FIKHU’S SAHABE_03devamı

Hz. Dırar İbn-i Ezver (r.anh) 2

Hz. Eban Bin Said Bin El-As (r.anh) 3

Hz. Ebu Dücane (r.anh) 4

Hz. Ebu Derda (r.anh) 5

Hz. Enes Bin Malik (r.anh) 7

Hz. Es'ad Bin Zürare (r.anh) 9

Değerlendirme Çalışmaları 12

ÜNİTE VI. 12

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 12

Hz. Ebu Eyyub El-Ensarı (r.anh) 13

Hz. Ebu Hureyre (r.anh) 15

Hz. Ebu Katade (r.anh) 18

Hz. Ebu Lubabe (r.anh) 19

Hz. Ebü Musa El-Eş'arı (r.anh) 21

Hz. Ebu Rafi (r.anh) 22

Hz. Ebu Saıd El Hudrı (r.anh) 24

Hz. Ebû Seleme (r.anh) 25

Hz, Ebu Süfyan Bin Haris (r.anh) 27

Hz. Ebu Talha Zeyd İbn-i Sehl (r.anh) 29

Hz. Ebu Ubeyde B. Cerrah (r.anh) 32

Hz. Ebu Zerr El-Gıfarı (r.anh) 35


Hz. Dırar İbn-i Ezver (r.anh)

 

Hz. Dırar İbni Ezver (r.a.), Rasûlüllah (sav)'in sahâbelerinde-ndİr. Dırar İbni Ezver (r.a.) Rumlara esir düştü, türlü işkencelere maruz kaldı. Kılıç darbeleri arasında kan revan içinde baygın olarak yere yıkıldı ama davasından zerre miktarı taviz vermedi.

Dırar İbni Ezver (r.a.) korkusuz kahramanlardan... Cesaret ve secaatiyle meşhur bir yiğit kumandan... Ünlü atı Muhabber'in sırtında çeşitli savaşlara katılan ve arslanlar gibi düşmana hücum eden bir cengaver. Aynı zamanda her savaş için şiirler söyleyen bir şair...

O, Esedoğullarının zenginlerindendi. Bine yakın devesi ve bunları güden birkaç çobanı vardı. Babası eğri boyunlu" anlamına gelen Ezver lakabıyla tanındığı için o da Dırar İbni Ezver diye şöhret buldu. Asıl adı Dırar İbni Malik İbni Evs el-Esedi'dir.

Dırar İbni Ezver 630 m. senesinde kabilesinden bir heyetle Medine'ye geldi. Rasûlüllah (sav) efendimizin huzurunda "Lamiyye" kasidesini okudu.

Bu kasidesinde o, içki, kumar, eğlence gibi zevklen bıraktığım, ailesi­ni ve bütün servetini terkederek müşriklere karşı savaşmaya geldiğini ve bu alış-verişte zararlı çıkmayacağını ümit ettiğini ifade etti. Sevgili Peygamberimiz de kasideyi dinledikten sonra ona:

"Kârlı bir alışveriş yaptın Ey Dırar!" dedi. O da kelime-i şehadet getirerek İslam'la şeref­lendi.

Ne güzel teslimiyet ve ne kârlı alışveriş!.. Dünya zevklerinden vazgeçip ebedi zevklere ermek... Gönlünü İslâm'ın nuruyla aydınlatıp o nurla dünyaya veda etmek... Allah'ım bizlere de böylesi teslimiyet ve kârlı alışveriş nasib et!.. O nura sahib olarak huzuruna kabul et!.. Amîn.

Sevgili Peygamberimiz Dırar (r.a.)'daki bu samimi teslimiyeti görünce onu çeşitli kabilelere elçi olarak gönderdi. Kendi kabilesi Esedoğullarında çıkan Tuleyha İbni Huveylid diye birinin dinden dönerek peygamberlik iddiasında bulunması üzerine onu, Beni Esed yöneticilerini yakından gözetlemekle görevlendirdi. Dırar bu yöneticilerin Tuleyha'nın gücünden korktuklarını gördü ve Tuleyha'ya karşı harekete geçerek kabiledeki müslümanları bir araya topladı. Fakat bu sırada iki Cihan Güneşi (sav) efendimizin dar-ı bekaya irtihalleri haberi geldi. Bunun üzerine o, müslüman yöneticilerle birlikte Medine-i Münevvere'ye döndü.

Dırar (r.a.) çeşitli bölgelerin fethi sırasında Halid b. Velid (r.a.)'ın emrindeki orduda yer aldı. Temimoğuliarı üzerine gönderilen birliklerden birine kumandanlık yaptı. Zekât toplanmasına karşı çıkan Malik İbni Nuveyre ve adamlarıyla çarpıştı. Hepsini esir alarak Halid b. Velid (r.a.)'a teslim etti.

O, Kadisiye, Hire, Yermük, Şam ve Halep'in fethinde bulundu. Yemame'de büyük kahramanlıklar gösterdi. Şam civarında devam eden muharebelerde 100 kişilik keşif kolunda düşman kuvvetlerine yakala­narak esir düştü. Fakat arkadaşlarının şiddetli hücumlanyla kısa müddette kurtuldu. İkinci defa esir düştü. Bu sefer başından çok acıklı sahneler geçti. Türlü işkencelere maruz kaldı. Kılıç darbeleri arasında kan revan içinde baygın olarak yere yıkıldı ama davasından zerre miktarı taviz ver­medi. Onun esaret altında çektiği işkence tüyler ürpertir. Gösterdiği yiğit­lik de göğüs kabartır. O Hirakl'in karşısında eğilmedi. Daha gür imanla İslam'ı savundu. Bu karşılıklı konuşma şöyle gerçekleşti:

İmparator Hirakl üst üste alınan hezimetlerden dolayı çok üzgündü. Dırar ve arkadaşlarının esir alındığını işitince çok sevindi. Derhal geti­rilmesini emretti. Karşısına çıkarılınca:

"Arabların fırka kumandanı Dı­rar sen misin?" dedi. Dırar (r.a.) da:

"Evet! Peygamber yolunda sizin­le harbeden Dırar benim!" dedi. Hirakl:

“Kendini askerlerinin yanında mı sanıyorsun da öyle seri konuşuyorsun." dedi. Dırar:

"Her nerede olsam din düşmanlarına karşı göğsümü gere gere cevab vermekten çekinmem. Sen beni korkar mı zannediyorsun?" dedi. Hirakl:

"Kime güveniyorsun? Burasının askerlerimin merkezi olduğunu unutuyor mu­sun?" dedi. Dırar:

"İslamiyet, güneş gibi adaletiyle her tarafı kapla­mağa başladı. Hala sen kendine teselli vermek istiyorsun!" diye cevap verdi. Hirakl:

"Bilmiş ol ki, şu anda vücudunu paramparça yapmak be­nim için zor değil!" dedi. Dırar (r.a.) da:

"Huzuru Muhammed'i de bulunmuş bir müslüman yetmiş tane Hirakl olsa hiçe sayar, tehdidine aldırmaz. Senin son yapacağın öldürmek değil mi? Gideceğim yer huzur-u Rasûlüllah'tır. İslâm için terk-i hayat etmek bize her şeyden lezzetlidir." diye karşılık verdi.

Dırar (r.a.)'ın yiğitçe verdiği bu cevaplar Hirakl'in ümerasını gazablandırdı. Her birisi ellerini kılıçlarına götürdü ve bir ağızdan Hirakl'e:

"Bu arabı niçin böyle konuşturuyorsunuz? Hayatının lüzumu var mı?" dedi­ler. Hirakl de:

“İcabına bakınız” diye emretti. Bir anda otuz-kırk kılıç bir­den Dırar (r.a.)'ın vücuduna inmeğe başladı. Ağır şekilde yaralanarak kan revan içinde kaldı. Kininden kibrinden küplere binen Hirakl:

“Sağ bırak­mayınız!” diye bağırıyordu. Bu dehşetli hal karşısında daha önce İslam'ı kabul eden ancak gizli tutan General Mika ne yapacağını şaşırdı. Gönlü kan ağlıyordu. Din karındaşının helak olmasına engel olamıyordu. Ne çare ki sahiblense kendini de telef edeceklerdi. Bir tedbir olarak Hirakl'e:

“Ey Meliki Bunu burada telef etmek ne faide verecek. Onu tedavi edelim ve herkese ibret olsun diye halkın gözü önünde asalım." dedi. Bu teklif Hirakl'in hoşuna gitti ve:

"Öyleyse buradan kaldır. Evine götür. İyileşince asalım" dedi.

Bu müsaadeden pek sevinen General Mika, Dırar'ı evine götürdü. Orada gözlerini açan Dırar Mika'ya:

"Eğer müslümansan bana yardımını esirgeme. Hristiyan isen insani vazifeni yap." dedi. General Mika:

"Korkma ya Dırar! Muhammed'in aşkına sana her türlü yardımı yaparım. Yeter ki, sen iyileş. Askerinle birlikte firar bile ederiz" dedi.

Mika'nın bu hayat bahşeden sözlerinden pek memnun olan Dırar bir kaç hafta sonra sağlığına kavuştu. Kızkardeşi Havle binti Ezver'e bir mek­tup yazdı ve Mika vasıtasıyla gönderdi. Bu sırada Antakya müslümanlar tarafından muhasara altına alındı. Allahû Teâla herşeye kadirdi. General Mika bir fırsatını buldu ve Dırar İbni Ezver (r.a.) ile arkadaşlarını İslâm ordusu tarafına kaçırdı. Bu kahraman yiğit yeniden zırhını giydi ve rumlara karşı: "Ey ehl-i Salib!.. Evvelce esir tuttuğunuz Dırar benim. Hamran'ı Batros'u öldüren benim" diye meydana atıldı. Karşısına çıkan Istafanı şaşırtıp bir kılıçta yere serdi. Oradan Halid b. Velid (r.a.)'in üzerine  yürüyen  Vardan’a hücum etti. Onu da yere serdi. Vardan öldürülünce rumlar Şam'a doğru kaçışmaya başladılar.

Müslüman meydan insanıdır. Allah yolunda başına gelenlere taham­mül etmeyi ibadet bilir. En zor anlarda bile dini İslâm'dan aldığı izzeti korumasını bilir. Dırar İbni Ezver (r.a.) cihad meydanında izzet dersini okumuştur. O, hiç bir zaman Allah yolunda hayatını tehlikeye atmaktan çekinmedi. Onun nazarında en büyük tehlike, Allah yolunda olamamak­tır. Allah yolunda olmaktan başa gelenlere, taviz vermeden sabır etmesi­ni, direnmesini bilirsek, izzet ve şerefimiz artar. İşte Dırar İbni Ezver (r.a.) daima din uğruna feday-ı can etti. Bu savaşta onunla birlikte üç bin müslüman şehid oldu. Kabri Ürdün'de Dırar köyünde bir mescidin içinde bulunmaktadır. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

[1]

Sahabeler, İslâm dininden aldıkları izzeti, zillete dönüştürmemenin kavgasını vermişlerdir. Sahabenin fıkhı, bir izzet fıkhıdır. Zillet, meskenet sahabenin hayat iügatmda bulunmayan kelimelerdir. İzzetin kavgasını verenlerin izzeti artar. Bugün İslâm aleminde müslümanlar arasında bir zillet yaşanmaktadır. Bu zilletten kurtulmanın yolu, sahabenin takib ettiği yoldur. Rasûlüllah (sav)'in devrinde sahâbe-i kiram ne ile izzet bulmuşsa, biz de ancak onunla izzet buluruz. Sahabelerin izinde gitmeyenler, zillet bulurlar.

 

Hz. Eban Bin Said Bin El-As (r.anh)

 

İsmi; Ebân, Nesebi; Ebân b. Said b. el-Âs b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy el-Kuraşî.

İslâm'dan önce Ebân'ın ailesi iki zümreye ayrılmış ve bu iki zümre arasında ihtilâf çıkmıştı. Ailesi İslâm'a karşı aşın muhalif olanlardandı. Kardeşleri Halid ile Amr İslâm ile müşerref olmuşlardı. Ebân ise bunların müslüman olmalarından dolayı çok hiddetlendi.[2] "Keşke Zaribe'de ölmüş olsa idim de, Amr ile Halid'in dine iftira ettiklerini görmeseydim" mealinde bir şiir de söylemiş ve bu konudaki üzüntü ve kızgınlığını dile getirmişti.

Ebân, Bedir gazvesinde müslümanlara karşı savaşan müşriklerle beraberdi. Kardeşleri Ubeyde ve As müslümanlarla savaşırken muharebe­de ölmüşlerdi; fakat Ebân ölmemişti.

[3]

Hudeybiye sulhu sırasında Rasûlüllah (sav), Hz. Osman'ı Kureyş ileri gelenleriyle görüşmek üzere Mekke'ye elçi olarak göndermişti. Hz. Osman, müzâkere için Mekke'ye gittiği zaman Ebân'ın misafiri oldu. Ebân Osman'ın muhafazasını üzerine aldı. Gerçekten o, Hz. Osman'ı çok severdi.

[4]

Ebân, müslüman olmadan önce Rasûlüllah (sav)'a muhalif olanların başındaydı. Bununla beraber bu yeni din ve Rasûlüllah (sav)'ın peygam­berliği hakkında da araştırma yapıyordu. Ebân, Kureyş'in ileri gelen tüc­carlarından biri idi. Sık sık o sıralar ticaret ve ilim merkezi olan Şam'a giderdi. Yine bir seferinde Ebân, Şam'da bir rahiple karşılaştı. Onun Kureyş'ten olduğunu anlayan rahip, bu kabileden Cenâb-ı Hak tarafından gördü ve bağırdı:

Hassan, şu Yahudinin yanına in, onu öldür! Hz. Hassan dedi ki:

“Ben onunla savaşacak hâlde olsaydım, şimdi herhalde Rasûlullah’ın yanında olurdum.”

Hz. Hassan, hastalık geçirdiğinden kılıç sallayamıyordu. Hz. Safiyye bunun üzerine, bir çadır direğini kaptı ve aşağı indi. Yahudinin kaçma­ması için kapıyı yavaş yavaş araladı. Birden çadır direğini Yahudinin başına indirdi. Yahudi, yediği darbe sonucu bir daha kalkamadı ve öldü.

Bundan sonra Safıyye eline bir kılıç alarak Uhud'un yolunu tuttu. Elindeki kılıcı ile önüne gelene saldırıyor, bir yandan da müslümanlan harbe teşvik ederek,

"Siz nasıl insanlarsınız, Rasûlullah’ı bırakıp da ner­eye gideceksiniz" diyordu. Peygamber efendimiz onun vaziyetini görünce, oğlu Hz Zübeyr'i çağırdı ve buyurdu ki:

 

“Annen Safiyye, kardeşi Hamza’nın cesedini görmesin. Çünkü cesedin durumu çok kötü idi. Kardeşinin cesedini böyle görse, herhalde aklını kaçırır.”

Hz. Zübeyr de bu emir üzerine, annesinin yanına sokularak dedi ki:

“Anneciğim, Rasûlüllah efendimiz senin geri çekilmeni buyuruyor.”

“Nasıl? Geri mi dönecekmişim? Kardeşimin cesedinin nasıl olduğunu biliyorum. Bunun intikamını alacağım. Allahû Teâlâ bilir ki, ben böyle yapılmasından hiç hoşlanmam. Fakat sabredeceğim. Ama bir gün bun­ların karşılığını da göreceğim.”

Hz. Zübeyr, durumu Rasûlüllaha arz etti. Rasûlüllah efendimiz de halasının metanetini duyunca, cesedin yanına gelmesine izin verdi. Cesedin parça parça olduğunu gördü. Kendisine hakim oldu. Yalnız "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" dedi. Ellerini açıp duâ etti ve oradan ayrıldı.

Hz. Safiyye Hendek gazvesinde de Hassan bin Sabit'in köşkünde, içeriyi dinlemek isteyen bir yahudîyi öldürmüştür. Böylece Hz. Safıyye, gerek Uhud'da, gerekse Hendek savaşında birer düşman öldürmesiyle, eshabın takdirine mazhar olmuştur. Hz. Safıyye, Hz. Ömer halife iken, 640 yılında, 73 yaşında iken vefat etti. Bakî kabristanında Mugire bin Şube'nin kabri yanına defnedildi. Hz. Safıyye disiplinli bir anneydi. Bazen oğlu Zübeyr'e sert davrandığı olurdu. Niçin böyle yapıyorsun" diyenlere şöyle cevap vermişti:

“Ben onun iyi yetişmesi için böyle yapıyorum. Çünkü o, ileride ordu­ları idare edecektir.”

Gerçekten de Hz. Zübeyr büyük bir İslâm fedaisi oldu.

Hz, Safıyye cabiliyye devrinde Haris bin Harb ile evlenmişti. Hâris'ten bir oğlu oldu. Haris öldükten sonra Hz. Zübeyr'in babası Avvam bin Hüveylid ile evlendi. Bundan da üç çocuğu oldu. Bunlar Hz. Zübeyr, Saib ve Abdülkâbe'dir.

Hz. Safıyye, cesaret ve şecaati ile nesillere örnek olacak şekildeydi. Gayet fasih ve beliğ mersiyeler yazardı. Hz. Safıyye, Arap edebiyatında, şiir ve mersiye söylemekte çok ileri idi. Hamasî şiirleri de meşhurdu. Bir tanesinde şöyle demiştir:

Benden Kureyş'e haber salın ve deyin ki:

"Ne hakla bize tahakküm etmeye kalkarsınız? Bizim büyüklüğümüz sizden eksik mi? Şunu iyi biliyorsunuz ki; bizim eski bir şerefimiz ve önce gelme hakkımız vardır. Bizim için zulüm ateşi yakılmamıştır. Verdiğimiz sözü bozduğumuzun alameti hiç belirtilmemiştir. Bütün hayır ve fazilet bizdedir."

Babası Abdülmuttalib'in vefatında, Hz. Hamza'nın şehit edildiğinde ve Resul-i Ekrem'in vefatlarında yazdıkları mersiyeler meşhurdur. Rasûllüllah efendimizin vefatındaki mersiyesinde demiştir ki:

“Ya Rasûlallah! Sen bizim ümidimizdin,

Sen bize hep iyilik edenimizdin.

Sen, değildin hiç, haksızlık edenlerden,

Sen, şefkat sahibi ve yol gösterenlerden.

Ve dahî anlatılmayan ilim deryası,

Bugün ağlayanların, senin içindir feryadı.

Senin yoluna hep ecdadım feda olsun!

Malım, canım, bütün varlığım feda olsun!

Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız,

Ne kadar mesrur olurduk kalsaydınız.

Hak Teâla'nın hükmü bu, ya sabır diyoruz,

 

Hz. Ebu Dücane

(R.Anh)

 

Allah yolunda kılıcıyla bilek fethini gerçekleştiren bir sahabedir. Hicretten önce İslâm'a giren Ensâr'ın kahramanlarından meşhur sahâbîdir. Asıl adı Sammak olup, Hazrec'in Saideoğulları kabilesine mensuptur.

Hz. Peygamber (sav) hicretin birinci yılında Muhacirler ile Ensâr arasında "kardeşlik" tesis ettiğinde, Ebû Dücâne de Muhacirlerden Utbe b. Gazvan ile kardeşlik oluşturmuştur. Ebû Dücâne, Ensâr'ın ve İslâm askerlerinin en cesur savaşçılarındandır. Uhud savaşında Rasûlüllah, üzerinde "Korkaklıkta utanç, ileri gitmekte şeref var, kişi korkaklık­la kaderden kurtulamaz” yazılı bir kılıcı eline alarak,

"Bu kılıcın hakkını kim verir?" diye sormuş, bir çok eller uzanmasına rağmen, Rasûlüllah (sav) özellikle onu Ebû Dücane (R.a.)'a vermiştir. Şunu bile­lim ki; İslâm'da görev herkese verilmez. Kimin hangi görevi yapabile­ceğini mü'minlerin başındaki emîrin bilmesi gerekir. İslâm'da görev ve­rildiği zamanda şehadetine/ölüm pahasına da olsa o görevi harfıyyen ye­rine getirmek gerekir. İşte Ebû Dücane (R.a.)'ın hayatı bunun sem­bolüdür. İslâm 'da herkesten görev alınmaz ve rastgele herkese görev ve­rilmez. Ebû Dücâne de kılıcı alarak savaşmıştır. Başını kırmızı bir sargı ile saran Ebû Dücâne, düşman saflarını yararak Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in yanına kadar ulaşıp, onu yalnız başına yakalamış fakat

"Rasûlüllah'ın kılıcı ile yalnız bir kadının başını kesmek bana lâyık değildir" diye tekrar geriye dönmüştür. Savaşın kızıştığı ve Rasûîüllah'ın öldürüldüğü söylentileri çıkarılarak müslüman ordusunun moralinin bozulduğu sırada Rasûlüllah'ın çevresini, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman, Sa'd, Zübeyr, Talha, Ebû Ubeyde ve Ebû Dücâne kuşat­mışlardı. Ebû Dücâne, Rasûlüllah (sav)'in üzerine kapanarak düşman oklarına ve taşlarına karşı  kendisini siper etmiş ve yaralanmıştır.

Müşriklerden Asım ve Ma'bed'i öldüren odur.

[5]

Uhud gazvesinin büyük kahramanlarından biri olarak, Ebû Dücâne'den bahsedilir. Bu savaşta elinde birkaç tane kılıcın kırıldığı; savaş mey­danında mağrur olarak yürüdüğü sırada ashâbdan bazılarının onun bu hareketine itiraz etmelerine Rasûlüllah (sav)'ın,

"Allah yolunda cihad eden bir adamın cihadıyla övünmesine karışılmaması" söylediği rivayet edilir.

[6]

Nadiroğulları seferinden sonra ele geçirilen ganimetlerden Ebû Dücâne de payını almıştır.[7] Siyer yazarları Rasûlüllah (sav)'ın gazvelerinde onun seçkin bir yeri bulunduğundan söz etmişlerdir. Bütün savaşlarda korkusuzca öne alıp çarpışmasıyla İslâm ordusuna büyük bir cesaret örneği olmuş, askerleri savaşa teşvik ederek moral kazanmalarını sağlamıştır. İrtidat edenlere karşı girişilen Yemame savaşında da yalancı peygamber Müseylime'nin mağlup edilmesinde onun bu kahramanlığının büyük etkisi olmuştur.

[8]

Nihayet Ebû Dücâne Ridde savaşlarında şehid düşmüştür. Ebû Dücâne Rasûlüllah (sav)'ın yakın ashabından birisi olmasına rağmen kendisinden hiç hadis rivayet edilmemiştir. Bunun en önemli sebebi, onun Rasûlüllah (sav)'ın irtihalinden hemen sonra şehid olmasıdır. Bu sahabenin Hz. Peygamber'e itaati ve imanının sağlamlığı onu en yüksek mertebelerden birine, şehidliğe götürmüştür. Bu sebeple o İslâmî hareketin büyük mücâhidleri arasında bir sembol olmuştur. Tarihçiler onun şu mısrasını nakletmişlerdir:

"Ben, sevgili peygamber ile ahde girmiş bir kimseyim,

Hurma korulukları yakınında tepenin eteğinde olduğumuz zaman.”

[9]

Sahabe, Allah yolunda aldığı vazifenin bedeli şehadet olsa dahi yerine getirmiştir. Allah yolunda hayat ile şehadetin kesiştiği noktada şehadeti tercih etmek, sahabe fıkhındandır. Sahabeler, düğüne gider gibi şehadete gidiyorlardı. Onlar, Allah yolunda ölmeyi, Allah yolunda yaşamak kadar önemsiyorlardı.

 

Hz. Ebu Derda (R.Anh)

 

Hayatıyla dünyevîleşme tehlikesine karşı kalkan görevini yapan bir sahabedir. Yani dünyevîleşme tehlikesinin sinyalini veren sahabedir. Rasûlüllah (sav)'in, Kur'ân, fıkıh ve hadis ilimlerinde önde gelen ashabın­dan biridir. Asıl adı Uveymir'dir. Hazrec kabilesine mensuptur. Hicrî ikin­ci yılda müslüman oldu. Vâkıdî'nin naklettiğine göre, Ebû'd-Derdâ ailesi içinde en son müslüman olandır. Onun örtüyle örttüğü bir putu vardı. Kendisini İslâm'a davet eden dostu İbn Revâha bir gün putunu o evde yokken parçaladı ve gitti. Ebû'd-Derdâ eve gelince önce çok kızmış, sonra şöyle demiştir:

"Eğer putta bir hüner olsaydı, kendini koruyabilecekti." Ve sonra Peygamber efendimize giderek müslüman oldu.

[10]

Ebû'd-Derdâ önceleri ticaretle uğraşırken müslüman olduktan sonra kendini tamamen zühd ve ibâdete vermiştir. Şam fakihi diye meşhurdur. Kendisi bunu anlatırken şöyle der:

"Peygamber efendimiz risalede gel­dikten sonra hem ticaret, hem ibadet yapmak istedim. Fakat ikisinin bir arada olamayacağını anlayınca, ticareti bırakıp ibadete yönel­dim."

İslâm'a girişinden önce meydana gelen Bedir gazasında bulunmayan Ebû'd-Derdâ, Uhud'da büyük fedakâr'ık ve şecaat gösterdi. Bu gazadan sonra Rasûlüllah (sav)'in bütün gazalarında bulundu. Ebû'd-Derdâ'nın kardeşliği Selmân-ı Fârisî'dir. Ebû'd-Derdâ (R.a.), vefatından sonra Hz. Ömer'in ona ısrarla bir görev vermek istemesine rağ­men o

"Bana müsaade et, gidip halka Rasûlüllah'ın sünnetini öğreteyim, onlara namaz kıldırayım" demiş, Hz. Ömer de ona müsaade etmişti. Hz. Ömer daha sonraları Şam'ı ziyaretinde Şam valisi Yezid b. Ebî Süfyân, Amr b. el-As, Ebû Musa el-Eş'ari'yi teftiş ettiğinde bu zatların kapılarının kilitli olduğunu, odalarının ipekle kaplı bulunduğunu, huzurlarına girenlerin kim olduklarını sorduklarını, müreffeh yaşadık­larını görmüş; Ebû'd-Derdâ'ya gittiğinde ise onun kapısında kilit bulun­madığı, odasında ışık olmadığı, elbisesi hafif, soğuktan muzdarip, gelenin selâmını alan, kim olduğunu sormadan içeri kabul eden, altında bir keçe parçası bulunan bir durumda görmüştü. Hz. Ömer, Ebû'd-Derdâ'ya,

"Ben seni Medine'de hoş tutmadım mı?" deyince o, Rasûlüllah'tan duyduğu şu hadisi hatırlatmıştır:

"Sizin dünyadan metanız bir yolcunun azığı ka­dar olsun.”

[11]

Kendisine misafirliğe gelen arkadaşları, yatak yerine yerde yatıp da şikâyet ettiklerinde şöyle demiştir:

"Bizim bir başka evimiz var ki, he­pimiz orada toplanacağız.”

[12]

Hz. Ömer, Bedir'de bulunmamasına rağmen çünkü o sırada müslüman olmamıştı. Ebû'd-Derdâ'ya da Bedir gazası tahsisatı bağlamıştır. Hz. Osman veya Ömer zamanında Ebû'd-Derdâ Şam kadılığına getirilmiş ve hicretin 32. yılında vefat etmiştir.

Bütün ömrünü takva içinde geçiren Ebû'd-Derdâ'nın güzel yüzlü, es­mer, sakalını kına ile boyayan, başına takke geçirip üzerine sarık saran bir zat olduğu zikredilmiştir.

Ebû'd-Derdâ (R.a.) fıkıh ve hadis ilimlerinde ileri gelenlerden idi. Rasûlüllah (sav)'den bütün öğrendiklerini, bütün duyduklarını, anladık­larını müslümanlara öğretmeye çalışmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş ve mescidde her gün Kıır'ân dersi vermiştir. Şam'da yüzlerce hafız yetiştirmiştir. Zevcesi Ümmü'd-Derdâ es-Suğrâ, Kur'ân kıraatinde sözü geçen kimselerdendir.

Ebû'd-Derda'nın, tefsir ilminin gelişmesinde de emeği vardır. Rasûlüllah'a bir gün,

"Onlar ki, iman ettiler ve takva üzere bulundu­lar; onlara bu dünya hayatında müjde vardır” [13] âyet-i kerimesindeki yani "müjde"den maksat nedir? diye sormuş, Rasûlüllah da,

"Bundan murad sâlih rüyadır" buyurmuştur.

[14]

Ebû'd-Derdâ (R.a.), Rasûlüllah (sav)'den birçok hadis rivayet etmiştir. Ondan hadis öğrenenler arasında Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Ümmü'd-Derdâ... gibi  râviler  bulunmaktadır.

Tâbiin'in meşhur zatlarından Saîd b. el-Müseyyeb, Alkame, Kays, Cübeyr b. Nadir, Zeyd b. Vehb, Muhammed b. Sırın vb. onun talebeleridir. Ebû'd-Derdâ yetmiş dokuz kadar hadis rivayet etmiştir. Bunlardan en önemlileri şöyledir:

Bir insan ilim kazanmak için bir yola girerse, Cenâb-ı Hak ona cennete doğru bir yol açar. Melekler ilim peşinde koşanlardan hoşnut oldukları için kanatlarını onun altına gererler. İlim sahipleri için yerdekiler ve göktekiler mağfiret niyaz ederler... Peygamberlerin vârisleri âlimlerdir.

[15]

Bir gün Rasûlüllah (sav) Cuma hutbesinde âyet okurken, Ebû'd-Derdâ yanında bulunan Ubey b. Kâ'b'a,

"Bu ayet ne zaman nazil oldu?" diye sormuş. Übey cevap vermemiş; hutbe bittikten sonra,

"Cuma'nı şu boş sözünle iptal ettin" demiştir. Ebû'd-Derdâ (R.a.), Hz. Peygamber (sav)'e giderek onun bu sözünü aktardığında Rasûlüllah (sav) şöyle demiştir:

“Übey doğru söyledi. İmam hutbede konuşurken sözünü bitirin­ceye kadar sus ve onu dinle.”

[16]

Rasûl-i Ekrem her hadis söyledikçe tebessüm ederdi."

 

“Kıyamet günü insanın mizanında en ağır basan şey iyi ahlâktır, yani güzel huydur."

 

“Size namazdan, oruçtan, sadakadan, faziletçe bir derece yüksek birşey söyleyeyim mi? İnsanların arasını barıştırmak."

Ebû'd-Derdâ (R.a.) fıkıhta reyine başvurulan bir fakihti. Şam'da bulun­duğu sırada Küfe'den ve başka yerlerden gelenler onun görüşlerine başvu­rurlardı. Zikir konusunda da hadisler rivayet etmiştir:

“Her namazdan sonra otuz üç defa teşbih, otuz üç defa tahmid, otuz üç defa tekbir getir.

[17]

"Ezânsız-namazsız köylerde oturma; böyle bir köyde oturmaktansa şehirde kal.”

[18]

Cami ve ezan, Medenî yerleşimlerin alâmetidir. Ezânsız ve Mescidsiz yerlerde ikamet edenler, zamanla bedevîleşirler. Ezan ve Mescid, yakın­lığı, vahşeti giderip medeniyeti, münasebeti getirir. Ebû'd Derdâ (R.a.), dünyada iken dünyasız yaşamış bir medeniyet ve münasebet insanıdır..

Rasûlüllah (sav)'in ashabı arasındaki karşılıklı saygı ve yardımlaşmayı İslâm ümmeti için bir örnek olarak ifade eden bir hadisi Ebû'd-Derdâ zikretmiştir. Bu hadiste Hz.  Ebû Bekir ile Hz. Ömer arasındaki bir münâkaşada Ömer'e haksızlık eden Ebû Bekir'in sonradan pişman olarak Ömer'e gittiği; ancak Ömer'in onu affetmediği ve Ebû Bekir'in Rasûlüllah sav)'in huzuruna çıktığı; arkasından da Ömer'in huzura girdiği; bu esnada Rasûlüllah (sav)'ın Ebû Bekir'i dinledikten sonra Ömer'e dönüp hitab etmesinden korkan Ebû Bekir'in, münâkaşada kendisinin ileri gittiğini öne sürmesi üzerine Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Allah beni size peygamber göndermişti. Bunu size tebliğ ettiğimde hepiniz beni yalanlamıştınız da Ebû Bekir inanmış, uğrumda canını, malını, feda etmişti. Şimdi ashabım, siz dostumu bu nisbetiyle ve bu husûsiyetiyle bana bırakırsınız değil mi?" Ebû'd-Derdâ o günden sonra hiç kimsenin Ebû Bekir'i incitmediğini nakletmektedir. [19] Genelde Ashâb-i Kirâm'ın hepsi özelde ise Hz. Ebû Bekir (R.a.), İslâm ümmetinin gözbebeğidir.

Ebû'd-Derdâ (R.a.) hastalandığı bir sırada arkadaşları yanına gelerek

"Ey Ebû'd-Derdâ, nerenden şikayetçisin?" demişler; Ebû'd-Derdâ,

"Günahlarımdan" diye cevap vermiş;

"Canın birşey istemiyor mu?" sorusuna,

"Canım Cennet istiyor" demiş;

"Sana bakmak için bir hekim çağırmayalım mı?" diyen arkadaşlarına şöyle demiştir:

“Esasında beni yatağa düşüren hekimdir.” [20] Hizam b. Hakim, Ebû'd-Derdâ'nın şöyle dediğini nakleder:

“Eğer öldükten sonra neler göreceğinizi bilseydiniz, iştahla ne bir yemek yiyebilir, ne bir şey içebilir ve ne de gölgelenmek için bir eve girebilirdiniz. Hep avlularda oturup göğsünüze vurur ve hâliniz için ağlardınız. Vallahi isterdim ki ben kesilen ve meyvesi yenen bir ağaç olaydım.”

[21]

Bir saatlik düşünce ve tefekkür bir gece sabaha kadar ibâdet etmekten iyidir” [22] diyen Ebû'd-Derdâ (R.a.) sevinç ve bollukta Allah'ı unutmaz; insanlara, konuşmayı nasıl öğreniyorlarsa, konuşmamayı da öyle öğrenmelerini, gereken yerlerde susmanın büyük bir ilim olduğunu, insanların cennete veya cehenneme dillerinin söylediklerinden götürüldüklerini öğütlerdi. Cennetlik olan bir nesildendi ve cen­netlik insanların yetişmesi için çalışıyordu.

Ebû Nuaym'dan Heysemî'nin Sabit el-Bünânı'den naklettiğine göre, Ebû'd-Derdâ (R.a.) Selmân el-Farisi'ye Leysoğulları kabilesinden bir kız istemek üzere gitmiş, Selmân'ın üstünlüğünü anlatmıştı. Kızın babası, kızım Selmân'a veremeyeceğini, fakat Ebu'd-Derdâ (R.a.) isterse ona vereceğini söyleyince, Ebû'd-Derdâ (R.a.) o kızla evlenmiştir. Daha sonra bunu Selmân'a utanarak naklettiğinde Selmân ona,

"Senden çok ben utanmalıyım. Zira Allah bu kızı sana nasib etmişken ben ona talib oldum" demiştir. İşte ashabın birbirlerine karşı olan olgun davranışları böyleydi.

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'den medeniyet dersi almış dünyanın en medeni model insanlarıdır. Sahabe medeniyette modeldir. Sahabe nesli model alınmadan İslâm medeniyetinin ihya edilmesi mümkün değildir.

Sahabeler, müslüman şahsiyetin bekçiliğini yapan inkılapçılardır. Onlar, birbirlerinin onurunu korumuşlardır. Çünkü onur kırmak, bir cinayettir. Sahabeler velev ki, bir kelimeyle, bir bakışla olsun birbirlerinin onurlarını kırmamaya özen göstermişlerdir. Şunu bilelim ki; Allah yolun­da birbirlerinin onurlarını korumayanlar, birlikte yol yürüyemezler. Allah yolunda ilerlerken yarı yolda dönüp birbirleriyle kavgaya tutuşanlar, onur kırmayı ibadet zannedenlerdir.

Bedevice davranışlarla medeniyet işçiliği ve bekçiliği yapılamaz. Yeri geldiğinde din kardeşlerinden özür dilemeyi gururlarına yediremeyenler, sahabelerin izinde yürüyemezler. Çünkü sahabeler birbirlerinden özür dilemişlerdir. Onlar, medeniliğin öncüleridir. Dolayısıyla biz müslümanlar Allah yolunda medeni olduğumuz miktarınca birlikte yol yürürüz. İşte Ebû'd-Derdâ (r.a.), bir medeniyet muallimi olarak bize bunu Öğretiyor. Din kardeşinin hatırını sayarak nefsini hayâlı olmaya davet ediyor. Müslüman olarak birbirimize karşı hayâlı olmamız, mede-niliğimizdendir.

Sahabeler, doğruya, güzele, gerçeğe ulaşmak için çaba ve gayret sarf etmişlerdir. Bedavacılığın sahabenin hayat lügatmda yeri yoktur. Bakınız ilim hakkında Ebû'd-Derdâ (r.a.) şöyle demiştir: "İlim ancak arayıp öğrenmekle olur. İlim için sabah çıkıp akşam dönmenin cihad olmadığını sanan kimsenin aklı eksiktir.”

[23]

İnsanlar annelerinden alim olarak doğmazlar. İlim sahibi olmak için cehdü gayret göstermek gerekir. îlim elde etmek için gösterilen her gayret, cihad cümlesindendir. Ebû Derdâ (r.a.) dünyaya değil, ilme değer verdi. Bir itim adamının nasıl olması gerektiğini hayatıyla İslâm ümme­tine öğretti. Allahû Teâla, onun siretinden hayatımıza izler taşımamızı nasib eylesin. Amin.

 

Hz. Enes Bin Malik (r.anh)

 

Hadim-i Rasûlüllah (sav) olan bir sahabedir. Yani Rasûlüllah (sav)'e hizmet etme şerefine nail olmuş bir kimsedir. Milâdı 613 yıllarında Medine'de doğan ve milâdı 709 (h. 90) yılında Basra'da vefat eden Hz. Enes b. Mâlik'in neseb silsilesi: Enes b. Mâlik b. Nadr b. Bamdam b, Zeyd b. Haram b. Cündüb b. Amir b. Ganm İbn Adiyy b. Neccâr, Ebû Hamzatü'l-Ensan el-Hazrecî'dir. Annesi ise, Ümmi Süleym Sehle binti Milhan b. Halid b. Zeyd b. Haram b. Cündüb'dür. Annesi Ümmü Süleym, ensardan olup isminin Sehle oluşu hakkında çok çeşitli ihtilâflar vardır. Bazı eserlerde ismi Remile, Meyse ve Melike olarak zikredildiği gibi, Zamîsâi (Zümeysâ) veya Remisâi (Rümeysâ) olarak da geçmektedir.

Hz. Ümmi Süleym müslüman olunca, kocası onun İslâm'dan dönmesi için çok baskı yaptı. Fakat bu baskılardan bir sonuç alamayınca kızdı ve Ümmi Süleym'den ayrılarak Şam'a gitti. Orada kısa bir müddet ikamet ettikten sonra vefat etti.

Babasının ölümü üzerine Enes'in annesine Ebû Talha tâlib oldu. O zamanlar Ebû Talha henüz müşrik idi. Ümmi Süleym, onunla evlenmek için İslâm'ı kabul etmesini şart koştu. Ebû Talha bu şartı kabul ederek Hz. Ümmi Süleym ile evlendi. Resul-i Ekrem (sav)'in Medine'ye hicret­lerinde, Enes b. Mâlik henüz on yaşlarında bir çocuk idi. Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye gelişlerinde Medineli müslümanlar arasında meydana gelen heyecan ve coşkuyu Hz. Enes şöyle anlatmaktadır:

"Medine'nin çocukları hem koşuyorlar ve hem de "Muhammedi geldi, Muhammed geldi!" diye bağırıyorlardı. Ben de onlarla birlite koşmaya ve bağırmaya başladım. Bu şekilde koşup bağırırken etrafıma baktım, bir şey göremedim. Çocuklar ise yine bağırıyorlardı koşuşarak. Ben de koştum ve bağırdım. Fakat etrafıma dikkat edince gelenleri göremedim. Nihayet Rasûlüllah (sav) ile Hz. Ebû Bekir geldiler. Biz kendilerini gördükten sonra, adını şu anda hatırlayamayacağım adamın biri bizi şehre gönderdi. Bize

"Rasûlüllah (sav)'in geldiğini haber verin" diye tenbih etti. Şehre koştuk ve müslümanlara haber verdik. Ensardan beşyüz kişi onları karşılamaya çıktılar. Ensâr, onları karşılayarak,

"Bu­yurunuz, burada emniyete kavuşacaksınız. İtaat ile karşılanacaksınız" dediler.

Resul-i Ekrem kendisini karşılayanlarla birlikte şehre girdi. O sırada şehrin bütün halkı Resul-i Ekrem (sav)'i karşılamak üzere evlerinden ve dükkânlarından dışarı çıkmışlardı. Kadınlar da evlerinin damlarına çıka­rak Hz. Peygamber'in gelişini seyrediyorlardı. Resul-i Ekrem ile birlikte gelen Hz. Ebû Bekir'i de görüyorlar ve fakat ikisinden hangisinin Rasûlüllah (sav) olduğunu etraflarına soruyorlardı. Ben hayatımda o güne benzeyen bir gün görmemiştim.!

Hz. Peygamber, Medine'ye geldikten sonra bütün ensâr kendisine hizmet etmek hususunda yarışıyorlardı. Hz. Enes b. Mâlik'in annesinin, hizmet yarışında yapabilecek veya verebilecek hiçbir şeyi yoktu. Bundan dolayı hemen Enes b. Mâlik'i çağırıp elinden tutarak Resul-i Ekrem'in huzuruna çıktı:

"Ya Rasûlüllah, ben fakir bir kimseyim. Sizlere yardım edecek bir şeyimiz yok. Bu oğlumdur, yardım eimek ve hizmetinizde bulunmak üzere sizlere bırakıyorum. Onu kabul edi­niz" dedi. Resûl-i Ekrem, bu içten gelen arzuyu kırmadı. Enes b. Mâlik'i yanına aldı. Bütün zamanlarında onu yanında bulundurdu.

İslâm ümmetinin bütün nesilleri için Hz. Enes (r.a.) bir misyondur. Her müslüman aile, İslam davasına bir Enesini vakfetmelidir. Çocuklarını Rasûlüllah (sav)'ın davasına vakfedemeyen aileler, Rasûlüllah (sav)'in davasını hizmet edemezler.

Enes b. Mâlik, Rasûlüllah (sav)'ın hizmetine girdikten sonra O'nun bütün emirlerini büyük bir dikkat ve itina ile yerine getirmeye çalıştı. Resul-i Ekrem (sav) ile aralarında sır olarak kalmasını arzu ettikleri şey­leri büyük bir dikkatle muhafaza eder ve onları annesine bile söylemezdi.

Nitekim kendisinden rivayet edilen bir hadis-i  şerifte Enes şu olayı anlatır:

Çocuklarla birlikte oynuyordum. Rasûlüllah (sav) olduğumuz yere teşrif buyurdu. Bize selâm verdi. Sonra benim elimden tuttu. Ve beni bir işe gönderdi. Kendisi de bir duvarın gölgesinde oturarak benim geri dön­memi bekledi. Ben, O'nun emrini yerine getirmek için gittim, emirlerini ifa ettim ve sonra dönüp gelerek neticeyi kendilerine bildirdim. Sonra da evime döndüm. Annem Ümmi Süleym neden geciktiğimi sordu. Ben de,

“Rasûlüllah, beni bir işe gönderdi” dedim Validem,

“Ne işi?” dedi. Ben de,

“Sırdır” diyerek söylemedim. Annem benim bu tavrımı çok beğenmiş olacak ki bana,

“Oğlum, Resul-i Ekrem'in sırlarını iyi sakla!” dedi!"

Müslüman annelerin görevlerinden birisi de, çocuklarını sır adamları olarak büyütmeleridir. Sır saklamak, şahsiyet kalitesinin alâmetidir. Ço­cuklarına sır saklamayı öğretemeyen anneler, onların şahsiyet kalitelerini düşürmüş olurlar.

Hz. Enes b. Mâlik (sav), her sabah, sabah namazında Resul-i Ekrem (sav)'in yanında bulunarak O'nunla birlikte sabah namazını kıldıktan sonra Resul-i Ekrem'e oruca niyet edip etmediğini sorardı. Eğer oruca niyet ettiğini öğrenirse hemen iftar yemeğini hazırlardı.

Hz. Enes b. Mâlik(sav), Resul-i Ekrem'e o kadar sokulurdu ki, adeta ikisinin dizleri birbirine değerdi. Nitekim Hayber gazvesinde, Resul-i Ekrem (sav), Hz. Enes b. Mâlik (sav) ile birlikte giderken dizleri birbir­lerine dokunuyordu. Hz. Enes, Resul-i Ekrem'e çok yakın olduğu gibi ailesi de çok yakındı. Nitekim Ümmi Süleym Hayber'den sonra Hz. Safiye ile evlenen Rasûlüllah'ın evlenme işlerinde O'na yardım etmiştir. Yine Resul-i Ekrem, Hz. Zeyneb ile evlendiği zaman, Hz. Ümmü Süleym, O'na yemek yaparak hizmet etmiştir. Bu arada Hz. Enes davet olunacak şahısları çağırmakla görevlendirilmişti. Hz. Enes b. Mâlik (r.a.), Bedir gazvesinde henüz oniki yaşında olmasına rağmen savaş alanına gitmiş ve savaş esnasında mücâhidlere hizmet etmiş bu arada Rasûlüllah'ın hizme­tini de aksatmamıştır. Hz. Enes'e yaşının küçük olduğu hatırlatılarak Bedir'e iştirak edip etmediği sorulduğunda, "Bedir'den kim geri kaidı ki ben geride kalayım?" cevabını vermiştir. Cihada sevdalanmak, cennete sevdalanmaktır. Enes b. Malik (r.a.) cihada ve cennete sevdalıydı. Ona bu sevdayı Rasûlüllah (sav) kazandırmıştı.

Uhud ve Hendek gazvelerinde Enes b. Mâlik (r.a.) yine Rasûlüllah (sav) ile beraberdi. Hudeybiye barışı sırasında henüz delikanlılık çağma gelmek üzere idi. Umretü'l-Kaza'da ise Resul-i Ekrem'e refakat ederek Mekke'ye gitti. Daha sonra Hayber gazvesine ve Mekke fethine katıldı. Daha sonra Huneyn gazvesinde de bulundu. Ayrıca Resul-i Ekrem ile bir­likte Tâif muhasarasına katıldı. Veda Haccı'nda da bulunan Enes b. Mâlik, Resul-i Ekrem'in irtihalinde Medine'de idi.

Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekir devrinde Bahreyn çevresindeki kabilelere âmil olarak zekâtları toplamaya memur tayin edildi. Hz. Ebû Bekir'in vefatında Bahreyn'de idi. Sonra Medine'ye geldi. Hz. Ömer, Enes b. Mâlik'i savaş meydanlarına göndermeyerek yanında alıkoydu ve istişare meclisine dahil etti. Hz. Ömer, Enes b. Mâlik'in akıl ve ileri görüşlülüğünden daima istifade etmiştir.

Hz. Ömer devrinde Medine'de kalan Hz. Enes b. Mâlik, zamanlarının çoğunu fıkıh öğretmekle geçirdi. Bu duruma ömrünün sonuna kadar devam etti. Bu arada Hz. Ömer zamanında Basra'ya göçerek orada yer­leşti. Orada da müslümanlara aynı şekilde fıkıh öğretmeye devam etti. Bir defa da İran bölgesindeki cihad birliklerine katıldı. Tuster şehrinin alındığı savaşa katılan Enes b. Mâlik şehir teslim alındıktan sonra ganimet mallarının Medine'ye getirilmesi işini üstiendi. Tekrar Basra'ya dönüp şehre vardığında Hz. Ömer'in şehâdet haberini öğrendi. Enes b. Mâlik (r.a.), Hz. Osman zamanında Basra'da kalarak fıkıh öğretimine devam etti. Hz. Osman'ın son devirlerinde fitne ve fesad olaylarına katıl­mamak için her imkânını kullandı. Medine'nin âsiler tarafından tehdit altında olduğunu öğrendiği zaman, yanma ümran b. Husayn'ı alarak ashabın çoğu gibi Halifenin yanında hareket etti.

Ertesi günü yolda iken Hz. Osman'ın şehâdet haberini aldı. Hz. Osman'dan sonra hilâfet makamına Hz. Ali geçti, Fitnenin en büyük merkezlerinden biri Basra şehriydi. Enes b. Mâlik, Basra'da ikamet etme­sine rağmen fitne ve fesad olaylarına hiç karışmadı. Kendisine müsbet veya menfi açıdan yapılan fikir alış-verişlerine de itibar etmeyerek hepsi­ni reddetti. Hz. Enes b. Mâlik, fitne ve fesad olaylarına karışmamakla bir­likte zulme ve haksızlığa karşı sessiz de kalmamış ve cephe almıştır. Nitekim Haccâc b. Yûsufun valiliği sırasında yapmış olduğu zulmü gördüğünde, onu hemen Abdülmelik'e şikâyet etmekte tereddüt göstermedi. Buna rağmen Haccâcı Zâlim, Enes'in derslerine devam etmiş ve onu hoşnut etmeye gayret sarfederek dâima hâl ve hatırını sormuştur.

Emeviler zamanında, ashâb-ı kiramın sayıları gittikçe azaldı. Kalanların ise değeri her gün daha da çok artmaya başladı Halk, bu gibi zevatı arıyor, buluyor ve onları dinliyordu. Hz. Enes b. Mâlik de ashâb-ı kiram içinde en uzun ömürlü olanlarından biriydi. Bu itibarla halkın iltifatına ve muhabbetine dâima mazhar olmuştur.

Hicretten sonra seksen seneyi geçen bir ömür süren Hz. Enes b. Mâlik artık yaşlanmıştı. Hulefa-i Râşidîn devrinde yaşadığı gibi Emevilerin de pekçok hükümdarı devrinde yaşadı. Basra şehrinde hastalandığı etrafa yayılınca, halk dalgalar halinde evine gelerek kendisini ziyaret etti ve gece gündüz onu yalnız bırakmadı. Nihayet milâdı 709 yılında Basra'da Rahmeti Rahmana kavuştu. Vasiyyeti gereği Rasûl-i Ekrem'in saçlarından bir kısmı kabrine kondu. Teçhiz ve tekfin işleri de yine vasiyyeti üzere yapıldı.

Hz. Enes b. Malik, güzel huylu idi. Kendisi son derece nazik, lâtif ve yumuşak huylu güzel yüzlü, hoş sohbet bir sahabe idi. Yani "medenî insan örneği" idi. Rasûlüllah'a olan sevgisini her zaman ve her yerde açığa vuruyordu. Hz. Peygamber'in hizmetinde bulunmak onun için son derece sevindirici, zevk verici ve neşeli bir işti. Rasûlüllah (sav) de onun halini her zaman takdir edip fırsat buldukça onu hayır ile yâd eder ve hizmetini dua ile karşılardı. Resul-i Ekrem'in vefatından sonra Enes b. Mâlik, ders vermeye başladığı zaman Rasûlüllah (sav) devrini büyük bir zevk ve şevk içinde anlatır ve onun sünnetinden ve yaşayışından söz ederken vecd içinde adeta kendinden geçerdi. Hz. Enes b. Mâlik, her davranışını Rasûlüllah (sav)'ın sünnetine uydurmaya çalışırdı. Rasûlüllah'ın bütün hal ve hareketini kendisine rehber yapmıştı. O'nu aynen takîid ederdi. Herhangi bir sahabeye namaz hakkında soru sorulduğu zaman on!ar hemen Enes b. Mâlik'i örnek olarak gösterirdi. Sünnete riâyet etmede, ilimde, takvada örnek insandı.

Hz. Enes'in en önemli vasıflarından biri de haksever olması idi. Halkı zulüm ve şiddet hareketleri ile yıldıran emirlere şiddetle çatardı. Bu durumda kalan emirler, onu kırmamak için sözlerini küçük bir çocuk gibi dinlerlerdi. Nitekim Hz. Hüseyin'in başı Ubeydullah b. Ziyad'a geti­rildiğinde  Ubeydullah  Hz.  Hüseyin'e  karşı  çirkin  sözler  söylemeye başlayınca, orada bulunan Hz. Enes hemen müdâhale ederek, "Bu baş, Rasûl-i Ekrem'in başına benziyor" diyerek onu susturmuştu.

Enes b. Mâlik, çoluk, çocuğunun kalabalı'khğı ile tanınır. Bütün ensârdan daha fazla çocuk sahibi idi. Bu da Rasûlüllah'in bir duası eseriydi. Hz. Enes'in annesi Ümmü Süleym oğlunu Rasûlüllah'a getirdiği vakit, Ondan oğlu için dua etmesini istemişti. Resul-i Ekrem de Ümmü Süleym'i kır­mayarak ellerini kaldırıp:

"Ya Rabbi, onun malını, evlâdını çoğalt ve onu cennete koy" buyurarak dua etmişti. Bu dua kabul olunmuş ve Hz. Enes b. Malik'in hem malı çoğalmış ve hem de evlâtları çok olmuştu. Hz. Enes b. Mâlik'in çocukları arasında Abdullah, Ubeydullah, Zeyd, Yahya, Halid, Musa, Nasr, Ebû Bekir, Ömer, Alâ, Berra, Reme, Ümeyme ve Ümmü Haram'i sayabiliriz. Bu evlâtlarının hemen hepsi tarih'te meşhur olmuşlardır.

Hz. Enes b. Mâlik son derece yakışıklı ve nurânî yüzlü bir kimse idi. Zaman zaman sakalını kına ile boyardı. Bütün hayatı boyunca son derece sade ve basit bir hayat sürmüştür. Fakirleri gördüğü zaman hemen yanma giderek tasaddukta bulunur, talebelerine harçlıklar vererek onlara yardım­cı olurdu. Kendisi son derece gayretli ve cesur;idi. Hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezdi. En çok korkulan vali ve hükümdarlar karşısında her sözünü açıkça ve çekinmeden söyleyerek onların kötülüklerine engel olurdu. Cihada katıldığı zaman, sanki bir ordu imiş gibi gayet fütursuzca düşman üzerine saldırarak gözlerini yıldırır ve onları korkuturdu. Talebelerinin sayısı oldukça fazladır. Bunlar arasında tanınmış pekçok tabiîn vardır. Hasan-ı Basrî, Süleyman Temri, Kaîâde, Muhammed b. Sîrin el-Ensûrı, Saîd b.. Cübeyr bunlardandır. Rivayet etmiş olduğu hadis-i şeriflerin sayısı oldukça fazla olup bunların pek çoğu ittifak halinde hadis kitaplarında zikredilmiştir. Hz. Enes (r.a.)'in rivayet ettiği meşhur bazı hadis-i şerifler:

 

“Zâlime yardım, onu zulmünden alıkoymaktır.”

 

“İnsan sevdikleri ile beraberdir.”

 

“Ey nas, takvanıza dikkat ediniz. Şeytan sizi aldatmasın. içinizden bir kimse, bir felâkete uğraması yüzünden, ölümü temenni etmesin; ölümü dileyecek hale gelenler; 'Ya Rabbi, hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, hayat hakkımda hayırlı olmadığrzaman ruhumu kabzet' desin.”

Resul'i Ekrem efendimize on yıl hizmet ettim, onun bana bir kez bile, "Şu işi yapmasaydın da böyle yapsaydın" dediğini yahut onun benim bir işimi ayıpladığını görmedim.

[24]

Hz. Peygamber (sav)'e hizmet etmek, büyük bir şereftir. Hz. Enes b. Mâlik, bu şerefe nail olan öncülerdendir. Hadim-i Rasûlüllah olmak, her, müslümanm özlemi ve görevi olmalıdır. Bugün Rasûlüllah (sav)'in şahsı aramızda yoktur. Ancak O'nun sünneti ve sireti önümüzdedir. Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmek suretiyle O'nun örnekliğini ve önderliğini hayata taşımak heran mümkündür. Mü'min kişinin hayatıyla Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğine şahidlik etmesi, hadim-i Rasûlüllah (sav) olmanın bir neticesidir. Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeyenler, Rasûlüllah (sav)’e hizmet etmiyorlar demektir. Sahabe nesli, Rabbine ve Peygamberine hizmet etmiştir. Yani Allahû Teâla'nın ayetlerini ve Rasû­lüllah (sav)'in hadislerini hayata dönüştürmüşlerdir. Hz. Peygamber (sav)'in hadislerini hayata dönüştürmeyenler, hadim-i Rasûlüllah ola­mazlar.

Müslüman anne ve babaların vazifelerinden birisi de, Allah yoluna evladlarmı vakfetmeleridir. Sahâbe-i Kiram'm izinde yürüyen müslüman insan, evladlarını Allah'ın davasına adayan insandır. Allah yolunda müslüman adayışsız olamaz. Adayışlarınız Allah için değilse, yanlışlarınız sayısızdır. Müslüman olarak çocuklarımız, yanlışlara adadığımız adak­larımız olmamalıdır. Bir takım cahili kurum ve kuruluşlarda geçmek üzere adanan evladlar, yanlışlara adanmış adaklardır. Bir müslüman anne ve baba için evladını yanlışa adak diye adamak, onu alıp ateşe atmaktır. Bu, aynı zamanda dünyanın en büyük zilletidir. Sahabe neslinin lügatında yanlışa adak adamak, dinsiz kalmaktır!

Sahabenin fıkhı; müslümanın malıyla, canıyla, evladlarıyla ve kuvvetiyie sünnete ittiba meselesini önde tutmasıdır. Rasûlüllah (sav)'in mirasına sadakati önemsemek, sahabe fıkhım idrak etmek cümlesindendir. Söylemde ve eylemde sünnet-i seniyyeye uygunluğu önemse­meyenler, sahabenin fıkhını anlamayanlardır. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in izinde harcanmayan hayatı berbat olmuş bir hayat olarak görüy­orlardı. Çünkü Rasûlüllah (sav)'in sünnetine uygun olmayan her kal ve hâl merdüttür. Yani Allah'ın dini nazarında makbul olmayıp geçersizdir.

 

Hz. Es'ad Bin Zürare

(r.anh)

 

Ensar'dan ilk muhacir sahabedir. Sahâbe-i Kirâm'dan, Hz. Peygamber (sav) ile Akabe denilen yerde karşılaşıp müslüman olan ilk Medinelilerdendir. Akabe denilen yerde Rasûlullah (sav) ile biraraya ge­len Medineli mü'minler de muhacir-i Rasûlullah (sav) sayılırlar. İşte Hz. Es'ad b. Zurâre muhacirlerin ilkidir. Tam adı Ebû Umâme Es'ad b. Zürâre b. Udes b. Übeyd b. Sa'lebe b. Ganm b. Mâlik b. Neccâr'dır. Ensâr ve Hazrec'in ileri gelenlerindendir. İslâm'ın Medine'de yayılmasında en büyük rolü oynadı. Hicret'ten bir süre sonra hastalanarak Bedir savaşın­dan önce Şevval ayında vefat etti.

[25]

Medineli Araplar iç-içe yaşadıkları yahudilerden  dolayı  vahiy  ve peygamberlik gtbi konular hakkında az çok bilgi sahibiydiler. Yahudilerin yakın bir zamanda bir peygamber geleceği konusundaki beklentilerini de bili-yorlardı. Çünkü yahudiler sık sık, "Bir peygamber gönderilmek üzeredir. Onun geleceği zamanın gölgesi düştü. O peygamber gelince biz ona tâbi olacağız. Onunla birlik olup Ad ve İrem kavminin öldürüldükleri gibi biz de sizi öldüreceğiz" diyerek Arapları tehdi ediyorlardı. Bu nedenle Es'ad b. Zürâre müslüman olmadan önce yeni bi peygamber için hazırlıklıydı. Ayrıca Es'ad az sayıda da olsa varlığın sürdüren  Hamilerdendi. İbn Sa'd'ın bildirdiğine göre Allah'ın bi olduğunu söyler, dostlarından Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyehân ile tevhi inancı hakkında konuşur, tartışırlardı.

[26]

Es'ad b. Zürâre Hz. Peygamberle ilk kez nübüvvetin 11. yılı Hac mevsiminde tanıştı. Yanındaki beş Hazreçli ile birlikte Akabe'de Hz. Peygamberle karşılaştı. Hz. Peygamber kim olduklarını öğrenince kendleriyle biraz konuşmak istediğini söyledi. Razı olarak oturdular. Hz. Peygamber onlara kendisini tanıttı; Kur'an'dan bir bölüm [27] okudu. Hemen onun beklenen peygamber olduğunu anladılar. Birbirlerine,

"Biliniz ki, vallahi bu yahudilerin sizi kendisiyle korkut­tukları peygamber olmalıdır. Sakın yahudiler ona İnanmak ve tâbi olmaktan sizi vazgeçirmesinler" diyerek müslümanlığı kabul ettiler. Es'âd b. Zürâre ile birlikte ilk müslüman olanlar Râfi b. Mâlik b. Aclân, Avf b. Haris b. Rıfâ'a, Kutbe b. Âmir b. Hadide, Ukbe b. Âmir b. Nâbi ve Câbir b. Abdullah b. Ri'âb idi ve bunlar İslâm'ın Medineliler için önemi­nin de bilincindeydiler. Bunu Hz. Peygâmber'e

"Biz kavmimizi hem bir­birlerine karşı hem de kavmimizden olmayan bir kavme (yahudilere) karşı aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da senin sayende bir araya toplar" diyerek belirttiler. Hz. Peygamber ile bir yıl sonra yeniden buluş­ma ve bu süre içinde İslâm'ı Medine'de yaymaya çalışma sözü vererek ayrıldılar.

İslâm devleti, zemini olan bir devlettir. İslâm devletinin zemini İslamî tebliğin toplumun bağrında neşvü nema bulmasıdır. Bir memlekette İslâm'ın devlet olmasını isteyenlerin ilk yapacakları iş, o memlekette bulunan insanları İslam'la tanıştırmak ve İslam'ı eğip bükmeden kendi­lerine tebliğ etmektir. Tevhid merkezli, Rasûlüllah (sav) örnekli İslamî tebliğ, İslâm devletinin davetiyesidir. Bunun için Es'ad b. Zürâre (r.a.) ve diğer müslümanlar Medine'ye dönünce, en yakınlarından başlayarak İslâm'ı tebliğ ettiler. Kısa bir zaman içinde Medine'deki bütün evlerde Hz. Peygamber ve İslâm konuşulmaya başlandı. Es'âd'ın ilk davet ettiği kişi­lerden birisi dostu Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyehân idi ve Ebu'l-Heysem, İslâm'ı hiç tereddüt etmeden kabul etti. Bir yıl süren davet çalışmalarında hem Hazreç'ten hem de Evs'ten birçok kişi müslüman oldu.

Es'ad b. Zürâre ve onunla birlikte müslüman olan Hazrecliler sözleştikleri gibi bir yıl sonra Akabe'de Hz. Peygamber'le buluştular. Ancak yan­larında İslâm'ı kabul etmiş altı Medineli daha bulunuyordu. Bu altı müslüman Muaz b. Haris b. Rıfâ'a, Ubâde b. Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde, Ebû'l-Heysem Mâlik b. Teyyehân, Uveym b. Sa'ide idi. Gece .gerçekleşen buluşmada Es'ad ve diğer müslümanlar Hz. Peygâmber'e, "Darlıkta ve varlıkta isteklilikte ve isteksizlikte dinlemek ve boyun eğmek, emirlik işinde ehil olanla çekişmemek, her nerede olursa olsun hiçbir kınayıcımn kınamasından çekinmeksizin hakkı söyle­mek" üzere bey'at ettiler. Bu bey'at tarihe I. Akabe Bey'atı olarak geçti.

Bey'atlı müslüman, bey'atsız müslümandan hayırlıdır. Çünkü bey'atsız müslümanın yaşayışı, Rasûlüllah (sav) tarafından tıpkı ehl-i cahiliyyenin yaşayışı gibi kabul edilmiştir:

 

"Kim itaatten çıkar, cemaatten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablamr veya asabil yete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip İyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü'min olanlarına hür­met tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o ben­den değildir, ben de ondan değilim.”

Es'ad b. Zürâre ve müslümanlar Medine'ye dönünce cemaat'h ve bey'atlı olarak davet çalışmalarını yeni bir hız ve güçle sürdürdüler. Fakat İslâm'ı  anlatmakta özellikle Kur'an'ı  öğretmekte büyük zorluklarla karşılaşıyorlardı. Hz. Peygamber'e mektup yazarak bir muallim istediler. Hz. Peygamber Mus'ab b. Ümeyr'i Medine'ye öğretmen olarak gönderdi. Mus'ab ile onu evinde misafir eden Es'ad b. Zürâre tebliğ ve davet çalış­malarını birlikte yürüttüler. Ev ev dolaşıyor İslâm'ı anlatıyorlardı. Bu çalışmaları sonunda başta Sa'd b. Mu'az ve Useyd b. Hudayr gibi kabilelerinin güçlü kişileri olmak üzere çok sayıda Medineli müslüman oldu.

Medine'de İslâm'ın yayılması konusunda en çok çaba harcayan vt fedakârlıkta bulunan kişi şüphesiz Es'ad b. Zürâre idi. Bu çaba ve feda­kârlıkları nedeniyle tabii olarak temayüz etmiş önder durumuna gelmişti O gün Medine bir Daru'ş şik idi. Müslümanlar Daru'ş şirk olan Medine'de cemaat olmuşlar ve Rasûlüllah (sav) tarafından da kendi lerine Es'ad b. Zürâre (r.a.)'ı harb emiri olarak tayin edilmiştin Dolayısıyla Daru'ş şirk olan Medine'deki İslâm cemmatı'nın harb emiri, Es'ad b. Zürâre (r.a.)'dır.

Bunun için Hz. Es'ad b. Zürâre (r.a.) yalnız İslâm'ı tebliğ etmek yetinmiyor, zaman zaman müslümanları da biraraya getirerek bil­gilendirmeye, ümmet bilincine ulaşmalarını sağlamaya çalışıyordu. Bu nedenle müslümanları namaz için biraraya getiriyor, yemekler vererek birbirleriyle görüşmeleri, tanışmaları imkânını hazırlıyordu. Bir rivayete göre müslümanlar toplanarak yahudi ve hıristiyanîar gibi haftada belli bir gün biraraya gelmeyi kararlaştırdılar. O zaman Arube denilen günde Es'ad b, Zürâre'nin çevresinde toplandılar. Es'ad, müslümanlara iki rekât namaz kıldırdı, vaaz etti. Beraberlikleri akşama kadar sürdü. Es'ad onlara öğle ve akşam yemeği verdi. Bu olaydan sonra Arube'ye toplantı günü anlamında Cuma denildi.

[28]

Harb emiri ya kendisi müslümanlara cuma namazını kıldırır veya başka birisini görevlendirir. Nitekim gelen rivayetlerde Es'ad b. Zürâre (r.a.) Medine'deki müslümanlarm emirliğini yapmıştır, Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a.) de cuma namazını kildırmıştır. Bu husuta Allame Alusî (rh.a.) şöyle diyor:

Medine'de Es'ad b. Zürâre "Emîr", Mus'ab b. Umeyr de "Cuma İmamı" idi.

[29]

Yani Harb Emiri olarak Es 'ad b. Zürâre (r.a.), Medine  müslümanlara Mus'ab b. Umeyr (r.a.)'ı cuma imamı olarak tayin etmiştir. Daru’ş Harb'de yaşayan müslümanlar, harbi ve mürîed müstevlilerin tayin ettikleri imamların arkasında değil, kendi harb enir­lerinin veya harp emirlerinin tesbit ve tayin ettiği cuma imamı'nın arkasında cuma camilerinde cuma namazlarını kılarlar.

Bir yıl sonraki Hac mevsiminde Es'ad b. Zürâre ve Medineli müslü­manlar Hz. Peygamberle Akabe'de yeniden buluştular. Bu kez sayıları yetmişin üzerinde (ikisinin kadm olduğunda ittifak vardır, erkeklerin yarısı hakkında rivayetler yetmiş, yetmişbir, yetmişiki ve yetmişüç rakamlarını verir) idi. Yine geceleyin ve gizli yapılan görüşmede Hz. Peygamber'in ve Mekkeli müslümanlarm Medine'ye hicretleri konusu görüşülerek karara bağlandı. Hz. Peygamber Medineli müslümanlardan; kendisini ve ashabını barındırmaları, yardımcı olmaları, kendi nefislerini savundukları ve korudukları her şeye karşı Hz. peygamber ve ashabını 'savunup korumaları üzerine bey'at aldı.

Bey'attan önce Hz. Peygamber'in amcası Abbâs bir konuşma yaparak Ensâr'ı uyardı. Bu konuşmayı Es'ad b. Zürâre cevaplandırdı ve bu bey'atın anlamını bir kere daha dile getirdi. Hz. Peygamber ensardan, oniki nakib (temsilci) seçmelerini istedi. İçlerinde Es'ad b. Zürâre'nin de bulunduğu oniki temsilci seçildi. Bunların her birisi kendi kabilelerini temsil ede­ceklerdi. Hz. Peygamber Es'ad b. Zürâre'yi nakiblerin de temsilcisi atadı. Yani "Nakibu'l Nukeba" idi. Böylece Es'ad bütün Medineli müslümanların temsilcisi oldu.

Bey'ata geçildiğinde yine ilk bey'at eden Es'ad idi. Bey'atını,

"Ben, Allah'a bey'at ediyorum. Rasûlüllah aleyhisselâma da bey'at ediyo­rum. Ahdimi yerine getirerek tamamlamak, sana yardım konusun­daki sözümü işimle gerçekleştirmek üzere" diyerek yaptı. Sonra kadın­lar hariç bütün müslümanlar teker teker Hz. Peygamber'in elini tutarak bey'at ettiler. II. Akabe bey'atı olarak anılan bu bey'at İslâm tarihinin en önemli olaylarından birisi olan Hicret'in kapısını ve İslâm'ın zafer yolunu açtı.

Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra Es'ad b. Zürâre uzun yaşamadı. Ama bu süre içinde de İslâm'a olan yüksek bağlılığın ve fedakârlığın örneklerini verdi. Mescid-i Nebî'nin yapılması için seçilen arsa Es'ad b. Zürâre'nin gözetimindeki Sehl ve Süheyl adlı iki yetim gencin malı idi. Bunlar arsayı Hz. Peygamber'e hediye etmek istedilerse de Hz. Peygamber bedeli olan on mıskal (48 gram) altını ödemeden kabul etmedi. Es'ad b. Zürâre ayrıca gençlere geçimlerini temin etmeleri için bir tarla bağışladı. Hicretten dokuz ay sonra Mescid-i Nebî'nin inşası sırasın­da vefat etti. Es'ad b. Zürâre ilk olma özelliğini vefatında da korudu ve Bakî kabristanına defnedilen ilk Ensar, bir rivayete göre de ilk müslüman oldu.

[30]

Medine'de ilk cuma namazını Es'ad b. Zürâre kaldırmıştır [31] Medine'de onun evi İslâm tebliğcilerinin bir merkezi durumunda idi. O zamanlar müslümanlar kırk kişi idi. Es'ad b. Zürâre'nin menenjitten öldüğü nakledilmiş, öldüğü zaman yahudiler Hz. Peygamber hakkında, "Bir kudreti olsaydı arkadaşını kurtarırdı" diye fitne çıkarmaya çalışmışlardır. Hz. Peygamber de onlara; kendisinin bir tabib olmadığını, görevinin ris'alet olduğunu söylemiştir.

[32]

Es'ad b. Zürâre öldükten sonra Hz. Peygamber'e gelen Neccâroğulları, nakiblerinin öldüğünü ve yerine birisini atamasını istemişler ve Hz. Peygamber de

"Sizin nakibiniz benim" demiştir. [33] Es'ad b. Zürâre arkasında Kebşe, Habibe ve Faria adlarında üç kız çocuğu bırakmıştır.

Es'ad b. Zürâre (r.a.) vahyi hem kendi hayatına hem de Medinelî müs­lümanların hayatına taşıyan bir ömür bekçisidir. Yani kendi ömrünü ve etrafında cemaat olan Medine'li müslümanlann hayatını vahyin atmos­ferinde tutmanın mücadelesini vermiştir. Gerçek müslüman lider, ha­yatıyla etrafındaki müslümanlara salih amelleri kazandırarak kendilerini cehennem ateşinden koruyan kimsedir. Cemaatine salih amelleri kazandırmayan liderler, sahabelerin izinde sayılmazlar. Es'ad b. Zürare (r.a.), müslüman olarak yaşadı ve müslüman olarak da öldü. Mekânı cennet olsun.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. Ammar İbni Yâsir (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Ammar İbni Yâsir (r.a.)'ın fıkhı hakkında bildikleriniz ne­lerdir? Açıklayınız.

Hz. Amir Bin Füheyre (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Âmir Bin Füheyre (r.a.)'ın fıkhı hakkında bildikleriniz nel­erdir? Açıklamada bulununuz.

Hz. Amr İbni Âs (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Amr İbni Âs (r.a.)'ın fıkhı ve siyasi dehası hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Amr İbnu Cemuh (r.a.)'ın hayatı hakkında neler biliyor­sunuz? İzah ediniz.

Hz. Amr İbnu Cenuh (r.a.)'ın fıkhı ve cihad aşkı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Âsim Bin Sabit (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Âsim Bin Sabit (r.a.)'ın fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Söyleyiniz.

Hz. Berâ İbn Âzib (r.a.)'ın hayatı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Berâ İbn Âzib (r.a.)'ın fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.)'ın hayatı hakkında neler biliyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.)'ın  fıkhı nasıldı? Açıklayınız.

Hz. Büreyde İbni Husayb (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.

Hz. Büreyde İbni Husayb (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Câbir İbn Abdullah (r.a.)'ın hayatı hakkında neler biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Câbir İbn Abdullah (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Ca'fer b. Ebi Talib (r.a.)'ın hayatı hakmda bildikleriniz nel­erdir? İzah ediniz.

Hz. Ca'fer b. Ebi Talib (r.a.)'ın fıkhı hakkında bildikleriniz nel­erdir? İzah ediniz.

Hz. Cerir İbni Abdullah (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.

Hz. Cerir İbni Abdullah (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz? İzah ediniz.

Hz. Dıhye-i Kelbî (r.a.)'ın hayatı hakkında neler biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Dıhye-i Kelbî (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Dırar İbni Ezver (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz ne­lerdir? Açıklayınız.

Hz. Dırar İbni Ezver (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? İzah ediniz.

Hz. Ebân b. Said B. el-As (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.

Hz. Ebân b. Said B. el-As (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Ebû Dücâne (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Ebû Dücâne (r.a.)'ın fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.

Hz. Ebû Derda (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nelerdir? İzah ediniz.

Hz. Ebû Derda (r.a.)'ın fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Açıklayınız.

Hz. Enes b. Malik (r.a.)'ın hayatını  ve rivyaet ettikleri hadisler hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Enes b. Malik (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz, Es'ad b. Zurare (r.a.)'ın hayatı hakkında bildikleriniz nel­erdir? Bizlgi veriniz.

Hz. Es'ad b. Zurare (r.a.)'ın fıkhı hakkında ne biliryorsunuz? Açıklayınız.

 

ÜNİTE VI

 

Hz. Ebû Eyyub El-Ensârî (r.anh)

Hz. Ebû Hureyre (r.anh)

Hz. Ebû Katâde (r.anh)

Hz. Ebû Lübâbe (r.anh)

Hz. Ebû Musa El-Eş'arî (r.anh)

Hz. Ebû Rafı (r.anh)

Hz. Ebu Said El-Hudri (r.anh)

Hz. Ebû Seleme (r.anh)

Hz. Ebû Sütyan Bin Haris (r.anh)

Hz. Ebû Talha Zeyd İbni Sehl (r.anh)

Hz, Ebu Ubeyde B. El-Cerrâh (r.anh)

Hz. Ebu Zerr El Gıfari (r.anh)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. Ebû Eyyup El- Ensarî (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz, Ebû Hureyre (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. EbûKatade (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ebû Lübâbe (R.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek .

Hz. Ebû Musa El- Eş'arî (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ebû Rafı (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. EbuSaid El-Hudri (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ebû Seleme (R.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ebû Süfyan bin Haris (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ebû Talha Zeyd İbni Sehl (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ebû Ubeyde b. El-Cerrah (r.a.)’ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz, Ebû Zerr el Gıfari (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Ebu Eyyub El-Ensari (r.anh)

 

Rasûlüllah (sav)'in mihmandarlığım yapmış bir sahabedir. Medineli müslümanlardan ve hicret sırasında Hz. Peygamber'i evinde misafir eden sahabedir.

Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensarî en-Neceârî (r.a.); Ensâr'ın Hazrec kabilesinin Neccâroğulları koluna mensup olup, annesi Zehra binti Sa'd'dır. Abdülmuttalib'in validesi tarafından Rasûlüllah'la akraba olan Ebû Eyyûb, ikinci Akabe bey'atmda hazır bulunmuş, Rasûlüllah'a iman etmiştir.

[34]

Medine, müslümanlar için emin bir yer olduktan sonra Mekke'de Rasûlüllah (sav) ile birkaç müslüman kalmıştı. Rasûlüllah da hicret yol­culuğuna çıkınca bunu haber alan Ebû Eyyûb her gün Medine'ye yakm Hire adı verilen yerde onun yolunu gözlerdi. Nihayet Rasûlüllah görününce bütün Neccar'lıları toplayarak Rasûlüllah (sav)'ı karşıladı. Bütün müslümanlar Rasûlüllah'ı kendi evlerinde misafir etmek istiyordu. Bunun üzerine Rasûlüllah devesini serbest bıraktı. Kusva adlı bu deve Ebû Eyyûb'un evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb bu olayı şöyle nakletmistir:

"Rasül-i Ekrem (sav) evimizin alt katına yerleşmişti. Ben de üst kattaki odada idim. Bir gün yukarıdan yere bir miktar su dökül­müştü. Suyun tavandan sızarak Rasûlüllah'ın üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçası ile kurutmaya çalıştık. Bunun üzerine Rasûlüllah'ın yanına inip dedim ki:

“Ya Rasûlallah, senin bulunduğun bir yerin üstünde bulunmak bize yakışmaz, yukarıdaki odaya teşrif etmez misiniz?” Rasûlüllah o günden sonra üst kata çıktı.[35] Ebû Eyyûb ile zevcesi Ümmü Eyyûb Rasûlüllah'ın yemeğini hazırlardı. Bir gün soğanlı bir yemeği Rasûlüllah (sav) yemeyip,

"Onu yiyemedim, çünkü bu yemekte soğan olduğunu gördüm, ben ise soğandan hoşlanmam; fakat siz isterseniz yiyin onu yemekte bir sakınca yoktur" demiş, Ebû Eyyûb da,

"Ya Rasûlallah, sizin hoşlan­madığınız şeyden biz de hoşlanmayız" demiştir.

[36]

Rasûlüllah, Ensâr ile Muhacirler arasında gerçekleştirdiği "kardeşlik" olayında Ebû Eyyûb'e kardeş olarak Hz. Mus'ab b. Umeyr't seçmiştir. Ebû Eyyûb'un evinde yedi ay kalan Rasülüllah'a Medine'de mihmandarlık yapan Ebû Eyyûb, Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazvelerde Rasûlüllah'ın yanında İslâm cihad hareketlerine katılmıştır.[37] O, tam bir ehl-i cihaddır. Hayatı cihad ile geçmiştir. Sahabeler için cihad asıl, diğer işler ise yedektir.

Rasûlüllah'ın vefatından sonra da bütün gazalarda yer almıştır. Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde onunla birlikte Hâricilere karşı savaşmıştır. Hz. Ali'nin Medine'deki kaymakamı olan Ebû Eyyûb'un Halid ve Muhammed adlı iki oğlu, Umre adında bir kızı vardı. Hz. Ali (r.a.) devrinden sonra Hz. Muaviye (r.a.) zamanında Mısır'a gitti. Mısır valisi bir akşam namazına geç kalmıştı. Namaz konusunda çok titiz davranan her sahabe gibi Ebû Eyyûb da şöyle demiştir: "Rasûlüllah'ın,

'Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir, fıtrat üzeredir’ dediğini duymadın mı? "

"Duydum" diyen Ukbe'ye,

"O halde neden akşam namazını geciktirdin?" diye sormuş; çok meşgul olduğunu söyleyen Ukbe'ye şöyle demiştir:

"Senin bu yaptığını görerek, halkın Rasûlüllah da böyle yapardı zehabına düşmesinden endişe ederim.”[38] Alimlerin tavırları, avam halkın fetvalarıdır. Tavırlarına dikkat etmeyen alimler, halkın yanlış yapmasına sebeb olabilirler. Tabiî ki, tavırlarıyla müslüman halkı saptıranlar, sözleriyle saptıranlardan daha tehlikelidirler. Ebû Eyyüb El-Ensârî (r.a.)'ın ikazı bize bunu öğretir.

Rasûlüllah (sav) İstanbul'un fethini ashabına anlatıp, "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir [39] diye müjdelemiştir. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezid kumandasındaki müslümanlar İstanbul'u kuşattılar. İslâm akidesinin dünyanın dört bir yanma yayılması hususunda çok canlı ve diri bir gayrete sahip olan müs­lümanlar İstanbul'un fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dahil olmasını şiddetle arzuluyorlardı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensâri bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara öğütlerde bulunmuştu. Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a, yaklaştıkları bir sırada hastalanmıştır. Yezid'e, öldüğü takdirde cenaze­sinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmişti. Burada defnedilen Ebû Eyyûb, müslümanların İstanbul'da bir sembolüdür. İstan­bul, ashâb devrinden başlamak üzere defalarca muhasara edilmiş, nihayet bu şehri fethetmek 1453 yılında Fatih'e nasip olmuştur. Ebû Eyyûb'un ölüm döşeğinde şu hadisi rivayet ettiği zikredilir;

 

"Bir insan Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksizın ruhunu teslim ederse, Allah onu cen­nete koyar."

Ebü Eyyûb'un fazîlet ve kemâl itibariyle yüksek bir makamı vardı. Rasûlüllah (sav)'m eğitiminden geçmiş bir sahabe olarak O'nun sünnetine çok önem verir, bir yanlışlık gördüğünde doğrusunu anlatır, hemen sün­netin uygulamasına çalışırdı. İslâm ordusu İstanbul'u kuşattığında hasta­lanan Ebû Eyyûb, o haliyle bile Allah Rasûlü'nden şu hadisi nakletmiştir:

"Kostantiniyye surunun dibine sâlih bir kişi gömülecektir." Umarım ki o kişi ben olayım. [40] Ordu komutanı Yezid Ebû Eyyûb'un tabutunu askerlerin ortasına almış, askerler de çarpışmalardan bu tabutu koruyarak ilerlemişlerdir.  İstanbul surlarını korumakta olan Bizans kumandanı bu garib durumu görünce,

"Bu nedir?" diye sormuş, Yezid de,

"Bu bizim peygamberimizin sahâbesidir. Bize senin ülkende içerilere doğru götürülüp gömülmesini vasiyyet etti. Biz de onun bu isteğini yerine getireceğiz." Bizans kumandanı:

"Sen ne akılsız adamsın. Sen dönüp gidince biz onu köpeklere yem eder­iz." Yezid:

"Eğer onun kabrini açtığınızı veya cesedine birşey yap­tığınızı duyacak olursam ben de bütün Suriye'de Öldürmedik hristiyan, yıkmadık kilise bırakırsam bu ölüye ikramıma sebep olan zat-ı Peygamber'i (sav) inkâr etmiş olayım." Bunun üzerine kumandan şöyle demiştir:

"Ben onun kabrini elimden geldiğince koruyacağıma Mesih hakkı için söz veriyorum." Surların dışında defnedilen Ebû Eyyûb'un kabrinin üzerinde sonradan bir kubbe yapılmış ve bu mübarek adamın kabri müslümanîarın ve hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer olarak korunmuştur. Ebû Eyyûb el-Ensari hazretleri, Hayber savaşından dönülürken Rasûlüllah'ın çadırının çevresinde kendiliğinden bütün gece nöbet tutmuş, Rasûlüllah onun için,

"Allah'ım, beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb'u koru" diye dua etmiştir.

[41]

Habib b. Ebî Sâbit'in naklettiğine göre, Ebû Eyyûb el-Ensâri Muaviye'ye gidip borçlu olduğundan yakınarak yardım istedi. Muaviye ona yardım etmedi. Ebû Eyyûb, Muaviye'ye, "Rasûlüllah'ın

'Benden sonra iş başındakilerden bencillik göreceksiniz' diye buyurduğunu işittim" dedi. Hz.Muaviye (r.a.),

"Peygamber efendimiz bunu söylerken size de bir tavsiyede bulunmadı mı?" dedi. Ebû Eyyûb,

"Sabretmeyi tavsiye etti" dedi. Hz. Muaviye (r.a.),

"O halde siz de sabrediniz" deyince Ebû Eyyûb ona,

"Vallahi bundan sonra senden hiçbir istekte bulunmayacağım" diyerek Hz. Ali'nin Basra valisi İbn Abbâs'a gitmiş ve İbn Abbâs evini ona tahsis ettiği gibi yirmi bin dirhem para vermişti. [42] İmam Ahmed'den yapılan bir nakle göre Ebû Eyyûb şöyle demiştir:

"Kim Allah'a ortak koşmadan ölürse, cennete gider.”

[43]

Ebû Eyyûb, savaş meydanında İslâm askerlerini aşıp Rumlara tek başı­na saldırır, Rumların içine kadar ilerler ve geri dönerdi. Herkes onun ken­dini tehlikeye attığını söylediğinde de,

"Kendimizi tehlikeye atmak düşmana hücum etmek değil, asıl tehlike mallarımızın bakımı ile uğraşıp cihadı terketmektir" demiştir.

[44]

Salim b. Abdullah'ın rivayetine göre, Abdullah b. Ömer, onun düğününe Ebû Eyyûb'u da çağırmış; Ebû Eyyûb, Sâlim'in evinin duvar­larının yeşil perdelerle süslenmiş olduğunu görünce,

"Siz de mi duvar­larınıza perde asıyorsunuz" demiş, Abdullah b. Ömer de,

"Ya Eba Eyyûb, kadınlarla başa çıkamadık" diye cevap vermiş; bunun üzerine Ebû Eyyûb

"Pek çok kimse kadınlarla başa çıkamasa da senin başa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer,  ne de yemeğinizi yerim" demiştir.

[45]

Ebû Eyyûb el-Ensâri (R.a.) Peygamber efendimizden şunu rivayet etmiştir:

 

"Müslüman kişinin kardeşi üzerinde yerine getirmesi gereken altı hakkı vardır. Bunlardan birini yapmadığı zaman, altı hakkından birini yerine getirmemiş olur:

 

1- Ona rastladığında selâm vermesi,

 

2- Onu yemeğe çağırdığı zaman dâvetine icabet etmesi,

 

3- Aksırdığı zaman ona dua etmesi,

 

4- Hastalandığı zaman ona uğraması,

 

5- Öldüğü zaman cenazesinde bulunması,

6- Kendisinden nasihat ve yol göstermesini istediği zaman ona yol göstermesi.”

[46]

İstanbul muhasarası sırasında şehid olan Ebû Eyyûb el-Ensâri bugün İstanbul'un Eyüp ilçesindeki Eyüb Sultan Camii avlusunda bulunan türbesinde yatmaktadır. Kabri ile ilgili olarak, [47] adlı kitaplarda sözedi İm ektedir. Türbesi yıllarca müslümanların ziyaret yeri olmuştur; bugün de halk Ebû Eyyûb'un türbesini büyük kalabalıklar halinde ziyaret eder. II. Mahmud, Topkapı Sarayı hazinesindeki Hz. Peygamber'e âit kutsal eşyadan Kadem-i Şerifi bu camiye koydurtmuş­tur.

Hz. Ebû Eyyub El- Ensârî (r.a.), İslâm ümmetine şirkten sonra en büyük tehlikenin cihadı terk etmek olduğunu öğretmiştir. Şunu bilelim ki, her sahabe aynı zamanda bir cihad muallimidir. Sahabeler, Allah yolunda cihad etmeyi terkedenleri, kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atanlar olarak görüyorlardı. Cihadı terkeden, kendisini kendi eliyle tehlikenin içine atmış demektir. İşte bu sahabe fıkhıdır. Sahabenin fıkhını idrak edip izinde gidenler, cihadı cennet yolu bilip bu yolda yürüyenlerdir.

Sahabeler, canlarını cihadlanna katık yapıp cennete giden yolda yü­rüyenlerdir. Onların lügatında cihad, cennete giden yoldur. Onlar bu yolda yürürken din kardeşlerinin hukukuna da riayet etmişlerdir. Sahabeler, hem uhuvvet hukukunu korumuşlar ve hem de birbirlerine öğretmişlerdir. İşte Hz. Ebû Eyyub El-Ensârî (r.a.), uhuvvet hukukunu unutanlara onu bizzat hatırlatmıştır. Şunu bilelim ki, kendi aralarında uhuvvet hukukunu ihlal eden mü'minler, birlikte Allah yolunda cihad edemezler. Sahabeler, birbirleriyle uğraşmak yerine düşman ile uğraşmışlardır. Onlar birbirleri­ni bağışlamış, Allah ve Peygamber düşmanlarıyla da savaşmışlardır.

Hz. Ebû Eyyub El-Ensârî (r.a.), bir cihad önderidir. O şöyle vasiyet ediyordu: "Şayet şehadete erersem, beni düşman toprağında ez uzak yere gömünüz!” Bu vasiyetiyle müslümanlara daha çok cihad etmelerini öğretiyordu. İslâm ümmeti onun bu fıkhından istifade ederek müstevli harbi ve mürtedlerini istilâlarını kırdı. İmam Ebu Hanife (rh.a.)'in, "beni gasbedilmemiş bir İslâm toprağına gömün" tavsiyesi, sahabe fıkhına olan sadakatinden olsa gerek. İmam Ebu Hanife (rh.a.) bu sözüyle, Hz. Ebû Eyyub El-Ensârî (r.a.)'in fıkhını ihya etmiştir.

Sahabe fıkhı; Allah yolunda sıvışanlarm değil, savaşanların fıkhıdır. Sahabe, Allah için bir hizmete çağrıldığında sağma ve soluna bakmadan ben varım diyordu. Yani Allah için hizmetten kaçışın bahanelerini aramı­yorlardı. Sahabe fıkhı, mazeretperestliğe paydos diyen bir fıkıhtır.

 

Hz. Ebu Hureyre

(r.anh)

 

Hz. Ebû Hureyre (r.a.), çok hadis rivayet eden meşhur sahabedir. Adı, Abdurrahman b. Sahr; künyesi, Ebû Hureyre'dir. Câhiliye döneminde ismi Abdüşşems idi. Hz. Peygamber onu, “Abdurrahman” [48] diye adlandırdı. [49] Ne sebeple Ebû Hu­reyre diye künye edindiğim kendisi şöyle açıklamıştır: "Bir kedi bulmuş­tum, onu elbisemin yeninde taşırdım; bundan dolayı Ebû Hureyre (kedi­cik babası) künyesiyle çağrılır oldum.” [50] Hayber gazvesi sıralarında Yemen'den Medine'ye gelip müslüman olmuştur. O tarihten itibaren Hz. Peygamber'in vefatına kadar ondan ayrılmayan bir sahabesi olmuş, kendisini onun hizmetine adamıştır. Hizmet süresi yaklaşık dört yılı buluyordu.

[51]

Hz. Peygamber'in misafirperverliği ve cömertliği sayesinde yaşayan Ebû Hureyre, Rasûlüllah (sav)'in mescidinde sadece ibadet ve ilimle meşgul olan Ehl-i Suffe'nin en ileri gelen siması idi. Hz. Peygamber'i büyük bir muhabbetle sevmiş, onun si nnetine uygun olarak yaşamış ve manevî yüce mertebelere erişmiştir.

[52]

İffet sahibiydi, eli açık ve cömertti. Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonraki fitne olaylarında köşesine çekildi. Halk onun bu halinden kendi­sine söz ettiklerinde Rasûlüllah (sav)'in şu hadisini rivayet ediyordu:

"Fitneler çıkacak. O zamanda, oturanlar ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim dönüp bakmaya yönelirse, o da ona yönelir. Kim bir sığmak veya korunak bulursa onunla korunsun.”

[53]

Hoşsohbet, temiz ve ince duygulu, saf gönüllü idi. [54] Emirlik ve valilik ona kibir vermedi. Üstelik alçak gönüllülüğünü artırdı. Medine valisi Mervan'a vekâlet ettiği sıralarda, üzerine semeri bağlanmış bir eşekle, hurma lifinden örülmüş bir başlık başında olduğu halde çarşıya çıkar ve, "Savulun emir geliyor!" dermiş. [55] İmam Şâfıi gibi büyük âlimlerin bildirdiğine göre Ebû Hureyre kendi dönemindeki hadis nakledenlerin içinde hafızası en sağlam olanıdır. [56] Hz. Peygamber ile nisbeten kısa sayılabilecek bir süre birlikte olmasına rağ­men, onun hadislerini bu kadar büyük bir sayıda elde edebilmesinin sırrı ve sebebleri şöyle açıklanabilir:

Birinci sebep: Hz. Peygamber ile sık sık görüşmesi ve ona hiç çekin­meden her çeşit sorular sormasıdır. [57] Nitekim Buhâri ve Müslim'in naklettiklerine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Siz, Ebû Hureyre'nin çok hadis rivayet ettiğini söyleyip duruyorsunuz. Ben fakir bir kimseydim. Karın tokluğuna Hz. Peygamber'e hizmet ediyordum. Muhacirler çarşıda, pazarda alışverişle, Ensâr da kendi mallan, mülkleriyle uğraşırken, ben Hz. Peygamberin meclislerinin birinde bulunmuş­tum; buyurdu ki:

“İçinizden kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz" Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim, Hz. Peygamber de sözünü bitirince, onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o andan sonra ondan duyduğum hiçbir sözü unut­madım.

[58]

İkinci sebep: İlme olan tutkunluğu ve Hz. Peygamber'in ona bildiğini unutmaması için dua buyurmasıdir. [59] Şu haberi vermektedir: "Bir adam Zeyd b. Sâbit'e gelerek ona bir mesele sordu. O da Ebû Hureyre'ye gitmesini söyledi ve şöyle devam etti; çünkü bir gün ben, Ebû Hureyre ve bir başka sahabe Mescid'de oturu­yorduk, dua ve zikirle meşgul idik. O sırada Hz. Peygamber geldi, yanımıza oturdu; biz de dua ve zikri bıraktık. Buyurdu ki:

“Her biriniz Allah'tan bir dilekte bulunsun.” Ben ve arkadaşım, Ebû Hureyre'den önce dua ettik, Hz. Peygamber de bizim duamıza âmin dedi. Sıra Ebû Hureyre'ye geldi ve şöyle dua etti: 'Allah'ım, senden iki arkadaşımın istediklerini ve de unutulmayan bir ilim dilerim.' Hz. Peygamber bu duaya da âmin dedi. Biz de, 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz de Allah'tan unutul­mayan bir ilim isteriz' dedik. Hz. Peygamber,

“Devsli genç sizden önce davrandı” buyurdu. Buhâri, ilim bahsinde, hadise olan tutku babında Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Ey Allah'ın Rasûlü, kıyamet gününde senin şefaatine nail olacak en mutlu kişi kimdir?" diye sordum. Rasûlüllah buyurdu ki:

 

"Ey Ebû Hureyre, senin hadise olan aşırı tutkunluğunu bildiğim için, böyle bir soruyu senden önce hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet gününde benim şefaatime nail olacak en mutlu kişi Lâilâhe illallah diyen kimsedir.”

Üçüncü sebep: Ebû Hureyre'nin büyük sahabelerle görüşmesi, onlar­dan birçok hadis alması ve bu sayede ilminin artıp ufkunun genişleme­sidir.

[60]

Dördüncü sebep: Hz. Peygamber'in vefatından sonra uzun süre yaşamış olmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber'den sonra kırkyedi yıl yaşa­mış, hadisleri halk arasında yaymakla meşgul olmuştur. [61] Bütün bunların neticesinde Ebû Hureyre, Sahabe nesli içerisinde hadisi en iyi bilen olması münase­betiyle, hadis almada ve rivayet etme hususunda diğerlerinden daha üstün bir duruma gelmiştir. Onun rivayet ettiği hadisler, diğer sahabelerde veya birçoğunda dağınık halde bulunuyordu. Bu yüzden onlar Ebû Hureyre'ye başvuruyor, hadis rivayetinde ona dayanıyorlardı. İbn Ömer, onun cenaze namazında, ona Allah'tan rahmet dileyerek, "Hz. Peygamber'in hadisini müslümanlar adına muhafaza ediyordu" demiştir. [62] Buhâri, 'Ebû Hureyre'den 800 kadar sahabe ve tabiîn âlimleri hadis rivayet etmişlerdir' diyor.[63] Kendisinden beşbin üçyüzyetmiş dört hadis gelmiş, bunlardan üçyüzyirmibeş tanesini Buhâri ve Müslim müştereken, doksanüç tanesini yalnız Buhâri, yüzseksendokuz hadisini de yalnız Müslim Sahîh'lerine almışlardır.

[64]

Ebu Hureyre, asırlar boyunca tetkik ve tenkid konusu olmuştur. Gerek Doğu dünyasında gerek Batı dünyasında Ebû Hureyre hakkında ileri geri konuşulmuştur. Bunun sebebi, keyif ve arzulara karşı gelen dine yönelik hile ve tuzakları sonuçsuz bırakan bir kısım hadislerinden kurtulmak di, az olsa bile.

 

"Sekır (sarhoşluk) veren her içki haramdır."

Hazret-i Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Cebrail hiç durmaz komşu hakkına hürmet olunmasını bana tavsiye ederdi. Hatta ben yakında komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.”

[65]

Hz. Peygamber'in üçüncü hanımı olan Ebu Bekir kızı Âişe, Peygamber hanımı olmanın bahtiyarlığına, sadece kadınlık meziyetlerini değil, İslâm tarihinin en ünlü erkeklerinin bile pek azına nasip olan birçok seçkinliği ve eylemi de eklemiş ender kişiliklerden biridir. İslâm ilimler tarihi, Hz. Âişesiz düşünüldüğünde, telafi edilmeyecek eksiklikler arz etmekte ve bu büyük "mü'min annesi", yeri doldurulmaz bir değerler toplayıcısı halinde tarihe geçmiş bulunmaktadır.

İnsanlığın en büyük evladı, Son Peygamber Hz. Muhammed, İslâm'a, mallan ve canlarıyla erişilmez hizmetler veren sahabeler kadrosunu öyle bir eğitime tâbi tutmuştur ki, onların her biri bu eğitimin ayrılmaz parçalarından birini temsil etme noktasına gelmiş ve her birinin doldurul­maz bir yeri olduğunu kabul zorunlu olmuştur. Bunu söylerken, Kur'an'da tanıtılmış bulunan, "müellefetüt-kulûb", yani kalpleri İslam'a ısındırılmak üzere nimetlendirilen ve İslâm bünyesinde sayılan kişileri, sahabe kavramının dışında tuttuğumuzu bir kez daha belirtmek isteriz.

Kur'an tarafından bütün müminlerin anneleri olarak nitelendirilen [66] Peygamber hanımları, Allah Elçisi'nin sürekli beraberinde olmak ve ona sayısız hizmetler vermiş olmakla da seçkinleşmişlerdir. Fakat onların bütün yücelikleri bu kadar değildir. Onların her biri, daha başka meziyetlerle de İslâm'ın varlık yapısında bir yer tutmakta, birer sahabi olarak da, az önce işaret ettiğimiz "ayrılmaz parçalık" görevini yapmış bulunmaktadırlar. O halde, onların yücelik ve saygınlıkları, Peygamber eşi olmaya ilaveten, sahabilikle de taçlanmıştır.

Bu iki boyutlu üstünlüğe, Hz. Hatice ve Hz. Âişe gibi bazı mü'min anneleri daha başka meziyetler ilave ederek, Peygamber hanımları içinde de ayrı bir mevki sahibi olabilmişlerdir.

Hz. Hatice, Peygamber hayatındaki yeri, İslâm'ın yayılıp yerleşme sürecindeki hizmet ve yaşama çizgisi ile kendine has ve kimseyle paylaşılamayacak bir yere sahiptir.

Hz. Hatice'yi, bir Peygamber hanımı olarak, Hz. Âişe izlemektedir. İlave edelim ki, genel değerlendirme açısından geçerli olan bu tespit, özel bazı meziyetler bakımından Hz. Âişe lehine bir sıra değişikliğine sebep olabilmektedir. Bu özel meziyetleri biz, "Hz. Âişe'nin bilginliği ve öğreti­ciliği" şeklinde özetliyoruz. Alimlerin çoğunluğu, Peygamber evi hanım­ları arasında üstünlük bakımından önce Peygamberimizin kızı. Hz. Fâtıma'yı, sonra eşi Hz. Hatice'yi, daha sonra da öteki eşi Hz. Âişe'yi kaydederler. Bu üç seçkin kadının, üstünlük ve faziletleri ayrı ayrı anlatılmıştır. Faziletten maksat, ilmî seçkinlik, dinî hizmet, Hz. Peygamberin talimat ve tebligatım yaymak ise, bu hususta hiç kimse Hz. Aişe'ye denk olamaz." [67] Tarihe "Müslümanların annesi ve Son Peygamber'in eşi" olarak geçmiş bulunan Hz. Âişe, Arap Yarımadası'nm Mekke şehrinde doğup büyüdü. Annesi, Kinane soyundan Ümmü Ruman, babası Teym soyundan Ebu Bekir diye tanınan Abdullah, lakabı Sıddıka ve Hümeyra, unvanı Ümmül Müminîn'dir. Anne ve baba tarafından, Mekke'nin ileri gelen ailelerinden olan Âişe, yaşadığı kentin iffet, cömertlik, asalet ve bilgi ile seçkinleşmiş bir kişisi olan Ebu Bekir evinde doğup büyüdü ve bu evde, devrinin ve çevresinin en iyi terbiyesi­ni alarak yetişti. Bir rivayete göre İslam'ın zuhurundan dört yıl sonra, diğer bir rivayete göre ise çok daha önceki bir tarihte doğmuş olan Âişe, Son Peygamber'in ilk bağlıları arasına giren babasından, çok küçük yaşlarda İslâm terbiyesini de alarak yetişti.

Eşi Hatice'yi kaybeden Son Peygamber, kendisine hem ev işleri ve çocukların bakımında yardımcı olacak, hem de İslâm'a davet faaliyet­lerinde destek olacak eşlere ihtiyaç duydu. Bunun için, bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde'yi, öte yandan da en yakın arkadaşı ve iman dostu olan Ebu Bekir'in kızı Âişe'yi istetti. Ebu Bekir, kızını daha önce­den Mut'ım adlı bir hemşehrisinin Cübeyr adlı oğluna söz verdiğini, bu kişinin isteğinden vaz geçmesi halinde Hz. Peygamber'in isteğine olum­lu cevap vereceğini bildirdi. Esasen Mut'ım ailesi, bir Müslüman olan Ebu Bekir'in kızını almaktan vazgeçmişti. Bu aile putperest idi ve bu du. Burada onun tedlis yaptığı da söylenemez. Çünkü adını zikretmediği sahabeden biridir ve sahabenin âdil olduğuna dair icmâ vardır.

[68]

Bir başka itiraz: Hz. Ömer, Ebû Hureyre'yi hadis rivayetinden alıkoy­muş ve ona, "Ya Hz. Peygamber'den hadîs rivayetini bırakırsın, ya da seni Devs topraklarına sürerim" demiştir. [69] Ömer'in bu tutumu Ebû Hureyre'nin yalan söylediğini göstermektedir.

Buna şöyle cevap verilmiştir: Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'den naklet­tiği hadisleri halka öğretmeyi, ilmi gizlemenin günahından kurtulmak için, kendisine bir görev sayıyordu.[70] Bu anlayış onu çok hadis rivayet etmeye şevketti. Bir tek mecliste bile Hz. Peygamber'in birçok hadisini naklederdi. Fakat Hz. Ömer (r.a.), halkın herşeyden önce Kur'ân ile meşgul olmasını, amelle ilgili olanların dışında kalan hadisleri az rivayet etmelerini, halkı yersiz bir tevekküle götürecek ruhsat hadisleriyle, halkın anlayamayacağı müşkil hadisleri halka rivayet etmeyi uygun görmüyordu. Bu arada, çok hadis rivayet edenlerin, rivayet sırasın­da hata yapabileceklerinden ve benzeri şeylerden de endişe ediyordu. Bütün bu sebeplerle, Hz. Ömer sahabeleri çokça hadis rivayet etmekten alıkoymuş, Ebû Hureyre'ye de ağır konuşmuş ve onu Devs'e sürmekle tehdid etmiştir. Çünkü Sahabe içerisinde en çok hadis rivayet eden oydu. İbn Kesir bunu naklettikten sonra şöyle der: "Bildirildiğine göre Hz. Ömer (r.a.) daha sonra Ebû Hureyre'nin hadis nakletmesine izin vermiştir.”

[71]

Bir başka menfî tenkid: Ebû Hureyre'nin diğer sahabelerden daha çok hadis rivayet etmesini sağlayan şey, Hz. Peygamber söylesin veya söylemesin, helâl ve haramla ilgili olmayan, fakat güzel ahlâka teşvik, cennet ve cehennem haberleri gibi bütün güzel sözleri ona isnad etmeyi kendine caiz görmesidir. Onun bu konudaki dayanağı şu hadislerdir:

 

"Benden size hakka uygun bir söz ulaştığında, ben onu ister söylemiş olayım isterse olmayayım, onu alınız”

"Benim söylemediğim fakat benden size ulaştırılan güzel bir sözü, ben söylemişimdir.”

[72]

Buna verilen cevap şudur: Geç müslüman olmasına rağmen Ebû Hureyre'nin çok hadis rivayet etmesi, onların ileri sürdükleri sebeplere bağlanamaz. Bunun asıl sebebi, dünyadan el-etek çekip Hz. Peygamber'in toplantılarına katılması, savaşta ve savaş dışında onun yanından ayrılma­ması, hadisleri unutmaması için Hz. Peygamber'in duasını alması, Hz. Peygamber'in vefatından sonra elli yıl kadar daha yaşaması ve duymadığı hadisleri diğer sahabelerden alarak insanlara rivayet etmesidir.

[73]

Helâl ve haram dışındaki konularda Hz. Peygamber'e yalan isnad etmesini kendisi için caiz görmesi iddiası da geçersizdir. Çünkü o, "Kim kasden/bilerek bana yalan İsnad ederse cehennemdeki yerine hazır­lansın" hadisinin râvîlerinden biridir. Birçok toplantılarında hadis rivayet etmek istediğinde bu hadisi zikrettiği sabittir. Sahabeler, onun hadis rivâyetindeki üstünlüğünü kabul ettiler ve ondan hadis naklettiler. Hz. Ömer, Osman, Talha, İbn Abbâs, Aişe, Abdullah b. Ömer ve diğerleri (r.anhum) bunlardandır.[74] Bu da onların, Ebû Hureyre'nin güvenilirliği ve doğruluğu hususun­da ittifak ettiklerini gösterir. Diğer taraftan, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadislerin çoğunun, başka sahabeler tarafından da nakledildiği görülür.

[75]

Ebû Hureyre'nin dayandığım ileri sürdükleri hadislere gelince, bu hadisleri Ebû Hureyre rivayet etmemiştir. Aksine bunlar onun adına uydu­rulmuş sözlerdir. Bu hususta İbn Hazm şöyle demiştir: "Allah'tan kork­maz bazı insanlar birtakım hadisler rivayet ettiler. Bunların bazısı İslâm'ın temel prensiplerini geçersiz kılmakta, bazıları da Hz. Peygamber'e yalan isnat etmeyi mubah saymaktadır." İbn Hazm bu iki hadisi de, râvîlerinin çok zayıf olmasından ötürü geçersiz saymaktadır.

[76]

Macar asıllı ünlü müsteşrik yahudi Ignaz Goldziher de Ebû Hureyre'nin hadis uydurduğunu ve bunda hayli ileri gittiğini ileri sür­müştür. Böyle bir tenkid tümüyle bâtıldır, geçersizdir ve hiçbir haklı tarafı yoktur. Buhâri'nin söylediği gibi Ebû Hureyre'den sekizyüz âlim hadis rivayet etmiştir. O, sahabe ve muhaddisler nazarında sor derece güvenilir yüce bir şahsiyettir. İbn Ömer şöyle demiştir:

"Ebu Hureyre benden daha hayırlı ve naklettiğini daha iyi bilendir." Cennet'le müjdelenenlerden biri olan Talha b. Ubeydullah da:

"Şüpht yok ki Ebû Hureyre Hz. Peygamber'den bizim işitmediğimiz hadis­leri işitmiştir" demiştir. [77] Mervan'ın sekreteri Ebû Zualza'a da Ebû Hureyre'nin hadis rivayetinde ne derece güçlü olduğunu gösteren şu haberi nakleder: "Mervan, Ebû Hureyre'yi Saray'da hadis rivayet etmek için davet etmişti. Mervan beni divanın arkasına oturtmuştu ve ben de Ebû Hureyre'nin naklettiklerini gizlice yazıyordum. Ertesi yıl yine onu davet etti ve ondan hadis rivayet etmesi­ni istedi. Bana da bir yıl önceki yazdıklarımdan takip etmemi tenbih etti. Neticede, onun bir tek kelime bile değişiklik yapmadan rivayet ettiğini gördüm.”

[78]

Ebû Hureyre (r.a.)'a yapılan itirazların bir çoğu sünnet düşmanları tarafından yapılan itirazlardır. İslâm alimleri tarihi süreç içerisinde bun­lara cevap vermişlerdir. Merhum Mustafa Sıbâi'nin "es-Sünnetü ve Mekânetühâ fi't-Teşni'l-İslâmî" isimli eseridir. Ardından Abdulganî Abdulhak'ın "Hucciyyetü’s-Sünne"si, Muhammed Accac Hatîb'in, "es-Sünne Kable't-Tedvîn" vb. kitaplar birbirini takip etmiş, hattâ sadece Ebû Hüreyre'nin çok rivayet ediyor diye tenkid edilmesine karşılık, "Râviyetü'l-İslâm Ebû Hureyre" adıyla hususî kitaplar yazılmıştır.

Ebû Hureyre 78 yıl yaşadıktan sonra Hicrî 57/676 yılında Medine'de vefat etmiştir. Allahû Teâla, onun hizmet aşkından bizim hayatımıza izler düşürsün.

 

Hz. Ebu Katade

(r.anh)

 

Ebû Katâde (r.a.) Fâris-i Rasûlüllah Rasûlüllah'ın süvarisi lakabıy­la meşhur bir yiğit... Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizin Zû Kared gazvesinde özel iltifatına mazhar bir cengâver...

İsmi Haris, künyesi Ebû Katâde'dir Hazrec kabilesinin Seleme koluna mensuptur. Babası Rebi îbni Beldene, annesi Kebse binti Mazhar'dır. Ailesi, sahabe olan Sülafe binti Berrâdir. Bu zevcesinden Abdullah, Ma'bed, Abdurrahman ve Sabit adında dört oğlu dünyaya geldi.

Ebû Katâde ikinci Akabe bey'atinden sonra müslüman oldu. Bedir'den sonraki bütün gazvelere katıldı. Onun cesaret ve kahramanlığı Zû Kared gazvesinde baskıncı müşriklerin başkanı Mes'âde ile karşı karşıya geldiğinde bariz olarak görüldü. Bu karşılaşmayı kendisi şöyle anlatıyor:

"Medine'de bir at satın almıştım. Mes'ade atı görmüştü de bana: Ey Ebû Katâde! Bu atı niçin aldın diye sormuştu. Ben de:

"Rasûlüllah (sav)'in yanında bir cihad atı bulundurmayı istedim." demiştim. Mes'ade:

“Öldürmek, hiç de kolay olmayacak!" diye karşılık verince:

"Bu at üzerinde seninle karşılaşmayı Allah'dan dilerim." diye cevap verdim. Zû Kared mevkiinde baskıncı müşriklere saldırdığımız zaman yüzüme bir ok isabet etti. Oku ve demiri yüzümden çekip çıkardım tekrar saldıra­cağım zaman bana doğru bir atlı geldi. Miğferini kaldırıp yüzünü açtı ve

"Ey Ebû Katâde! İşte kavuştuk" dedi. Meğer Mes'adet'ül-Fezâri imiş.

Beni önemsemeyerek, çarpışmak mı yoksa güreşmek mi? Hangisini ister­sin diye sordu. Ben de:

“Bunu sana bırakıyorum” dedim.

“Öyle ise güreş!” dedi. Hemen atından indi kılıcını bir ağaca astı. Ben de atımdan inip kılıcımı başka bir ağaca astım. Sonra karşılıklı sıçraştık. Allahû Teâlâ kolaylık verdi de bir hamlede onu yere yıkıp göğsüne oturdum. O sıra başıma bir şey dokundu. Baktım ki Mes'ade'nin ağaca asılı kılıcı. Hemen uzanıp kılıcı aldım ve kınından sıyırdım. Seni sağ bırakmayacağım dedim. Mes'ade:

"Ey Ebû Katâde ne olur beni öldürme! Bizim küçükler kime kalacak?" diye yalvarmağa başladı. Fakat canına kastedene acımak olmazdı. Dolayısıyla onu öldürdüm. Kaftanımı da çıkarıp üzerine örttüm. Âtıma bindim ilerlerken, Mes'ade'nin kardeşi oğlunun üzerime geldiğini gördüm. Onu da mızrakla sırtından vurup yere yıktım.

İslâm süvarileri baskıncı müşrikleri bozguna uğratıp geri dönerken Sevgili Peygamberimiz de Zû Kared mevkiine gelmiş ve oraya karargâh kurmuştu. İki Cihan Güneşi efendimiz Ebû Katâde'yi görünce:

"Allah'ım onun saçma, derisine bereket ver. Onu zinde yaşat!" diye dua buyur­du. Ona:

"Mes'ade'yi sen mi öldürdün?" diye sordu. O da:

"Evet!" dedi. Fahr-i Kâinat efendimiz:

"Yüzüne ne oldu?" dedi. O da:

"Bir ok isabet etti Ya Rasûlallah!" dedi. Şefkat pınarı efendimiz:

"Yanıma yaklaş" buyurdu ve Ebû Katade'nin yarası üzerine püskürdü. Hiç bir ağrısı sızısı kalmadı. Ayrıca Mes'ade'nin atını ve kılıcını ona verdi. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz bir gün bir gece Zû Kared'de kaldı. Sabaha çıkınca;

"Bü gün süvarilerimizin hayırlısı Ebû Katade, yayalarımızın hayırlısı da Ebû Seleme oldu." buyurdu.

O, birçok seriyyelere iştirak etti. Hicretin 8. senesinde bir keşif kuvve­tinin başında Hadre tarafına gönderildi. Burada Gatafan kabilesi oturu­yordu. İkide bir müslümanîarın arazisine saldırıp yağma ederek rahatsız ediyorlardı. Ebû Katade (r.a.) bu kabileyi muhasara etti. Onları fena halde sıkıştırdı ve kaçırdı. Mallarını ganimet olarak aldı ve Medine'ye döndü. O, aynı senenin Ramazan ayında Batni Enam, Zi Hasab, Zi Merve taraflarına da gönderildi. O havalideki eşkiyayı temizleyerek huzur ve sükunu temin etti. Oradan da Mekke Fethine katıldı. Daha sonra Huneyn Gazvesine iştirak etti. Burada bir ara baş gösteren bozgun esnasında çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Herkesin takdirini kazandı. Tebük seferinde ve Veda haccında da bulundu.

Ebû Katade (r.a.) Rasül-i Ekrem (sav)'in sohbetlerinden aldığı feyz ile hayatını Allah yoluna adamıştı. Ondan 170 kadar Hadis-i şerif rivayet etmişti. Hadislerin nakil ve rivayeti konusunda çok titiz davranırdı. Bir gün oğlu Ma'bed aralarında Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu, böyle buyur­du diye konuşurlarken, babası bunları duydu. Yanlarına gelerek; "Siz ne konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Rasûlullah (sav)'in:

"Benim söylemediğimi bana atfedenler Cehennemde kendilerine yer hazır­lasınlar." buyurduğunu işittim” dedi.

O, İslâm kardeşliğini yaşama konusunda da çok titizdi. Kardeşliği bütün canlılığıyla yaşardı. O yüksek bir ahlâkî nezâkete sahipti. Kardeşlerinin yoluna bütün malını sarfedebilirdi. Malının kıymeti yoktu. Birgün bir cenaze getirildi. Rasûl-i Ekrem (sav) ölenin borcu olup olma­dığını sordu. İki dinar borcu olduğu söylenince karşılığında bir şey bırakıp bırakmadığım sordu. Bırakmadığı bildirilince:

“O halde götürünüz namazını siz kılınız” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Katâde (r.a.) derhal öne çıktı ve:

"Ya Rasûlallah Onun borcunu ödemeyi ben üzerime alıyorum." dedi. Ancak bundan sonra Rasûl-i Ekrem (sav) efendimiz kalkıp namazını kıldırdı. Sahabeler, ölülerini borçlu olarak defnetmiyorlardı. Zengin olanlar, zengin olmayanların borçlarını üstleniyorlardı. Ebu Katâde (r.a.) bu fedakârlardan birisidir.

O, bir muharebede ashâb-ı kiram su tedariki ile meşgul iken, kendisi Rasûi-i Ekrem (sav) efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Efendimiz hay­vanların üzerinde bir rahilenin içindeydi. Bir ara oturdukları yerde daldık­larından vücutları öne doğru biraz eğilmişti. Ebu Katâde yanlarına giderek vücutlarını doğrulttu. Biraz sonra mübarek bedenleri tekrar eğilmiş ve düşecek bir vaziyet almışlardı. Ebû Katâde tekrar koşarak Rasûl-i Ekrem (sav) efendimizi kaldırdı.

"Kimsiniz" diye sordu.

“Ebû Katâde'yim” dedim. Bunun üzerine:

"Yâ Ebâ Katâde! Sen Allah'ın Resulünü muhafaza ile meşgul oldun. Allahû Teâlâ da seni muhafaza eylesin." diye duâ buyurdu. Bugünde Rasûlullah (sav)'in sünnetlerini muhafaza ve müdafaa edenler aynı duanın teminatı altındadırlar. Rasûlüllah (sav)'in sünnetini muhafaza edenleri Allah da muhafaza eder.

Ebû Katâde (r.a.) bu dualar hürmetine yetmiş yaşlarında iken bile onbeş yaşında imiş gibi zinde ve diri idi. O dört halife devrini de yaşadı.

Hz. Ali (r.a.) zamanında Nehrevan seferinde kumandanlık yaptı. 674 m. senesinde Küfe'de vefat etti. Cenâb-i Hak'dan şefaatlerim niyaz ederiz. Amin.

[79]

Ebû Katâde (r.a.), cihadı sevdaya dönüştürmüştü. Cihad için hazırlık yapıyordu. Heran gelecek cihad emrine hazırlanıyordu. Sahabenin yolun­da yürüyen müslüman cihada hazırlıklı olan müslümandır. Sahabeler, cihaddan geri kaimayı zillet cümlesinden sayıyorlardı. Çünkü sahabe fıkhında terk-i cihad, zilletin garantisi kabul edilmiştir. Onlar için "Ricalim Havle Rasûl/Rasûl etrafındaki adamlar" tabiri kullanılır. Yani Rasûlüllah (sav)'in etrafmda pervane olup onu savunanlar, onunla birlik­te Allah'ın davasının hakimiyeti,için savaşan yiğitlerdir.

 

Hz. Ebu Lubabe

(r.anh)

 

İslâm'ın nurunu söndürmek isteyen Mekkeli müşriklere karşı hazır­lanan mücâhid ordusunda az sayıda deve vardı. Bu sebeple bir deveye üç sahabe nöbetleşe biniyordu.

Rasûlüllah efendimiz de Ebû Lübâbe ve Hz. Ali ile bir deveye sırayla bineceklerdi. Deveye ilk olarak Rasûlüllah (sav) efendimiz binmiş idi. Her ikisi de Rasûlüllah (sav)'ın deveden inmemesini ve haklarım seve seve vermeyi arzu ediyorlardı. Kendilerinin binip, Rasûlüllah (sav)ın yürümesini içlerine sindiremiyorlardı.

Nitekim yaya yürüme sırası Rasûlüllah efendimize geldiğinde ikisi bir­den şu teklifi yaptılar:

“Yâ Rasûlallah! Siz inmeyin, biz yaya yürüyebiliriz.”

Onların bu samimî ve içten tekliflerine Rasûlüllah efendimiz şu cevâbı verdiler:

 

“Siz yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. Ayrıca benim de sizin kadar sevaba ihtiyâcım var.”

Ebû Lübâbe, cihâd aşkıyla yanıyor, müşriklerle bir an önce karşılaş­maya can atıyordu. Henüz düşmanla karşılaşmadan Rasûlüllah efendimiz Ebû Lübâbe'yi kendi yerine vekil olması için Medine'ye gönderdi. Ora­daki vazifesi kadın ve çocukları korumaktı.

Ancak Rasûlüllah efendimiz, Bedir'de kazanılan ganimetlerden ona da pay verdi.

Peygamber efendimizle, Benî Kurayza Yahudileri arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde

Müslümanlarla beraber, Medine'yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nazik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar. Peygamber efendimizin, durumu araştırmak ve sulh için gönderdiği heyete de hakarette bulundular. Bununla da yetin­meyip, Medine üzerine baskınlar düzenlediler. Müslümanları öldürmeye teşebbüs ettiler.

Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kurayza Yahûdîlerini hayâl kırıklığına uğrattı. Endişeyle Medine'ye iki saatlik mesafede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı.

Peygamber efendimiz, Hendek'ten dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhları çıkardı. O sırada Cebrail aleyhisselâm geldi. Sarığının.ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhtan gömlek vardı.

“Ey Allahın Rasûlü! Silahlarınızı çıkardınız mı? Vallahi biz daha silahlarımızı çıkarmadık. Düşman sana geldiğinden beri melekler silâh­larını çıkarmadılar. Kalk, silâhını kuşan ve onların üzerine yürü,” dedi. Peygamberimiz sordular:

“Kimin üzerine yürüyeyim?” Cebrail aleyhisselâm da;

“İşte oraya,” diyerek eliyle Benî Kurayza tarafını gösterdi. Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“Ashabım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenseler nasıl olur?”

“Yâ Rasûlallah! Allahû Teâlâ, hemen Benî Kurayza kabilesi üzerine yürümeni emrediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklerle beraber, Kurayza Yahudilerinin kalelerine gidiyorum. Allahû Teâlâ onları helak edecektir.

Peygamber efendimiz, Cebrail aleyhisselâm Allahû Teâlâ'nın emrini bildirip gidince, Bilâl-i Habeşî'ye;

“İşitip, itaat eden kişi, ikindi namazını Benî Kurayza yurdundan başka yerde kılmasın,” diye seslenmesini emretti.

Peygamber efendimiz ve Ashâb-ı kiram silahlandılar. Cebrail aley-hisselâmm izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza Yahûdîlerinin olduğu yere geldiler. Kalelerin çok yakınma kadar yaklaştılar. Benî Kurayza Yahudileri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahudiler, Peygamber efendimizden, görüşmek ve danış­mak üzere Ebû Lübâbe'yi kendilerine göndermesini istediler.

Ebû Lübâbe'nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kurayza yurdunda idi. Rasûlüllah efendimiz Ebû Lübâbe'yi çağırdı ve buyurdu ki:

 

“Yahudilerin yanına git! Onlar Evsliler arasından seni istediler.”

Rasûlüllah efendimiz ayrıca Ebû Lübâbe'ye, onların yanına vardığında nasıl davranacağını da gösterdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmaya çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahudiler, Ebû Lübâbe'ye dediler ki:

“Ey Ebû Lübâbe! Muhasara bizi mahvetti. Muhammed müsaade etse de buradan çıkıp, Şam'a veya Hayber'e gitsek, bizim çarpışmaya gücümüz yok. Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak? Bize teslim olmayı tavsiye eder misin?” Ebû Lübâbe de şöyle cevap verdi:

“Evet, teslim olmanızı tavsiye ederim. Böyle söylerken elini boğazı­na götürerek, teslim olurlarsa boğazlarının kesileceğini ifâde eden bir işaret yapmıştı.” Ebû Lübâbe diyor ki:

“Vallahi onların yanından henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allah'a ve Rasûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamışdım.”

Ebû Lübâbe, salahiyetli olmadığı veya gizli kalması gereken bir şeyi söylemişti. Ancak bir kere ağzından çıkmıştı.

Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medine'ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı.

“Allahû Teâlâ kalbimi biliyor. Bana hakîkî bir tevbe ihsan edinceye kadar vallahî ben Rasûlüllah (sav)'ın yüzüne de bakarnam. Allahû Teâlâ işlediğim günâhtan tevbemi kabul etmedikçe bu yerimden ayrılmıyacağım,” diye yemin etti.

Ebû Lübâbe'nin düştüğü bu hatâ ile ilgili olarak şu mealdeki âyeti ker­ime nazil oldu:

“Ey îmân edenler, Allaha ve Rasûlüne hainlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hainlik etmeyin.”

[80]

Ebû Lübâbe, Rasûlüllah (sav)'ın muhterem hanımlarından Ümmü Seleme'nin Mescid-i Nebeviye açılan kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemeyecek hâle gelmişti.

Ebû Lübâbe, yaptığına pişman olup kendini direğe bağlattığı sırada, Müslümanlar onun bu hâlinden habersiz, Yahudilerin kalesinden dön­mesini bekliyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihayet durumdan haberdar olunup, Rasûlüllah (sav)'e arz edildi. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

“Eğer doğruca yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahû Teâlâ'dan di­lerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahû Teâlâ tevbesini ka­bul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım.”

Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı kalarak altı gece kaldı. Her namaz vaktinde hanımı tarafından bağlan çözülür, namazını kıldıktan sonra, tekrar direğe bağlanırdı.

Peygamber efendimiz Ümm-ü Seleme'nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe'nin tevbesinin kabul olduğuna dâir âyet-i kerîme nazil oldu. Âyet-i kerîmede Allahû Teâla buyuruyor :

“Onlardan diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler ve önce yap­mış oldukları iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü amel ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafurdur, Rahimdir.”

[81]

Ümm-ü Seleme validemiz, seher vakti Peygamber efendimizin güldüğünü işitince sordu:

“Niçin gülüyorsunuz yâ Rasûlallah!”

 

“Ebû Lübâbe'nin tevbesi kabul olundu.”

“Müjdeleyeyim mi yâ Rasûlallah?”

 

“Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele!”

Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe'ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabul etmedi. Dedi ki:

“Vallahi Rasûlüllah efendimiz bizzat eliyle beni bırakmadıkça buradan ayrılmam.” Peygamber efendimiz de namaza giderken, uğrayıp salıver­diler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi, izi kolların­da kaldı. Ebû Lübâbe hazretleri bu hâdise ile ilgili olarak şöyle anlatır:

Benî Kurayza Yahudilerini kuşatmıştık. O zaman bir rü'yâ gördüm. Şöyle idi: Kurayza Yahudileri, çok pis kokan bir kara balçık hâline gelmişler! Onlardan uzaklaşma imkânım da yoktu. Az kalsın, onların o kötü kokularından ölecektim. Sonra, akan bir nehir gördüm, onda yıkandım. Tertemiz oldum. Güzel bir koku da süründüm.

Rü'yâmı Hz. Ebû Bekir'e anlattım. O rü'yâmı şöyle tabîr etti:

“Dilin tutulacak, çok sıkıntılı bir işe gireceksin. Fakat kurtulacaksın.” Direkte bağlı olduğum zaman Ebû Bekir'in sözü aklıma geldi.

Tevbemin kabul olacağına dâir âyet ineceğini ümit etmiştim.

Ebû Lübâbe bu günâhın işlendiği, Benî Kurayza yurduna dönmek istiyordu. Hâlbuki Allah ve Rasûlüne karşı günâh işlediği bu memlekete bir daha hiç girmeyeceğine dâir yemin de etmişti. Durumu Rasûlüllaha arz etti. Allah ve Rasûlü uğrunda, bütün malını bile verebileceğini söyle­di. Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“Malının üçte birini vermek senin keffâretine yeter.”

Hz. Ebû Lübâbe, malının üçte birini ayırıp, verilmesi gerekli kimselere dağıttı. Ondan sonra, vefat edinceye kadar kendisinden hayırdan başka bir şey görülmediği bildirilmiştir.

[82]

Müslüman nefsinin savcısı, din kardeşlerinin de savunucusudur. Ebû Lübâbe (r.a.)'in bizlere öğrettiği şey, hesaba çekilmezden önce kendimizi hesaba çekmemizdir.

Allah yolunda kendi nefislerini hesaba çekmeyenler, başkalarını hesaba çekemezler. Nefis muhasebesinde bulunmayanlar, Allah yolunda yarışıp birbirlerini geçemezler. Hayatlarını Allah'ın şeriatinin denem-timine açmayanlar, şeytana kaçanlardır. Sahabelerin fıkhı, nefisten, şey­tandan, tağuttan Allah'a kaçmanın, O'na sığınıp iltica etmenin bilgisidir. Dolayısıyla sahabe fıkhını ihya edenler, tağuti ilkelerden, rejimlerden ayrılanlardır.

 

Hz. Ebü Musa El-Eş'arı (r.anh)

 

Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) hicrî takvimin tesbitine vesile olan bir sahabî... Kur'an-ı Kerim'i bizzat Rasûlüllah (sav)'den öğrenerek'ezber­leyen bir hafız... Uzun yıllar idarecilik yapmasına rağmen dünya malına iltifat etmeyen bir zâhid vali... Yemen'in Zebid şehrinde oturan, Eş'ar kabilesindendir. İsmi Abdullah'dır. Ebû Musa künyesiyle meşhur olmuş­tur. Babası Kays, annesi Zabye binti Vehb'dir. İslâm'a girişini kendisi şöyle anlatır: "Biz Yemen'de iken son peygamberin geldiği ve halkı İs­lâm'a davet ettiği haberi bize ulaştı. Ben ve iki ağabeyim, Eş'arî kabilesin­den elli iki kişilik bir heyetle birlikte Rasûlüllah (sav)'i görmek için bir gemiye binerek yola çıktık. Hava muhalefeti sebebiyle gemi bizi Habeşistan'a çıkardı. Orada Ca'fer İbni Ebî Tâlib (r.a.) ile buluştuk. Yeni din ve Peygamber hakkında ondan bilgiler aldık. Ve orada müslüman olduk. Kendilerini buraya Rasûlüllah'ın gönderdiğini söyleyen Ca'fer (r.a.) bizim de bir müddet burada kalmamızı istedi. Bizler de onlarla bir­likte Habeşistan'da oturduk. Daha sonra Rasûlüllah (sav)'in müsaadesiyle Habeş hükümdarı Necâşî bizi Medine'ye gönderdi." Bu kafilenin Medine'ye gelişi sırasında Rasûlüllah (sav) Hayber fethinde bulunuyordu. Efendimiz bu savaşta bulunmayanlara hisse vermediği halde Eş'arîlere ganimetten hisse verdi. Onlara yufka yürekli insanlar diye iltifat etti.

Ebû Musa Hayber'in fethinden sonra yapılan bütün gazve ve seriyyelere katıldı. Huneyn Gazvesinde bozguna uğrayan düşman asker­lerini takip etmekle görevlendirilen amcası Ebû Âmir el-Eş'arî kuman­dasındaki birlikte o da vardı. Amcası şehid düşerken kumandayı Ebü Musa'ya bıraktı. Evtas zaferini kazanan Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) Medine'ye döndü. İki Cihan Güneşi efendimizin huzuruna vardı. Durumu arz etti: Efendimiz her iki kumandana da duâ etti. Ebû Musa'ya da:

“Allahım! Abdullah İbni Kays'ın mgünahını affeyle ve kıyamet gününde ona en güzel makamı ver." diye dua buyurdu.

O, Rasûlullah (sav) efendimiz zamanında Yemen'in Zebid, Aden, Me'rib ve sahil taraflarının zekâtını toplamakla görevlendirildi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde de orada kalan Ebû Musa (r.a.) dinden dönen Esved el-Ansî ile mücâdele etti. Daha sonra Medine'ye döndü. Kur'an-ı Kerîm'in kitap haline getirilmesinde büyük hizmetleri oldu.

O, Kur'an-ı Kerim'i bizzat Rasûlüllah'dan öğrenerek ezberleyen sayılı sahabelerden biridir. Güzel sesliydi. Kur'an okuyuşu herkesi hayran bırakırdı. Dinleyeni titretip sarsan bir sesi vardı. Evinin önünden geçerken okuyuşunu işitenler onu durup dinlemeden geçemezlerdi. Bir gece Rasûl-i Ekem (sav) efendimiz Aişe (r.anha) annemizle bir yere gidiyorlardı. Ebû Musa'nın evinin hizasına gelince durdular. İçerden tatlı tatlı okuyuşunu dinlediler. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Efendimiz sabahleyin onu görünce akşamki hadiseyi anlattı ve

"Buna Davud'unkine benzer güzel bir ses verilmiştir." buyurarak ona iltifat etti. O, Resûl-i Ekrem (sav) efendimizin sağlığında fetva verenlerdendi. Saftan İbni Süleyman bu konuda: "Rasûlüllah zamanında Hz. Ömer, Hz. Ali, Muâz b. Cebel ve Ebû Musa el-Eş'ari (r.anhüm)den başkası fetva vermezdi." diyor. Onun verdiği fetvalar küçük bir cüz hacminde idi. Kendisi fetva konusunda: "Gerçek, gün ışığı gibi ortaya çıkmadan bir hâkimin hüküm vermesi doğru değildir." derdi.

Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.), uzun yıllar idarecilik yaptı. Dünya malına hiç iltifat etmedi. O, zühd ve takvâsıyla şöhret buldu. Etrafındakilere hep iki Cihan Güneşi Efendimizin zamanında yaşadıkları mütevazı hayatı, ihlâs ve samimiyeti, sâde yaşamanın güzelliğini anlatırdı. Ne olursa olsun her konuda ihlâs gerektiğini, Allahû Teâlâ'dan çok korktuğunu söylerdi. Her an son nefesini düşünürdü. Son nefesini imanla vermek onun en büyük gayesiydi. Yakınları onun bu haline bakar ve: "Kendine biraz acısan" derlerdi. O da şöyle karşılık verirdi. "Atlar koşuya çıktığı vakit, son noktaya gelesiye kadar nasıl bütün güç ve kuvvetlerini kullanır­sa, ben de son nefesimi imanla veresiye kadar bütün gücümü kullan­mak mecburiyetindeyim." derdi. İşte hüsn-i hatime endişesi buna der­ler. Yani son nefesi iman ile verme endişesi. Bu sahabenin tamamında var olan bir endişedir. Bunun için onlar salih amellerini kesintiye uğrat­mamışlardır.

Onun en belirgin vasıflarından biri de son derece haya sahibi olup edepli olmasıydı. Yıkanırken dahi Allahû Teâlâ'dan haya edip karanlıkta iki büklüm olarak yıkandığını söylerdi. Talebelerine yumuşak huylu olmayı tavsiye ederdi. Onları Allah korkusundan ağlamaya teşvik ederdi. "Ağlayamıyorsanız ağlamaya gayret edin. Zira Cehennem ehli göz pınarları kuruyuncaya kadar ağlayacak. Sonra içinde gemiler yüze­cek kadar kanlı yaşlar dökecekler" derdi.

Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) Hz. Ömer (r.a.) devrinde Basra valiliği ve kadılığına tayin oldu. Valiliği esnasında, Nusaybin, Dinever, Kum gibi birçok şehrin fethinde önemli hizmetleri oldu. Ahfaz ve İsfahan'ı aldı. Tüster'de İran'ın meşhur kumandanı Hürmüzan'ı esir aldı ve halifeye gön­derdi. Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) onu, Ammar b. Yâsir (r.a.)'dan boşalan Küfe valiliğine tayin etti. Hz. Osman (r.a.) devrinde de aynı va­zifeye devam etti. Bu arada Kur'an ve fıkıh dersleri verdi. Cemel vak'asında tarafsız kaldı. Sıffınde Hz. Ali (r.a.)'in vekili oldu. Hakem olayında sulh için çok gayret etti. Sonunda yapılanlara üzülerek tamamıyle uzlete çekildi.

O, valiliği esnasında hicrî takvimin tesbit edilmesine vesile oldu. İslâm takvimini yazılarında ilk defa o kullandı. Hz. Ömer (r.a.)'a bu konuda bir mektup yazarak: "Bize tarihsiz mektuplar gönderiyorsunuz." diye uyardı. Hz. Ömer (r.a.) da derhal bir şûra toplayarak hicreti tarih başlangıcı olarak kabul etti.

İslâm kendi nevi şahsına münhasır bir sistemdir. Onun oluşturduğu toplum, diğer toplumlardan farklıdır. Çünkü İslâm toplumu, küfrü mahkûm edip İslâm'ı hakim kılan toplumdur. İslâm toplumunda cahili toplumların değer yargılan yerine, bizzat İslâm dininin emredip tavsiye ettiği değer yargıları geçerlidir.

İslâm dininden kaynaklanan değer yargılarının geçerli olduğu bir İslân' toplumunu oluşturmak, cahiliyyenin kalıntılarına karşı onu korumaya çalışmak, sahabe fıkhındandır. İşte Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.), bu işin kav­gasını verenlerdendir. Müslümanların emirinden aldığı meşru talimatlar harfıyyen uygulamıştır. Şer'i otoriteyi hiçe sayarak iş yapmamıştır Sahabelerin işleri, istişare ile yürüyordu. Onlar istişaresiz iş yapmay bereketsiz ve hayırsız sayarlardı.

Ebû Musa el-Eş'arî (R.a.)'in 360 hadis-i şerif naklettiği ve 662 m. tari­hinde vefat ettiği rivayet edilir. Vefatının Kûfe'de mi? Mekke'de mi? olduğu ihtilaflıdır. Cenâb-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

[83]

Müslüman, şer'i otoriteye bağlandıkça ve bağlı kaldıkça değer kazanır. Şer'i otoriteye bağlı kalmayı gereksiz görenlerin her hangi bir değerleri olmaz. Şer'i otorteden uzak düşen esaretin ve köleliğin içine düşer.

 

Hz. Ebu Rafi

(r.anh)

 

Ebu Rafı aslen Mısırlı olup, Resul-i Ekrem (sav)'in amcası Hz. Abbas'ın kölesi idi. İslâm’ın ilk zamanlarında Müslüman olmasına rağmen, müşriklerin kötülük yapmasından çekindiği için, Müslümanlığını açığa vurmamıştı. Çünkü Mekkeli müşrikler, köle gibi kimsesiz olanlara daha fazla işkence yapıyorlardı. Ebu Rafı Bedir savaşma kadar, Mekke'de kaldı.

Bedir savaşı olmuş, müşrikler mağlup olarak Mekke'ye dönmüşlerdi. Ebu Rafı, bu sırada Zemzem kuyusunun yanındaki odasında kendi işi ile uğraşıyordu. Yanında Hz. Abbasın hanımı Ümm-i Fadl da vardı.

Ümm-i Fadl da Müslüman idi. O da Müslümanlığını gizliyordu. Müslümanların, Bedir'de, müşrikleri büyük bir hezimete uğrattıklarını duyunca, çok sevinmişlerdi. Ebû Rafı ile Ümm-i Fadl bu sevinçli haber­den konuşuyorlardı. Bu sırada oraya Ebû Leheb gelince, konuşmalarını kestiler. Ebu Leheb, Bedir savaşma gitmemiş, yerine As bin Hişam bin Muğireyi göndermişti. O zamanın adetine göre harbe gitmeyen bir kimse, yerine başkasını göndermesi gerekiyordu.

Ebu Leheb gelince, kendisine Kureyşin mağlubiyet haberini verdiler. Bunun üzerine, Ebû Leheb orada bir yerde oturdu. Ebû Rafı ile Ebû Lehebin sırtları birbirine dönük bir vaziyette idi. Ebu Leheb otururken, Ebû Süfyan da Bedir'den dönmüştü. Bunu görenler dediler ki:

“İşte Ebû Süfyan geldi!” Ebû Leheb, Ebû Süfyana seslendi:

“Ey kardeşimin oğlu! Yanıma gel!” Ondan, Bedir harbi hakkında bilgi almak niyetiyle sordu:

“Anlat bakalım, nasıl oldu?” Ebû Süfyan orada bir yere oturdu. Birçok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyan şöyle anlattı:

“Hiç sorma, Müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Vallahi ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada öyle kimselerle karşılaştık ki, yer ile gök arasında siyah-beyaz atlar üzerinde beyazlara bürünmüşlerdi.”

Sessizce onları dinlemekte olan Ebu Rafı, birdenbire,

"Vallahi onlar meleklerdir" deyiverdi. Ebû Leheb, Ebû Râfiy’e şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Onu bir hayli dövdü. Bunun üzerine, orada bulu­nan Ümmü Fadl, bir sopa ile şiddetle Ebû Lehebe vurdu ve dedi ki:

“Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün, değil mi?”

Ebû Leheb, başına yediği sopa ile zelil, hakir ve horlanmış bir vaziyette dönüp, gitti. Yedi gün geçmişti ki, Allahû Teâlâ ona, kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalık, onun ölmesine sebep oldu. Oğulları, onu, iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Sonunda halkın ayıplaması üzerine, yanma yaklaşmadan, uzaktan üzerine su serpip kenar bir yere gömdüler.

Ebû Rafı, Bedir savaşında esir olan Hz. Abbasın fidyesini getirdi. Bundan sonra Hz. Abbas onu Peygamber efendimize bağışladı. Ebû Râfi bundan sonra bir daha geri dönmeyerek, daima Peygamber efendimizle beraber oldu. Rasûlüllahm himayesinde olup, devamlı sohbetinde bulu­nan Ashâb-i Suffe arasına katıldı.

Resui-i Ekrem'in, mübarek hanımlarından olan Mâriyeden, İbrahim ismindeki oğlunun dünyaya teşrifinde, Ebû Râfi'nin hanımı Selma, ebelik yapmıştı. Ebû Rafı (r.a.) Resul-i Ekrem'e müjde haberini getirdiğinde, Peygamber efendimiz, onu azat etmiştir.

Resûl-i Ekrem efendimiz, onu, Selma ismindeki cariyesi ile evlendir­di. Ondan, Ubeydullah adında bir oğlu oldu. Bu oğlu büyüyünce, Hz. Alinin kâtibi olma şerefine kavuştu.

Ebû Rafı, azat edildiği zaman ağlamış ve demişti ki:

“Ya Rasûlallah! Beni bırakıyorsunuz, ama bundan sonra da yanınızda kalacağını.”

Hür iken de Rasûlüllah (sav)'den ayrılmamış, harp ve sulh zaman­larında da, Resul-i Ekrem'in hizmetinde bulunma nimetine kavuşmuştur.

Seferlerde Rasûlüllah (sav)'ın çadırını o kurardı.

Peygamber efendimiz Erkam bin Ebil-Erkamı, zekât memuru olarak bir bölgeye göndermişti. Hz. Erkam, Ebû Râfı'ye dedi ki:

“Bana bu işte yardımcı olursan, sana, toplanan zekâttan, toplayanlara ne verilirse, sana da o kadar veririm.” Ebu Rafı bunu Rasûlüllah'a arz edince, buyurdu ki:

 

“Ya Eba Rafı! Biz Ehl-i beytteniz. Onun için bize sadaka yani zekât helal değildir. Kavmin kölesi, kendilerinden sayılır.”

Ebu Rafı, Uhud ve Hendek savaşlarına katılmış, Hz. Alinin kuman­dasında Yemene gönderilen seriyyede bulunmuş, bu seriyyede Hz. Aliye yardımcılık vazifesi yapmıştır. Hz. Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan savaşlarda bulunup, Hz. Ömer devrinde de fetihlere katılmıştır.

Ebû Râfi, Hz. Osman'ın zamanında, kendi hâlinde, sakin bir hayat yaşamış, ilimle meşgul olup, pek çok talebe yetiştirmiştir. 660 yıllarında vefat etmiştir.

Ebû Râfi; Resul-i ekremin sünnet-i seniyyesini ve yüksek ahlâkını çok iyi bilirdi. Ashâb-ı Kiram, ondan bu konuda çok istifade etmişlerdir. Hatta İbni Abbas bir kâtip tutup, onun bu hususta verdiği bilgileri yazdırmıştır. 68 hadis-i şerif rivayet etmiştir.

[84]

Ebû Râfi, bir hareket ve bereket insanıdır. Kendini imanın içinde bul­muştur. Kalbindeki imam Hz. Ebû Râfi (r.a.)'ı hareketli ve bereketli hale getirmiştir. Mü'min insan, dünyanın neresinde olursa olsun, gücünü kalbindeki imanından alır. Çünkü mü'min insan için iman en büyük ener­ji kaynağıdır. İmandan kaynaklanmayan enerjiler, tükenmeye mahkûm­dur.

Sizi harekete geçiren imanınız değilse, siz tükenmeye mahkûmsunuz. Tükenmeyen, Allah yolunda tökezlenmeyen mü'min, gücünü imanından alan mü'mindir. Sahabenin fıkhına göre mü'min insan ancak imanından aldığı enerji miktarınca hareketli ve bereketli olur.

Dinleri ve imanlarıyla mesafeli hale gelenlerin hareket ve bereketleri olmaz. Hareketsizlik ve bereketsizlik dinden ve imandan uzaklaşmayla doğru orantılıdır.

 

Hz. Ebu Saıd El Hudrı

(r.anh)

 

Ashâb-ı kiram’ın fakihlerinden biri. Sa'd b. Mâlik b. Sinan b. Ubeyd, Adiyy b. Neccâr kabilesindendir. Babası, Medine'de  İslâm'ın tebliği başladığında müslüman olmuş, Ebû Said müslüman bir ailede dünyaya gelmiştir.

Ebû Said el-Hudrî, Rasûlüllah'ın hadislerinden binden fazla rivayet eden Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Ümmü'l-Mü'minin Âişe, Abdullah b. Abbâs, Cabir b. Abdi İlah el-Ensârı, ile birlikte Muksirun adı verilen sahabelerden biridir. Bu yedi sahâbî, onaltıbinden fazla hadis rivayet etmiştir. Ebû Sâid el-Hudrî bin yüz yetmiş hadis rivayet etmiştir. Bunlardan krrküç tanesi Buhâri ve Müslim'de yirmi altısı yalnız Buhâri'de, elliikisi yalnız Müslim'de, diğerleri öteki hadis kita­plarında bulunmaktadır.

[85]

Ebû Sâid, Medine'de Mescid'i Nebevî'nin inşasına katılmış, Bedir gazasında küçük olduğundan bulunamamış, onüç yaşında Uhud gazasına babası ile katılmış ve bu savaşta babası Mâlik şehid olmuştur. Babasmm ölümünden sonra ailesinin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bağlamıştır. Ailenin kadınları, "Kalk da Rasûlüllah'a git, ondan bir şey iste, herkes istiyor" dediklerinde önce gitmemiş, sonra Rasûlüllah'ın huzuruna gittiğinde onun şu hutbeyi irâd ettiğini görmüştür

: "İstiğna gösteren ve İffeti muhafaza eden İnsanları Cenâb-ı Hak âlemden müstağni kılar." Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatır: "Rasûl-i Ekrem'den bir şey dilemeyerek döndüğüm halde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensar içinde biz­den daha zengin bir kimse yoktu.”

[86]

Ebû Said, Benû Mustalik ve Hendek gazalarına da katılmış, seferlere çıkmıştır. Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi, Huneyn, Tebük gazaların. Osman İbni Affan'a gittim. Onu hüzünlü gördüm. Üzüntüsünü gider­mek ve teselli etmek için ona Hafsa'dan bahsettim. İstersen Hafsa'yı sana nikâhlıyayim dedim. Osman birden cevap veremedi. Hemen evet diyeme­di. Biraz düşünmek için zaman istedi ve Hele bir düşüneyim dedi. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra karşılaştığımızda, şimdilik evlenemiyeceğim diye Özür diledi.

Hz. Ömer aynı teklifi Hz. Ebûbekir (r.a)'a yapmayı düşündü. Onunla karşilaştığında: "İstersen sana kızım Hafsa'yı nikahlıyayım" dedi. Hz. Ebûbekir de sustu. Ağzını açıp da bir söz söylemedi. Hiçbir cevap ver­medi. Bu sebeple ona, Osman'a gücendiğinden daha fazla kızdı.

Hz. Ömer (r.a) iki samimi arkadaşından müsbet bir cevap alamayınca canı sıkıldı, içerledi. Üzüntülü bir şekilde Rasülullah (sav)'in huzuruna girdi ve şöyle dedi:

"Yâ Rasûlallah! Ben Osman'a şaşıyorum. Hafsa'yı ona nikahlamak istedim de yanaşmadı."

Ebûbekir de öyle...

İki Cihan Güneşi Efendimiz Ömer'e tebessüm ederek:

“Yâ Ömer! Hafsa, Osman'dan, Osman da Hafsa'dan daha hayırlı birisiyle evlenecek­tir,” buyurdu.

Hz. Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman'dan daha hayır­lı damat kim olabilirdi? Merak içerisinde aradan yine birkaç gün geçti. Nebiyy-i Ekrem (sav) Efendimiz Hafsa'ya tâlib oldu. Hz. Ömer (R.a)'a:

“Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikâhlarım,” buyurdu.

Hz. Ömer bu müjdeye çok sevindi. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu haberle Hafsa'yı kendisine Allah'ın nikahladığını anlatmak istiyordu. Bunun üzerine kısa zamanda düğün hazırlıkları tamamlandı. Hicretin üçüncü yılında şaban ayı içerisinde Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem (sâv) Efendimizle nikahlanarak mü'minlerin annesi olma şerefine erdi.

Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz bu nazikâne teşebbüsü ile üç büyük sahabesi arasındaki dostluğu, kardeşliği, din bağını hısımlıkla, akrabalık­la daha da kuvvetlendirmiş oldu. Âişe'yi nikahlayarak Hz. Ebûbekir (R.a)'i Hafsa'yı nikahlayarak da Hz. Ömer (R.a)'i taltif etti. Onları kendine kayınpeder, kızlarını da mü'minlerin anneleri olma bahtiyarlığı­na kavuşturdu.

Hz. Ebûbekir (R.a) kendine teklifte bulunan Hz. Ömer'e müsbet-menfi bir cevap veremediği için üzülüyordu. Fakat başka çaresi de yoktu. Çünki bir sırrı muhafaza etmesi gerekiyordu. Hz. Hafsa ile Fahr-i Kâinat (sav)'in evleneceğini biliyordu. Bunu söylemek emanete ihanet olacaktı. Bu sebepten sükût etti. Nikâh kıyıldıktan sonra Hz. Ömer (R;a)'a gelerek özür diledi ve durumu şöyle izah etti:

“Hafsa'yla evlenmemi istediğin, benim de sana cevap vermediğim zaman herhalde bana gücenmişsindir.” dedi. Hz. Ömer de:

“Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû bekir (R.a) şunları söyledi:

“Bana bu konuyu açtığında sana bir cevap vermeyişimin sebebi, Rasülullah (sav)'in Hafsa ile evlenmekten söz etmesidir. Elbette onun sır­rını ifşa edemezdim, şayet Nebiyy-i Muhterem, Hafsa ile evlenmekten vazgeçseydi, elbette onunla evlenirdim diyerek onu teselli etti.

“Ne nezâket!.. Ne edeb!.. Ne sır, saklayıcılık!.. İşte İslâm edebi!... Emanet bir sır... Sükût bir hazinedir... Emanete riâyet ve sükûtu ihtiyar etmek ise insanın emniyeti ve süsüdür...

Hz. Hafsa (R.anhâ), Rasülullah (sav)'ın evine Şevde ve Aişe (R.anhümâ) annelerimiz varken gelin olarak geldi. O, İki Cihan Güneşi Efendimizin saâdethânelerine geldiğinde yirmi yaşlarındaydı. Şevde (R.anhâ) annemiz Âişe (R.anhâ) gibi onu da büyük bir gönül rahatlığı içinde karşıladı. Her ikisine de hizmet etti. Hafsa (R.anhâ) da gençti. Bilgili ve onurluydu. Özü sözü birdi, iradesi kuvvetliydi. Hâne-i saadette iki genç annemiz olmuştu, ikisi de Efendimize hizmet etme yarışında gayretlerini esirgemiyorlardı. Son derece nâzik davranıyorlardı. Sevgi ve hürmette kusur etmemeye çalışıyorlardı. Fahr-i Kâinat (sav) efendimiz de iki aziz arkadaşlarının kızları olmaları sebebiyle gücünün yettiğince onlara müsamaha ile davranıyordu. Kadınlık zaafıyetlerini, gençliklerini göz önüne alarak daha merhametli, daha şefkatli muamele ediyordu. Fakat beşer olarak sıkıntılı zamanlar da geçiriyordu, şöyle ki: Bir gün Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz Zeynep binti Cahş (R.anhâ) annemizin evinde bal şerbeti içmişti. Biraz da yanında fazla kalmıştı. Bu durum iki genç annemizin dikkatlerini çekti ve aralarında anlaşarak. Efendimizin yanına vardıkları zaman kendisinden megâfır kokusu geldiğini söylediler. Efendimiz megâfır yemediğini, bal şerbeti, içtiğini söyledi ve : Demek ki kalbidir; iman bu kalplerin çorağıdır. Perdeli ve karanlık kalpler kâfirlerin kalpleridir. Çarpık kalpler münafıkların kalpleridir; bun­lar hakkı tanır, fakat onu inkâr ederler. Karışık kalpler içinde hem iman hem nifak bulunan kalplerdir; bu kalplerde kan da var, irin de var. Bunların hangisi galebe çalarsa o kalp de, o hal ve mâhiyeti alır.

"Dünya yemyeşil ve tatlıdır. Cenâb-ı Hak, sizi dünyaya halife yapıyor. Sizin ne yapacağınıza bakıyor, Allah'tan sakının dünyadan korkun insanların en hayırlısı, kolay kolay kızmayan, çabuk uyum sağlayandır. İnsanların en fenası çabuk kızan ve uyum sağla­mayanıdır. Gaddarlığın en büyüğü bir yöneticinin emri altındakilere zulmetmesidir. Hakkı bilen bir kimse, sakın insanlardan korkarak ve çekinerek hakkı söylemekten çekinmesin. Cihadın en faziletlisi zalim bir hükümdar karşısında söylenen sözdür. "

"Birtakım yöneticiler türeyecek, onların etrafını birtakım adamlar saracak, bunlar zulm edecekler, yalan söyleyecekler. Bunların yanına giren, onların yalanlarına inanan, onlara zulüm­lerinde yardım eden benden değildir, ben de ondan değilim. Bunlara karışmayan, bunların yalanlarına inanmayan; bunların zulümlerine yardım etmeyen kimse benden, ben de ondanım.”

[87]

Ebû Said el-Hudrî (R.a.)'m fıkhı, Rasûlüllah (savb)'in sünnetini ha­yatın nizamnamesi haline getirme çabasıydı. O, Kur'an ayetlerini Rasûlüllah (sav)in örnek ve önderliğinde hayata dönüştürmenin kavgası­na hayatını adamıştı. Esasen sahabe fıkhının bir manası da, hayatı Rasulülah (sav)'in örnek ve önderliğinde Allah'ın şeriatına adama çaba ve gayretidir.

 

Hz. Ebû Seleme

(R.Anh)

 

Allahû Teâlâ'nın emriyle sevgili Peygamberimiz, Müslümanlara Medine'ye hicret için izin verdiler. Bunun üzerine birçok sahabe hicret hazırlıklarına başladılar. Hz. Ebû Seleme de devesini getirip, hanımını bindirdi. Oğlunu, kucağına oturttu. Hayvanın yularını çekip, kaldırmaya çalışıyordu. O sırada bazı öfkeli adamlar gelerek, elindeki yuları aldılar. Hz. Ebû Seleme, ne olduğunu anlayamadı. Adamlar, hanımına bağırıyorlardı:

“İn deveden aşağı! Çabuk ol!”

Bunlar, Muğîreoğulları olup hanımının akrabaları idiler. Bir yandan zorla kadıncağızı çekiyorlar, öbür yandan da kocasına:

“Sen kendin, bizi dinlemedin! Putlarımızı bırakıp, Müslüman oldun. Şimdi de kabilemizin kızını, kaçırmaya çalışıyorsun! Onu daha nerelere götüreceksin? Buna asla müsaade edemeyiz,” diye çıkışıyorlardı.

Tabii oğlu da, annesiyle birlikte deveden indirildi. Zaten O'nun elini sıkı sıkı tutuyordu. Muğîreoğulları, kalabalık idiler. O zorbalarla başa çık­mak mümkün değildi. Buna rağmen münâkaşa çok uzadı. Olayı işiten, Esedoğulları da oraya koştular. Bunlar da, Hz. Ebû Seleme'nin kabilesin­den idiler. Ne olduğunu sordular. Onların da çoğu, Müslüman değildi. Fakat buna rağmen direttiler:

“Madem ki sizler, bizim akrabamızın hanımını bırakmıyorsunuz; biz de onun oğlunu size bırakmayız!”

Anasının elinden kopmak istemeyen yavrucağızı, çekiştiriyorlardı. İtişme, kakışma arasında küçük çocuk ağlamaya başladı. Çünkü, kolu çık­mıştı. Bu kadar zorbalık sonunda; çocuğu Esedoğulları, Anasını da Muğîreoğulları  alıp, uzaklaştılar.  Hz.  Ebû  Seleme oracıkta,  sadece devesiyle kalakaldı.

İlk Müslümanlar buna benzer eziyet, işkence ve felâketlere artık alışmışlardı. Olaylar karşısında, sabır ve metanet göstermeye çalışıyor­lardı. Çünkü sevgili Peygamberimizin emirleri öyle idi.

Ebû Seleme hazretleri de işte bu yüzden, Hicrete tek başına devam etmeye katlandı. Allah rızâsını kazanmak ümidiyle, yollara düştü. Gözyaşları arasında nihayet Medine'ye vardı. Mekke'de kalan hanımı ise her sabah, şehir dışındaki Ebtah mevkiine çıkıyordu. Orada, Medine'den gelen yolcuları bekliyor ve kocasından haber almaya çalışıyordu.

Yanında kimse olmadığı zamanlar, uzun uzun ağlıyordu. Zorla ayırdık­ları oğlu ve eşi için gözyaşı döküyordu. Amcaoğullarından birisi, O'nu o vaziyette gördü. Perişan hâline acıdı. Doğruca, kendi kabîlesinin zor­balarına giderek bağırmaya başladı:

“Bu zavallıya, daha ne kadar zulmedeceksiniz? Onu hem kocasından, hem oğlundan kopardınız. Sizde hiç insanlık yok mudur? Üstelik kendi akrabanıza işkence ediyorsunuz.”

Bu sözler üzerine, Zorbalar insafa geldiler. Sonra da kederli kadın­cağıza:

“İstersen, gidip kocana kavuşabilirsin,” dediler.

O'nun Medine'ye yollanacağını öğrenen, Esedoğulları da dayana­madılar. Getirip, oğlunu teslim ettiler.

Allah ve Rasülüllah yolunun yolcuları, ışıklı günlere doğru yürüyor­lardı. Hz. Seleme'nin ana-babasının, duaları kabul olmuştu. Uzun ayrılık ve hasretten sonra nihayet, Küba'da hepsi birbirlerine kavuştular.

Hicretten sonra mübarek Medine'de, İslâm’ın ve Ebû Seleme ailesinin, güzel günleri başladı. Bütün Mü'minler İslâmiyeti yaymak için, canla-başla çalışıyorlardı. Bedir'de Mekkelilere karşı ilk zafer kazanıldı. Bu zaferi kazanan mücâhidlerden biri de, Hz. Ebû Seleme idi.

Hz. Ebû Seleme sevgili Peygamberimizin yakın akrabası idi. Hz. Ebû Seleme'nin annesi, Peygamber efendimizin halaları idi. Ebû Seleme hazretleri, cihâd ve gaza olmadığı zamanlar, daha çok ibâdet etmeye çalışıyordu.

Bir gün Mescîd-i Nebeviden, sevinçle evine geldi. Kendisini karşılayan hanımına dedi ki:

Şimdi, Allahû Teâlâ'nın Rasûlü'nden çok sevindirici bir söz duydum. Hanımı merakla sordu:

“Hayırdır inşâallah! Ne duydunuz?”

Peygamber efendimiz

"Müslümanlar, herhangi bir belâya uğrar da; İnnâ illah ve innâ ileyhi râciûn dedikten sonra; yâ Râbbi! Bu uğradığım musibetin ecrini ihsan eyle. Beni, ondan daha hayırlısına eriştir diye duâ ederse; cenâb-ı Hak, onun duasını kabul eder" buyur­dular.

Epeyce daha konuştular. Bir ara hanımı dedi ki:

“Yâ Ebâ Seleme!.. Gel, seninle bir sözleşme yapalım.” Kocası hayretle sordu:

“Hayrola! Nasıl bir sözleşme istiyorsun?”

“İkimizden hangimiz önce ölürsek, geriye kalanımız; bir daha evlen­mesin!. Buna, söz verebilir misin?”

Ebû Seleme biraz düşündü ve sordu:

“Ey hanımcığım! Sen, beni dinler ve itaat eder misin?”

“Evet! Dinlerim ve itaat ederim.”

“Sen, sözümü dinle ve ben ölürsem, evlen!”

Hz. Ebû Seleme böyle söyledikten sonra ellerini kaldırıp, o büyük imanlı hanımına ve bütün Müslümanlara dualar etti.

Bedir'deki yenilginin ateşiyle yanan Kureyş müşrikleri, bütün hınçlarıyla Uhud'da saldırdılar. Medine civarındaki Yahudileri de kışkırtıyorlardı. O gazanın gerçek kahramanlarından birisi, yine Hz. Ebû Seleme idi. Olanca imanı ve olanca gücüyle savaşıyordu. Asıl gayesi şehîd olmaktı. Fakat sâdece kolundan, pâzusundan yaralandı. Yarası küçük olmasına rağmen, kan kaybediyordu.

Gazadan sonra bile, uzun zaman evinde yattı. Hanımı onu, güzelce tedavi ediyordu. Bir ay sonra iyileşti, ayağa kalktı.

İslâmın hudutları genişledikçe, düşmanları da çoğalıyordu. Kutn böl­gesindeki bazı kabile reisleri, hâlâ kibir ve azamet peşindeydiler. Orada başlayan kışkırtma olayları üzerine Peygamber Efendimiz, bir ihtar hareketini uygun gördüler. Hz. Ebû Seleme ile ba'zı arkadaşlarını, bu iş için vazifelendirdiler.

Onlar da kısa zamanda, Kutn civarındaki asi ve müşrikleri dağıttılar. Pek çok ganimet alarak, Medine'ye döndüler. Dönüşte, Hz. Ebû Seleme fenalaştı. Çünkü Uhud'da aldığı yara yeniden açılmıştı. Bütün gayretlere rağmen, fazla kan kaybından vefat etti. Ümmü Seleme hatun, kocası Ebû Seleme'nin şehîd olması üzerine, "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciun" dedik­ten sonra, duâ etti.

Sonda doğruca sevgili Peygamberimizin huzurlarına giderek dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Ebû Seleme vefat eyledi.”

Peygamber efendimiz kalktılar ve halalarının oğlunu görmeye gittiler. Mübarek elleriyle hâlâ açık bulunan gözlerini kapattılar ve buyurdular ki:

 

“Hakikaten, rûh kabzolunurken göz; ruhun peşinden baka kalır!”

Rasûlütîah efendimiz o sırada ağlaşıp, sızlanan kadınlara ve diğer ev halkına da:

 

“Sizler şimdi kendinize, hayırdan başka duada bulunmayınız. Çünkü Melekler şu anda, dualarınıza âmin demektedirler, ikazında bulundular.”

Daha sonra da şöyle duada bulundular:

 

“Ey Allahım! Ebû Seleme'yi rahmetine kavuştur! Doğru yola ermiş kulların arasında, derecesini yücelt! Geride kalanlardan O'na, iyi bir halef ihsan eyle! Bize ve O'na mağfiret kıl. O'nu kahirinde, ferahlandır ve nurlandır.”

Hz. Ebû Seleme Medine'de Baki' Kabristanına defnolundu. Muhterem hanımı, her zaman olduğu gibi sabretti, dualar etti. Onun yetîm kalan yavrularıyla, geçim derdini halletmeye çalıştı. 4-5 ay kadar sonra Peygamberimiz, bir arkadaşlarım ona yolladılar. Gelen zat dedi ki:

“Müjdeler olsun, ey Ümmü Seleme! Rasûlüllah efendimiz, Allah'ın emriyle seni nikahlamak istiyorlar.”

Bu büyük müjdeye rağmen Hz. Ümmü Seleme, düşünceli görünü­yordu. Az sonra, cevap olarak dedi ki:

“Ey Rasûlüllahın elçisi! Hoş geldin, sefalar getirdin! Yalnız şu husus­ları, Efendimize arz etmelisin ki:

1) Ben yaşlı ve kıskanç bir kadınım. Olabilir ki, aksi bir davranışta bulunurum da; o yüzden, Allahm gazabına uğramaktan korkarım.

2) Yetîm çocuklarım mevcuttur. Bir de onların bakımı, kendilerine yük olmaz mı?

3) Nikâhımı yapacak velîlerim, yanımda değildirler.” Elçi bunları, aynen sevgili Peygamberimize arz etti.

Birkaç gün sonra iki cihanın Sultânı bizzat, teşrif buyurdular. Çok heyecanlanan Hz. Ümmü Seleme'ye, tekliflerini kendileri tekrarladılar. Ve buyurdular ki:

 

“Biliyorsun ki, biz de yaşlıyız. Sonra senin, o kıskançlık hâlin gidermesi için, Allaha duâ ederiz. Çocuklarına gelince onlar, bizim de çocuklarımızdır. Velîlerin  arasında, bizim  evlenmemizi istemiyei kimse çıkmaz.”

Ve Allahın emriyle, nikâhları kıyıldı. Böylece, Hz. Ebû Seleme'ni: muhterem hanımına ettiği vasiyeti de, yerine gelmiş oldu.

Ebû Seleme'nin asıl adı, Abdullah; babası, Abdülesed; annes Abdülmuttalib'in kızı Berre idi. Gayet iyi okumayazma bilir ve ht isteyene öğretirdi.

[88]

Hz. Ebû Seleme (r.a.), ilminin zekâtım veren bir sahabedir. İlm zekâktı, âlimin ilmini ehline öğretmesidir. İlmi kötüye kullanacağı bildikleri kimselere ilim öğreten âlimler, ilmi ehline öğretmedikleri iç ilimlerinin zekâtını vermiş sayılmazlar. Aksine toplumun başına belâl üretenlerdir. Dolayısıyla ilim sahibi olan alimlerin ilimlerini kime ve kiı lere öğrettiklerine bakmaları önemlidir. Sahabeler, ilmi bir emanet kat etmişler ve onu ehline ulaştırmaya gayret etmişlerdir. Bilmeli ve im malıyız ki, ilim bir tohumdur her tarlaya ekilmez.

İlmi ehlinden almak ve ilmi ehline vermek,  sahabe fıkhındandır. Dinimiz İslâm göre ilim ehlinden alınır ve ehline de öğretilir. İlim öğren­meyi ve ilim öğretmeyi ertelemek, cehaletin sermayesine sermaye ekle­mektir.

 

Hz, Ebu Süfyan Bin Haris (r.anh)

 

Ebu Süfyan bin Haris, Peygamberimiz davete başlamadan önce, Peygamberimizi çok severdi. Rasûlüllah efendimiz davete başlayınca, önce çok düşman olmuştu. Peygamberimizi ve Müslümanları hicveden şiirler söyledi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, görüldüğü yerde "öldürülmesini emrettiler. Ebu Süfyan, Kureyş müşriklerinin, Peygam­berimizle yaptıkları çarpışmaların hiçbirinden geri kalmadı. Müslüman­lar, Şair Hassan bin Sabit'e, "Sen de onu hiciv ve tahkir et" demişlerdi. Hassan bin Sabit de demişti ki:

“Rasûlüllah efendimiz izin vermedikçe, yapamam!” Peygamberimiz, kendilerinden izin istendiğinde buyurmuştu ki:

 

“Ben, "Babamın kardeşi olan amcamın oğlunu hiciv ve tahkir et" diye, sana nasıl izin verebilirim?”

Hassan bin Sabit de demişti ki:

“Ben ondan, sizi ve sizin soyunuzu, hamurun içinden kıl çeker gibi kolayca çekip ayırt eder, sonra onu hiciv ve tahkir ederim!” Hz. Aişe der ki:

Rasûlüllah efendimiz, Siz de Kureyşlileri hiciv ve tahkir ediniz! Çünkü, hiciv, onlara ok yağdırmaktan daha ağır gelir! buyurdu ve Abdullah bin Revaha'ya, (Onları, hicvet) diye haber gönderdi. Abdullah bin Revaha, Kureyşlileri hicvetti. Rasûlüllah efendimiz daha sonra, Kaab bin Malik'e, sonra da Hassan bin Sabit'e, Kureyşlileri hicvet­meleri için haber gönderdi.”

Hassan bin Sabit, Rasûlüllah efendimizin huzuruna girince, dedi ki:

“Demek,  kükrediği zaman, kuyruğunu  iki yanına çarpan  bu arslana, haber salmanın zamanı geldi! Seni, hak elinle Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki; ben, onların şahsiyet ve şereflerini dilimle, deri parçalar gibi parçalayacağım!”

Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“Acele etme! Ebu Bekir, Kureyşlilerin soyunu, sopunu en iyi bilendir. Elbette, benim soyum da onların içindedir. Ebu Bekir, benim soyumu, sana iyice açıklasın!”

Hassan, hemen Ebu Bekir'e gitti. Sonra, dönüp gelince dedi ki:

“Ya Rasûlallah! Senin soyun bana iyice açıklandı. Seni, hak dinle Peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki; hiç şüphesiz, seni, onların arasından, hamurdan kıl çeker gibi, kolayca çeker, çıkarırım!"

Hz. Aişe buyurdu ki:

“Peygamber efendimizin Hassan'a, Hiç şüphe yok ki, sen, Allah ve Rasûlü tarafından müdafaa yaptığın müddetçe, Cebrail seni destek­leyip duracaktır ve yine, Hassan, onları hicvedip susturmakla, hem Müslümanları ferahlattı, hem de, kendisi ferahladı) buyurduğunu, ken­disinden işitmişimdir.”

Hassan bin Sabit, Sair Ebu Süfyan bin Hâris'e hitaben çeşitli hicivlerde bulundu. Neticede Ebu Süfyan bin Hâris'in kalbine İslâm sevgisi düştü.

Ebu Süfyan bin Haris, bir gün, Rum Kayserinin huzuruna çıktığında, Kayser, ona sordu:

“Sen kimlerdensin?”

“Ben, Ebu Süfyan bin Haris bin Abdülmuttalib'im!”

“Sen, Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib'in amcasının oğlu musun?”

“Evet! Ben, Onun amcasının oğluyum.” Ebu Süfyan der ki:

“Rum Kayserinin yanında, ne İslâmiyetten kaçıklığını, ne de Muhammed'den başkasının tanındığını gördüm! Bunun üzerine, kalbime, İslâmiyet sevgisi girdi. İçinde bulunduğum müşrikliğin batıl ve boş olduğunu anladım.

Ne çare ki; biz, akılları başlarında olduğunu zannettiğimiz bir kavimle birlikte bulunuyorduk. İnsanların, akıllarına ve görüşlerine göre yaşadık­larını sanıyordum. Onlar, bir yol tutup gittiler. Biz de, o yolu tutup gittik.

Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek Muhammed'e karşı ayaklandıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman, onlara uyduk!

Bir gün, kendi kendime; Ben, kimlerle arkadaş oluyorum? Kimlerin yanında bulunuyorum? İslâm yolu, belli olmuş ve kararlaşmış bulunuyor dedim. Zevcemle oğlumun yanına vardım. Onlara dedim ki:

“Yola çıkmak için hazırlanınız! Muhammed'in yanınıza gelmesi, çok yaklaşmıştır!”

Karım ve oğlum dediler ki:

“Canımız sana feda olsun! Arapların ve Arap olmayanların Muhammed'e tabi olduğunu görüyorsun da, hâlâ, ona karşı düşmanlık mevkiinde bulunuyor, düşmanlıkta direnip duruyorsun!?”

“Hâlbuki, Ona yardım etmek, herkesten çok sana düşerdi. Ona yardım edenlerin ilki, sen olmalı idin!”

Uşağım Mezkur'a dedim ki:

“Bir deve ile atımı, acele yanıma getir!”

Rasûlüllah ile buluşmak maksadiyle Mekke'den yola çıktık. Yanımızda Abdullah bin Ebi Ümeyye de vardı. Ebva'ya varıp indiğimiz zaman, Rasûlüllah efendimizin öncü birliği oraya gelmiş ve Mekke'ye yönelmişti.

Rasûlülîah efendimiz, görüldüğüm yerde öldürülmemi emretmişti. Bunun için, öldürülmekten korktum ve gizlendim.

Oğlum Cafer'in elinden tutup, yaya olarak bir mil kadar gittik. Sabahleyin Rasûlüllah efendimizin yanına vardık. Halk, takım takım geliyordu. Peygamberimiz, hayvanına bineceği zaman, kendisiyle görüşmek istedim. Yüzünü, bizden başka tarafa çevirdi. Yüzünü çevirdiği tarafa geçtim. Tekrar tekrar benden yüzünü çevirdi.

Bütün yakın uzak her şey beni tuttu, sıktı! Ona erişemedikçe bir ölü olduğumu, Onun iyiliğini, merhametini ve bana olan yakınlığını düşündükçe "Beni tutar" diye ummuştum.

Rasûlüllah Aleyhisselamın akrabası olduğum için, benim Müslüman olmama, Rasûlüllah efendimizin de, eshabımn da son derecede sevineceklerini sanıyor ve şüphe etmiyordum.

Rasûlüllah efendimizin, benden yüz çevirdiğini görünce, bütün Müslümanlar da, benden yüz çevirdiler. Hz. Ebu Bekir, bana rastladı ve benden yüzünü çevirdi.

Ensardan birisi beni Hz. Ömer'in yanma yanaştırdı. Ona bakınca, bana dedi ki:

“Ey Allahın düşmanı! Rasûlüllah efendimizi ve ashabını inciten sensin ha! Ona düşmanlığını, yeryüzünün doğularına, batılarına kadar ulaştırdın ha!”

Hemen amcam Abbas'ın yanına vardım. Ona dedim ki:

“Ey Abbas! Ben, Rasûlüllahın yakını ve asaletli oluşum sebebiyle Müslümanlığımın, Rasûlüllahı sevindireceğini ummuştum. Kendisinden umduğum iltifatı göremedim. Beni kabul etmesi için Onunla konuş!”

“Hayır! Vallahi, Onun, senden yüz çevirdiğini gördükten sonra, Onunla bir tek kelime bile konuşamam! Rasûlüllah efendimizi üzmüş olmaktan korkarım!”

“Ey Amca! Bari, gidip başvuracağım bir kimseyi bana söyle?”

Bunun üzerine Hz. Abbas, diye Hz. Ali'yi gösterdi. Hz. AH ile buluşup konuştum. O da, bana Abbas'm sözlerinin tıpkısını söyledi."

Ebu Süfyan bin Haris ile Abdullah bin Ebi Ümeyye, Peygamberimizin huzuruna girme çarelerini araştırdıkları ve kendilerinden yüz çevrildiği sırada, Peygamberimizin zevcesi Hz. Ümmü Seleme de, onlar hakkında Peygamberimizle konuşarak dedi ki:

“Ya Rasûlallah! Biri amcanın oğlu ve süt kardeşindir. Diğeri de, halanın oğludur ve hışmındır. Allahû Teâlâ, bunları, sana Müslüman olarak gönderdi. Bunlar, senin katında halkm en yaramazı olamazlar!”

Peygamberimiz buyurdu ki:

 

“Bana, onların ikisi de gerekmez. Amcamın oğlu, benim haysiyet ve şerefimi, dili ile lekelemek istedi! Halamın oğlu ve hışmım olan kişi ise, Mekke'de bana söylememesi gereken sözleri söylemiştir!”

Gerçekten de, Peygamberimiz Mekke'de iken, bir gün, Kureyş müşrik­lerinin azılıları toplanıp, Peygamberimize ileri geri tekliflerde bulunduk­tan sonra, Peygamberimizin Peygamberliğini reddetmişlerdi. Peygam­berimiz,  onların yanlarından çok üzgün  olarak  ayrılmışlardı.  "Kılıç yarası geçer, dil yarası geçmez!"

Abdullah bin Ebi Ümeyye ise, Peygamberimizin peşini bırakmamrş, yolda Ona demişti ki:

“Ey Muhammedi Kavmin sana yapacakları teklifleri yaptılar. Sen, onların tekliflerinden hiçbirini kabul etmedin! Sonra, dediğin gibi, Allah katındaki mevkiini anlamak, sana inanmak, uymak üzere kendileri için istedikleri şeyleri de yapmadın!

Vallahi ben, sana bakıp dururken, sen, göğe bir merdiven kurarak tır­manıp göğe çıkmadıkça ve oradan, yanında senin dediğin gibi Peygamber olduğuna tanıklık edecek dört melek getirmedikçe, sana hiçbir zaman inanmam!

Yemin ederim ki, sen, bunu yapmış olsan bile, yine seni tasdik ede­ceğimi sanmıyorum!”

Abdullah bin Ebi Ümeyye, bunları dedikten sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıştı. Peygamberimiz, Hz. Ümm-i Seleme'ye, Abdullah bin Ebi Ümeyye ve süt kardeşi hakkında nazil olan ayet-i kerimeyi de [89] okudu. Hz. Ümm-i Seleme dedi ki:

“Ya Rasûlallah! Bu kişi, senin kavmindendir. Onların söylediği şeyi, bütün Kureyş müşrikleri de söylemişler ve haklarında onun gibi ayetler de inmiştir. Sen, onun suçundan daha ağırını da affetmiştin. O, Amcanın oğludur ve onun sana akrabalığı vardır. Sen de, onun suçunu bağışlamaya halkm en layıkısın!”

Ebu Süfyan bin Haris der ki: "Cuhfe'ye varıncaya kadar, ne Rasûlüllah efendimiz, ne de Müslümanlardan hiçbiri benimle konuşmadı.”

Her konaklanılan yerde, kendim Rasûlüllah (sav)'in kapısında duru­yor, oğlum Cafer de ayakta dikiliyordu. Rasûlüllah beni gördükçe, yüzünü benden çeviriyordu.

Ezahir yokuşundan Mekke'nin Ebtah vadisine inince, Rasûlüllah’ın çadırının kapısına yaklaştım. Bana baktı. Bu bakış, Onun, bana ilk yumuşak bakışı idi. Kendisinin gülümseyeceğini de ummaya başladım."

Hz. Ali, Ebu Süfyan bin Hâris'e dedi ki:

“Rasûlüllah efendimize, arka tarafından var! Yusuf aleyhisselamin kardeşlerinin, Yusuf aleyhisselama söylediği şu sözü söyle:

"Allaha yemin ederiz ki, AHahû Teâlâ, seni, gerçekten bizden üstün kılmıştır! Biz, doğrusu, sana karşı yaptıklarımızda suçlu idik, dediler.”

[90]

Bundan daha güzel bir söz bulunabileceği kabul edilemez. Ebu Süfyan bin Haris böyle yapınca, Peygamberimiz, Hz. Yusuf un kardeşlerine söy­lediğini bildiren,

"Size, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allahü Teâlâ, sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir”  [91] mealindeki ayet-i kerimeyi okudu.

Ebu Süfyan bin Haris, Peygamberimizin,

"Bana, onların ikisi de gerek­mez" buyurduğunu haber aldığı zaman demişti ki:

“Vallahi, ya yanına girmeme izin verecektir, ya da şu oğlumun elinden tutup yeryüzünde açlıktan, susuzluktan Ölünceye kadar çekip gideceğiz! Sen ki benim hem akrabam, hem de halkın en uslusu, yumuşak huylusu, en iyilikseveri ve cömerdi bulunuyorsun.”

Peygamberimiz, Ebu Süfyan'ın bu sözlerini işitince, her ikisine de acıdı ve kendilerinin huzurlarına girmelerine izin verdi. Girdiler ve Müslüman oldular.

Ebu Süfyan bin Haris, Müslüman olduktan sonra, utancından, başını kaldırıp Peygamberimizin yüzüne bakamazdı. Geçmişteki tutum ve davranışlarından dolayı özür diledi.

Ebu Süfyan, Mekke-i Mükerremenin fethinde bulunmuştur. Huneyn muharebesinde gösterdiği fevkalade kahramanlığı dolayısıyla, Rasûlüllahın iltifatlarına mazhar oldu.

Miladi 644 senesinde, hacdan dönerken vefat etti. Namazını Hz. Ömer (r.a.) kıldırdı. Medine'deki Bakî kabristanına defnedildi. Hadis-i şerifte, "Ebu Süfyan cennet yiğitlerindendir" duyurularak, Rasûlüllahın methine mazhar oldu. Siması Rasûlüllaha benzeyen yedi kişiden biri de bu idi.

[92]

Yiğitlik, insanların güreş meydanında yenmek veya ekonomik platformlarda geçmek değildir. Gerçek yiğitlik, cennet yiğitliğidir. Sahabeler, cennet yiğitleridir. Onların izinde gitmek isteyenler, salih amel işleyerek Allah'ın rızasına nail olmaya çalışmalıdırlar.

Cennet yiğitleri, salih amel hususunda zengin olanlardır. Salih amel noktasında iflas edenler, karanlığa saplanan yığınlardır. Onların her hangi bir yiğitlikleri olmaz.

 

Hz. Ebu Talha Zeyd İbn-i Sehl

(r.anh)

 

Ebû Talha (r.a.) Medineli müslümanlar arasında bağ ve bahçeye en çok sahib olandır. Mescid-i Nebevi'nin karşısında Beyruha adlı bir bahçe­si vardı. Hurma ağaçlan, asma ve tatlı suyu ile meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Bu bahçeyi Allah rızası için infak edip amcazadelerine bağışladı. O, bağış yapılacak yerde malıyla, savaş mey­danlarında da canıyla cömertti.

Ebu Talha (r.a.) Peygamber aşığı bir genç. Gönlü cihad ruhuyla dolu bir yiğit... Allah yolunda intakta malıyla, cihadda canıyla cömertlik yapan bir kahraman...

İslâm Güneşi Mekke'de parlarken, Ebû Talhâ 20 yaşlarında delikanlıy­dı... Medine'nin asîl ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Her gece evlerinde, eğlence ve içki toplantıları vardı. Zenginliği sayesinde, bütün dünya nimetlerini tatmak istiyordu...

Daha kötüsü; birçok asii arkadaşları gibi, Puta tapmaktaydı..

Etrafında sayısız kadın ve kız dolaşıyordu. Fakat o, sadece biriyle evlenmek istedi. Haber yolladı.

Evlenme teklifinde bulundu.

Ümmü Süleym adlı bu hanımın, kocası, yeni ölmüştü. Şu cevabı verdi:

“Yetîm oğlum büyüyünceye kadar, evlenmeyi düşünmüyorum.”

Ümmü Süleym fakir olduğu halde, küçük oğlunu, üvey baba eline bırakmak istemiyordu.

Ebû Talhâ, çaresiz bekliyecekti!..

Epeyce zaman sonra, bizzat kendisi gitti. Nezaketle evlenme teklifini tekrarladı:

“Oğlun artık büyüdü, Ey Ümmü Süleym!.. Kararını vermelisin,” dedi. O'nun niyetinin iyi olduğunu anlıyan zeki kadın, başka bir şeyden endişeliydi. Açık açık söylemeyi uygun buldu:

“Yâ Ebû Talhâ! Ne yazık ki, seninle evlenmem mümkün değil.”

Neccar Oğulları Kabilesinin bu en yiğit, en zengin ve en yakışıklı delikanlısı; hayretle sordu:

“Niçin?”

“Çünkü sen, müşriksin. Putlara tapıyorsun.” Ebû Talhâ'nm hayreti arttı:

“Putlarımız sana, bir zarar mı verdiler?” diye sordu. Ümmü Süleym, gayet sakin:

“Onlar kimseye; ne zarar verebilir, ne de fayda!..” dedi ve devam etti:

“Çünkü sen de biliyorsun ki; tahta putlarınızı, aşağı mahalledeki marangoz köleleriniz yapmaktadır! Taş ve toprak putllarınızı da, yukarı mahalledeki köleleriniz yaparlar.”

Ebû Talhâ gözlerini açmış, evlenmek istediği kadını dinliyordu. O, sözlerini şöyle tamamladı:

“Taptığınız putları, ateşe atsan yanar! Kayaya çarpsan dağılır, toz olurlar!  Senin gibi asıl bir efendinin işe yaramaz oyuncaklara secde etmesi, yakışır mı?” Zeki Medîneli, ne diyeceğini şaşırdı, sadece sordu:

“Peki sen nelere inanıyorsun? Nasıl düşünüyorsun?” Kadın, cevap verdi:

“Seni, beni, yeri, göğü yaratan ve yaşatan ve öldüren Allah; birdir ve büyüktür. Muhammed aleyhisselâm, O'nun kulu ve elçisidir. İşte, benim inandığım budur.” Zengin delikanlının aklı karıştı:

“Biraz düşünmek istiyorum! diyebildi.”

Tek başına kaldığı zaman, gerçekten uzun uzun düşündü. Sonra tekrar, Ümmü Süleym'in yanına vardı.

“Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûlüh” diyerek, Kelime-i Şahadet getirdi. Müslümanlık şerefine erişti.

Ebû Talhâ kelime-i şehâdet getirip Müslüman olunca, O mü'mine hanım da:

“Ey Ebû Talhâ! Şimdi seninle, hiçbir karşılık istemeden; evlenmeyi kabul ediyorum,” dedi.

Ümmü Süleym hakikaten sevinçliydi. Çünkü bir insanı, hem de kocası olacak bir insanı; sapık fikirlerden kurtarmıştı. Ancak Müslüman olduk­tan sonra Ebû Talhâ hazretleri, o iyi kalbli hanımla evlenebildi. Böylece dünya ve âhiret saadetine kavuşmuş oldu.

Bu sıralarda sevgili Peygamberimiz, Allah'ın emriyle; Medine'ye hicret, ettiler. Bu şerefe eren Medine halkı, gerekli herşeyi; Muhacirlere, göç edenlere temin ediyordu.

Hz. Ebû Talhâ ve muhterem hanımı da, Peygamber efendimizin huzurlarına vardılar.

“Yâ Rasûlallah. Biz de size, şu küçük oğlumuzu armağan ediyoruz. Lütfen kabul ve duâ buyurunuz. İnşâallah size hizmette, kusur etmez,” dediler. Bu küçük oğlu, Enes idi.

Efendimizin memnun oldukları, gözerinden anlaşılıyordu. Küçük Enes'i, kendi terbiyelerine aldılar. Bu sayede Ebû Talhâ'nın üvey oğlu, büyük bir şerefe nail oldu.

Cenâb-ı Hak bir müddet sonra onlara, yeni bir oğul verdi. Yeni bebek, evlerine sevinç getirmişti. Çünkü artık Sevgili Peygamberimiz de sık sık, onlara uğruyorlardı. Hatır soruyor, cemaatle namaz kıldırıyorlardı.

Ne yazık ki çocukcağız, bir gün hastalandı. Az sonra da, vefat etti. O sırada Hz. Ebû Talhâ evde yoktu. Ümmü Süleym evlâdını yıkadı, kefen­ledi. Üstüne, temiz bir bez örttü.

Ev halkına:

“Babası geldiği zaman, siz bir şey söylemeyin,” diye, tenbih etti.

“Akşamleyin Ebû Talhâ eve döndü. Her zamanki gibi yanında, arkadaşları bulunuyordu. Selâm verdi ve sordu: Oğlum nasıl?” Hanımı:

“O şimdi, daha sakin ve daha huzurlu bir hâlde bulunuyor, dedi. Sonra efendisine ve misafirlere, hazırladığı yemekleri ikram etti.”

Hepsi afiyetle yediler, içtiler. Hiçbir şeyden haberleri olmadı. Misafirler, geç vakit gittiler. Ancak o zaman, hanımı konuştu:

“Ey Ebû Talhâ! Aşağı hurmalıktaki komşularımız, emânet birşey almışlar. Bir müddet faydalanmışlar. Fakat sahibi, emâneti geri isteyince, itiraz etmişler.”

“Ne demişler?”

“Daha zamanı gelmedi! Ne çabuk istiyorsun, gibi şeyler!”

“İnsafsızlık etmişler doğrusu!”

“Evet öyle. İnşâallah biz etmeyiz.”

“Hayırdır inşâallah! Birşey mi oldu?”

“Evet...”

“Ne oldu?”

“Cenâb-ı Hak da, bizdeki emanetini geri istedi,” deyince, kocası hemen anladı.

“Oğlumuz öldü mü yoksa,” diye sordu:

“Allah, sana ömürler versin...”

Ebû Talhâ ilk oğlunun ölüm haberine sarsıldı. Fakat, herşeye rağmen:

İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn "Biz, hepimiz, Allahın kullarıyız ve ancak, O'na dönücüleriz..."  mânâsına gelen, âyet-i kerimeyi okudu. Hakkın emrine razı olup, sabretti...

O günlerde Müslümanlar, maddî sıkıntı çekiyorlardı. Hazret-i Ebû Talhâ, hanımına:

“Ey Ümmü Süleym! Evde yiyecek var mıdır,” diye sordu. Hanımı da:

“Evet. Ne yapacaksın,” dedi.

“Rasûlullah efendimizin mübarek seslerinde, zaîflik ve açlık hissedi­yorum. Gönderebilir miyiz?”

Hz. Ümmü Süleym derhal, birkaç arpa ekmeğini beze sardı. Oğlu Hz. Enes'in koltuğuna verip, yolladı.

Sevgili Peygamberimiz, Mescîdde, arkadaşlarıyla idiler. Ekmeklerle, Hz. Enes'i görünce:

 

“Seni, Ebû Talhâ mı yolladı.”

“Evet efendimiz...”

 

“Koltuğunda, ekmek mi var?”

“Evet, yâ Rasûlallah.”

Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, arkadaşlarına:

“Kalkın! Ebû Talhâ'nın evine gidiyoruz,” buyurdular.

Bunu işiten Hz. Enes, önlerinden koşturdu. Doğru eve gelip, babasına meseleyi bildirdi. O da:

“Yâ Ümme Süleym!.. Peygamber efendimiz bütün cemâatlanyla bir­likte, yemeğe teşrif ediyorlarmış. Şimdi ne yapacağız! Evdeki yemek, hepsine yetecek mi,” diye telâşlandı.

Hanımı gayet sakin:

“Allahû Teâlâ ve Peygamberi, daha iyi bilirler. Sen telaşlanma,” ce­vabını verdi.

Gerçekten o gün, iki cihan sultânı ve bütün arkadaşları, Ebû Talhâ hazretlerinin evinde doydular. Bu olay şüphesiz, Hz. Rasûlullahın mucizesi ve ev sahiplerinin tevekkülü sayesinde gerçekleşti.

Müslüman olduktan sonra Rasûlullah (sav) efendimizden ayrılmayan aşıklardandı. Efendimizi canı gibi sever, ona hizmeti şeref bilirdi. Huzur-u alilerinde pür edeb diz çökerek otururdu. Onu gölge gibi takib ederdi. Bütün savaşlara iştirak etti. Uhud günü en zor anlarda dahi yanından ayrılmadı. "Canım canın için feda, yüzüm yüzün için kalkandır Ya Rasulallah" diyerek vücudunu siper etti. O öylesine aşık idi ki, evinde ı pişirdiği yemeği yalnız yiyemezdi. Sevgili Peygamberimize haber gön­derir onun iştirakini isterdi. Efendimiz de zaman zaman gider, Ümmü Süleym'in hazırladığı yemeği yer ve orada öyle uykusuna yatardı. Küçük Enes o günleri şöyle anlatıyor:

"Rasûlüllah (sav) evimize sık gelir giderdi. Çocukları sever ve okşardı. Bizlerle ilgilenir ve latifeler ederek neşelendirirdi. Birlikte namaza durur bizler de arkasına dizilir, saf olur, namaz kılardık."

Yine birgün Ebu Talha (r.a.)'nın evinde güzel bir yemek pişirilmişti. Enes'i Peygamberimize gönderip yemeğe davet etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz de mescidde ehl-i suffe ile birlikte oturuyordu. Enes'in gelişin­den yemeğe davet edildiğini anladı ve yetmiş kadar ashâbîyla kalkıp Ebu Talha'nın evine gitti. Kalabalığı gören Ebu Talha biraz telaşlanır gibi oldu. Ailesi Ümmü Suleym (r.anha) ise; "Rasûlüllah (sav) varken telaşa ne gerek var" diyerek onu teskin etti. Rasul-i Ekrem (sav) efendimiz yemeğin bereketlenmesi için dua ettikten sonra gruplar halinde ashabını sofraya oturttu. Hepsi doyasıya yedi ve kalktı. Sonunda daha o kadar kişiye yetecek yemek kaldığı görüldü.

Ebû Talha (r.a.) Medineli müslümanlar arasında bağ ve bahçeye en çok sahib olandı. Mescid-i Nebevi'nin karşısında Beyruha adlı bir bahçe­si vardı. Hurma ağaçları, asma ve tatlı suyu ile meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Ebu Talha (r.a.)

"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en üstün sevabı kazanamazsınız.”[93] ayet-i kerimesinin nazil olduğunu işitince Sevgili Peygamberimizin yanına gitti ve bu bahçeyi Allah rızası için infak ettiği­ni söyledi. Dilediği şekilde kullanmasını istedi. Onun bu davranışını takdir eden Efendimiz (sav) bahçeyi akrabalarına vermesinin daha uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine o, bu bahçeyi amcazadelerine bağışladı.

O, bağış yapılacak yerde malıyla, savaş meydanlarında ise canıyla cömertlik yapardı. Ashab arasında cesareti, yiğitliği ve bilhassa gür sesiyle tanınırdı. Sevgili Peygamberimizin:

"Ebû Talha'nın asker içinde sesi yüz kişiden daha hayırlıdır." iltifatına mazhardı.

Hayatının sonuna kadar cihad aşkıyla dolu olarak yaşadı. Ömrünün çoğu harblerde geçtiği için nafile oruç tutmazdı. Cenk için kuvvetli olmak gerekir derdi. Bu yüzden Rasul-i Ekrem (sav) efendimizin:

"Oruç yi­yerek düşmanınıza karşı kuvvetleniniz" emrine uyardı. Onun bu halini üvey oğlu Enes (R.a.) şöyle anlatıyor:

Ebû Talha cenk için oruç tutmazdı. Fakat Rasûlüllah (sav) in irtihalinden sonra 30 veya 40 yıla yakın ben onun oruçsuz gün geçirdiği­ni görmedim. Yalnız Ramazan ve Kurban bayramlarında oruç tut­mazdı." Yine Enes b. Malik (r.a.) şöyle naklediyor:

Nebi (sav) ile beraber bir seferde idik. Bizden kimi oruçlu kimi de oruçsuzdu. Oruç tutanlar güçsüz kaldılar ve hiç bir şey yapamadılar. Oruçsuzlar ise binit develerini suya götürüp suladılar. Oruçlulara hizmet ettiler. Yemek pişirip birlikte yediler. Bütün bu faaliyetler üzerine Rasul-i Ekrem (sav) Efendimiz:

"Bugün oruçsuzîar tam ücret alıp gittiler." buyurdu.

Ebu Talha (r.a.) hizmetin her çeşidinden anlardı. Bir hizmet eri gibi koşardı. Medine'de kabir kazma işiyle de tanınırdı. İki Cihan Güneşi Efendimiz dar-ı bekaya irtihal edince kabr-i şeriflerini Medine halkının adetine uygun olarak kazmak şerefi de ona nasib oldu. O, canından çok sevdiği Fahr-i Kainat (sav) Efendimizin İrtihalinden sonra onun ayrılığı­na dayanamayarak diğer sahabeler gibi başını alıp Şam tarafına gitti. Uzun müddet orada kaldı. Hasretini gidermek ve kabr-i şeriflerini ziyaret etmek için Hz. Ömer (r.a.)'in şehadetinden önce Medine'ye geldi. Köşesine çekildi. İbadet ve taatiyle meşgul oldu. Hz. Ömer (r.a.) ona çok güvenirdi. Halifeyi seçmekle görevli şura meclisinin kapısında bekçilik görevini ona verdi. Halife seçilinceye kadar kimsenin rahatsız etmemesi­ni ve üç gün müddet vererek halifenin süratle seçimini sağlanmasını ondan istedi. O da bu vazifeyi seve seve yerine getirdi. Ensardan 50 kişiyle kapıyı tuttu ve üç gün içerisinde halifenin seçilmesine yardımcı oldu.

Ebû Talha yaşlanmıştı. Fakat gönlü hakikaten gençti. O hala cihad aşkıyla yanıyordu. Enes (r.a.) anlatıyor: "Bir gün Kur'an-ı Kerim oku­yordu. Tevbe süresi 41. ayetine gelince durdu ve:

"Rabbimîz bizi, ihti­yar da olsak genç de olsak savaşa gitmeğe çağırıyor." dedi. Kendisinin harp için teçhiz edilmesini istedi. Oğulları:

"Babacığım sen yaşlısın harb etmek sırası bizimdir. Sen otur biz gidelim." diyerek engel olmak istediler. Fakat kabul ettiremediler. O günlerde Rumlara karşı bir sava azırhğı vardı. Ebû Talha bu deniz harbine katıldı. Gemide ağır hastalandı ve bir müddet sonra vefat etti. (654 m.) Yedi gün süreyle karaya çıka­madıkları için defnedilememişti. Ancak cesedinde de herhangi bir bozulna meydana gelmemiştir.

Ebû Talha (r.a.) 92 hadis-i şerif rivayet etti. Bunlardan bir tanesini kendisi şöyle naklediyor: "Birgün Rasûlüllah'ın huzuruna girdim. Pek ıeşeli, mütebessim ve güler yüzlü bir halde gördüm. Sebebini sorduğum­da:

“Ya Eba Talha! Nasıl memnun ve mesrur olmıyayım ki, biraz ince Cebrail aleyhisselam geldi. Ümmetimden bana bir kere salat ve selam getirene Allah Teala ve melekleri on salat ve selâm eder." diye nüjde verdi, buyurdu."

Günler süratle geçip gidiyordu.

Harp ve sulh anlarında Hz. Ebû Talhâ, sevgili Peygamberimizden hiç ayrılmadı. En ufak işaretlerini bile, yerine getirmek için, canla-başla yabalıyordu.

Başta büyük Bedir gazası olmak üzere, bütün savaşlarda herşeyini; Allahû Teâlâ ve Rasûlü uğruna feda etti. Bilhassa Huneyn gazasında hârikaydı.

O gün Peygamber efendimiz buyurdular ki:

 

“Kim, bir düşmanı öldürürse; düşmanın üzerinde nesi varsa O gaziye ait olacaktır. Ganimete, dâhil edilmeyecektir.”

O savaşta Hz. Ebû Talhâ tek başına, yirmiden fazla müşrik öldürdü. Üzerlerinde bulunan bütün eşyaları topladı. İçlerinden bir kılıç bile almadan, hepsini Peygamber efendimizin önlerine bıraktı.

O'nun tek isteği, sâdece Allahü Teâlâ’nın ve Resûlullah’ın rızâları idi. Sevgili Peygamberimiz:

“Asker içinde Ebû Talha'nın sesi, 100 kişiden hayırlıdır,” buyur­muşlardır.

Sevgili Peygamberimizin vefatlarından sonra, Medine'de duramadı. Şam taraflarına gitti. Ancak Hz. Ömer'in son zamanlarında, baba ocağına döndü.

70 yaşlarında, Hakkın rahmetine, sevdiklerine kavuştu. Rabbimiz biz­leri şefaatlerine nail eylesin. Amin.

[94]

Ebû Talha (r.a.), Allah yolunda cihad etmek için çocuklarıyla yarışmış bir cennet adayıdır. O, Allah yolunda cihada sevdalanmıştı. Allahû Teâla'nın kendisine verdiği bütün imkânları Allah'ın dinini hayata hakim kılmak ve hakimiyetini devam ettirmesi için kullanmıştır.

Gamnı cihadda vermiştir. Ömrünü cihadla geçirmiştir. Sahabeler, cihad aynasında kendilerini seyreden cennetlik yiğitlerdir. Onların fıkhı, bir cennet yiğitliğinin fıkhıdır.

Ebû Talha (r.a.), Allahû Teâla'dan gelen vahyi hayata yansıtmayı, Birr ve takvaya ulaşmayı ve Allah'ın rızasını kazanmayı yegane arzusu haline getirmişt. Sahabenin fıkhında mü'min insan için her yerde bir gaye vardır o da Allahû Teâla'dır. Yani Allahû Teâla'yı razı etmek ve onun rızasına nail olmak için çalışmak bütün sahabelerin vazgeçilmez müşterekidir.

 

Hz. Ebu Ubeyde B. Cerrah

(r.anh)

 

Emînü'l-Ümme lakabıyla anılan, ilk müslümanlardan ve aşere-i mübeşşere 'den olan bir sahabedir. Asıl adı Amir b. Abdullah b. Cerrâh'tır. Kureyş kabilesinin Fihroğullarındandır. Nesebi, Rasûlullah'ın nesebiyle dedelerinden Fihr'de birleşir.

[95]

Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir'in davetiyle veya Osman b. Maz'un başkanlığında arkadaşlarıyla Rasûlüllah'a giderek müslüman olmuştur.[96] Habeşistan'a göç edenler arasında ikinci kafile­dendir. Medine'de Rasûlüllah onunla Sa'd b. Muaz'ı kardeş ilân etmiştir.

[97]

Ebû Ubeyde, kahramanlığıyla tanındığı kadar, "Eminü'l-Ümme (ümmetin emini)" lakabıyla meşhur olmuştur. Rasûlüllah onun için:

"Her ümmetin bir emini vardır, bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. Cerrâh'tır" buyurmuştur.[98] Esasında Rasûlüllalı'ın bütün ashabı emanet ve âdillikte eşittir: ancak bir vasfın her insanda aynı derecede inkişaf etmeyeceği tabiidir, işte Hz. Peygamber, emîn olma vasfının ashabı içinde en fazla Ebû Ubeyde'de temayüz ettiğini bunun için belirtmiştir. İbn Hibban'm, Enes b. Mâlik'ten rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah,

"Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, en şiddetlisi Ömer, en hayalısı Osman en helâl ve haramı bileni Muaz b. Cebel, ferâizi en iyi bilen Zeyd b. Sabit, en düzgün Kur'ân okuyanı Übeyy b. Ka'b, en emîni Ebû Ubeyde'dir" buyurmuştur.

Ebû Ubeyde de diğer büyük sahabeler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah'la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akidesinin ilk yaygın­laştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir oğlu ile, Mus'ab b. Umeyr kardeşi ile, Hz. Ömer dayısı ile çarpışmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kavmi, babalan, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Rasulüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh He desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyar ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte bunlar Hizbullah/Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Hizbullah/Allah taraftar­ları hep kurtuluşa erenlerdir.”

[99]

Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlüllah'ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmış, Hendek'te, Benû Kureyza'da,  Rıdvan  Beyatinde  Hudeybiye'de,  Hayber'de,  en  cesur savaşçılardan biri olmuştur.

[100]

Câbir (r.a.)'ın naklettiğine göre Ebû Ubeyde kumandanlığında keşfe gönderilen sahabe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmakta; bütün gün onlar bir hurma ile idare etmekte veya ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmaktadırlar. Arapça'da bu yapraklara habat denildiğinden, ona izafeten Habat gazası diye geçen bu olayda, üçyüz kişilik birlik, sahile vardıktan sonra büyük bir balık ile karınlarını doyurmuşlardır.

[101]

Bu örnek olay, sahabenin hangi zor şartlar ve yokluk altında ilây-ı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir tek örnektir. Yine Ebû Ubeyde'nin şahsında, kumandanlık için nefsi tezkiye etmenin ve Rasûlullah'a kesin itaatin bir örneğini görmek mümkündür: "Rasûlüllah, Beliy ve Üzre kabilelerine Amr b. el-As'ı bir grup sahabenin başında kumandan olarak gönderdi. Amr'ın validesi Beliy kabilesindendi. Amr, Cüzam mevkiinde "Zâtü's-Selâsil" denilen bir yerde durmuş, ilerleyememiş ve Rasûlullah’tan yardım istemiştir. Rasûlüllah, içlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu bir birliği Ebû Ubeyde kumandan­lığında Amr'a yardıma göndermiştir. Ebû Ubeyde'ye: "Amr b. el-As ile aranızda ihtilâf çıkmasın" diye de tenbih etmiştir. Hakikaten Amr ile karşılaştığında Ebû Ubeyde, Amr'ın kumandanlık hususunda bencil davrandığım görünce:

Allah Rasûlü bana “Amr ile ihtilâf çıkarma" dedi; onun için “Sen beni dinlemezsen, ben seni dinlerim" demiştir. Ebû Ubeyde kumandan­lığa daha lâyık olmasına rağmen bu büyük davranışı göstermiştir. [102] İhtilafları ittifaka dönüştürmek için gayret göster­mek, cihad cümlesindendir. Müslümanların ittifaklarına sebeb olmak, düşmanları karşısında güçlenmelerine sebeb olmaktır.

Ebû Ubeyde hicrî 9. yılda Rasûlüllah tarafından "Eminü'l-Ümme" diye övülerek, Necran hristiyanlarından cizye almaya memur edildi., Rasûlüllah Necran hristiyanlarım Medine'ye çağırarak onları İslâm'a davet etti; ancak hristiyanlar, İslâm'ı kabul etmeyip sadece cizye vere­bileceklerini, bunu da alması için "güvenilir" birini memur etmesini Rasûlüllah'tan istediler, Rasûlüllah da, "Size hakkıyla emîn bir adam gön­dereceğim" diyerek Ebû Ubeyde'yi gönderdi. Rasûlüllah, Bahreyn ile sulh yaptıktan sonra onlardan toplanacak cizye'yi almaya da Ebû Ubeyde'yi görevlendirdi. Ebû Ubeyde, Mekke fethinde, Taif muhasarasında, Veda Haccı'nda hep Rasülüllah'ın yanında bulunmuştur. Rasûlullah'ın vefatın­dan sonra meydana gelen Benû Saîde sakifesi olayında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde birlikte hareket etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir, Ebû Ubeyde'nin elinden ve Hz. Ömer'in elinden tutarak ortalarında dur­muş, sahabeye bu iki zattan birisine bey'at etmelerini söylemiş; bu sözlerin hemen ardından Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e bey'at edince, Ebû Ubeyde de Ebû Bekir'e bey'at etmiştir. Ebû Bekir, vefat ederken bu olayı hatırlatmış ve, "Benû Saide sakifesinde Hz. Ömer'i halifeliğe, Ebû Ubeyde'yi vezirliğe lâyık gördüğünü" söylemiştir.

[103]

Ebû Ubeyde b. Cerrah, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinden itibaren Hz. Ömer zamanında cihad hareketinde Suriye bölgesindeki fetihlere katıldı ve kumandan olarak yer aldı. Ayrıca o, Bisan, Taberiye, Baalbek, Humus, Hama, Seyre, Maarra, Lazkiye, Antarius, Banyas, Selemiye, Halep, Antakya, Menbic, Delul fetihlerinde bulunmuştur.634 yılında Humus'ta Roma İmparatoru Herakleius'un muazzam ordusuna karşı Ebû Ubeyde, Yezid b. Ebî Süfyan, Şurahbil, Amr b. el-Âs ve Halid b. Velid gibi kumandanların orduları birleşerek Ecnâdin'de savaştılar. Müslümanlar üç bin şehid vererek burayı fethettiler.

Suriye'nin en mühim ticaret merkezi olan Şam'ı kuşattıklarında Ebû Ubeyde Câbiye kapısından şehre saldırdı. Halid b. Velid Şam'ın kendi tarafındaki bölümünü çarpışarak ele geçirirken, Ebû Ubeyde kendi böl­gesini sulh ile ele geçirdi ve hristiyanlarla yapılan sulh antlaşması bütün şehre şâmil kılındı.

635 yılında Fahl savaşı vuku buldu. Roma ordusu müslümanların sayı­ca üç-dört misliydi. İki ordu çarpışmadan önce Romalıların özel elçisi müslümanların karargahına gelip sulh şartlarını görüşmek istedi. Elçi, burada Ebû Ubeyde'yi komutan olarak büyük bir ihtişam içinde biri sanı­yordu. Ancak her tarafta birbirine benzer insanlar ve diğer askerlerden farkı olmayan Ebû Ubeyde'yi görünce çok şaşırdı. Ebû Ubeyde, elçinin, Roma topraklarını terkederterse askerlerine altın verme teklifini reddetti. İki ordu çarpıştı ve müslümanlar Romalıları yenilgiye uğrattılar.

635 yılında Suriye'nin tarihî şehri Humus fethedildi. Ebû Ubeyde birçok yerleri sulh ile ele geçirip Antakya'ya yönelmişken halife Hz. Ömer'in emriyle askerlerini durdurdu ve Humus'ta yerleşti. 636'da Herakleios Roma, İstanbul, el-Cezire, Ermenistan gibi Roma vilâyet­lerinden gelen askerlerle büyük bir ordu topladı ve Suriye'ye hareket etti. Ebû Ubeyde Humus ve diğer fethedilen yerlerdeki kumandanlara mektup yazarak toplanan cizyelerin iade edilmesini, geri çekileceklerini bildirdi.

[104]

Daha sonra Şam'a gitti ve dağınık İslâm ordularını toplamak amacıyla Yermük'te karargah kurdu. Hz. Ömer'e süratle haber yolladı; Roma ordusunun âdeta yağarak üzerlerine geldiğini bildirdi ve âcil yardım gön­dermesini istedi. Yardım için vakit yoktu; Hz. Ömer cevabında, "Onları yeneceğinize inanıyoruz" diyordu. Amr b. el-Âs da Ürdün'den Yermük'e gelince müslümanların maneviyatları kuvvetlendi.

Yermük'e çok yaklaşan Roma ordusundan bir elçi  akşam namazı kılınırken geldiği  zaman Ebû Ubeyde'ye sordu:

"Hz. İsa için ne düşünürsünüz?" Ebu Ubeyde şu cevabı verdi:

“Allah buyurur ki:

"Ey ehl-i kitap, dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin.  Meryem  oğlu  tsa  Mesih Allah'ın  peygamberidir. Aynı zamanda Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın, "üçtür" demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak bir tektir. Çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde uçanlar da yerde olanlar da O'nundur.”

[105]

Romalı elçi bu âyeti duyunca kelime-i şehâdet getirdi ve müslümanlara katıldı. Yermük savaşında müslümanlar inançlarıyla dev gibi Roma ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı. Herakleios artık bu yenilgiden sonra Antakya'yı terketti ve İstanbul'a giderken meşhur "Elveda Suriye" sözünü söyledi.

Ebû Ubeyde tekrar Humus'a döndü. Kınnesrin, Halep, Antakya İslâm hakimiyeti altına alındı. Halid b. Veîid Maraş'ı fethetti. Nihayet Kudüs 637 tarihinde kuşatıldığında Kudüs halkı ve din adamları şehri, Hz. Ömer'e teslim etmek istediklerini söylediler. Hz. Ömer Cabiye'ye gelerek onlarla antlaşma imzaladı. 638 yılında Halid b. Velid'i başkumandanlıktan azleden Hz. Ömer, yerine Ebû Ubeyde'yi tayin etti. Bu sırada Rumlar tekrar yeni bir orduyla saldırdılar. Ebû Ubeyde komutasındaki İslâm ordusu Rumları Humus'ta bir defa daha yenilgiye uğrattı. Ebû Ubeyde, Şam ve çevresinin fütuhatı tamamlandıktan sonra "Şam emiri, adaleti" deyimiyle Rumlar arasında bile hayırla anılmıştır.

Hicretin 18. yılında Hicaz bölgesinde kıtlık başgösterince Ebû Ubeyde Medine'ye büyük miktarda yiyecek yardımı gönderdi. Aynı yıl, veya 17. yılın sonlarında Suriye, Mısır ve Irak'ı Amvas (Amevas) Taunu diye tari­he geçen veba salgını istilâ etmiş, birçok sahabe bu salgında vefat etmişti. Ebû Ubeyde de, Hz. Ömer'in Şam'dan ayrılması ısrarlarına rağmen şehirde kalmış ve vebaya yakalanmıştır. Yerine Muâz b. Cebel'i bırakan Ebû Ubeyde şöyle vasiyette bulundu:

"Size bir vasiyetim var. Onu kabul ederseniz hayra erersiniz: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin, haccınızı ifâ edin, birbirinizi gözetin, emirlerinize itaat edin ve onları aldatmayın. Dünya sizi aldatmasın. Bir insan bin sene de yaşasa akıbet şu neti­ceye varır: Allah insanların alnına ölümü yazmıştır, onun için hepsi Ölürler. İnsanların en akıllısı Allah'a en çok itaat eden, âhiret için çok çalışandır. Hepinize Allah'ın selâm ve rahmetini, lütuf ve bereketini niyaz ederim. Haydi Muâz! Cemaate namaz kıldır."

Ebû Ubeyde'nin kabri Şam'da Anta köyü civarında Gavr Beysan'dadır. Tarihçilerin nakline göre Hz. Ömer ve ashâb salgın yerine gelip durumu gördükten sonra hemen oradan ayrılmak istemişler, Ebû Ubeyde Ömer'e,

"Ya Ömer, Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" demiş, Ömer de,

“Evet, Allah'ın kazasından kaderine kaçıyorum" demiştir. Ebu Ubeyde, züht ve takva sahibi, "ümmetin emîni", cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahabedir. Diğer birçok sahabe gibi o da, fütuhat sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürdü.

Hz. Ömer onun odasının eşyasız bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiye­cekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve,

"Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi" demiştir. Yine Ömer,

"Allah'a hamdolsun, müslümanlar içinde böyle insanlar var..." diye onu övmüştür. Ebû Ubeyde, bir müslümanın kendisine iltica eden birini himaye edebileceği­ni söylemiştir.

[106]

Aşere-i Mübeşşere denilen, cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Ebû Ubeyde, Rasûlüllah ile devamlı birlikte olduğu halde ondan çok az hadis rivayet etmiştir. Orta boylu, zayıf, güzel yüzlü, zekî, merhametli diye anılan bu sahabe, Şam emiri iken, bütün Şam halkı onun adil bir yönetici olduğunda ittifak etmiştir. Onun az hadis rivayet etmesi, tıpkı Ebû Bekir, Zübeyr b. el-Avvâm, Abbâs b. Abdülmuttalib gibi birçok büyük sahabe Mukillin gibi, Rasûlüllah'ın maiyetinde bulunmalarına ve onun vefatından sonra yaşamalarına rağmen, hadis rivayeti hususunda çok titiz, bunun büyük bir sorumluluk olduğunun bilincinde olmalarından kaynaklanıyordu.

Ebu Ubeyde Rasûlüllah'tan ondört hadis rivayet etmiştir. [107] Bu Mukillin ashâb, sünnetin birer uygulayıcısı, canlı birer numunesi olduklarından, sünneti yaşamaya daha ziyade önem vermişler, sünneti "anlatma"yı ise başka sahabelere bırak­mışlardır. Ebû Ubeyde'nin râvileri arasında Câbir, Ebû Ümâme, Abdurrahman b. Ganem bulunmaktadır.

[108]

Sahabeler, sünneti ihya ettiler ve sünnette ihya oldular.

 

Hz. Ebu Zerr El-Gıfarı (r.anh)

 

İlk müslümanlardan, sahâbî Ebû el-Zerr, Benû Gıfâr kabilesine mensub olup doğum tarihi bilinmemektedir. H. 31 (M. 651/652) yılında Mekke ile Medine arasında bir yer olan er-Rebeze'de vefat etmiştir. Ebû Zerr (r.a)'in ismi ve babasının adı hakkında kaynaklarda çeşitli isimler zikredilmektedir. Bazı eserlerde İsminin Cündüb b. Cenâde b. Seken, bazı eserlerde Seken b. Cenâde b. Kavs b. Bevaz b. Ömer olarak zikredilmek­tedir. Bazı eserlerde ise Cündüb b. Cenâde b. Kays b. Beyaz b. Amr olarak zikredilmektedir. Bu sonuncusunun daha doğru olması muhtemeldir. Zira annesinin künyesi Ümmü Cündüb'dür.

[109]

Hz. Cündüb b. Cenâde'nin künyesi Ebu Zerr'dir. İslâm tarihinde ismin­den ziyade bu künyesi ile meşhur olup bununla anılmaktadır. Lâkabı ise Mesîhu'l-İslâm'dır. Bu lâkabı ona Hz. Muhammed (sav) bizzat vermiştir. Ebû Zerr eı-Gifâri'nin kabilesi ve ailesi câhiliye devrinde genellikle yol kesmek, kervanları soymak ve eşkıyalık yapmakla tanınırdı. Ebû Zerr, cesareti ve atılganlığı ile o kadar büyük bir şöhret yapmıştı ki, ismini duyan, olduğu yerde korkudan titrerdi.

Genç yaştaki Ebû Zerr hazretleri bir gün, birdenbire değişerek mesleğini bırakıp haniflerden oldu. İslâm'ın henüz zuhur etmediği bir zamanda Allah yolunu tuttu. Öyle ki, etrafındakilere, "Allah'tan başkasına ibadet edilmez. Putlara tapmayınız, onlardan hiçbir şey istemeyiniz!" demeye başladı. Böylece hak yolunu bulmuş ve lebbeyk demişti. Bu husustaki ifadesine göre, müslüman olmadan üç yıl evveline kadar kendine mahsus bir-şekilde Allah'a ibadet ettiğini ifade etmiştir.

Ebû Zerr (r.a.), İslâm daha duyulmadan hakkın dâvetine cevap veren ve ruhen iman eden büyük sahabelerden biridir.Ebû Zerr hazretlerinin İslâm ile müşerref olması başlı başına bir olaydır. Şöyle ki: Bir gün, Gıfâroğulları kabilesine mensub bir kişi, Mekke'den kendi kabilesine döndüğünde doğru Ebû Zerr'e gitti ve Mekke'de bir zatın zuhur edip ken­disinin peygamber olduğunu iddia ederek insanları yeni bir dine davet ettiğini ve Cenâb-ı Hakkın vahdaniyeti hakkında halka talimatta bulun­duğunu haber verdi. Ve bu işi tahkik etmesini ilâve etti. Kabiledaşının vermiş olduğu bilgileri dikkatle dinleyen Hz. Ebû Zerr, karşısındakinin sözleri bittikten sonra:

"Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, bu zat, iyilik­leri öğrenmeleri ve kötülüklerden sakınmaları için halka nasihatler yapmaktadır" dedi.

Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Ebû Zerr Mekke'ye gitti. Bu sırada Hz. Muhammed'in Mekke'deki durumu çok kritik olduğundan, ashabı onu büyük bir titizlikle koruyor ve bulunduğu yeri hiç kimseye açıklamıyor­lardı. Ebû Zerr Hz. Peygamber'i kime sorduysa bir cevap alamadı. Çare­siz Kabe'ye gitti. Zemzem suyundan içerek biraz rahatladı. Tekrar Hz. Peygamber'i aramaya çıktı. Yine kimseden bir cevap alamadı. Bu arada tevafuken karşısına çıkan Hz. Ali'ye sordu ise de yine bir cevap ala­madı.Ebû Zerr el-Gıfâri, Hz. Ali'yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:

“Esselâmü aleyküm,” diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm'da bu şek­ilde verilen ilk selâm ve Ebû Zerr el-Gıfari de ilk selâmlayan kimse oldu.

Peygamber efendimiz selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:

“Sen kimsin?”

 

“Gıfâr kabîlesindenim.”

“Ne zamandan beri buradasın?”

 

“Üç gün üç geceden beri buradayım.”

“Seni kim doyurdu?”

 

“Zemzem'den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.”

“Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur.”

“Yâ Muhammedi İnsanları neye da'vet ediyorsun?”

 

“Bir olan ve ortağı bulunmayan Allah'a iman etmeye ve putları terketmeye, benim de Allahın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye davet ediy­orum.”

Bunun üzerine Ebû Zerr el-Gıfari hazretleri:

 

“Bana İslâmı bildir,” dedi.                                                          

Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebû Zerr Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyakla dedi ki:

“Yâ Rasûlallah! Allahü Teâlâya yemîn ederim ki Müslüman olduğumu Kabe'de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmiyeceğim.”

Bundan sonra Ebû Zerr el-Gıfâri Kabe yanına gidip, yüksek sesle:

“Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûllüh,” diye haykırdı.

Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçalan ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı. Bu hâli gören Hz. Abbâs seslendi:

“Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz? Böylece Ebû Zerr hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.”

Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün yine Kabe'nin yanında Kelime-i şehâdeti yük­sek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrik­ler, yere yıkıhncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı. Bundan sonra Peygamber efendimiz Ebû Zer-i Gıfarî hazretler­ine buyurdu ki:

“Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!”

Bu emir üzerine Ebû Zerr el-Gıfari kendi kabilesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.

Ebû Zerr el-Gıfari hazretleri kavmini İslâmiyete davet ediyordu. Birgün kabilesine, Allanın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resulü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve manasız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, "Olamaz" diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabilenin reisi Haffâf, bağıranları susturdu ve dedi ki:

“Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak!” Bunun üzerine Ebû Zerr hazretleri şöyle devam etti:

“Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mani olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.”

Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:

“Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor.  Onun doğru söylediğini nasıl anladın?”

Bunun üzerine Ebû Zerr hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:

“O, Allah'ın bir olduğunu, O'ndan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allah'a iman etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün,  haksızlığın,  zulmün,  çirkinliğini  ve  bunlardan  sakınmayı emrediyor.”

Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffâf ve kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabul ettiler.

Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke'de ve civarında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan'a, daha sonra Medîne-i münevvereye hicret yapıldı.

Ebû Zer hazretleri de Medine'ye hicret etti. Peygamber efendimiz hicretten sonra Ashâb-ı kiram arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zerr hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi.

Ebû Zer-i Gıfâri hazretleri Hendek savaşından sonra Medine'ye geldi ve yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin yanından ayrılmadı.

Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize sorardı, iman, ihsan, emir ve yasaklar hususunda, Kadir gecesi ve daha birçok hususların sır­larını, izahını, namaza dâir ince hususları ve nice şeyleri Rasûlullah'a biz­zat sorarak öğrenmiştir.

Resûl-i Ekrem efendimiz Ebû Zer'i çok sever, ona, husûsî iltifat buyu­rurdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Rasûlullah (sav)'in huzurunda kalırdı. Peygamberimizin mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem mese­leleri konuşurdu. Ayrıca Ebû Zer hazretleri, Peygamberimizin mübarek elini öpmek saadetine kavuşmuştur. Rasûlullah efendimize bey'ât ederken de, "Hak Teâlâ'nın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldırmayacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü ola­cağına" söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu husus­ta Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

“Dünyaya Ebû Zerr'den daha sadık kimse gelmedi.”

Rasûlullaha anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:

“Yâ Rasûlallah, benim kalbim yalnız Allahû Teâlâ'nın ve sizin muhab­betinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.”

Tebük muharebesinde Ebû Zerr el-Gıfâri hazretlerinin devesi pek zayii ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek içir yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zerr orduya yetişti. Rasûlullah'ın yanında bulunan Ashâb-ı kiram dediler ki:

“Yâ Rasûlallah! Tek basma bir adam geliyor.” Rasûlullah efendimiz:

“Ebû Zerr midir? Onun olmasını isterim,” buyurdular. Ashâb-ı kiram dikkatle bakıp Rasûlullaha dediler ki:

“Yâ Rasûlallah, gelen Ebû Zerr'dir.”

“Allah Ebû Zer'e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefat eder ve yalnız başına haşrolunur.” Daha sonra Ebû Zerr'e:

“Ey Ebû Zerr! Niçin geride kaldın, buyurdular. Ebû Zerr, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi.” Bunun üzerine Rasûlullah efendimiz:

“Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allahü teâlâ bir günâhını bağışlasın,” diye duâ buyurdular.

Ebû Zerr el-Gifâri dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkar, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeple ona, "Mesihül-İslâm" lâkabını vermişti.

Ebû Zerr el-Gıtari hazretleri, Mekke'nin fethine de kendi kabilesinin sancağım taşıyarak katılmıştır. Peygamberimize tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zerr, Rasûlullah'ın vefatında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefatından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir'in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefatından sonra Şam'a gitti. Oraya yerleşti. Bir gün Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri, Kabe'nin yanında durarak şöyle dedi:

“Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, azıksız asla çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhıret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?”

Orada toplanan ahâli sordu:

“Bizim âhiret azığımız nedir yâ Ebâ Zerr?”

“Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhiret hazırlığı yapmaya tahsis ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.”

Ebû Zerr (r.a.) tabiaten fakir, zâhid ve inzivayı seven bir sahabe idi. Dünyaya hiç değer vermezdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (sav) kendi­sine Mesîhu'l-İslâm lâkabını takmıştı. Nitekim Ebû Zerr (r.a.), Rasûlullah'ın irtihâlinden sonra bu lâkaba uygun olarak dünya ile alâkasını tamamen keserek inzivaya çekildi. Medine'nin bağı bahçesi onun için bir harabeden başka birşey değildi. Hele Hz. Ebû Bekir (r.a.) de vefat edince Ebû Zerr (r.a.) tamamen içine kapandı. Yüreğindeki acılara tahammül edemez hale geldi. Medine'den ayrılıp Şam'a yerleşti. Hz. Osman (r.a.) devrinde fetih hareketleri oldukça genişlemiş ve bu yüzden fethedilen bölgelerin gelenekleri de İslâm'a etki etmeye başlamıştı. Bunun neticesi olarak emirler, sadelikten ayrılarak dünyevî bir yaşantının içerisine girmişlerdi. Saraylar, köşkler, konaklar yapılmaya. Hizmetçiler tutularak işler onlara gördürülmeye başlanmıştı. Rasûlu­llah'ın, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinin sadeliği unutulmuştu. Bu sadeliği unutmayanlardan birisi de Ebû Zerr (r.a.) idi. O, sâde yaşayışını sürdürmekte ısrar ediyordu. Mal ve servet biriktirme hırsı yoktu. Debdebeli bir hayat tarzını seçenlere gereken ikazları yapıyor; bu duru­mun onlara kötülükten başka birşey vermeyeceğini, bir gün bunların hesabının sorulacağım söylüyordu. Ve sık sık delil olarak:

“Altın ve gümüş depo edip Allah yolunda sarfetmeyenlere elim azabı müjdele..." mealindeki âyeti okuyordu.

Hz. Muâviye ve emirlerinin yaşantılarını sürekli eleştiriyordu. Bu yüz­den Şam'da fesat çıkardığı iddiasıyla Ebû Zerr (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a şikâyet edildi. Hz. Osman, Ebû Zerr'i Medine'ye çağırdı. Hz. Ebû Zerr Medine'ye geldikten sonra Hz. Osman'a, "Benim dünya malına ve dünya metaına ihtiyacım yoktur!" diye haber gönderdi. Hz. Ebû Zerr'in Medine'ye gelişi halk üzerinde büyük bir tesir ve hayret icra etti. Fakat Ebû Zerr, Medine'de fazla kalmayarak Mekke civarında bulunan Rebeze mevkiine giderek oraya yerleşti. Onun bu hareketini Hz. Osman da tasvib etti. Hz. Osman ona birkaç koyun ve bir deve verip bunlarla geçimini sağlamasını söyledi.Medine'de âsiler Hz. Osman aleyhine faaliyetlerde bulundukları zaman Ebû Zerr'i bu işe karıştırmak istedilerse de bir kenara çekilip âsilere bu fırsatı vermedi.

Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri, Hz. Osman'ın halifeliğine kadar Şam'da kaldı. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınıldı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.

Bir defasında Şam valisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zerr hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakirlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı. Ertesi gün valinin hizmetçisi gelip dedi ki:

“Aman efendim, dün akşam sana getirdiğim altınlar meğerse başkası­na gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim. Mümkünse altınları geri alayım, yoksa vali benden hesap sorar”. Bunun üzerine Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri buyurdu ki:

“Oğlum, onları fakirlere dağıttım. Sen validen iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, o zaman iade ederiz.”

Valinin adamı durumu valiye anlattı. Vali, Ebû Zerr'in, sözünün eri olduğunu anladı. Ancak, Ebû Zerr'in bir günlük ihtiyaçtan fazlasını bulundurmayıp dağıtmasını ve halkı buna teşvik etmesini, halkın anla­mayacağını anlayan vali, durumu halîfe Hz. Osman'a mektup ile bildirdi.

Bunun üzerine halîfe, Ebû Zerr'i Medine'ye da'vet etti. Ebû Zer, Medine'ye geldiğinde, evlerin Sel Dağına dayandığını ve refahın arttığını gördü. Halîfenin huzuruna çıkınca, Hz. Osman'a, niçin insanların birik­tirdikleri malları dağıttırmıyorsun, diye sordu. Bunun üzerine Hz. Osman buyurdu ki:

“Yâ Ebâ Zerr, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Onlar zekâtlarını verdikten sonra, benim vazifem, onlar arasında Hak Teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.” Bunun üzerine Ebû Zerr dedi ki:

“Rasûlüllah bana

"Binalar Sel dağına ulaştığı zaman, sen Medine'den ayrıl!" diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medine'den gideyim.”

Hz. Osman müsâade buyurdu. Birkaç koyun ve keçi, yetecek miktarda yiyecek vererek, Medîne-i Münevvere yakınlarındaki Rebeze adındaki köye gitmesini söyledi. Ailesi de Şam'dan buraya gönderildi.

Ebû Zerr el-Gıfâri hazretleri, Rebeze'de, küçük bir kulübeye yerleşti. Gelip geçenlere, hadîs-i şerîf ve dînî bilgiler öğretmeye başladı. Halîfenin hediye ettiği, birkaç koyun ve keçisi vardı. Onlarla hayatım devam ettiriy­or, dâima Allaha şükrediyordu. Birgün, muhterem hanımı Ümmü Zerr hatırlattı:

“Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?”

“Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberler­im var.”

“Hayırdır İnşâallah.”

“İnşâallah yakında, Allanın sevgilisi Peygamber efendimize kavuşa­cağım. Ey ölüm çabuk gel, ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çır­pınıyor. Hanımı Ümmü Zerr ağlamaya başladı.”

“Niçin ağlıyorsun hanım?”

Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:

“Nasıl ağlamıyayım! Gerçekten bir emr-i Hak vaki olsa, vefat etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?”

“Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?”

Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı. Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden! Üzüntüyle içeri döndü. Başını salladı:

“Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?”

“Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman cemaatı gelince, onlara ikram edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!”

Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı.

Nihayet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu:

“Müjde Ya Eba Zerr. Söylediğin gibi, gelenler var!” Yaşlı Sahabenin gözlen parladı ve dedi ki:

“Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, Kıbleye doğru çevirelim.”

Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefat etti. Hanımı, efendisinin dedik­lerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Nihayet yılında bir gün ufukta bir kervan gözüktü. Kervan konakladıktan kısa bir süre sonra Hz. Ebû Zerr dâr-ı bekâ'ya göçtü. Kafıledekiler onu kefenledi ve cenaze namazını kıldırarak Rebeze'ye defnetti. [110] Cenazesiyle ilgilenenler Abdullah bin Mes'ûd, Mâlik bin Ester ve ba'zı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:

“Ebû Zerr içerde, vefat etti. Onu kefenleyip, ecre, sevaba nail olmak istemez misiniz?”

Bu ismi duyan kafile mensupları, hep birlikte, Ebû Zer hazretlerinin hizmetine koştular.

Abdullah bin Mes'ûd'un verdiği kefenle kefenlendi ve cenaze namazını da, Abdullah b. Mes'ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medine'ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman himayesine aldı.

Uzun boylu, esmer, geniş omuzlu ve saçları beyazlaşmış haliyle Hz. Ebû Zerr bir âbide gibi idi. Vefatında geriye harab bir ev ile üç koyun ve birkaç keçiden başka birşey bırakmadı. Ebû Zerr (r.a.), ashâb tarafından "ilim deryası" sıfatıyla vasıflandırılmıştı. Çünkü bilgi edinmek için Hz. Peygamber'e sık sık sorular sorardı. İman, ihsan, emir, nehy, iyilik ve kötülük hakkında ne varsa hepsini Rasûlüllah'a sorarak öğrenmişti. Her hareket ve işinde Resûl-i Ekrem'e tâbi olduğunu gösterirdi. Gayet kanaatkar olup basit ve sade yaşardı. Abid ve zâhid idi. Hakkı söylemekten çekinmez ve korkmaz idi. Ebû Musa el-Eş'âri'yi ise yaşayışından dolayı çok severdi ve ona, "Sen, benim kardeşimsin" derdi.Ebû Zerr (r.a.), yaratılıştan hak sever bir insan idi.

Ümmet arasında meydana gelen fitne ve fesatlara karışmaktan son derece sakınırdı. Hz. Osman'a muhalif olmasına rağmen, etrafın sıkıştır­masına mukabil bitaraf kalmıştır. Hz. Osman'a ve Hz. Muâviye'ye muhalif olarak tanınırdı. Fakat bütün bu muhalefetlerine rağmen onlara karşı gelmedi. Kendisine arzu etmediği birşey teklif edildiği zaman, zâhi-dlere mahsus bir edâ ile ve güler yüzle, hoş sohbetliğini de ileri sürerek reddederdi. Ebû Zerr, pek az sayıda fetva vermiştir. Zira bu hususta çok titiz davranırdı. Ancak haklı bir meselede halifeye karşı gelmekten çekin­mezdi. Hz. Ebû Zerr'in oğlu, sağlığında vefat etmişti. Geriye yalnız bir eşi ve bir kızı kalmıştı.

[111]

Hz. Ömer, halifeliği zamanında birgün arkadaşları ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada iki genç huzuruna geldi. Yanlarında kollarından sıkı­ca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:

“Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhakeme edilmesini istiyoruz.”

Hz. Ömer, her iki tarafın da ifadelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyan ettiği iyice öğrenildikten sonra katil genç suçlu görülerek idama mahkûm edildi. Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:

“Siz, mü'mini erin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefat etmezden önce par­alarını ayırmış, bana, "Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhafaza et! Büyüyünce kendisine verirsin." diye vasiyet etmişti. Ben de bu paralan bir yere gömdüm. Şimdi karar infaz edilirse, bu paralar orada kalır. Çünkü benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zayi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emâneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.”

Hz. Ömer:

“Yerine bir kefil bırakman lâzım,” buyurdu.

“Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?”

Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebû Zer r el-Gıfâri hazretlerini göstererek:

“İşte bu zât kefil olur,” dedi. Hz. Ömer:

“Ey Ebû Zerr, kefil olur musun?”

“Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.”

Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Da'vâcı gençler gelmiş fakat, auçlu genç gelmemişti. Davacılar dedi ki:

“Ey Ebû Zerr, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezasını çekmedikçe buradan ayrılmayız.” Ebû Zer hazretleri gayet sakin bir şekilde:

“Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.”

Nihayet bildirilen vakit doldu. Ebû Zerr hazretleri de ortaya çıkıp, cezasının infazım istedi. Tam bu sırada, toz duman içinde birinin gelmek­te olduğunu gördüler. Gelen, o gençten başkası değildi. Genç geciktiği için özür dileyerek:

“Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emânet ettim. Dayımın yeri hayli uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.”

Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu husu­su kendisine söylediklerinde:

“Mert olan hakîki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, "Artık dünya­da sözünde duran kalmadı" dedirtmem.”

Ebû Zerr hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:

“Genç bana güvenerek, "Bu bana kefil olur" dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. Alemde fazilet, iyilik kalmamış,” dedirtmem.



[1] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty.

[2] Üsdü'l-Ğâbe, I, 35.

[3] el-İsâbe, I, 10.

[4] el-İstilâb, I, s.35.

[5] Vakidi, Meğazî, s.63.

[6] İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, V, 148.

[7] İbn Sa'd Tabakat, II, 353.

[8] Üsdü'l-Gâbe, II, 353.

[9] İbn Hişâm, es-Sîre s.563: Taberî, s.1425-1426.

[10] Hâkim, el-Müstedrek, III, 336.

[11] Kenzü'l-Ummâl, I. 78.

[12] Sıfatü's-Safve, I, 263.

[13] Yunus: 10/64

[14] Ebu Davûd ed-Tayâlîsî, Müsned, 131

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 128

[16] eîl-Müsned/Ahmed b. Hanbel, V. 190

[17] el-Müsned/Ahmed b. Hanbel, V, 1 96

[18] el-Müsned/Ahmed b. Hanbel, VI, 145

[19] Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 333-334

[20] El-Hilye, 1,218; et-Tabakat, VII, 18

[21] El-Hilye, I, 216.

[22] et-Tabakat VII, 392

[23] Câmi'ül-Beyani'l-İlim, I, 31, 32, 100.

[24] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty; Sahihi Buharî/Buharî, Sünen-i Tirmizî/Tîrmizî.

[25] H . I /M. 623

[26] İbn Sa'd, Tabakât, 1, 218; 111, 448

[27] İbrahim: 14/35, 52.

[28] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ahkâm Tefsiri, II, 463

[29] Ruhu'l Meani/Alusî : 28/101, Beyrut/ 1985.

[30] İbnü'l-Esir, Üsdü'ilĞâbe, I, 86-87

[31] Ali el-Mütteki, Kenzü'l-Ummâl, V, 136-137

[32] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 138; İbnü'l-Esir, Üsdül-Ğâbe, 11, 7

[33] Îbnül-Esir, a.e.g., I, 72.

[34] İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sîre, II, 100; İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 484; İbn Abdülberr, el-Istiâb, IV, 1606; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, VI, 25; ez-Zehebî, Siyer A'lâmü'n-Nübelâ, II, 288.

[35] Müslim, Sahih II, 192.

[36] Müslim, Sahih, II, 198.

[37] İbn Sa'd, et-Tabakat, 485; Hâkim, el-Müstedrek, III, 458; ez-Zehebî, A'lâmü'n-Nübelâ, 290.

[38] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 147.

[39] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335.

[40] İbn Abd Rabbîh, el-Ikdü'l Fend, IE, 213.

[41] İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sire, III 354-355.

[42] Kenzü'l-Ummâl, Vil, 95.

[43] el-Bidâye, VIII, 59.

[44] Beyhâki, IX, 99; İbn Kesir, I, 228.

[45] Kenzü'l-Ummâl, VIII, 63.

[46] Buhâri, el-Edeb, 134.

[47] bk. Taberî, Târih, III 2324 İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, V, 143; Hafız Huseyn b. Hacet, Hudîkatü'l Cevâmî, 1,243

[48] bazı rivayetlere göre Abdullah, hattâ başka isimler de ileri sürülmektedir

[49] el-Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek, Beyrut, t.y, III, 507.

[50] ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffaz, Haydarâbâd 1376/1956, I, 32.

[51] İbn Kesir, el-Bidâye ve'n Nihâye, Beyrut 1966, VIII, 108,113.

[52] İbn Kesir, a.g.e., VIII, 108, 110.

[53] Buhâri, Menâkib, 25; Müslim, Fiten, 10.

[54] Zehebî, Tezkire, 1,33.

[55] İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut 1380/1960, IV, 336.

[56] İbn Hacer, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Mısır 1328, IV, 205.

[57] İbn Hacer, a.g.e., IV, 206.

[58] Müslim, Fadâilü’s-Sahabe, 159; Buhâri, ilim, 42.

[59] El-Hâkim en-Nisâbûrî, Müstedrek'te 111, 508.

[60] İbn Hacer el-Askalâni, el-isâbe, IV, 204.

[61] Muhammed Ebû Zehv, el-Hadis, ve'l-Muhaddisûn, Kahire 1958, 134.

[62] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 340.

[63] İbn Hacer, a.g.e., IV, 205.

[64] Muhammed Ebû Zehv, a.g.e., 134.

[65] Siyeru A'lamu'n Nubelâ/Zehebî; Sireti İbn-i Hişam; Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahabe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdıurahman Ref'at el-Başa, Beyrut/t.y; Meşhur Kadınlar/Mehmed Zihni Efendi/Ter: Bedreddin Çetiner, İst/19823.

[66] Ahzab: 33/6.

[67] (Nedvî; Âişe, 267/268).

[68] M. Ebû Zehv, a.g.e., s. 158.

[69] İbn Kesir, el-Bidâye, VIII, 106; M. Ebû Zehv, a.g.e., 159.

[70] Buhâri, ilim, 43.

[71] İbn Kesir, a.g.e., VIII, 106; M. Ebu Zehv, a.g.e., 159.

[72] M. Ebû Zehv, a.g.e., 160.

[73] A.g.e. ve yer.

[74] Hâkim en-Nisâbûrî, a.g.e., III, 513; İbn Kesir, a.g.e., VIII, 108.

[75] M. Ebû Zehv, a.g.e., 160, 161.

[76] İbn Hazm, el-ihkâm fi Usûli'l-Ahkâm, Mısır 1345, II, 76, 78, 80; M. Ebû Zehv, a.g.e., 161, 162.

[77] el-Hâkim en-Nisâbûrî, a.g.e, III, 511, 512.

[78] İbn Kesir, a.g.e., III, 106; M. Ebû Zehv, a.g.e., 162-164.

[79] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suvcrun Min Hayalü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başâ, Beyrut/ty.

[80] Enfâl: 8/27.

[81] Tevbe: 9/102.

[82] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref’at el-Başa, Beyrut/ty.

[83] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.

[84] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref’at el-Başa, Beyrut/ty.

[85] Ahmed Naim, Sahîh-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, I, 26 Mukaddime.

[86] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 449.

[87] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 6-24.

[88] Hayalü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü’l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü’s Sahabe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.

[89] İsra: 1793.

[90] Yusuf: 12/91.

[91] Yusuf: 12/92.

[92] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyelü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü’l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.

[93] Al-i İmran: 3/92.

[94] Hay atü's Sahabe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacem'i Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.

[95] İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 297; İbnül-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 84.

[96] İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 298.

[97] İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 111.

[98] Müslim, VII, 127; İbn Mâce, I, 136.

[99] Mücâdele: 58/22.

[100] İbn Sa'd, et-Tabakat, I, 298.

[101] Buhâri, Bâb-ı Gazveti Seyfü'l Bahr, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, X, 364-367.

[102] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 196.

[103] Taberî, Târih, III, 430.

[104] Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Harac, 81.

[105] Nisâ: 4/171.

[106] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 195.

[107] Ahmed Naîm, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Mukaddime, 1, 60.

[108] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.

[109] İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, VI, 99-101.

[110] Hayreddin Zirikli, el-A'lâm, II, 140.

[111] İslam Tarhih Mekke Dönemi/M. Âsım Köksal, Sh: 177-180.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol