bey'at edip, teslim oldum. İslâm eski yaptıklarıma bakmadı." Hz. Ali (r.a.)'a yaptıklarından da nadim olarak:

"Ya Rabbi Senin rahmetin olmazsa halim nice olur?" diye sızlanırdı. 658 m. tarihinde tevbe istiğ­far ederek, kelime-i tevhidi söyleyerek ruhunu teslim etti. Cenab-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

[83]

Sahâbe'nin hayat seyri, yürek fethinden ülkelerin fethine doğru olmuş­tur. Onlar hem yürekleri ve hem de ülkeleri fethetmişlerdir. Yüreklerin ve ülkelerin fethi hususunda sahâbe-i kiram, örnek modeldir. Feth bilgisi, sahabe fıkhmdandır.

 

Hz. Amr İbn-i Cemuh

(r.anh)

 

Hz. Amr İbnu Cemuh (r.a.), Allah yolunda çocuklarıyla şehadet yarışma katılan bir sahabedir. Amr İbnu Cemuh, cahiliyede Yesrib'ileri gelenlerinden, Celemeoğullarının efendilerinden, Medine cömert­lerinden, karakter sahibi biriydi. Cahiliye devrinde soylu kişilerin evlerinde put bulundurma adeti vardı. Bunu her sabah ve akşam puttan uğur dilemek, törenlerde kurban kesmek, saygı duruşunda bulunarak felaket anlarında sığınmak vb. şeyler için yaparlardı. Amr'ın putu da Menat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları sürerdi.

Mus'ab İbnu Umeyr (r.a.)'ın Medine'ye davetçi olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların bir çoğu İslâm'a girdiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr İbnu Cemuh'un oğulları Muavvez, Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler.

Kocası ve ondan başka birkaç kişinin dışında kimsenin şirkte kalmadığını gören Hind (r.a.) sevip saydığı kocasının şirk üzere kalmasını asla isteyemezdi. Amr İbnu Cemuh ise çocuklarının atalarının dininden çıkıp Müslüman olmalarından korkuyordu. Karısına:

"Hind, çocukları sakın şu Mus'ab'la görüştürme" dedi. Kadın:

"Olur ama o adamın anlattıklarını oğlun Muaz'dan dinlemek ister misin?" dedi. O:

"Vay be haberim yokken Muaz da mı dinden çıktı?" diye sordu. Hind:

"Hayır, Mus'ab'ın bazı toplantılarına katılıp söylediklerinden bazılarını öğrenmiş" cevabını verdi. Amr:

"Muaz'i bana çağır" dedi. Muaz babasının huzuruna gelip ona Fatiha suresini okuyunca, aralarında şu konuşma geçti:

“Bu söz ne kadar şahane, ne kadar güzel. Bütün sözleri böyle mi?”

“Hepsi birbirinden güzel babacığım! Sen de ona bey'at eder misin? Halkın tamamı ona bey'at etti.”

“Menat'a danışmadıkça bir şey yapmam. O ne derse öyle yaparım.”

“Babacığım Menat konuşmaz ki onun dili ve aklı yok. O sadece bir ağaç.”

“Sana söyledim ona danışmadan atalarımın dininden vazgeçmem.”

Derken Amr ağaçtan yontma putun huzuruna geçip saygıyla fikrini sordu. Cevap alamayınca da onu kızdırdığım zannedip bir kaç gün öfkesinin dinmesini beklemeye karar verdi. Bu esnada çocukları da düşünmeye başladılar. Derken putu alıp Selemeoğullarının tuvalet çukurlarından birine attılar.

Amr buna çok hiddetlendi arayıp putu buldu. Temizleyip kokular sürdü ve aynı yerine koydu. Aynı durum günlerce tekrar etti derken en son gün Amr, Menafin boynuna kılıcını astı ve:

"Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru" dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu tuvalet çuku­rundan çıkarmadı ve:

"Vallahi sen ilah olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın" dedi ve İslâm'a girdi. Amr İslâm'ı tanıdıkça cahiliyede geçen dakikaları için pişmanlık gözyaşları döküyordu. Artık o da iman ve İslâm'ın fedakâr bir hizmetçisi her mü'min gibi, davanın yılmaz bir bekçisiydi.

Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında üç oğlu gibi Amr İbnu Cemuh da cihad için hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr (r.a.) o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikâyet için Rasûlüllah (sav)'in huzura çıktı ve:

"Ey Allah'ın Rasûlü, şu benim oğullarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum" dedi. Rasûlüllah (sav) oğullarına:

"Ona engel olmayın. Herhalde Allah (c.c.) ona şehitlik verecek" buyurdu.

Ordunun hareket vakti gelince Amr (r.a.) hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti:

"Allah'ım! Bana şehitlik ver. Beni şehitliği kaybetmiş olarak aileme döndürme."

Savaşın kızışıp müşriklerin Rasûlüllah (sav)'i kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Ra­sûlüllah (sav)'i koruyan mü'minlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da:

"Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum" diyordu. Derken ikisi de şehid olup cenneti garantileyenlere katıldılar.

[84]

Eski cahiliyye ile çağdaş cahiliye putperstîikte müşterektirler. Çağdaş ve çağdışı cahiîiyenin pulculuktaki benzerliği tartışmadan varestedir. Bu iki cahiliyenin tüm safhalarında ciddi benzerlikler olduğu gibi putçulukta da benzerlik vardır. Ancak önceki cahiliye hem teori hem pratikte tapın­ma kastıyla putçuluk yapıyordu. Günümüz cahiliyesi ise tapınma düşüncesi taşımadığını söylese de yaptığı tapınmadır. Bir diğer fark da şu:

Eski cahiliye o günün iikel şartlarında inanarak putlara tapıyordu. Günümüz cahiliyesi ise inanmadığı halde inadına putçulukta ısrar ediyor. Çok daha kötüsü ise günümüz cahiîiyesinin, geçmişin cahiliyesinin tam tersine başkalarını da putçuluğa mecbur etmeleridir. Sonuç olarak günümüz cahiliyesi çok daha şedit, daha dayatmacı, daha vahşi ve dolayısıyla daha ilkeldir.

Cahiliyye devrinin adetlerinden birisi de, evde heykel bulundurma adetidir. Günümüzde mütedeyyin aileler de dahil olmak üzere nicelen vit­rinlerinde kedi, köpek, at, noel baba ve benzeri heykeller bulundururlar. Bu cahiliye adeti kesin haramdır. Zaten tapınma kastıyla olursa şirk olur. Kabartma olmayan tam boy canlı resimleri ise mekruhtur. Yalnızca kız çocukların oynadığı bebekler müstesnadır. Bunlar çocukta annelik duygu ve şefkatini geliştirdiğinden cevaz verilmiştir.

Müslüman insanın azad kabul etmez sorumluluklarından birisi de, insanları anne, baba, kardeş, akraba ayrımı yapmadan İslam'a davet etmektir. Davet ve davetçilik, mü'min insanın kesinti kabul etmez faaliyet alanıdır. Davet ve tebliğ cihadın en müessir ve günümüzde en mümkün olan kısmıdır. O yüzden asla ihmal edilmemelidir. Mus'ab'ları bekleyen Amr'lar gibi günümüzde yüz milyonlarca insanın davet ve tebliğ bek­lediği sırada Mus'ab yolunun yolcuları olması gerekenlerin ihmalkârlık ve tembellikleri affı zor bir hatadır.

Davette davetçilerin yardımlaşması, davet ahlâkından dır. Aile boyu davetçilik ve davetçilikte dayanışma içerisinde bulunmak sahabe sün­netinden sayılır. Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın ailesinde bu örneği net olarak gördüğümüz gibi aslında diğer ashâb da böyleydi. Anneler, babalar, çocuklar, kısaca ailenin her ferdi İslâm'ın davetçisi, davet yolunda diğer­lerinin yardımcısı ve tamamlayıcısıydı. Biz de bu yönde kendimize çeki düzen vermeliyiz. Davetçilikte birbirimizle yardimlaşmahyız. Birimizin ikna edemediğini diğerimiz ikna edebiliriz.

Davetçinin davetinde hikmet, siyaset ve sır sahibi olması gerekir. Hikmet, gerekeni gerektiği şekilde gereken zaman ve zeminde ifa etmek­tir. Amr'ın müşrik olduğu ve İslâm'a kininin olduğu sırada, hanımı Hind'in çocuklarının sırrını koruduğunu ve imanlarını açıklamayı da hikmet ve siyasetle yaptığını görmekteyiz. Tabii hikmet ayrı şey dâvadan taviz verme ve olur olmaz anlarda İslâm'ın gerçeklerini eğip bükme ayrı şeydir. Hikmetle tavizi iyi anlayıp birbirine karıştırmamak gerekir.

Cahiliyye insanı basiretsizdir. Şirk ve cehalet inadı insanı kör, sağır ve ahmak eder. Öyle ki şirk inadına tapılan taş, tahta, tunç ve benzeri nes­nelerden yapılan putların kendilerine bir fayda veya zarar verebileceği zehabına kapılır. Bazen de tüm uyarı ve gerçeklere rağmen bu konuda ısrar edecek kadar ahmaklaşır. İnsan şirk ve cahiliyeye bulaşmayıversin, asır yirminci de olsa otuzuncu da olsa yine aynı körlük ve sağırlık devam eder. Günümüz cahiliyesinin geçmiştekinden bir farkı da tevhid yolunu her vesileyle tıkayıp tahammül etmeyişi ve herkesi aynı körlük ve sağır­lığa icbarıdır.

Putlardan, heykellerden yardım dilemek, ahmaklıktır. Kendini koruya­mayan putlar, başkalarının haklarını elbette koruyamaz. Aynı mesajı İbrahim (a.s)'ın putları kırması kıssasında da net olarak görürüz. Özellik­le son asır yalnızca putların ve putlaştırılanlarm kendilerinin değil aynı zamanda onların yıllarca insanlara dayattığı fikir ve sistemlerin de ne denli kof, neticesiz ve insanlık için baş belâsı olduğunu iyice gün yüzüne çıkarmıştır. Komünist Rusya güdümündeki nice ülkelerde heykellerin boynuna ipler bağlanıp yıkıldı. Ama putçuluk hala tamamıyla yıkılamadı. Bazı ülkelerde ise hem putlar, hem de putçuluk saltanatını devam, ettiri­yor.

Ruhlarda putperstliğin yıkılması, putların yıkılmasından daha önemlidir. Çünkü ruhlarda putperstlik devam ettiği müddetçe putlar ve putlara tapanlar varolmaya devam edeceklerdir.

Ruhlarda devam eden putperstliğin semeresini görmek heran mümkündür. Bakınız ülkemizde yıllarca nurlu lakabıyla anılan, çok yet­kili biri çıkıp Kur'an'm iki yüz otuz küsur ayetinin bugün işlevinin ola­mayacağını iddia ediyor ve hemen akabinde de "Allah'ın işine karışanı Allah (c.c.) çarpar" diyorsa bu çağımızdaki fikri çelişkileri ve sapmaları anlamamıza yeter.

İnsanları Allahû Teâla'ya davet kesintiyi kabul etmez. Davet ve tebliğde ısrar etmek esastır. Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın hanımı ve çocuk­larının davette ısrar edişlerinin örneğini açık olarak görüyoruz. Her sahabenin işi ve mesleği ne olursa olsun önce en mükemmel bir davetçiydi. Onlar davetin hakkını verdiklerinden dolayıdır ki kısa sürede İslâm o kadar geniş coğrafyaya yayılmıştır. Onların mirasyedileri olan bizler ise, evlerimizin içine dahi İslâm'ı hakkıyla yerleştiremiyoruz. En yakınlarımız olan akraba, komşu ve arkadaşlarımıza karşı dahi davet ve tebliğin hakkını veremiyoruz.

Allah yolunda şehadet yarışı, ashâb-ı kiram'ın hayatında görülen bir erdemliktir. Bizler normal hizmetlerde yarışamıyoruz, sahabeler şehid olma hususunda yarışmışlardır.

Müslümanların sorumluluklarından birisi de örnek aile ve örnek anne ve baba olmaktır. İslâm adına çocuklarına numune-i imtisal olamayan anne ve babalarda hayr yoktur.

islâm adına örnek aile, mukaddesleri adına bedel ödeyen ailedir. Mukaddesat uğrunda bedel ödeme örneğini Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın ailesinde görüyoruz. Bu Örnek ailenin tüm bireyleriyle davet hizmetinde koşturduğunu görmekteyiz. Cihada çağrı yapıldığında ise yetmişlik ve üstelik gayet sakat ve mazur olan baba da dahil aile bireylerini cihad mey­danında görüyoruz. Bu örnek aile hizmet yarışında öylesine gayretlidir ki savaş kızışıp dâva liderinin hayatı tehlikeye düştüğünde onun uğrunda canlarını feda ederek dâva uğrunda bedel ödemekten de çekin­memişlerdir. İşte onlar ve işte biz. Can bir yana dâva uğrunda mal­larımızdan fedakârlıkta dahi çok geride kalan bizlerin hali gerçekten çok hazindir.

Müslüman insan için Allah yolunda Cihad ve Şehadet aşkı, en mükem­mel enerji kaynağıdır. Cihad ve şehadet aşkını kaybedenler, Allah yolun­da Allah davasına hizmet edemezler.

Şehadet, müslümanlarda bir özlemdir. Şehadet, her sahabenin duasıydı. İmanı kavrayan her mü'minin de rüyası olmalıdır. Sadece kuru kala­balıklar oluşturan tembel ve pısırık sağlamlardansa Amr İbnu Cemuh (r.a.) misali topal yiğitler yeğdir ve bugün onlara çok ihtiyaç var. Yalnızca Filistin, Keşmir ve Çeçenistan'da değil her yerde o yiğitlere ihtiyaç var. Rabbim o yiğitlerin hayatıyla hayat bulanlardan eylesin. Müslüman bedeni olarak sakatta olsa, cihaddan, cihad etmekten ve şehadet arzusundan ve talebinden vazgeçemez. Cihad meydanında dağınıklığın yaşandığı o zor anlarda Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ı görenler anlatıyor: "Tek ayağının üzerinde sekiyor, akıllara durgunluk verecek bir azim ve enerji ile savaşıyor; "Cennet azmiyle doluyum. Cennet has­retiyle yanıyorum", diyordu.”

[85]

Sahabe, sevabta cenneti bulan nesildir. Tabiî ki, sevdası sevab olana cennet cevap olur!

 

Hz. Asım Bin Sabit (r.anh)

 

Hz. Âsim bin Sabit, Rasûlüllah (sav)'i görmüş ve ona iman etmiş bir İslam inkılapçısıdır. Ashâb-ı Kirâm'ın muhâriblerden olan Âsım'ın, babası Sabit, künyesi Ebû Süleyman'dır. Annesi Şemûs binti Ebî Âmir'dir. Doğum tarihi belli değildir. Asım, hicretten önce îmân etmiştir. Ensârdan, yanı Medînelidir. Asr-ı saadette kütür ve şirk karanlıklarından kurtulup, İslâm nûmna kavuşanların hayatlarında, tamamen bir değişiklik oluyor ve eski hayatlarıyla alâkalı her şeyi terk ediyorlardı. Müslüman olmadan önceki hayatlarını hatırlatan bir hâdise onlara büyük bir ızdırap veriyor­du. Bu durum Akabe bey'atmdan önce Müslüman olan Medîneli Âsim bin Sâbit'te de kendini göstermişti.

Âsim Müslüman olduktan sonra, hiç bir müşrike dokunmamaya ve müşriklerden hiçbirini de kendine dokundurmam aya karar vermişti. Bu kararında sabit olması için de devamlı olarak Allahû Teâlâ'ya duâ ediyor, yalvarıyordu.

Âsim bin Sâbİt Bedir savaşına katılmış, büyük kahramanlık göster­mişti. Peygamber efendimiz, Bedir gazasının gecesinde Ashâb-ı kirama nasıl harp edileceğini, harpte hangi usûlü takip edeceklerini sordu. Âsim bin Sâbit eline yayı ve oku alarak dedi ki:

“Yâ Rasûlallah, Kureyş kavmi 100 metre veya daha yaklaştıkları zaman yayla okları kullanırız. Kureyşliler, bize taş yetişecek kadar ya­kınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz. Mızrak yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, mızrak kırılıp parçalanmcaya kadar mızrak­la mücâdele ederiz. Kırılınca mızrağı bırakır, kılıçlarımızı sıyırır ve kılıçla çarpışmaya tutuşuruz."

Peygamber efendimiz (sav) bunu beğendiler ve buyurdular ki;

 

“Harbin îcâbı budur. Bu tarzda çarpışılması lâzımdır. Çarpışan ve vuruşan Asim'm çarpışması gibi çarpışsın!"

Bedir harbi bu şekilde yapıldı ve meleklerin de yardımıyla Allahû Teâlâ zafer ihsan eyledi. Âsım bin Sabit bu gazada Kureyş'in ileri gelen­lerinden Ukbe bin Muayt'i öldürdü. Bu Ukbe Mekke'de Peygamberimizi boğmaya kalkmış ve hayatına son vermek için çalışmış azılı müşriklerden idi.

Peygamberimizin hicreti üzrerine:

“Ey Kusvâ (Peygamberimizin devesinin adı) adındaki devenin binici­si! Hicret edip bizden uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak kar­şında göreceksin. Mızrağımı size saplayıp onu kanınızla sulayacağım. Kı­lıçla hiç örtülü yerinizi bırakmayacağım,” ma'nâsma gelen beytler söyledi.

Peygamberimiz onun bu sözlerini işitince:

“Allah’ım! Onu yüzü koyun, burnunun üzerine düşür!” diyerek duâ etti.

Ukbe bin Ebi Muayt, Bedir'de Cureyş ordusunun yenildiğini anladığı zaman, kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu yere vurmuştu. Rasûlullah’ın duası gerçekleşmişti. Abdullah bin Seleme de onu esir etmişti.

Peygamberimiz Âsim bin Sâbit'e Ukbe'nin cezalandırılmasını emretti. Ukbe dedi ki:

“Yazıklar olsun sana ey Kureyş cemâ'atı. Şunlar arasında neden bir tek ben cezalandırılıyorum?” Peygamberimiz buyurdu:

 

“Allah ve Rasûlüne olan düşmanlığından dolayı cezalandırılıyorsun.”

“Yâ Muhammedi Kavminden.herkese yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, onlar gibi benden de al. Yâ Muhammedi Sen beni öldürürsen, küçüklere kim bakacak?

Onları Allah'a bırak. Ey Âsim git onun cezasını ver!”

Asım bin Sabit gidip Ukbe'nin cezasını verince Peygamberimiz buyur­du ki:

 

“Vallahi; Allahı, Rasûlünü ve Kitabını inkâr eden,, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum.”

Âsim bin Sabit, Uhud'da da bulundu ve Rasûlüllah (sav)'ın has okçu­larından idi. Bu savaşta Rasûlüllah (sav)'ın yanından bir an bile ayrıl­mayan, O'nunla beraber sebat eden bahtiyarlardandı. Bu gazada müşrik­lerin sancaktarlarından Müsâfi bin Talhâ ile kardeşi Haris bin Talhâ'yı ok ile öldürdü.

Bunların anneleri Sülâfe binti Sa'd, Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeyi nezrederek yemîn etti ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti.

Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Rasûlullahm huzuruna çıkıp ricada bulundular:

“Yâ Rasûlallah! Bizim kabilelerimiz, İsîâmiyeti kabul ettiler. Yalnız Kur'ân-ı Kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İsîâmiyeti, Kur'ân-ı Kerîm'i öğretecek kimseler yollar mısınız?”

Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsim bin Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târik, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.

Bu öğretmenler kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konak­ladılar...

Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi.

Çok geçmeden kafilenin etrafı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıya ora­daydı. "Bize öğretmen lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzide Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar...

Lıhyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple,

"Teslim olun! Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki:

“Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!”

Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsim bin Sabit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr:

“Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabul ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler.” Asım bin Sabit dedi ki:

“Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.” Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti:

“Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et!”

Allahû Teâlâ, Hz. Âsım'ın duasını kabul buyurdu ve Resûlüllah efendimiz onlardan haberdar oldu.

Asım bin Sabit müşriklere haykırdı:

“Biz ölmekten korkmayız! Çünkü dînimizde basiretliyiz. Ölünce şehîd olur Cennete gideriz!” Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı:

“Ey Asım, kendini ve arkadaşlarını zayi etme, teslim ol!” Asım bin Sabit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:

“Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir. Mukadderatın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allahû Teâla'ya rücû edicidir. Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma'nâsmda şiirler söylüyordu.”

Hz. Asım'ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "Ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım" manâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti:

“Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyaz ediyorum. Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Haris ve Müsâfi’ bin Talhâ'nın anneleri Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı.”

Âsim bin Sâbit'in ve diğer Ashabın Allah Allah nidaları, dağları inleti­yordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yak­laşanlar yaptıklarının cezasını görüyorlardı. Asım bin Sabit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, Âsim bin Sâbit'ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler.

O gün orada mevcut bulunan on sahabeden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa'd'a satmak için Âsim bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat Allahû Teâlâ, Hz. Âsim bin Sâbit'in duasını kabul buyurdu ve mübarek cesedine müşrikler el süremediler.

Allahû Teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsim bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı.

“Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız,” dediler.

Akşam olunca Allahû Teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsim bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsim bin Sâbit'in hiçbir yerini kesm­eye muvaffak olamadılar.

Lıhyanoğulları, Hubeyb bin Adî ile Zeyd bin Desinne'yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi asarak şehîd ettiler.

Arıların, Âsım'ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki:

“Allahû Teâlâ elbette mü'min kulunu muhafaza eder. Âsim bin Sabit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allahû Teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhafaza edip müşriklere dokun­durmadı."

Bunun için Âsim bin Sabit anılırken, "Hamiyyü'd- Debr Anların koruduğu kimse" diye anılırdı.

[86]

Bu dünyada Allahû Teâla'nın dinine sahip çıkanlara Allahû Teâla da sahip çıkar. Allahû Teâla'nın sahip çıktığı kimselere, münkir ve müşrik zorbaların gücü yetmez. Allahû Teâla dostlarına ikramda bulunur. Onun ikramı ve yardımı muhteliftir. Yeter ki mü'min onun ikramına layık olsun.

 

Hz. Bera' Bin Azıb (r.anh)

 

Ensar'dan olan bir sahabedir. Babası Âzib olup Hâriseoğulları'ndandır. Künyesi Ebu Ammare'dir. Nesebi, Berâ' b. Âzib b. Adiy b. Ceşm b. Mecdia b. Harise b. Haris b. Hazrec b. Amr b. Mâlik b. Evs'tir.

Hicret'ten önce müslüman oldu. Uhud savaşından itibaren bütün gazalarda bulundu. Sıffın'de Hz. Ali tarafında yer aldı. Rasûlullah'ın ashabından Medine'ye ilk gelenler Mus'ab b. Ümeyr ile İbni Ummi Mektum'du. Bu zatlar Berâ'nın da bulunduğu Medineliler'e Kur'an oku­yorlardı. Rasûlüllah (sav)'ın bir gazvesine katıldı. Veda haccından önce Berâ, Hz. Hâlid b. Velid ile birlikte Yemen'e gitti. Daha sonra oraya gön­derilen Hz. Ali (R.a.) ile geri döndü. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında Kûfe'de bulunuyordu. Hicret'in yetmişüçüncü yılında orada vefat etti. Muhammed b. Mâlik, onun parmağında altın yüzük taşıdığını naklederek onunla olan konuşmasını anlatır:

"Herkes itiraz ederek niçin altın yüzük taktığını sorduklarında Berâ1 cevaben Bir gün Rasûlüllah (sav) ganimet dağıtırken elindeki altın yüzüğü bana verip,

"Âl bunu, Cenâb-ı Hak ile Rasûlü'nün sana taktığı bu yüzüğü parmağında taşı" buyurdular. Şimdi siz ne diye bana Rasûlüllah (sav)'ın parmağıına taktığı bu yüzüğü çıkar diyorsunuz?" dedi.

Berâ b. Âzib (R.a.)'in rivayetine rağmen, İslâm alimleri erkekler için altın yüzük takmanın haram olduğuna kail oldular. Yine erkek ve kadın için altın ve gümüş; kaplarda, yazı, süs vasıtalarında kullanmak mezheb imamlarının ittifakı ile caiz değildir. Meselâ; altın ve gümüş kaplarda yemek, içmek, abdest almak, kokulanmak caiz olmadığı gibi, altın ve gümüş saatleri, kalemleri, büro malzemelerini kullanmak da caiz değildir. Evleri ve koltuk takımları gibi eşyayı altın veya gümüşle süsleme de caiz olmaz. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Altın ve gümüş kaplardan içmeyiniz, bunlarda yemek yemeyiniz. Şüphesiz bunlar dünyada müşriklere, âhirette de size aittir.”

[87]

“Gümüş kaptan içen kimse, ancak karnına cehennem ateşini yudumlamış olur.”

[88]

Şâfıî ve Hanbelîlere göre ise, bu kapları mücerred edinmek de meşru görülmemiştir. Çünkü edinme bunları kullanmaya sebep olur. Ancak zaruret veya ihtiyaç sebebiyle bazı âlet ve edevatı altın veya gümüşle kaplamak, yaldızlamak, diş tedavisinde kullanmak caizdir.[89] İpekli giymek, altın yüzük takmak erkeklere caiz görülmemiştir. Rasûlüllah (sav):

"Altm ve ipek ümme­timin kadınları için helâl, erkekleri için ise haramdır" buyurur. [90] Hz. Ali, Hz. Peygamber (sav)'in altın yüzük takmayı yasakladığını [91] İbn Abbas ise Rasûlüllah'ın bir adamın elinde altın yüzük gördüğünü, bunu çıkardıktan sonra;

"Sizden biriniz elinde ateşten bir parçayı taşımak istiyor" buyurduğunu nakleder.[92] İslâm uleması, Berâ b. Âzib (R.a.)'den gelen rivayeti şöyle değerlendirmiştir: Altm yüzük kullanmanın haramlığına kail olan fukahâ bu Berâ b. Âzib (R.a.)'den gelen hadise karşı iki türlü cevap veriyorlar:

1) Mubah olan nass ile haram olan nass tearuz ettiğinde haramın tercih edilmesi bir asıldır.

2) Rivayet olunan Berâ b. Âzib vakıası, altın yüzük kullanmanın haram edilmezden evvel cereyan etmiş bir hadisedir. Fakat ikinci cevab, birinci kadar kuvvetli değildir. Çünkü Berâ Hazretlerinin parmağmdaki altın yüzük çok görülerek ken­disinden bunun niçin kullanıldığının sorulması bunun kable tahrim/haram olunmadan önce değil belki haram olmasından sonra cereyan etmiş bir .hadise olduğuna delalet eder. Birinci cevap ise kuvvetlidir. [93] Yani İslâm'da erkeklerin altın yüzük kullanmaları haramdır. Sahabelerin kendi arkadaşları Berâ b. Âzib (R.a.)'i sorgulamalarının se­bebi de, İslâm'da erkeklerin altın yüzük takmalarının haram olmasıdır.

Berâ b. Âzib (R.a.), Resûl-i Ekrem (sav) ile birlikte 15 sefere iştirak etmek şerefine nail olmuştur. [94] Onun hay­atı cihad etmekle geçmiştir. O, ashâb-ı kiram'ın faziletlilerindendir. Ra­sûlüllah (sav)'in hadis-i şeriflerini neşr ve tamime gayret ederdi. Berâ b. Âzib (R.a.), Hz. Peygamber'den 305 hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan yirmiikisi Buhârî ile Müslim tarafından rivayet edilip muttefekun aleyhtir;

Berâ b. Âzib (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in hadislerini dikkat ve titizlikle rivayet edenlerdendi. Kendisi Rasûlüllah (sav)'den rivayet ettiği hadisleri dikkatle tetkik ederdi. Bir gün Resûl-i Ekrem (sav)'den şu duayı öğrenmişdi. Rasûlüllah (sav) ona:

"Gece yatacağın zaman abdest al, sağ tarafına yat ve şu duayı oku" buyurmuş, ondan sonra duayı da talim etmişdi. Duâ şudur:

"Ya Rabbi! Bütün mukadderatımı sana teslim etmiş, bütün işlerimi senin kudretine bırakmış, varlığımı sana dayamış, bunu sana muhabbetim ve senden korkum yüzünden yap­mış bulunuyorum. Ya Rabbi! Senin indirdiğin kitaba inandım ve gön­derdiğin Peygambere İman ettim.” [95] Hz.Berâ b. Azim (R.a.) bu duayı Rasûlüllah (sav)'den dinledikten sonra onu tekrar etmiş, yalnız duanın sonundaki Nebi yerine Rasûl kelimesini kullanmış. Rasûlüllah (sav) de ona Rasûl yerine Nebî kelimesini tekrar ettirmiştir. Hz. Berâ b. Âzib (R.a.)'in Rasûlüllah (sav)'in hadislerini rivayet etme hususunda ne kadar ihtiyatlı ve dikkatli davrandığını onun şu beyanatından anlamak mümkündür. Hz. Berâ der ki:

Biz bütün hadis-i şerifleri Rasûlüllah (sav)'den duyardık. Bazan arkadaşlarımız bize onun hadislerini naklederlerdi. Çünkü bazan bu sıralarda biz hayvanlara çobanlık ederdik. [96] Onun için Hz. Berâ (R.a.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Bilâl ve Hz. Âzib Allah hepsinden razı olsun hadis rivayet etmiştir. Tabiin neslinden Berâ b. Âzib (R.a.)'a öğrencilik eden bir çok kimse vardır. Onun meclisinde yalnız hadis-i şerifler irad olunmaz, bundan başka Kur'an ayetleri, fıkıh meseleleri de mevzubahis olurdu. Bir gün Hz. "Berâ b. Âzib (R.a.) meclisinde;

"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” [97] ayeti kerimesi mevzu bahis olunmuştu.

Mecliste bulunanlardan bir zat, şu suali sordu:

“Müşriklere hamle eden bir adam kendisini tehlikeye atmış olur mu?" Hz. Berâ b. Azib (R.a.) cevab verdi:

“Hayır, biz Allah yolunda cihad etmekle memuruz. Fakat ellerimizle kendimizi tehlikeye atmaktan maksad, para hapsetmek hususunda tehli­keye atılmaktır.” [98] Berâ b. Âzib (R.a.)'ın ahlâk ve âdatına hakim olan esas sünnete ittiba idi. Rasûlüllah (sav)'in yaşantısına özel bir önem veriyordu. Çocuklarına da aynı duyguları aşılamaya çalışıyordu. Berâ b. Azib'in oğlu Yezid naklediyor:

"Bir gün babam bizi topladı, geliniz oğullarım, size Rasûlüllah (sav) nasıl abdest alırdı, onu göstereyim, dedi. Çünkü sizinle bundan sonra ne kadar kalacağımı bilemiyorum"

Hz. Berâ b. Azim (R.a.), bütün oğullarını topladıktan sonra su getirt­miş, abdest almış ve çocuklarına:

“İşte Rasûlüllah (sav) böyle abdest alırdı. Rasûl-i Ekrem, abdest aldıktan sonra hanesine girmiş, namaz kılmış sonra mescide çıkmış, namazın kılınmasını emretmişti Ezan okunmuş, öğle namazını kılmıştık. Hatırımda kaldığına göre, Rasûlüllah (sav) Yasin suresinden âyetler oku­muşlardı. Daha sonra bize ikindi, akşam, yatsı namazını kıldırmışlardı. İşte Rasûlüllah (sav) böyle abdest alır, böyle namaz kılardı.” [99] Görüldüğü gibi, Ashâb-ı Kiram, aile içinde sünnet muallimidir. Dolayısıyla sahabelerin yolunda gidenler, Rasûlüllah (sav) 'in sünnetini ve siretini tatbikaîlı olarak çocuklarına öğretmeye çalışan sünnet muallimleridir. Çocuklarını Rasûlüllah (sav)'in siret ve sünneti ile tanıştırmayan ve onlara öğretmeyenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yo­lundan ayrılanlardır.

 

Hz. Bilal-i Habeşi

(r.anh)

 

İslâm ümmetinin evrensel istiklal marşını müslümanlara okuyan bjr İslâm inkılapçı sı dır. Hz. Peygamber'e ilk İman edenlerden biri ve son­radan ona müezzin olan sahabedir. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-i Habeşî, aslen Habeş'lidir. Anasının adı Hamâme, babasının'adı Rebah, künyesi Abdullah'tır.

Bilâl, İslâm'ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halefin kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda bir çok kimse, soy ve soptarınm yüksek­liğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabile taas­subuna düşmüş, İslâm'a cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a.) İslâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi.

Hz. Bilâl (r.a.), yanında köle olarak bulunduğu Ümeyye b. Haleften habersiz geceleri Kur'an öğrenmeye gidiyordu. Geceleri Kur'an öğren­meye gitmeden önce Kabe'ye uğrar oradaki putlara tükürür, inkâr ettiğini söyler öyle giderdi. Çünkü putları inkâr etmeden iman sahih olmadığı gibi, Kur'an eğitimi de sahih olmaz. Putları, Tağutları reddetmek, inkâr etmek, Allah'a imanın ilk rüknüdür. Bu rükün gerçekleşmeden Allah'a iman gerçekleşmez.

Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl'in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi:

"Muhammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın."

Bilâl'in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü:

"Allahu Ahad, Allahu Ahad", Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.[100] Mü'min kişi imanının kuvveti oranında kâfirlerle ve kâfirlerin işkenceleriyle muhatab olur.

O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a aittir, rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşat­mak Allah'ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tas­dik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve diriltmenin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah'tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu. îman en büyük güçtür. O gücü elde eden bütün kâinata meydan okuyabilir. Allahû Teâla'ya giden yol en doğru yoldur. Arifsen sen de kalbini imanla doldur!

Ehl-i küfrün işkence ve baskıları karşısında mü'min insanı ayakta tutan güç, mü'min insanın kalbindeki imanıdır.İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)'a rastgelen Varaka b. Nevfel,

"Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der, sonra da müşriklere dönerek:

"Siz onu bu yüzden Öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi.

[101]

Bilâl'in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyun­cağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabili­yordu.

Ümeyye b. Halefin Bilâl'e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da;

"Onun ahlâkını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir" demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) ona şu cevabı vermişti:

"Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir rivayette  Hz.  Ebu  Bekir'in  onu  yedi   ukiyeye  satın  alıp  azat ettiği kaydedilir.

[102]

Bilâl'ı Rasûlüllah'ın yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kur­tulmuştu. Elbette bu Allah'ın bir takdiridir. Bilâl Hz. Ebû Bekir'e bu se­beple borçlu değildir. İki mümin de görevlerini yapmışlar. Allah da onlara ecrini vermiştir. Hz. Ömer şöyle der:

 "Efendimiz Ebu Bekir, yine efendimiz Bilâl'i azad etti.”

[103]

Bilâl daha sonra diğer ashâb ile birlikte Medine'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam'da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.

[104]

Bilâl, Rasûlüllah (sav)'in müezzini olarak tanınmaktadır. Ve sık sık ezanı Bilâl'e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Rasûlüllah (sav);

"Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip etmişti. [105] Hz. Bilâl, Rasûlüllah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke'de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi görmüş ve şöyle bağırmıştı:

"İşte küfrün başı!.." Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak İkisini de öldürmüşlerdi. Resul-i Ekrem Mekke'nin fethi ardından Kabe'ye girerken has müezzini Hz. Bilâl'ı yan­larında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu vakıayı şöyle nakleder ve der ki:

"Resul-i Ekrem, Mekke'nin fethi gününde, Mekke'nin yüksek tarafın­dan bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bİlâl ve Osman b. Talha da yanlarmdaydılar. Resul-i Ekrem Kâbe içinde uzun bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında müminler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl'e Rasûlüllah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var ki Bilâl'e, Allah Rasûlü'nün kaç rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum.”

[106]

Rasûlüîlah (sav), Kabe'yi putlardan temizledikten sonra müezzinilah'a gelen mektupları kendisi okuyor, cevap gerekiyorsa yazıyordu. Bu arada asıl görevi olan vahiy kâtipliğini de sürdürüyordu.

[107]

Müslümanlara lazım olan ilimleri öğretecek bir müslüman bulunmazsa ve bu ihtiyaç hissedilen gayr-i müslimlerden öğrenmekten başka çare yoksa o zaman gayr-i müslimlerden öğrenilebilir. Herhe kadar müslüman bir insan için gayr-i müslimlerden ilim öğrenmek zehir içmek kadar zor da olsa dinen öğrenmesi caizdir. Ancak müslümanların ihtiyaçlarının olduğu ilimleri tesbit etmekte müslümanların başındaki Cematü'l Müslim'inin imamının görevidir. Rivayete göre yaşının küçük olması nedeniyle Zeyd, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmamıştır. Katıldığı ilk savaş Hendek savaşı olup, savaşa hazırlık kabilinden, müsîümanlar Medine'nin etrafında hendek kazarlarken Zeyd, çıkan toprağı taşıma işinde yardım ediyordu. Resûlüllah (sav) O'nu bu durumda görünce:

"Ne kadar iyi bir çocuk" diyerek takdir ifadelerini dile getirmiştir.

İbn Abdi'l-Berr, "el-İstîâb"da zikredip, sahih kabul etmediği bir ha­bere göre; Tebük seferinde, Benî Mâlik b. en-Neccâr'ın bayrağını Umâre b. Hazm taşıyordu. Resûlüllah, bayrağı ondan alıp Zeyd b. Sâbit'e verdi. Bunun üzerine Umâre:

"Ey Allah'ın Resulü! Hakkımda sana herhangi birşey mi ulaştı?" diye sorunca, Resûlüllah;

"Hayır, lâkin Kur'ân'a öncelik vardır: Zeyd de Kur'ân'ı senden daha çok ezberlemiştir" şek­linde cevap verdi.

[108]

Zeyd b. Sabit, ashâbm en âlimlerinden biriydi. Sadece Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemekle kalmamış, mirasla ilgili feraiz İlmini de çok iyi öğren­mişti. Öyle ki, ashâb arasında bu ilmi O'ndan daha iyi bilen yoktu. Resûlüllah (sav), ashabına

: "Feraizi en iyi bilen Zeyd'dir" diyordu. İmam Şâfıî de, feraiz hususunda onun rivayet ettiği hadisle amel etmiştir.

[109]

Gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Osman, Medine'den ayrıldıkları zaman Zeyd b. Sabit'i vekil bırakırlardı. Hz. Osman, O'nu ziyade seviyordu. Zaten kendisi de Osman taraftarıydı ve bu halife devrinde beytülmâla bakmakla görevlendirilmişti. Yermük günü de ganimetleri taksim işini Zeyd üstlenmişti.

[110]

Zeyd'in vefat tarihi konusundaki rivayetler arasında tam bir mutabakat olmamasına rağmen, büyük bir ihtimalle

Zeyd ten; İbn Ömer, Ebu Saîd, Ebu Hüreyre, Enes, Sehl b. Huneyf ve Abdullah b. Yezîd el-Hutamî gibi sahabeler rivayette bulunmuşlardır. Tabiînden de; Saîd b. el-Müseyyeb, Kasım b. Muhammed, Süleyman b. Yesâr, Ebân b. Osman, Büsr b. Said ve Zeyd'in iki oğlu, Harice ile Süleyman ve başkaları rivayet etmişlerdir.

[111]

Sahabeler, sadece mallarını değil zekâlarını da İslâm için kullan­mışlardır. Zeki olan çocuklarını îslâmî eğitim ve öğretim kurumlarından alıp küfrî eğitim kurumlarına emanet edenler, sahabenin izinden ayrılıp küfre adaklar armağan edenlerdir. Sahabeler kulluk kitabları Kur'ân'ı öğreniyorlardı. Başkalarına da Kur'ân'ı öğretiyorlardı. Sahabenin fıkhın­da Kur'an okumak, Kur'ân'ı anlayıp başkasına öğretmek ve O'nun ahkâmlarını hayata geçirmek, medeniliğin en önemli şartıydı.

Kulluk kitabı Kur'an’dan habersiz yaşamak, bir gericilik ve mürtecilik alametidir. Kur'an eğitim ve öğretimini yasaklayanlar da, Ebû Cehil döneminden bu yana devam edip gelen mültecilerdir.

Rasûlüllah (sav)'in bütün sahabeleri medeniydi. Çünkü onlar Kur'an ile aydınlanmışlardı. Kur'an ile aydınlanmak, ebediyen karanlıktan kur­tulmaktır. Kur'an karanlıksız, karanlık ise Kur'an'sızdır.

Rasûlüllah (sav)'ın evinin ihtiyaçlarım sağlar, sonra da müsait zamanlar­da o borçları öderdi.

Hz. Bilâl'in doğruluk ve ahlâkı, İslâm'a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahı bir köle değil, ashâb'ın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yöne­timinde söz sahibi olan mü'minlerden biriydi. Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlasın işti. Hz. Bilâl (r.a.), İslâm'ın köleliğe karşı gerçekleştirdiği inkılabın adeta sembolüdür. İslâm dininin köleler için ne yaptığını görmek isteyenler, Hz. Bilâl (r.a.)'in hayatına baksınlar.

İslam köleliğe giden bütün yollan kapatmıştır. Sürekli köle azad et­meye teşvik etmiştir. İslâm dini köleliği haram etmiş, sadece savaş halinde kabul etmiştir. Bu İslâm'la ve müslümanlarla savaşan kâfirlerin gücünü ve kuvvetini kırmak içindir. Savaşın neticesinde elde edilen köleleri Halife-i Müslimin isterse azad edebilir.

İslâm dini kölelere ordunun bayrağını teslim etmiştir. İşte Zeyd b. Harise (r.a.) ve onun oğlu Usame (r.a.)'a savaşta ordu bayrağını teslim edilmiştir. İslâm köleleri hürriyete kavuşturmuştur. Kölelerden komutan­lar, idareciler ve medeniyet mimarları yetiştirmiştir. İşte Bilâl Habeşî (r.a.) de bu medeniyet mimarlarından birisidir.

İslâm'ın bütün zaman ve mekânlarda şiarı kölelik değil hürriyettir. Hz. Bilâl (r.a.), köleliği hürriyete dönüştürmenin sembolüdür. Bir insana renginden ve kavminden dolayı değil, imanından dolay değer verilir.

Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasmdaki zevk ile mezcetmiş;   ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl: "Oh! ne tatlı!." diyordu. Hevlaniye kabilesine mensub olan vefakâr eşi Hind Bilâl (r.a.) gözlerini kapattı ve başını göğsünün üzerine koydu. Bilâl (r.a.)'in hanımı ağlayıp dövünerek bağırdı:

"Eyvah ne kadar acı!.." Bilâl (r.a.) son nefesleriyle mücadele ederken mırıldandı:

"Hayır, aksine ne mutlu bana!..Yarın kavuşuyorum dostlarıma; Muhammed ve Ashabına!" diyordu.

[112]

 

Hz. Büreyde İbn-i Husayb

(r.anh)

 

Büreyde İbni Husayb radıyailahu anh cihad aşkıyla dolu bir sahabedir, islâm'ı yaymak için Medine'den kalkıp Horasan bölgesine kadar giden ve orada vefat eden bir yiğit... Rasûlüllah (sav) efendimizle ilk karşılaş­masında zorlama olmadan kendi isteğiyle gönlünü İslâm'a açan bir ba­hadır... Efendimizi öldürmeye giderken onun nuruyla dirilen bir kahra­man...

O, Eşlem kabilesinin Sehmoğulları koluna mensuptu. Ebû Sehl veya Ebü'l-Husayb künyesiyle anıldı. İslâm'la şereflenmesi şöyle oldu: "İki Cihan Güneşi efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret etmek üzere Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) ile Mekke'den ayrıldığında müşrikler sevgili Peygamberimizi yakalayıp öldürene büyük vaadlerde bulundu. Bu haber Mekke ve çevresinde süratle yayıldı. Büreyde de bu mükâfatlara kavuş­mak isteğiyle kendi arazilerinden geçen insanları durdurup kimliklerini sorardı.”

Bir gün karşısına Allah Rasûlü ile yâr-i gâri mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir Sıddık çıktı. Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz ona

"Sen kimsin?" diye sordu.

"Büreyde" dedi. Efendimiz arkadaşı Ebû Bekir'e dönerek;

"İçimiz serinledi", buyurdu. Sonra

"Kimlerdensin?" dedi.

"Eşlem kabilesinden" dedi. Efendimiz yine arkadaşlarına dönerek:

"Selâmetteyiz." buyurdular. Tekrar

"Eslem'in hangi kolundan?" diye sordu.

"Sehm kolundan" dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz:

"Yâ Ebâ Bekir senin nasi­bin çıktı." buyurdular. Büreyde bu tatlı konuşmalardan ve o nurlu insan­lardan etkilenmişti.

"Ya sen kimsin?" dedi. Sevgili Peygamberimiz:

"Allah'ın Rasûlü Muhammed." diye cevap verince Büreyde'nin gönlü İslâm'ın nuruyla aydınlanıverdi. Kendiliğinden:

"Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlüh" diyerek İslâm'la şereflendi. Adamlarıyla birlikte peşinde namaz kıldı.

İman davetçisi, aynı zamanda bir yürek fatihidir. Muhatabının gönlünü kazanamayan hiçbir şeyini kazanamaz. İnsanları İslâm'a kazanmak, yürekleri kazanmakla mümkündür. Bu nedenle yürekleri fethedecek gül gibi, sümbül gibi kelimeleri bulup kullanmalıyız.

Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz ertesi gün hicret yolculuğuna devam etti. Büreyde (r.a.) O'nun Medine'ye bayraksız girmesini içine sindi­remedi ve:

"Ya Rasûlallah! Medine'ye sancak olmadan gitmeniz uygun değildir." dedi. Başındaki sarığı çözüp mızrağına bağladı ve arazilerinden çıkıncaya kadar onlara muhafızlık yaptı. Bir süre sonra o da hicret ederek Medine'ye yerleşti.

Büreyde (r.a.) Bedir ve Uhud gazvelerinde bulunamadı. Fakat, Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizle birlikte on altı gazveye iştirak etti. Çok önem­li hizmetlerde bulundu. Müreysî Gazvesinden önce istihbarat görevlisi olarak düşmanın savaş hazırlıklarını tesbit etti. Savaştan sonra da esirlerin muhafazasına memur edildi. Hudeybiye'ye giden İslâm ordusuna kıla­vuzluk yaparak orduyu Mekke keşif kollarının takibinden kurtardı. Mekke'nin fethi sırasında Eşlem kabilesine ait iki sancaktan birini o taşıdı. Sevgili Peygamberimiz onu Eşlem ve Gıfar kabilelerine zekât âmili olarak gönderdi.

Hz. Büreyde (r.a.), hizmet mevsiminin hizmet eriydi. Her hizmetin bir mevsimi vardır. Hizmetleri mevsiminde yapmayanların hezimetleri kaçınılmazdır. Bundan ötürüdür ki, Hz. Büreyde (r.a.) İslâmî her hizmete hazırdı. Mekke fethinden sonra iki Cihan Güneşi efendimiz onu Hz. Halid komutasında Yemen taraflarına gönderdi. Efendimizin rahatsızlığının son zamanlarında Üsâme (r.a.) kumandasında Şam tarafına giden orduda sancaktarlık yaptı. Hayber'in fethine katıldı. Surlarda açılan gedikten içeri dalan kahramanlar arasında yer aldı. Hatta o sırada Büreyde (r.a.)'in üzerinde kırmızı bir elbise bulunuyordu. Kendisi bu elbiseden farkedilmişti. O, sonradan İslâm'ın güzellikleriyle gönlünü doldurdukça bu hareketini tevâzuya aykırı buldu. Zira şöhret âfetti. Hizmette esas dikkat çekmemekti. Büreyde (r.a.) İslâm'a girdikten sonra bu halinden daha'büyük bir günahını hatırlamadığını anlatır.

O, iki Cihan Güneşi efendimizin bir sefer sırasında konakladıkları yerde kalan bazı eşyayı sırtına koyduğunu ve kendisine "yük devesi" diye iltifat ettiğini nakleder. Ne irfan! Ne incelik! Ne dikkat! Ne titizlik! Ne muhabbet ve ne teslimiyet! Allah için olan her şey onun kabulüydü. Onun teslimiyeti ve sadakati böylesine güzeldi. İslâm tümüyle güzellikti...

İslâm'a teslim olan müslümamn hayatı bir güzellikler yumağıdır. Müslüman insandan güzellikten başkası da beklenmez. Eğer müslüman insandan güzellikten başkası meydana geliyorsa, arıza var demektir. Sa­habe güzelliklerin başında cihadı bilirdi. Çünkü cihad, alemi fitneden, fesad ve şirkten temizlemektir. Dolayısıyla Allah yolunda cihad en büyük güzelliktir. Bundan ötürüdür ki, sahabe cihad ile hayatını güzelleştir­miştir.

Büreyde (r.a.)'ın gönlü o derece cihad aşkıyla doluydu ki, at sırtında düşmana saldırmaktan daha güzel bir hayat şekli olmadığını söylerdi. Ömrünü hep cihad aşkıyla geçirdi. Zaman zaman:

"Benim damarlarım­da cihad kanı akmaktadır. Hayatım at sırtında geçer" derdi. Arkadaşlarını hep hayırla anardı. Fitne fesat çıkarmak isteyenlere karşı:

"Benim kılıcım müslümana karşı kınından çıkmaz." derdi. Müslümanlar arasında çıkan olaylara karışmadı. Hiç kimseye taraftarlık etmedi. Bir gün birisi ona Hz. Ali, Osman, Talha ve Zübeyr (r.anhüm) hakkında fikrini sordu. O da ellerini açarak;

"Cenâb-ı Hak Ali'ye rahmet eyleye, Osman'a, Talha'ya, Zübeyr'e rahmet eyle..." dedi.

Müslüman, diri olsun, ölü olsun müslümanların hayrını isteyen hayırlı insandır. Müslümanlara karşı terk-i silah, sahabenin en büyük şiarıdır. Müslümanlara karşı zalim olmaktansa mazlum olmak daha iyidir. Bu aynı zamanda sahabenin Rasûlüllah (sav)'den öğrendiği bir mirastır.

Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizin dâr-ı bekâ'ya irtihaîlerinden sonra sahabenin çoğu hasretine dayanamayarak uzak bölgelerde cihada katılmış ve İslâm'ı yaymak için etrafa dağılmışlardı. Büreyde (r.a.) da Hz. Ömer (r.a.) zamanında Basra'ya yerleşti. Hz. Osman (r.a.) zamanında Horasan tarafına gönderilen orduya iştirak etti. Orada İslâm'ı yaymak için çalıştı. İnsanları tek tek Allah'a çağırdı. Onlara İslâm'ı ve Kur'an'ı öğretti. Ömrünü bu şekilde dini tebliğ ile geçirdi. Bu bölgede en son vefat eden sahabe oldu.

Yezid bin Muâviye döneminde 63 hicrî 682 milâdî senede vefat eden Büreyde İbni Husayb (r.a.) Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizden 164 hadis rivayet etti. Buharî'de bir, Müslim'de onbir rivayeti bulunmaktadır. Bir rivayeti şöyledir:

 

"Kim Kur'an-ı Kerim'i okur, onu dünya kazancı için vâsıta yaparsa, kıyamet gününde, yüzü, etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir."

Cenab-ı Hak, bizleri de Büreyde (R.a.) gibi gönlü cihad ruhuyla dolu kullarından olmayı ve O'nun şefaatlerine ermeyi nasib eylesin, Amin.

[113]

Sahabenin fıkhı, eihadda cenneti salık veren bir fıkıhtır. Çünkü saha­beler, cenneti eihadda aramışlardır. Daha doğrusu sahabeler için cennete giden yol eihadda geçiyordu. Cihadı cennete giden yol bilip bu yolda yürüyenler, sahabe fıkhını ihya edenlerdir.

 

Hz. Câbir Bin Abdullah

(r.anh)

 

Cabir b. Abdullah b. Amr, b. Haram, b. Ka'b, b. Ganem, b. Seleme. Künyesi Ebû Abdullah olan Câbir Hazrec kabilesindendir.

Câbir'in babası, ikinci Akabe bey'atinde müslüman olmuş ve Haramoğulları nakipliğine tayin edilmişti. Kâfirler Uhud gazasında onu, burnunu ve kulaklarını keserek işkence ettikten sonra şehit ettiler. Dokuz kızı vardı, bunlara Câbir baktı. Hz. Câbir babasının şehadetini şöyle anlatır: "Babam Uhud'da şehit oldu. Kız kardeşlerim bana bir deve vere­rek git babamızın cenazesini bu deveye yükle getir ve onu Selemeoğıılları kabristanına göm dediler. Deveyi alarak gittim. Yanımda birkaç adam da vardı. Rasûl-i Ekrem babamı cihad meydanından taşıyarak aile kabris­tanına götürmek istediğimi haber aldılar. O, Uhud'da oturuyordu. Beni huzurlarına çağırarak dedi ki: Nefsimi elinde tutan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki; Abdullah arkadaşları ile birlikte gömülecektir. Rasûl-i Ekrem'in bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeçtim ve onu Uhud şehitleri ile birlikte gömdüm.[114] Rasûîüllah (sav) Câbir'e,

"Sana bir müjde vereyim mi? Allah babanı diriltti. Ve kendi­sine perdesiz doğrudan doğruya hitap etti. Halbuki şimdiye kadar hiçbir kimseye böyle hicabsız söylediği olmamıştır" buyurdu.

Babası şehit olunca ardında bıraktığı borçlarını Câbir ödeyemedi ve Rasûlüllah'a giderek,

"Ya Rasûlallah! Babam Uhud günü şehit olduğunda bana borç bıraktı. Alacaklılar beni sıkıştırıyorlar. Bana Yardım ediniz de borcumun bir miktarını gelecek yıla ertelesinler." dedi. Rasûlüllah (sav)

"Hay hay, öğleye doğru size gelir, alacaklıları görürüm" dedi. Rasûlüllah (sav) Câbir'in evine gitti. O istirahat ederken Câbir onun için bir koyun kestirdi. Rasûlüllah uyanınca Câbir'e

"Bana Ebû Bekir'i çağır" dedi. Rasûlüllah (sav) ve yanındaki ashabı yemek yediler. Yemekten sonra Rasûlüllah (sav) gitmek üzere ayağa kalkınca Câbir'in zevcesi ona

"Ya Rasûlallah, bana ve kocama dua et" diye yalvardı. Rasûlüllah da:

"Cenâb-ı Hak seni ve kocanı mağfiretine nail etsin" buyurdu. Mü'min kadın kocasının dünya ve âhiret saadeti için gayret gösteren kadındır. Hakeza mü'min erkekte hanımının dünya ve âhiret saadeti için çalışır. Birbirlerinin dünya ve âhiret saadeti için çalışmayan erkek ve kadınlarda hayr yoktur.

Rasûlüllah daha sonra alacaklıları çağırmış ve onlardan Câbir'e müh­let vermelerini istemiş, onlar mühlet vermeyince Rasûlüllah Câbir'e hur­malarını ölçüp onlara vermesini buyurmuştur. Câbir, hurmalanyla babasının borçlarını ödedikten sonra kendisine de bir miktar hurma kalmıştır. Bunu Rasûlüllah'a aktarırken karısına dönüp

"Ben sana Rasûlüllah'ı rahatsız etmemeni tenbih etmemiş miydim?" deyince karısı

"Rasûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?" demiştir. Câbir,

"Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" demiştir. Rivayete göre Câbir, Bedir ve Uhud savaşlarından başka bütün Cihad hareketlerine katılmıştır. Câbir, Enmar gazasında Rasûlüllah'ın hayvanının üzerinde namaz kıldığını rivayet etmektedir. Hendek savaşında da Rasûlüllah ile ashabının tam üç gün aç kaldıklarını, hendek kazan bazı sahabelerin rastladıkları kayayı yerinden oynatamadiklarını nakleden Cabir şöyle der: "Rasûl-i Ekrem'e bir kaya parçasına tesadüf ettiklerini söylemişler. Hz. Peygamber de onlara

"Siz bu kaya parçasının üzerine biraz su serpiniz" buyurdu. Su ser­pildi, sonra Rasûl-i Ekrem kazmayı eline alarak besmele çektikten sonra kazma ile kayaya üç defa vurunca kaya tuzla buz oldu. Bu sırada dikkat ettim, Rasûl-i Ekrem karnına (açlıktan) bir taş bağlamıştı."

Dâva önderi, dâva arkadaşlarını borç yükü altında bırakmayan kimsedir. Dâva arkadaşlarının borçlarıyla da ilgilenen kimsedir. Şunu bilelim ki; gerçek dâva önderi, dâva arkadaşlarına her hangi bir lekenin "gelmesini istemeyen kimsedir.

Hz. Câbir, Siffin vakasında Hz. Ali tarafında yer aldı. Ancak, Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra Muaviye'ye bey'at etti. Ömrünün son­larında gözleri görmez oldu. Medine'de doksanüç yaşında öldü.

Câbir, Rasûlüllah'tan bin beş yüzden fazla hadis rivayet etmiştir. Elli sekizi Buhâri ve Müslim'de mevcut olup müttefekun aleyhtir. Ashâb arasında Câbir İbn Abdullah isminde iki kişi daha vardır: Biri Câbir İbn Abdillah İbn Rebâh; diğeri Câbir b. Abdillah er-Râbisî'dir.

[115]

Hz. Câbir'in Rasûlüllah'tan önemli rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: İstihare hadîsi: "Rasûlüllah Kur'an'dan bir sure öğretir gibi (büyük küçük) işlerimizin hepsinde bize istihare (duasını) öğreterek şöyle buyurdu:

 

"Sizin biriniz bir işe kalben azmettiğinde o kimse farz değil (istihare niyetiyle nafile olarak) iki rekat namaz kılsın. (Namazdan) sonra şöyle dua etsin: Ya Rab hakkımda hayırlısını bildiğin için senin dergâh-ı inayetinden bana hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı olana gücün yetiştiğinden lutfundan bana güç ver­meni dilerim. Ya Rab, hayırlı olanın bana gösterilmesini ve takdirini senin o büyük fazl ve kereminden dilerim. Allah'ım senin her Şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her Şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhakkak sen Şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab, bilirsin ki bildiğinde hiç şüphe yoktur Şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için hayırlı ise, benim için onu kolaylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana nasip kıldığın bu işi, mübarek eyle. Yine şu azmettiğim iş dinim, dünya ve âhiretim için şer ise, bu işi benden beni de bu işten uzaklaştır. Ve hayır nerede ise o hayrı bana takdir eyle. Sonra nefsimi bu takdir buyurduğun hayrı kabul etmeye razı kıl.”

Hz. Câbir "istihare eden mü'minin duada bu iş diye geçen yerlerde hacetini adıyla anmasını" söylemiştir.

Hz. Câbir'in rivayet ettiği diğer hadislerden bazıları şunlardır:

 

"Sizin biriniz farz namazı mescidinde kıldığında dönüp evine gelerek sün­net, müstehap, kaza namazlarını evinde kılmak suretiyle evini de namazın feyz ve bereketinden nasibdar kılsın. Cenâb-ı Hak onun namazından evinde bereket yaratır.”

Bir kere yanımızdan bir cenaze geçmişti de Rasûlüllah (sav) cenaze geçtiği için kıyam etmişti. Biz de ayağa kalktık. Ve,

“Ya Rasûlallah bu bir Yahudi cenazesidir” dedik. Rasûlüllah,

“Bir cenaze gördüğünüzde (müslim olsun, kâfir olsun) kıyam ediniz. Çünkü ölüm, korkunç bir şeydir” buyurdu.

Ey Câbir dikkat et. Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sureyi bildiriyorum. Bu, Fâtiha-i Şerîfe'dir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır.

Rasûlüllah (sav) zamanında biz, at eti yerdik.

Ezan ile beraber ticaret haram olur. Hutbe (cuma hutbesi) esnasında da söz söylemek haramdır. Söz söylemek hutbeden sonra helâl olur. Ticaret de namazdan sonra helâl olur.

Rasûlüllah'ın mescidinde bir hurma kütüğü vardı. Hz. Peygamber, hutbe esnasında ona dayanırdı. Kendisi için minber yapıldığında bu kütükten gebe develerin iniltisine benzer sesler çık­tığını İşittik. Hz. Peygamber minberden inip de elini üzerine koyunca sustu. O sırada kütük susturulan çocuk gibi hafif hafif inliyordu. Susturduktan sonra

"O, yanında edildiğini işittiği zikrullah için ağladıydı" buyurdular.

Bir defa biz Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ile birlikte Cuma namazı kılarken Şam tarafından yiyecek yükiü bir kervan geldi. Cemaat birer birer kafi­leye doğru yönelip oniki kişi kalıncaya kadar hep dağıldılar. O zaman şu ayet nazil oldu:

 

"Onlar bir ticaret yahut bir eğlence buldular mı hemen oraya koşup dağılıyor ve seni ayakta hutbe irad ederken bırakıp savuşuyorlar. Onlara de ki, namaz ve niyazları mukabili olarak Allah katında saklı duran sevap, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızik verenlerin en hayırlısıdır.”

"Benden evvel hiç bir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kıhversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim."

[116]

Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz öğleni (zevalden sonra) gündüzün sıcağında; ikindiyi henüz güneş (beyaz ve) tertemiz iken; akşamı güneş battığında; yatsıyı da gâh erken gâh geç kildırirdı. Cemaati toplanmış bulduğunda acele eder, gecikmiş bulduğunda tehir ederdi. Sabah namazını ise onlar, yahut Rasûlüllah karanlıkta kılarlardı."

Hz. Peygamber (sav) sarımsağı kastederek Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize, yanımıza gelmesin buyurdu."

Hz. Câbir (r.a.) Medine'de ölen son sahâbîdir. Hadis, tefsir ve fıkıh'da önemli bir yeri vardır. Muttaki veya facir, herkesin Cehennem'e gireceği­ni, fakat ateşin müttakileri yakmayacağını, Allah'ın onları ateşten kurtara­cağını bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetinin tefsirine açıklık getirmiştir. Yine o şu hadîsi bildirmiştir: İnsanlar Allah'ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar.

Kitleleri imana davet ederek İslâm'a kazandırmaya çalışmak, saha­benin en önemli uğraşlarından birisiydi. Sahabeler kitle psikolojisini çok iyi biliyorlardı. Onlar muhatab oldukları kişilerin ve toplumların sosyal dokularını keşfederek kendilerine yaklaşıyorlar ve Allah'ın dinini tebliğ ediyorlardı. Allah'ın dini adına yapılan tebliğ çalışmasının başarıya ulaş­ması için bu şarttır.

Kişinin sosyal dokusunu keşfetmeden kendisine tebliğde bulunmak, meçhul bir tarlaya çok kıymetli bir tohumu ekmeye benzer. Doğrulan doğru bir zamanda en uygun mekânlarda doğruya muhtaç olanlara ulaştır­mak, sahabenin izinde gitmektir.

İslâm'a hizmet meselesinde mü'minlerin birbirlerinin iyiliklerini takdir etmeleri, sahabe fıkhındandır. Çünkü sahabeler, takdir duygusuyla hareket etmişlerdir. Hz. Câbir (r.a.)'ın, "Biz, Rasûl-i Ekrem'in himmet ve imdadı ile borçtan kurtulduk" sözünden bunu anlıyoruz. Allah yo­lunda birbirlerinin arasındaki faziletleri takdir etmek yerine tekzib edip ketmedenler, yarı yolda geri dönüp birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Faziletleri unutmayıp takdir etmek, tebliğ çalışmasında selameti garan­tilemektir.

Mü'minlerin kendi aralarında birbirlerinin doğrularını, iyiliklerini, faziletlerini takdir etmeleri, iyiliklerin, erdemlerin ve erdemlilerin sayı­larım çoğaltmalarıdır. Siz size iyi niyetlerle yapılmış bir iyiliği inkâr ettiğiniz andan itibaren muhatabınızı değil, kendinizi bitirmiş olursunuz. İyiliklerin ve iyilerin dünyasında kaybolanlar, kötülüklerin ve kötülerin dünyasında nefes alırlar.

 

Hz. Ca'fer Bin Ebı Talıb

(r.anh)

 

Zor günün sözleşmesine sahip çıkan ashâb-ı Rasûl'den biridir.. Hz. Peygamber'in amcası Ebû Tâlib'in oğlu. Ebû Tâlib'in Tâlİb, Akîl, Câ'fer ve en küçükleri Hz. Ali olmak üzere dört oğlu vardı. Hz. Cafer, Rasûlüllah (sav) daha Erkam'ın evine girip İslâm'ı yaymaya başlamadan önce müslüman olmuş; ikinci Hicret kafilesine katılarak hanımı Esma binti Üveys ile birlikte Habeşistan'a hicret etmişti.

[117]

Habeş muhacirlerinin sayısı sekseniki erkek ve on kadına ulaştı. Daha sonra bunlardan otuzdokuz kadarı, bazı Kureyş büyüklerinin İslâm'a girdiği haberi üzerine Mekke'ye geri döndü. Fakat bu haberin asılsızlığı ortaya çıkınca, bazıları gizlice bazıları da Mekkeli müşrik akrabalarının himayesi altında, Mekke'ye girebildiler.

[118]

Kureyş müşrikleri, muhacirleri Habeşistan'dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabîa ile Amr b. el-As'ı değerli hediyelerle Habeşistan'a gönderdiler. Elçiler Habeş Necâşîsi nezdinde müslümanları kötüleyince, Câ'fer b. Ebi Talib müslümanların temsilcisi olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi:

1) Biz Kureyş'in köleleri miyiz?

2) Mekke'de bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar?

3) Mekke'de mal gasbettik de, üzerimizde başkalarının haklan mı vardır?

Kureyş elçileri bütün bu sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bırakıp İslâm dinine girmelerinin suç olduğunu bildirdiler. Bu­nun üzerine Necaşî, Câ'fer'e İslâm dini ile ilgili sorular sordu. Hz. Câ'fer, İslâm'ın getirdiği iman, ahlâk ve fazilet esaslarından söz etti. Necaşî'nin isteği üzerine Meryem Suresi'nin baş tarafından okumaya başladı. Ankebut ve Rûm surelerini de okudu. Bu sırada Necaşî'nin gözlerinden yaşlar akıyordu. İstek devam edince, Hz Cafer Kehf sûresini okudu. Necaşî, kendisini tutamayarak "Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa da, İsa da aynı mesajla gelmiştir" dedi. Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğuna kanaat getirdi. Bunu açıkladı ve Müslümanları himaye etti.

[119]

Câ'fer b. Ebi Tâlib ve arkadaşları hicretin yedinci yılında Habeşistan'dan Medine'ye döndüler. Bu sırada Hz. Peygamber Hayber gazvesinde bulunuyordu. Hayber ganimetlerinden Habeşistan'dan gelen­lere de pay verildi.

[120]

Hz. Câ'fer, Hicret'in sekizinci yılında vuku bulan Mûte gazvesine katıldı ve orada şehit düştü. Mûte, Şam'a yakın bir köy olup, halkı Gassanîlerden ve Rumlar'dan oluşuyordu. Hz. Peygamber, Haris b. Umeyr'i Şam'a, Gassânî hükümdarına elçi olarak göndermişti. Mûte'den geçerken, vali Şurahbil b. Amr tarafından yakalandı ve Hz. Muhammed'in elçisi olduğu anlaşılınca da şehit edildi. Hz. Peygamber olaya çok üzüldü. Düşmana karşı bir ordu hazırlanmasını istedi. Üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Allah Rasûlü öğle namazından sonra, orduya Zeyd b. Hârise'yi komutan tayin ettiğini o şehit olursa yerine Câ'fer b. Ebi Tâlib'in, o da şehit olursa yerine Abdullah b. Revâha'nm geçmesini bildirdi.

[121]

Allah yolunda cihad edenler plansız ve programsız olamazlar. Sahabeler planlı ve programlı kimselerdi. Onlar Allah yolundaki şehadet-lerini bile planlarına dahil etmişlerdi. İslamî çalışmaları yürüten öncüler, yedek plan ve projelere sahip olmak mecburiyetindedirler.

Düşman hıristiyan Arap ve Rumlardan oluşan büyük bir ordu toplamıştı. Ebû Hüreyre şöyle der: "Mute savaşında ben de bulundum.

Müşrikleri gördüğümüz zaman onların sayı, silâh, at, atlas, ipek, altın vb. bakımından bizimle karşılaştırılamayacak, karşılarında durulamıyacak derecede olduklarını gördük. Gözüm kamaştı. Çarpışma başlayınca, baş kumandan Zeyd b. Harise, Hz. Peygamber'in sancağını elinde tutarak ilerledi. Vücudu Rumlar'm mızraklanyla delik deşik oluncaya kadar çarpıştı ve sonunda şehit oldu.

[122]

Zeyd b. Harise şehit düşünce, Câ'fer b. Ebi Talib sancağı aldı. Zırhını giyerek atma bindi. Düşmanın ortalarına kadar ilerledi. Kurtulama­yacağını anlayınca, önce attan inerek, atını düşmanın yararlanamaması için saf dışı etti. O düşmanla çarpışırken, "Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir. Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur" diye mırıldanıyordu. Bu sırada düşman tarafından vurulup, bir eli kesildi. Sancağı diğer eline aldı. O da vurulup kesilince, sancağı koltuğunun altına kıstırdı. Aldığı yaralarla yere düştü ve şehit oldu.

[123]

Abdullah b. Ömer der ki:

"Câ'fer b. Ebi Tâlib'i şehitler arasında aradık. Bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası bul­duk.” [124] Hz. Cafer'in iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasûlüllah ona Cennet'te iki kanat takıldığım haber vererek şöyle buyurmuştur:

"Cafer'i, Cennet'te melek­lerle birlikte uçarken gördüm.”[125] Bundan sonra, kuş gibi kanatlanıp Cennet'te uçtuğu hadisle sabit olan Câ'fer'e "çok uçan Cafer" anlamında "Câfer-i Tayyar" lâkabı verilmiştir.

Câfer-i Tayyar olup cennete uçmak için önce Tağutlardan, azmanlar­dan Allah'a firar etmek gerekir. Allah'a firar edenler, cihad meydanında biraraya gelirler. Çünkü Allahû Teâla kendisine firar eden mü'minlere cihadı emreder. Dolayısıyla Müslümanların topluluğu, cihad meydanında cennete uçanların topluluğudur.

Kendilerini cihaddan çalanlar, cennette buluşamazlar. Çünkü kalben terki cihad, bir alâmeti nifaktır. Bu dünyada cihad ederek cennete gitmek mümkün olduğu gibi, cihadı terk ederek cehenneme gitmekte mümkündür.

Cihad, Allah'ın rızasını kazanıp cennette gitmek isteyenlerin uğraşıdır.

Allah'ın rızasına sevdalanmış olanlar, cihada koşanlardır. Cihada koşmak, Allahû Teâla'ya koşmaktır. Cihad, küfür, şirk, tuğyan adına harekete geçen müstevli harbi ve mürtedlerin saldırıları karşısında bir selamet kalesidir. Allah yolunda cihad üzere hayatlarını devam ettirtenler, kendi­lerini tehlikenin içine atanlar değil, kendilerini tehlikeden kurtaranlardır. Bizi maddi ve manevi tehlikelerden cihad kurtarır. Cihad, kişinin kendi imanının adamı olmaya gayret etmesidir.

 

Hz. Cerir Bin Abdullah

(r.anh)

 

Rasûlüllah (sav)'in ikramına nail olan sahabedir. Cerir b. Abdullah el-Becelî radıyallahu anh yüzünde melek nişanesi bulunan, yakışıklı bir yiğit... Cahiliye devrinde "Yemen'in Kabe'si" diye bilmen Zülhalesa tapı­nağını yıkan bir kahraman.Yemen aşiretlerinden Becîle kabilesinin reisi...

Ebu Amr künyesiyle anılan Cerir hicretin 10. yılı Ramazan ayında kav­minden 200 kişiyle birlikte Medine'ye gelerek İslâm'la şereflendi.

O, uzun boylu, nûrâni yüzlü ve son derece yakışıklı bir kimseydi. Hz. Ömer (r.a) onun hakkında:

"Cerir İbni Abdullah bu ümmetin Yusufudur." derdi. Onun İslâm'a gelişini Rasûlüllah (sav) ashabına önce­den haber verdi. Bir gün hutbe okurken:

"Size şu taraftan hayırlı bir kimse geliyor. Yüzünde melek nişanesi vardır." buyurdu. Cerir İslâm'a girişini şöyle anlatıyor:

"Medine'ye gelince devemi çökerttim. Heybemi açıp yeni elbisemi giydim ve Mescide girdim. O sırada Rasûlüllah (sav) hutbe okuyordu. Kendisine selâm verdim. Cemaat beni göz ucuyla süzüyordu. Sonra Resûl-i Ekrem (sav) bana:

"Ey Cerir! Ne için geldin?" diye sordu. Ben de:

"Ya Rasûlallah! Sana bey'at etmeğe geldim. Şartların nedir?" dedim. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav) bana hitaben:

"Ey Cerir! seni Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadete, âhiret gününe, kadere inan­maya, farz olan namazları kılmaya, farz olan zekâtı vermeye, her müslüman için hayırhah olmaya, iyilik düşünmeye, samimi davran­maya kâfir ve müşriklerden uzak durmaya ve başınızdaki idarecilere itaat etmeye davet ediyorum." buyurdu. Ben de bu şartları kabul ederek Rasûlüllah (sav)'ın elini tuttum ve bey'at ettim. Yanımdakiler de aynı şart­ları kabullenerek hep birlikte İslâm'la şereflendik.

Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav)'e bey'atlı nesildir. Sahabeler, bey'at­sız geçen günü cahiîiyyeden sayıyorlardı. Bunun için sahabeler imandan sonra hemen bey'at ediyorlardı. Bey'at, zor günün sözleşmesine Peygamber (sav)'in huzurunda imza atmaktır. İşte sahabeler, zor günün imzasına sahip çıkan bahtiyarlardır.

Cerir b. Abdullah (r.a) müslüman olduktan sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisini her gördüğünde gülümsediğini söyler. O, Efendimizle çok az bir zaman beraber olmasına rağmen, tebessümlerine ve iltifatları­na sık sık mazhar oldu. Birgün iki Cihan Güneşi efendimiz mescidde ashâbıyla oturuyordu. Cerir b. Abdullah (r.a) içeri girdi. Ona yer açıl­madığını gören Efendimiz Cerir'e ridâsını çıkarıp attı ve:

"Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!" buyurdu. Cerir alıp oturdu ve:

"Ey Allah'ın Resulü! senin bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram buyur­sun." diyerek teşekkür etti. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav) efendimiz çevresindekilere dönerek:

"Size bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve saygı gösterin." buyurdu.

Cerir-i Becelî (r.a) yine birgün Efendimizin yanında bulunuyordu. Dışardan yalın ayak, abalarını başlarına geçirmiş, çıplak bir takım kim­seler geldi. Fahri Kâinat (sav) efendimiz onların fakir ve yoksul hallerini görünce yüzünün rengi değişti. İçeri girdi ve Bilal'e ezan okumasını emretti. Namazdan sonra cemaata dönerek şöyle bir hitabede bulundu:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz! Herkes yarın (âhiret günü) için ne gönderdiğine bir baksın. Allah'tan korkunuz! Çünki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." (Haşr sûresi: 18) ayetini okudu. Sözüne devamla;

"İnsan dinarından, dirheminden elbisesin­den, buğdayından, kuru hurmasından sadaka vermelidir" buyurdu.

Bu inci tanesi sözleri dinleyen ashabın hepsi bir şeyler getirmeğe başladı. Yiyecek ve giyeceklerden iki küme oluştu. Ensar'dan bir adam da .bir kese getirdi. Resûl-i Ekrem (sav) efendimizin yüzü gümüş gibi parlı­yordu. Sevincini şu ifadelerle dile getirdi.

 

"Her kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, o çığırda gidenlerin sevaplarının aynısı ona da verilir.”

“Her kim de kötü bir çığır açarsa o çığırda gidenlerin vebali de ona aid oldu" buyurdu.

Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz Cerir'i gördükçe

"Zülhalesa ne oldu?" diye sorardı. Cahiliye döneminde burası "Yemen'in Kâbesi" olarak bilinir­di. Bu tapınağın ayakta durmasına gönlü razı değildi. Beytullah'a rakip gösterilmesinden daima huzursuzluk duyan iki Cihan Güneşi efendimiz bu tapmağı yıkmak üzere bir seriyye hazırladı. Cerir'i de seriyye kuman­danı olarak görevlendirdi. O da kabilesinden 200 kişiyle bu tapınağı" tahrip ederek yıktı. Ebû Ertat ve Husayn İbni Rebia'yı Medine'ye müjde­ci olarak gönderdi. Daha sonra Cerir b. Abdullah (r.a) Medine'ye döndü. Sevgili Peygamberimiz onu görünce:

"Yıktın mı onu?" dedi. Cerir de:

"Seni hak din ile Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim kî, onun üzerinde olanları tutup öldürdük. Zülhalesa'yı da ateşe verip yak­tık." dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz Ceriri tebrik etti.

Rasûlüllah (sav) ve O'nun ashabı cahiliyye mabedlerini yıkıp ateşe vermişlerdi. Müslümanların kıblesine ve kabesine alternatif olarak ileri sürülen tüm cahiliyye mabedlerini yıkıp ateşe vermek, Peygamber (sav) ve Ashabının faaliyetlerini devam ettirmek anlamına gelir. İslâm ümme­tinin kıblesiyle oynayanlara, Rasûlüllah (sav) ve ashabı hayat hakkı tanı­mamıştır.

Cerir b. Abdullah (r.a) veda haccında Resûl-i Ekrem (sav) ile birlikte bulundu. Efendimiz onu Medine'ye döndüklerinde Himyerilerin emiri Zülkelâ ile yahudi olduğu rivayet edilen Yemen krallarından Zû Amr'ı İslâmiyet'e davet etmek üzere gönderdi. Her İkisiyle de görüşen Cerir (r.a) onların İslâm'a gelmelerine vesile oldu. Birlikte Medine'ye doğru yola çıktılar. Fakat yan yolda Sevgili Peygamberimizin dâr-ı bekâ'ya irti-hali haberini aldılar. Zülkeiâ ile Zû Amr ziyareti gerçekleştiremeden geri döndüler. Cerir b. Abdullah (r.a) ise Medine'ye gitti.

O, dört halife devrinde de güzel hizmetlerde bulundu. Hz. Ebû Bekir (r.a) onu Has'am ve Becile kabilelerinden irtidat edenlerin üzerine gön­derdi. İsyanları bastıran Cerir (r.a) yeni emir alıncaya kadar Necran böl­gesinde bekledi. Irak'ta yapılan çeşitli harplere katıldı. Sonra Hz. Halid Ibni Velid'e yardım etmek üzere Yemame'ye gitti. Hz. Ömer (r.a) zamanında Celûla savaşlarına katılan Cerir (r.a) oraya yerleşti. Hz.

Osman döneminde Küfe valisi Mugire'ye bağlı olarak süre Hemedan valiliği yaptı. Daha sonra Saîd İbni As kumandasmdâ zerbaycan fetih­lerine katıldı. Hz.Osman (r.a) Fırat kenarındaki bir kısım toprakları ona verdi. Karkisiya şehrinde uzlete çekilen ve yüze yakın hadis rivayet ettiği söylenen Cerir b. Abdullah (r.a) 674 m. tarihinde vefat etti. Cenâb-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

[126]

Sahabeler, İslâm cemaatinin mensuplarıdır. Onlar, Allah yolunda kendilerine verilen görevleri meşru hududlar dahilinde yerine getiren­lerdir. Dolayısıyla Allah yolunda meşru olan her göreve hazır olmak gerekir. Bir sahabe yeri geldiğinde valilik yapmış, yeri geldiğinde savaş­ta bir nefer olarak savaşmış ve yeri geldiğinde emir olarak savaşta görev yapmıştır. Ama sahabe nesli her ne yapmışsa Allah için yapmıştır. Allah için yapması gerekeni ertelemeden yapmıştır. Sahabe kendisine Allahû Teâla tarafından nasib edilen her görevin hakkım vereerek yapmıştır. Ertelenen İslâmî hayatın sahabe fıkhında yeri yoktur. Sahabe fıkhı, ertelenen İslâmî hayatı mahkûm eden bir fıkıhtır. Çünkü sahabeler, bugün yapılması gerekenleri yarına bırakmayan zahid ve mücahid kimselerdir.

 

Hz. Dıhye-i Kelbi

(r.anh)

 

Cebrail (a.s)'in suretine girdiği sahabedir. Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlüllah efendimizi severdi. Ticaret için Medine'den ayrılır, her dönüşünde Rasûîüllah (sav)'ı ziyaret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;

“Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul,” buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.

Bedir gazasından sonra bir gün Cebrail aleyhisselâm, Dıhye'nin îmân edeceğini Rasûlüllah’a haber vermişti. îmânla şereflenmek için huzuru saadetlerine girince, Resûlüllah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye'nin oturması için yere serdi.

Dıhye-i Kelbî, Rasûîüllah (sav) efendimize hürmeten Hırka-i saadeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Rasûlüllah (sav)ın duaları bereketiyle kalbinde îmân nuru doğmuş ve öylece Rasûlüllah (sav)'e gelmişti.

Cebrail aleyhisselâm çok defa Rasûlüllah (sav)'ın huzuruna, onun suretinde gelirdi. Reaûlüllah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:

 

“Dıhye-i Kelbî Cebrail'e, Urve bin Mes'ûd-es-Sekâfı İsâ'ya, Abdülüzzi ise Deccâl'a benzer.”

Hicretin beşinci senesinde, Rasûlüllah Benî Kureyza seferine gitmeden önce Medîne'nin yakınında bir mevki olan Savreyn'de Ashâb-ı kiramdan bir cemâ'ate rastladı ve onlara sordular:

 

“Kimseye rastlamadınız mı?”

“Yâ Rasûlallah, biz, Dıhye-i Kelbî'ye rastladık. Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı.”

Bunu işitince, Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“O Cebrail'dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku versin diye Benî Kureyza'ya gönderildi.”

Dıhye-i Ketbî Rumca'yı iyi bilirdi. Rasûlüllah efendimiz, onu Bizans'a sefir olarak gönderdi. Rasûlüllah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius'u İslam’a da'vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Ashâb-ı kiramdan ba'ziları dediler ki:

“Yâ Rasûlallah! Rum taifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.”

Bunun üzerine Resûlüllah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde birinci satırda Muhammed, ikincide Resul, üçüncü satırda Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye'ye verdi. Dikkat edilirse, Hz. Muhammed (sav) lüzumu halinde resmi formalitelere de riayet etmiştir. Ancak bu resmi formalitelere riâyet İslam'ın temel esaslarına ters düşmeyecek ve İslam'ın öngürdüğü masla­hatlara hizmet edecektir.

Hz. Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması için, Busrâ'daki Gassân emîri Hâris'e başvurdu. Haris de, Dıhye'yi Heraklius'a götürmesi için Adiy bin Hâtem'i vazifelendirdi.

Adiy bin Hâtem de Dıhye'yi alıp, Kudüs'e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs'te bulunuyordu. Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus'tan Kudüs'e kadar yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, Iran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus'tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs'e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.

Dıhye, Heraklius'tan sonra Kudüs'e vardı ve Heraklius ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:

“Kayser'in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yak­laşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin ver­medikçe de aslâ başını yerden kaldırmayacaksın.” Bu sözler, Dıhye'ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:

“Biz Müslümanlar, Allahü Teâlâ'dan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına terstir.” Bunun üzerine Kayser'in adamları dediler ki:

“O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabul etmez ve seni huzurundan kovar.”

Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm başkasının, ken­disine değil secde etmesine; önünde eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir, huzu­runa alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir.

Dıhye-i  Kelbî'nin,  Rum  Kayser'inin  huzurunda  eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunanlardan biri dedi ki:

Madem ki Kayser'e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazifeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser'in, sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirahat eder.

Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce, seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin.

Bunun üzerine Hz. Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman, Rasûlüllah (sav)ın mektubunu okumaya başladı.

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allanın Rasûlü Muhammed'den Rumların büyüğü Heraklius'a" diye başlandığını görünce, Heraklius'un kardeşinin oğlu Yennâk, kızıp tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu. Adam yere düştü. Bu sırada Rasûlüllah (sav)'in mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius, kardeşinin oğluna ne yaptığını sordu. O da dedi ki:

“Görmüyor musun? Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdar olduğunu söylemeyip,  "Rumların büyüğü Heraklius'a" demiş. Niçin "Rumların hükümdarı" diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz.” Bunun üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:

“Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bak­madan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim ki, eğer O, söylediği gibi Rasûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdarları değilim.”

Sonra Yennak'ı dışarı çıkarttı.

Hıristiyan âlimlerinin reisi ve kendisinin müşaviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup okundu. Mektubun devamı şöyleydi:

 

“Allahû Teâlâ'nın hidâyetine tâbi' olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslama davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahû Teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebali senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahû Teâlâ'dan başkasına ibâdet etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahüû Teâlâ'yı bırakıp ba'zılarımız ba'zılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse "Şâhid olunuz, biz Müslümamz!" deyiniz."

Rasûlullah (sav)'ın mektubu okunurken Heraklius'un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince dedi ki:

Hz. Süleyman'dan sonra ben böyle "Bismillâhirrahmânirrahîm" diye başhyan bir mektup görmemiştim.

Heraklius, Uskuf a bu mes'eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:

Vallahi O, Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz Onun gelmesini bekliyorduk.

Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?

Ona tâbi olmanı uygun görürüm.

Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup, Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider, hem de beni öldürürler.

Bundan sonra Dıhye ve Adiy bin Hâtem'i çağırttı. Adiy dedi ki:

“Ey hükümdar, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor.”

Memleketlerindeki hâdise ne imiş, sor bakalım. Hz. Dıhye bu soru üzerine dedi ki:

“Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bîr kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur.”

Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam valisine emir verip Peygamber efendimizin soyun­dan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti.

Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma'daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes'eleyi sordu.

Roma'daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu arada Şam valisi, ticâret için Şam'a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Vali, Ebû Süfyân'la yanındakileri Şam'a götürüp, Heraklius'un yanına çıkardı.

Bu sırada Heraklius Kudüs'te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber otur­muş ve başına tacını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabul etti. Peygamber efendimiz hakkında ba'zı sorular sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:

“O size neyi emrediyor?” Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:

“Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakirlere yardım etmeyi, haramlardan sakınmayı, ahde vefayı, emânete hıyanet etmemeyi, akrabayı ziyaret etmeyi emrediyor.”

Heraklius, kilisede Ebû Süfyân'a sorular sormuş ve cevaplarını almıştı. Rasûlullah (sav)'ın mübarek mektubu okunmuş, Rum papazları arasında gürültüler çoğalmıştı. Zîrâ Kayser'in İslâmiyete meyletmesinden korkuyorlardı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı çıkarıl­masını emretti.

Daha Müslüman olmamış olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da vâsini başarıyla sonuçlandıracağına inandığını, burada yeminle söylemiştir. Hz. Dıhye, o mübarek güzel yüzü ile Heraklius'un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi ki:

“Ey Kayser beni sana, Humus'tan Haris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahû Teâlâ'ya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, yani Resûlüllah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır.

Sözlerimi alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabul et! Çünkü alçakgönüllülük edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabul etmezsen insaflı olamazsın.”

Heraklius dedi ki:

“Devam et! Öyle ise ben seni, Mesih'in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha da'vet ediyorum. Seni, önceden Musa'nın, ondan sonra isa'nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da'vet ediyorum. Eğer bu hususta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saadetini kazanmak istiy­orsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saadetini elinden kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zâlimleri helak edici ve ni'metleri değiştiricidir.”

Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da şöyle dedi:

“Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakikati düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.”

Heraklius daha sonra Hz. Dıhye'yi yanma çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:

“Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.

Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr göster­dikleri bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbidir. Eğer o iman ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve i'tikâdımı açığa vururum.”

Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye'ye verip, Dağatır'a gönderdi.

Hz. Dıhye, Heraklius'un mektubu ile beraber Resûlullah’ın da bir mek­tubunu Dağatır'a götürdü. Zaten Rasûlullah efendimiz Dağatır'a ayrıca mektup yazmıştı. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;

Vallahi senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.

Bundan sonra Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar bağınyorlardı:

“Dağatır'a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz!”

Dağatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline asasını alıp kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki:

“Ey Hıristiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed'den mektup geldi. Bizi hak dîne da'vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahû Teâlânın hak peygamberidir.”

Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır'ın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler.

Hz. Dıhye gelip, durumu Heraklius'a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:

“Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hıristiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.” Heraklius Humus'taki köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatıl­masını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:

“Ey Rum cemaatı! Sizler saadete, huzura kavuşmayı ve hâki­miyetinizin temelli kalmasını, Hz. İsa'nın söylediğine uymak istermisiniz?”

“Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım?”

“Ey Rum cemaatı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana vîuhammed'in mektubu geldi. Beni İslâm dînine davet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğu­nuz ve alâmetlerini bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da lünyada ve âhırette selâmet bulalım.”

Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere demediler. Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten öyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;

“Ey Rum cemâ'ati, benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni ;evindiren davranışınızı şimdi gözlerimle gördüm,” dedi.

Bunun üzerine Rumlar Heraklius'a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius, Hz. Dıhye'yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlat­tığı hediyeleri Hz. Dıhye ile Peygamberimize gönderdi.

Heraklius, Müslüman olmak istemişse de, makam ve ölüm korkusun­dan îmân etmedi. Peygamberimize yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Hz. İsâ'nın müjdelediği Allah'ın Rasûlü Muhammed'e Rum hükümdârı Kayser'den, Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet derim ki sen Allanın hak Rasûlüsün. Zaten biz seni İncil'de yazılı bulduk ve Hz. İsa seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeye da'vet ittim. Fakat îmân etmeye yanaşmadılar.

Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup, sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum."

Hz. Dıhye, Heraklius'tan ayrılıp Hismâ'ya geldi. Yolda Şenar vadisinde Huneyd bin Us, oğlu ve adamları Hz. Dıhye'yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübey bin Rifae bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Hz. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhye'den aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.

Daha sonra Efendimiz Zeyd bin Hâris'i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti. Bu mes'ele böylece kapandı.

Hz. Dıhye Medine'ye gelince, evine uğramadan hemen doğruca Rasûlullah (sav)ın kapısına gitti. İçeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize Heraklius'un mektubunu okudu.

Onun için bir müddet daha saltanatta kalmak vardır. Mektubum yan­larında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.

Heraklius daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mekt­up yazmış ise de Resûlullah efendimiz;

Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir, buyurdu.

Heraklius Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın­dan yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek isteyenlere: Bize baba ve dedelerimiz, "Bu mektup elinizde kaldıkça saltanat biz­den gitmeyecektir" diye tenbîh etmişlerdir demişlerdir.

Dıhye-i Kelbî Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve sima olarak en güzel­lerindendir. İsmi; Dıhye bin Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd İmrü'l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül Kelbî diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.

Bedir gazası dışındaki Rasûlüllah’ın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam'ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze'de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam'da 672'de vefat etti.

[127]

Rasûlullah (sav)'in elçiliğini yapmak, sahabe nesline nasip olmuştur. Onlar, Rasûlullah (sav) tarafından temsilci olarak başka kavimlere gön­derilmişlerdir.   Dolayısıyla Rasûlullah (sav)'in sünnet ve siretini hayata dönüştürerek diğer insanlara ulaştırmak, sahabe fıkhını idrak etmektir. Çünkü sahabelerin hayatı, Rasûlüllah (sav)'in hayatının bir yansımasıdır. Müslüman olarak içinde yaşadığımız toplumda ne kadar Rasûlüllah (sav)'in sünnetini hayata taşırsak, o kadar Rasûlüllah (sav)'in temsilci­liğini yapmış oluruz.



[1] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, Kahire 1286, 111, 230.

[2] Buhârî, Megâzi, 6.

[3] İbnü'l- Esîr, ef-Kâmil fi't Tarih, 111, 65 vd.

[4] Ebû Dâvud, Akdiye, 2.

[5] İbn Abdül Berr, el-istiâb, II, 345.

[6] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 187.

[7] İbnü'i-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 230-231.

[8] İbn Hallikân, Vefayatü'l Ayan, II, 242.

[9] Es-Sünnetü Nebeviyye ve Menhecüha Fi Bina'il Ma'rifeti ve'l Hadare (Yusf El- Kardavi:2/1004-1005.

[10] Abdullah b. Ömer'in Fıkıh Ansiklopedisi Beyrut/1986.

[11] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 174.

[12] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 182.

[13] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/Ter: Ahmed Serdaroğlu, C:2, Sh;238-239, İst/1973

[14] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/Ter: Ahmed Serdaroğlu, C:2, Sh:401, İst/1973

[15] El-İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani;el-Müsned/Ahmed b. Hanbel; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.

[16] El-İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani; Suverun Min Hayalü's Sahâbe/Abdurrahman Ref’at el-Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.

[17] Buhâri, Vudû, 10; Müslim, Fadailu’s-Sahabe, 138.

[18] El-İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi Berr;Hilyertü'l Evli-ya/İsfehani;Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Refat el-Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.

[19] Hak Dini Kur'an Dili/. M. Hamdi Yazır, C:7, 4662, İst/1971

[20] Tenbihu'l Muğterin/İmam Şarani/Ter: Ömer Temizel, Sh:290, İst/1971.

[21] Hizburrahmanın Ahlâkı/Muhammed Gazali/Ter: C. Candan, Sh:202-204, Konya/1985.

[22] İslâm Ansiklopedisi, 1, 26-7

[23] İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 299; Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 241.

[24] Turgut, Tefsir Usulü, s. 227.

[25] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 180; İbn Mace, 1, Mukaddime II, no: 166, I. 58; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakki'în, I,15.

[26] İbni Kayyım, İ'lâmu'l'Muvakki'în, I,15; Hallaf, İslâm Teşrî Tarihi, s. 33..

[27] Nisâbûrî, Marifetü'l-Ulûmi'l-Hadîs, s. 23-4.

[28] Sâbûnî, et-Tıbyan fî Ulûmi'l-Kur'an, s. 112.

[29] İbni Kesîr, Fedâilu'l-Kur'an, s. 130.

[30] Nahhas, Meâni'l-Kur'an, I, 42.

[31] İbn Mübarek, Kitabu'z-Zühd, Had. No: 1393, s. 420.

[32] Abdurrezzak, Musannef, Fedâil, III, 373.

[33] Kasımı, Kur'an’ı Anlamak, s. 17.

[34] Taberi, Câmiu'l-Beyan, I, 65.

[35] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 181; Darimî, ', Mukaddime 20, I. 59.

[36] İbrahim: 14/4

[37] Sebe: 34/28

[38] Darimî, 1, Mukaddime 8, s. 26; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 254-5

[39] Taberî, Câmiu'l-Beyan, VIII, 469

[40] Taha: 20/123

[41] İbni Ebî Şeybe, Musannef, VII, 177.

[42] Aksan, Türkçe'nin Gücü, s. 159

[43] Zerkeşî, el-Burhari, I, 368

[44] Taberî, Câmiu'l-Beyan, IX, 193

[45] İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, V, 3433; Zehebî, et-Tefsir ve'l-Müfessirûn, I, 35

[46] Bakara: 2/2

[47] Bireysel düşüncelerinizi desteklemek için ayetleri çarpıştırmayın.

[48] İbn Ebî Şeybe, Musannef, Fedâil, VII, 188; Ebû Abdurrahman, Kitabu's-Sünne, I, 134.

[49] Hailaf, İslâm Teşri Tarihi, s. 34.

[50] Kettanî, et-Terâtibu'l-İdariyye, III, 3.

[51] Hanbelî, Usû­lü Fikhı'l-İslâmî, s. 48.

[52] Ahmed, I, 273; Nahhas, Meâni'l-Kur'an, I, 131.

[53] Turgut, Tefsir Usulü, s. 228.

[54] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 158.

[55] Buhâri, Savm, 55, Nikâh, 89, Teheccüd, 20; Müslim, Sıyâm, 192; Nesâi, Sıyâm, 76; İbn Hanbel, II, 194, 198

[56] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Câbe, 111, 234

[57] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 252

[58] Ahmedb. Hanbel, II, 166

[59] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 252, İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 111,311

[60] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 252.

[61] Buhâri, ilim, 39

[62] Ahmed b, Hanbel, Müsned, II, 176

[63] Nesâi, îstiâze, 18,21, Tirmizî, Deavât, 68; İbn Mâce, Dua, 2; Ahmed b. Hanbel II, 167, 198.340.

[64] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 158-226 arasında yer alan Abdullah b. Amr b. el- Ass'ın Müsnedi.

[65] El-İsabe/İbh-i Hacer; Üsdü'l Gabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i Abdi Berr; Hilyertü'l EvIi-ya/İsfehani;Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref’at el- Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.

[66] İbn Sa'd Tabakât, 111, 129.

[67] Buharı, Tıp 3, Müslim, Selâm, 92, 93, 98, 100

[68] El- İstiab Fi Ma'rifeti'l Ashâb/İbn-i Abdi'l Berr: 2/396; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî: 2/154; Hilyetü'l Evliya:l/98-100; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani: 2/416-417;Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başâ: 4/40-56, Beyrut/ty.

[69] Zehebî, Siyer, I, 280.

[70] İbnü't-Kayyim, i'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 16.

[71] Zehebî, Siyer, I, 392.

[72] Buharı, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33.

[73] Buharı, Menakibu'I-Ensar,l6.

[74] İbn Mace, Ticarât, 8.

[75] Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21.

[76] Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117.

[77] İbn Sa'd, aynı eser, II, 350.

[78] Âl-i imran: 3/142.

[79] Ankebût: 29/ 2.

[80] Nahl: 16/ 106.

[81] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/îbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.

[82] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa Beyrut/ty.

[83] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü't Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-İ Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at e!- Başa, Beyrut/ty

[84] Hayattt's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.

[85] Siretü İbn-i Hişam: 2/90-91; Siyeru A'lami'n Nübelâ/Zehebî: 1/252-255; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa: 1/143-146, Beyrut/ty.

[86] Siretü İbn-i Hişam: 2/17İ; El- Bidayi Nihaye/İbn-i Kesir: 4/22; Suverun Mir. Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref’at el- Başa: 6/21-33, Beyrut/ty; Hilyetü'l Evliya: 1/110-111

[87] Buharı, Eşribe, 28; Ekime, 29; Libâs 27; Müslim, libâs, 4, 5

[88] Buharı, Eşribe, 27; İbn Mâce, Eşribe,17; Mâlik, el-Muvatta', Sifatü'n-Nebî, 11; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, 1, 255

[89] bk. İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VIII, 81, 82; el Meydânı, el-Lübâb, 1V,159 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1, 75, 78; eş-Şirâzî, el-muhezzeb, I, II vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edületüh, Dımaşk 1405/1985, III, 506 vd

[90] Buhârî, libâs, 38, Cenâiz, 2, Hibbe, 28; Nesâî, Zînet, 40, Tatbik, 7; İbn Mâce, libâs, 19

[91] Ebû Dâvud, libâs, 8, Hâtem, 3; Tirmizî, Salât, 80, Libâs,l2

[92] ez-Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 225, 235

[93] Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi/Zebidî/Ter ve Şerh: Kâmil Miras: 4/287-288, Ankara/1980

[94] El- Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/292.

[95] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/293.

[96] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/283.

[97] Bakara: 2/195.

[98] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/303.

[99] El-Müsned/Ahmed b. Hanbel: 4/288.

[100] İbn Sa'd, Tabakat, III, 232

[101] İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi't-Târih, II, 66

[102] İbn Sa'd, Tabakat, III, 232

[103] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l- Gabe, 1,209

[104] İbn Sa'd, Tabakat, III, 234

[105] Avnu'l-Ma'bud, Şerhu Sünen-i Ebî Dâvud, 111,185; İbn Mâce, Ezan, 1, 3

[106] Buhârî, Megâzî, 49

[107] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, II, 358; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; Îbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 579.

[108] İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278

[109] İbnü’l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23

[110] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; II, 538; el-Askalânî, a.g.e., III, 23

[111] İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 540; İbn Sa'd a.g.e., II, 360

[112] İbn Sa'd, Tabakat, III, 238-239.

[113] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref’at el-Başâ, Beyrut/ty.

[114] Buhârî, II, 584.

[115] Tezkiretü'l-Huffaz, I, 37

[116] Cuma: /11.

[117] İbn Sad, Tabakât, Beyrut, 1376/1957, IV, 34; İbn Abdilber, el-İstiâb, Kahire (t-y), I, 242

[118] İbn İshak, es-Sîre, Mısır 1355/1936, II, 3-10.

[119] İbn İshak, es-Sîre, I, 356-362; Ahmet b. Hanbel, H. no:1740, 4400; İbnû'l Esir el-Kâmil, Mısır 1301, II, 37-38; İbn Haldun, Tarih, Mısır 1355/1936, II, 178; İbn Kayyim, Zâdü'l Meâd, Mısır (t.y), I, 301.

[120] Buhârî, Sahîh, İstanbul 1329, V, 80; Müslim, Sahîh, (Nşr. M. F. Abdülbâki), 1375/1956, IV, 1946

[121] İbn Sa'd, Tabakât, II, 128; İbn İshak, es-Sîre, IV, 15.

[122] İbn İshak, es-Sire, IV,19- 20; İbnü'l Esir, el-Kâmil, II, 236

[123] İbn İshak, es-Sîre, IV, 20; İbn Sa'd, Tabakât, IV, 38; Buhârî, Sahîh, V, 87

[124] İbn Sa'd Tabakât, IV, 38; Buhârî, Sahih, V, 87

[125] Tirmizî, Menâkıb, 69.

[126] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.

[127] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayalü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol