FIKHU’S-SAHABE_04

FIKHU’S-SAHABE (2)  1

 

Sahabenin Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü. 1

 

Melekler Sahabe midir?. 1

 

Cinler Sahabe midir?. 1

 

Sahabe Vahiy Neslidir 1

 

Sahabenin Hepsi Udüldür 2

 

Ashâb-ı Kiram Allah'ın Yeryüzündeki Şahidleridir 2

 

Sahabe İslam'ın Kilit Kuşağıdır 4

 

Ashabı Kıram'ın İslam Ümmeti Üzerindeki Hukuku. 4

 

Değerlendirme Çalışmaları 4

 

ÜNİTE VIII. 5

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 5

 

Hz. Erkam Ebi'l-Erkam (R.Anh) 5

 

4) Ashâb İçinde Vefatlarından Sonra. 5

 

Hz. Fadl İbn Abbas (R.Anh) 6

 

Hz. Feyruz Bin Deylemi (R.Anh) 6

 

Hz. Habbab Bin Eret (R.Anh) 6

 

Hz. Halid Bin Velid (R.Anh) 7

 

Hz. Halid Bin Said El-As (R.Anh) 8

 

Hz. Hamza (R.Anh) 9

 

Hz. Hassan Bin Sabit (R.Anh) 10

 

Hz. Hatib Bin Ebi Beltea (R.Anh) 10

 

Hz. Hubeyb Bin Adiy (R.Anh) 12

 

Hz. Huzeyfa Bin Yemân (R.Anh) 13

 

Hz. Hasan Bin Ali Bin Ebî Talib (R.Anh) 14

 

Hz. Hüseyin (R.Anh) 15

 

Değerlendirme Çalışmaları 17

 

ÜNİTE IX.. 17

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 17

 

Hz. İkrıme Bin Ebı Cehil (R.Anh) 18

 

Hz. İmran Bin Husayn (R.Anh) 18

 

Hz. Ka'b Bin Züheyr (R.Anh) 19

 

Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş. 19

 

Hz. Ka'b Bin Malik (R.Anh) 20

 

 

 

 

 

 

 

 

 

FIKHU’S-SAHABE

(2)

 

Sahabenin Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü

 

Sünnetin saf haliyle sonraki kuşaklara taşınması mühim meselelerin en üst sırasında yer almıştır. Hadislerin naklinde görev alan ravilerin kim olduğunu tesbitin ehemmiyeti konu ile alakalı hususi bir disiplinin doğ­masına sebep olmuştur. Hadis rivayet eden kişinin adalet ve zapt yönü bütün yönleriyle incelemeye alınmıştır. Raviler zincirinin ilk halkasında yer alan sahabenin kim olduğu ve nasıl tesbit edileceği hadisle alakalı diğer meselelerden daha fazla önemsenmiştir. Bu noktada farklı mülaha­zalar öne çıkmıştır. Neticede bir kişinin sahabe olduğu şu esaslardan biriyle tesbit edilmiştir:

Tevatür Yolu: Yalan üzerine birleşmeleri adeten mümkün olmayan bir cemaatin kendilerinden önceki bir başka cemaatten yaptığı nakille kişinin sahabe olduğunu rivayet etmesidir. Bu, usuller içerisinde en kâmil olanıdır. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali başta olmak üzere cennetle müjdelenen on kişinin [1] sahabe olduğu tevatür yoluyla sabittir.

İstifâza Yolu: Kişinin sahabe olduğu tevatür derecesine ulaşmayan bir şöhretle bilinebilir. Dımam b. Sa'lebe ile Ukâşe b. Mihsan'ın -radiyallahu anhuma- sahabe olduklarının tesbiti gibi.

Şahadet Yolu: "Şahs-ı vahidin tezkiyesi makbuldür." Kaidesinden hareketle herhangi bir sahabi veya tabiinin "falancanın Rasûlüllah (sav) ile musahabesi vardır" demesi ile de kişinin sahabe olduğu tesbit edilebilir. Mesela Hz Ömer'in devri hilafetinde Ebu Musa el-Eş'ari komutasındaki askerler içerisinde yer alan Hümeme b. Ebi Hümeme ed-Devsi Isfehan'da ishal hastalığından vefat etmişti. Ebu Musa el-Eş'ari Hümeme hakkında; "Vallahi Efendimiz'den (sav) Humeme'nin şehit ola­cağını işitmiştim." dedi. Bu ifadeden Humeme'nin -radiyallahu anh'ın-sahâbe olduğu anlaşılmıştır.

İkrar Yolu: Kişinin adaletinin sübutu ve Allah Rasûlü (sav) ile aynı zamanda yaşama imkânının mevcudiyeti aşikâr olur, sonrada sahabe olduğu tarafından itiraf edilirse ikrarı kabul edilir. Yani bu durumdaki bir kişinin sahabe olduğuna hükmedilir. İkrarın kabul edilebilmesi için kişinin en geç hicri 110 tarihinde vefat etmesi gerekir. Çünkü sahabe asrı hicri 110'da son bulmaktadır. Bu tarihin tesbiti, vefatından bir ay kadar önce Allah Rasûlü'nün (sav);

"İşte bu geceyi görüyorsunuz ya, bundan sonra geçecek yüz senenin başında bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse kalmayacaktır."

[2]

Kimlerin sahabe olduklarının tesbiti noktasında kudretli allameler tarafından bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde en mühim olanı, ashabın isimlerini, terceme-i hallerini ve rivayette tek kaldıkları hadisleri gösterebilmek için müstakil olarak telif edilen "Tabakat" literatürüdür. Bu sahada ilk defa müstakil eser veren kişi ise Muhammed b. İsmail Buharı (ö. 256) dir. Zamanla bu alanda geniş hacimli eserler vucüt bulmuştur. Halef selefin eserlerini ikmal etmiştir. Muahhar muhaddislerden İbn Abdi'l-Berr'in (ö. 463) el-İstiab'ında 3500, İbn Esir'in (ö. 630) "Üsdü'l-Gabe"sinde 7554, İbn Hacer Askalani'nin (ö. 852) "e!-İsabe"sinde ise 12279 sahabe mevcuttur. Ne ki bu rakamlar ashabın yekûnuna nisbetle oldukça azdır. Çünkü ashabın yekünü ile alakalı 40 ila 120 bin arasında farklı rakamlar rivayet edilmektedir. Fakat Tabakat müelliflerinin gayretli çalışmalarıyla Allah Rasulü'nden (sav) tek bir tane de olsa hadis rivayet eden hiçbir sahabinin terceme-i hali ihmal edilmemiştir.

Hadis allameleri bin bir meşakkate göğüs gerip kimin sahabi olduğunu tesbit ettiler ve eserlerinde gösterdiler. Öncelikli gayeleri ise, Retene-i Hindi (ö. 632) gibi yalanda şöhret bulanların hezeyanlarını, sahabi kisvesi altında Allah Rasûlü'ne (sav) isnat etmelerine mani olmaktı.

Allah Rasûlü'nü (sav), risafet vazifesinin başlangıcından Ezeli ve Ebedi dostu olan Allahû Teâla'ya irtihal edişine kadar devam eden süreç içerisinde mü'min olarak gören ve o hal üzere vefat eden kimselere sahabe denir.

 

Melekler Sahabe midir?

 

Allah Rasûlü'nü (sav) mü'min olarak gören ve o hal üzere ölen "herkes" zarfında insandan başka kimler var? Hz. Cebrail bazen asli suretinde bazen de Dihyet-i Kelbi hüviyetinde O'nunla (sav) görüşmüştür. Görüşme aşikâr olduğuna göre melekler de sahabe midir?

Bütün zamanlan ibadete ayarlı olan ve bu yüzden nafile ibadet yap­maya dahi zaman bulamayan meleklere peygamber gönderilip gönde­rilmediği, gönderildi ise Allah Rasûlü'nün (sav) ashâb kadrosuna dahil olup-olmadıkları ihtilaflıdır. Fahruddin Razi "Esraru't-Tenzil" adlı eserinde risaletin melekleri bağlamadığı noktasında icmanın olduğunu nakletmektedir. Fakat icma olduğuna itiraz edenler de vardır. Takiyyuddin Sübki Allah Rasûlü'nün (sav) meleklere de gönderildiğini söylemektedir.[3] Fakat tercih edilen, risaletin meleklere şamil olmadığı görüşüdür.

 

Cinler Sahabe midir?

 

Peygamberlere vahyedilen hakikatler cinleri de bağlar. Çünkü insanlar gibi mükelleftirler. İrade ve ihtiyarları vardır. İbadet için yaratılmışlardır:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."

[4]

Öldükten sonra diriltileceklerdir. İsyankâr olanları cehennemde cezalandırılacaktır. Şunu bilelim ki; Anne karnında örtülmesinden dolayı döl suyuna "cenin", birbirini örten ağaçlarının çok­luğundan dolayı ebedi kurtuluş yurduna "Cennet", göğsün örttüğü kalbe "cenan", aklı örtülene "mecnun" denir. Gözleri perdeli olduklarından dolayı meleklere de "cinne" adı verilmiştir. Cinlere bu adın verilmesi ise, gözlerden  gizlendikleri  ve  görülmediklerinden  dolayıdır.

[5]

Cinlerin varoluş gayeleri Allahû Teâla'ya ibadet etmektir: Neye ve nasıl iman ve ibadet edeceklerini ise peygamberlerden öğrenmişlerdir: "Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yönelt­miştik. Kur'an'ı dinlemeye hazır olduklarında (birbirlerine) 'susun' demişler, Kur'an tamam olunca da uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.

"Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun."[6]

Bu ayetler bir çok açıdan cinlerin mükellef olduk­larına işaret etmektedir:

1- Allahû Teâla cinleri Kur'an'ı dinleyip İman etmeleri, emirlerini uygulayıp yasaklarından sakınmaları için Allah Rasûlü'nü (sav) dinle­meye yöneltmiştir.

2- Cinler, Kur'an'ı  dinlediklerini, anladıklarını  ve O'nun doğruya ulaştıran kitap olduğunu kabul ettiklerini haber vermektedirler. Onların bu beyanı Musa'yı (as), O'na indirilen Kitabı, Kur'an'in Tevrat'ı tasdik ettiğini ve dosdoğru yola ilettiğini bildiklerini göstermektedir.

3- Allah Rasûlü'nü (sav) görüp, Kur'an'ı dinleyen cinlerin milletler­ine; "Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun." diye çağrıda bulun­maları, mükellef olduklarına, haber verdiklerini doğrulamak, emrettikler­ine de itaat etmek suretiyle Allah Rasûlü'nün (sav) davetine müsbet karşılık vermekle  emrolunduklarına delalet etmektedir.[7] Cinlerin tamamının mükellef ol­duğu, bir kısmının Allah Rasûlü'nü (sav) dinleyip iman ettiği[8] dikkate alındığında içlerinde sahabe vardır. Çünkü Hz Rasûlüllah (sav) insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir: Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir.

[9]

Bütün müfessirler cinlerin de ayette geçen 'âlem' kapsamına girdiği noktasında icma etmişlerdir.

[10]

"Kalk uyar."[11] ayeti mutlak olduğundan akıl sahibi bütün canlıları kapsar. Cinler de bu bağlamda değerlendirilir. Çünkü onlar içerisinde de sefihler, cehenneme girecekler vardır.

İbn Hazm bu noktada şunları söylemektedir: "Allahû Teâla cinlerden bir grubun iman ettiğini, Hz. Rasûlüllah'tan (sav) Kur'an dinlediği­ni ve içlerinde faziletli sahabelerin yer aldığını bizlere bildirmekte­dir.[12] Ne var ki pozitivizmin gücüyle sarsılan bazı modernistler cin bahsinde bir takım garip te'villere giderek "cin" gerçeği­ni çarpıtmışlardır. Kâinatta olan her şeyde sebep-sonuç prensibinin hakim olduğunu iddia eden Ahmed Han bu noktada pozitivizme öylesine teslim olmuştur ki; beş duyunun algı sahasına girmeyen her şeyi reddetmiştir. Melekleri insandaki sezgisel bilişin, sudaki akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin hususiyetleri olarak te'vil eden Ahmed Han.

[13]

Kur'an'ı Kerim'de geçen "cin" kelimesinin kapsamı hakkında da şun­ları söylemiştir: "Cin kelimesi beş yerde 'can'la aynı anlama gelmekte ve bunlar şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların yansımaları olarak anlatıl­maktadır. Diğer yerlerde geçen "cin" kelimesinden ise çöllerde, tepelerde ve ormanlarda yaşayan yabani insanlar kastedilmektedir.

[14]

Modernizmin Mısır ayağında yer alan Muhammed Abduh da cinlerle alakalı Ahmed Han'ınkine benzer mütalalar serdetmiştir. Mucize ve ker­amet gibi harikulade, melek ve cin gibi de gözlem alanına girmeyen var­lıkları te'vil ya da reddeden modernistlerin etkin ve de yeni olanlarından Muhammed el-Behiy "Ahkaf' ve "Cin" sürelerinde geçen cinlerle alakalı şunları söyler: "Bunlardan, Medine'den Mekke'ye gelen ve kimse görme­den Allah Rasûlü'ne (sav) iman eden insan topluluğu kastedilmektedir."

[15]

Allahû Teâla'nın te'vile imkân vermeyecek bir dille yarattığını ifade ettiği, mükellef olduklarını belirttiği, Hz Rasûlüllah'ı (sav) görüp ondan Kur'an dinlediklerini bildirdiği ve bu dinleme neticesinde içlerinde mü'minlerin olduğunu izhar ettiği cinlerin varlığı bedihi bir hakikattir. O halde insanlar arasında olduğu gibi cinler içerisinde de bir çok sahabe vardır.

 

Sahabe Vahiy Neslidir

 

Sahabe, vahiy ile şahsiyet bulmuş bir nesildir. Sahabe nesli vahyinin fikir işçiliğini ve bu işçiliğin bekçiliğini yapmış olan bir nesildir. Vahyin aynasında sahabeye bakanlar, sahabenin hayatında hayata dönüşen vahyi görürler. Günümüzde yani Modern zamanlarda Sahabe konusu, Batılı Müsteşrikler marifetiyle üzerinde soru işaretleri oluşturulmuş, onların söylediklerini "kopyala-yapıştır" yöntemiyle çoğaltmayı "ilim yapmak" ve "Din'i kurtarmak" zanneden yerli Müsteşrikler eliyle de "tekinsiz alan" olarak ilan edilmiş bir konudur. Sahabe hakkında nazil ve varit olmuş (Sahâbe'nin faziletini, onlara karşı gösterilmesi gereken edep ve saygıyı anlatan) ayet ve hadisler vardır. Ehl-i Sünnet'in Sahabe telakkisi işaret edilen bu nasslar temelinde oluşmuştur ve bu meselede sağlıklı bir kanaate sahip olmak için bu nasslar behemehal belirleyici kılınmalıdır. Aksi halde sahabe konusunun sağlıklı anlaşılması mümkün olmaz. Şunu bilelim ki; Sahâbe'yi "vazgeçilmez" kılan hususların başında, bu "Din"i bize nakleden ilk kuşak olma özelliğini taşımaları gelir. Buradaki "Din" kelimesinden murad, yegâne hak din olan İslam'dır. Bu husus şu önemli noktaların altının çizilmesini gerekli kılar:

1) Sözü edilen unsurların başında elbette Kur'an gelir. Kur'an-ı Kerim'in sebeb-i nüzul bağlamında tezahür eden Sahâbe-Kur'an ilişkisi, bu yönüyle cahiliye Arabmın cahiliye şiirlerini ve eyyamını ezberleyip aktarması gibi tek yönlü, mekanik ve yüzeysel değil, kelimenin bütün ağırlığıyla "varoluşsal" bir ilişkidir. Bir başka ifadeyle Sahabe, Kur'an'ın canlı bir süreç içerisinde adım adım inşa ettiği ilk ve tek nesildir. Denebilir ki Kur'an, sadece Sahâbe'nin değil, bütün müzminlerin iç ve dış dünyasını inşa edici ve kendisine inanan herkesin ruhunda dönüşümler oluşturucu özelliktedir.

O halde burada Sahâbe'ye mahsus olan, Sahâbe'yi "özel" kılan nedir?!

Bu sorunun cevabı şudur: Bugün Kur'an bize, nüzul süreci bizim müdahil olmadığımız bir dönemde tamamlanıp bitmiş ve iki kapak arasında toplanmış bir metin olarak, yani "Mushaf olarak hitap etmektedir. Bugün hiçbirimizin hayatında "Acaba bugün Rabbimiz ne buyuracak", ya da başımıza gelmiş bir olay hakkında "vahiy nasıl bir çözüm getirecek?" gibi bir sorunun heyecanlı beklentisinden söz edilemez. Oysa Sahabe için durum böyle miydi? Onlar için Kur'an, kimi zaman isim vererek [16] gibi[17] kimi zaman ima ve işaret yoluyla örneğin Hz. Ebû Bekr (R.a) hakkında "ikinin ikincisi" ifadesini kul­lanılmıştır,[18] kimi zaman da belli özelliklerini anarak örnek olarak "Peygamber kızları"[19] "Peygamber hanımları"[20] "Ehl-i Beyt"[21] "Muhacirim"[22] "Ensar"[23] zikredilebilir.

Şüphesiz bunlar dışında da kendilerinden işaret yollu bahsedilen saha­beler mevcuttur, kendilerinden bahseden, sabah ve akşam, hazarda ve seferde, darlıkta ve genişlikte... kısacası hayatın her anında ve mer­halesinde yeni bir heyecan, yeni bir hüküm/mesaj, yeni bir oluş, yeni bir davranış ve anlayış kodu, yeni bir idrak boyutu demekti.

Sahâbe-i Kiram, hayatını vahyin tatbikat zemini yapmıştır. Vahiyde olan onların hayatında olmuştur. Nazil olan her ayeti hücrelerine sindirircesine bellemek, fehmetmek ve ilk elden muhatapları olarak onu eksiksiz biçimde hayata aktarmanın gayreti içinde olmak onların biricik varlık amacını oluşturuyordu. Hayatın her amnı canlı nüzul sürecinin rehberliğinde adım adım kat etmek, nüzul sürecinin bir parçası olma bahtiyarlığına hiçbir zaman eremeyecek nesiller için -belki "anlaşılması" değil ama- "hissedilmesi" imkân dışı bir meseledir...

Sahâbe-Kur'an ilişkisi, sadece onların nüzul sürecine müdahil olmalarıyla sınırlı değildir. Bu ilişki aynı zamanda Kur'an'ın sonraki nesillere aktarımında Sahâbe'nin vazgeçilmez rolünü de belirlemektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, Sahâbe'nin buradaki fonksiyonu kuru bir nakil ameliyesinden ibaret değildir. Dolayısıyla Modern dönemde yerli İlahiyatçıların, bir yandan İslam'ın tek kaynağının Kur'an olduğunu söylerken, diğer yandan onu bize nakleden mütevatir zincirin bu en has­sas halkası hakkında fütursuzca kelam etmesi, bindiği dalı kesen kimsenin hamakatinden daha hazin bir manzara oluşturmaktadır.

Kur'an'ın korumasının bizzat Kadim Kelam'ın sahibi tarafından garanti edildiği bu babda sık sık ileri sürülen argümanlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Oysa bu ilahî garantinin, Kur'an'ın korunmasında ve aktarımında Sahabe halkasının hassasiyeti üzerinden fonksiyon icra ettiğini gözden uzak tutmak mümkün değildir. Aksi halde Kur'an'ın ilahî garanti altında bulunduğunu ifade eden 15/el-Hicr, 9 ayetinin -sırf aklî bir ihtimal olarak- Kur'an'a bilahare eklenmiş olamayacağını garanti etme'k mümkün olmayacaktır. Bir diğer ifadeyle, herhangi birisi bu ayeti bizzat Sahâbe'nin Kur'an'a sonradan eklediğini iddia edecek olursa, Sahabe hakkında ileri geri konuşan kimselerin bu iddiaya verecek hiçbir tat­minkâr cevabı olamaz...

2) Sahâbe'nin yegâne hak din olan İslâm'ı bize nakleden ilk kuşak olması, Kur'an'ın ilk mübelliğ, mübeyyin ve müfessiri olan Sünnet'in de bize onlar kanalıyla gelmiş olmasını tazamrnun eder. Bu Din'in sahibinin, Yüce Kelam'inin "tebliğlini olduğu gibi "beyan"ını da Sünnet'e havale ettiği hatırlanacak olursa[24] Sahâbe'nin bu bağlamdaki önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira Kur'an'ın olduğu gibi Sün­net'in de ilk muhatabı, muhafızı ve nakilcisi Sahâbe'den başkası değildir. Hem bizzat Kur'an'ın nüzul sürecinin müdahil ve müşahitleri olmaları, hem de Sünnet'in sebeb-i vürudunu teşkil etmeleri dolayısıyla Sahabe halkasının Kur'an bağlamındaki önemi neyse, Sünnet bağlamındaki önemi de odur. Daha da önemlisi, Kur'an'ın anlaşılması, hayata aktarıl­ması ve ondan hüküm istinbatı noktasında Sahâbe'nin Sünnet'ten aldığı eğitim ve ilham, sonraki nesillerin Kur'an ve Sünnet'e yaklaşımını belir­leyen en önemli etken olmuştur. Zâhid el-Kevseri Rh.a. bu konuda şun­ları söyler:

"Hz. Peygamber (sav), ashabını Din'de fıkıh sahibi yapmış ve kendi­lerini istinbat yöntemleri konusunda eğitmişti. Hatta daha kendisi hayat­tayken Sahâbe'den 6 kadar şahıs fetva veriyordu. Hz. Peygamber (sav)'in âhirete intikalinden sonra Sahabe bu 6 kişiden Fıkıh öğrenmeye devam etmiştir. Onların, Sahabe ve Tabiun arasında fetva vermekle meşhur olmuş öğrencileri mevcuttu.[25] Çünkü Sahabe, "Kur'an'ın beşer boyutundaki somut dili ve tecellisi olan Hz. Peygamber (sav)'e sadece fizik değil, aynı zamanda tabir doğruysa "ontik yakıntıkları dolayısıyla "mizac-şinas-ı Rasûl" bir nesildir. Abdullah b. Mes'ud (R.a)'in, Sahâbe'ye ittibayı temellendirirken kullandığı, "Allahû Teâla'nın Rasûlü için seçtiği Sahâbe'nin izinden ayrılmayın" tarzındaki ifade de bu gerçeği vurgulamaktadır.

Din'in, Hz. Peygamber (sav)'in rehberliğinde, ama artık O'nun fizik varlığı olmaksızın yaşanmaya başladığı ilk dönem Sahabe dönemidir. Bu dönemin, Din'i Peygamber'den telakki eden ilk neslin, yani ilk İslâm toplumunun kendi ayakları üstünde durma tecrübesini yansıtması dolayısıyla ayrı bir önemi haiz bulunduğu muhakkaktır. İslâmî ilimlerin usûllerinin "beşer tecrübesi" bağlamında ilk referansını Sahabe kuşağının oluşturmasının esprisi burada yatmaktadır. Sahâbe-i Kiram, vahyin nasıl hayata dönüştürülmesi gerektiğini kıyamete kadar yaşayacak olan müslüman nesillere örnek model nesildir. Sahâbe'yi Kiram'ı devre dışı bırakan­lar, vahyi öğrenmekten ve hayata hayat yapmaktan mahrum kalırlar.

 

Sahabenin Hepsi Udüldür

 

Sahabe, vahyinin nasslanyla önümüze konulmuş seksiz ve şüphesiz örnek modeldir. Ehl-i Sünnet'in Sahabe anlayışı, onların "seçilmiş" bir nesil olduğu gerçeği üzerine ibtina eder. Sahabe, tebliğden önce temsil etti, yaşadıklarını rivayet etti. Halleriyle konuştular. "Saadet Asrını", hususi renkleriyle bozmadan sonraki zamanlara taşıdılar. İnsanlar Allah Rasûlü'nü (sav) onlar vesilesiyle tanıdı. Fıkıh, Tefsir, Kelam. Sahabenin rivayet ettiği Kur'an ve Sünnet'ten neşet etti. Allah Rasıılü'nün (sav) tale­beleri addedilmeleri ve medeniyetin taşıyıcıları olmaları adaletlerinin araştırılmadan kabul edilmesine gerekçe oldu. Eğer rivayetlerini kabul etme noktasında tereddüt olsaydı, İslâm "Saadet Asrı" ile sınırlandırılmış, sonraki yıllara taşınmamış olurdu.

Sahâbe'ye böyle bir vasıf izafe edilişini yadırgayanları şu nokta üzerinde iz'anla düşünmeye davet ederiz: İslâm, kıyamete kadar baki kalacak son/tek Hak Din ise, onun temel kaynaklan bakımından bize ve gelecek kuşaklara kadar hiçbir noksanlığa maruz kalmadan ulaşmış olmasındaki zaruret de bedihîdir. Aksi halde Yahudiliğin ve Hristiyanlığm başına gelenlerin İslâm'ın da başına gelmesi kaçınılmaz olurdu!

"Sahâbe'nin adaleti" ifadesini, onlara "masumiyet/günahsızlık" izafe­si gibi anlamak derin bir yanılgıdır. Bu ifade onların günahsızlığını değil, Din'in gelecek kuşaklara kavlî ve fiilî olarak gerçek manada aktarımındaki güvenilirliklerini anlatmaktadır. Elbette Sahabe günah ve hatadan masun değildir. Ehl-i Sünnet arasında onlara böyle bir vasıf izafe eden de olmamıştır.

"Sahâbe'nin adaleti"nden ne anlaşılması gerektiği konusunda Allame Abdülhayy el-Leknevî (Rh.a.) şöyle der: "Adalet" tabiri bazen, rivayette taammüden yalan söylemekten kaçınmak ve uzak olmak anlamında kullanılır. Muhaddisler'in, "Sahâbe'nin tamamı udûldür" şeklindeki sözle kasdettikleri mana da budur. es-Sehâvî, Fethu'l-Muğîs'te şöyle der: "İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir: "Sahâbe'nin adaletinden murat, onlar hakkında ismet sıfatının sabit ve onların günah işlemesinin müstehil olduğunu söylemek değildir. Bundan murat, onların rivayetlerini, adalet sebeplerini araştırma tekeîlüfüne girmeksizin ve tezkiyelerini istemek­sizin kabul etmektir. Ancak adaleti yaralayıcı bir fiili işlemiş olmaları durumu söz konusu olursa, o başka. Böyle bir durum da sabit olmamıştır.

[26]

Gerek hadis rivayetinde ve gerekse inanç ve amel olarak İslâm dininin müteakip nesillere öğretilmesinde ilk kaynak olmaları bakımından sahabenin önemi pek büyüktür. Bu sebepledir ki İslâm dini tarihinde her bir sahabi üzerinde titizlikle durulmuş, her birinin tercemesi veya hayat hikâyesi yazılarak ciltler dolusu sahabe tarihleri meydana getirilmiştir.

"Adalet" ise: Hadis naklinde rivayetlerin kabul edilebilmesi için ravi-lerde bulunması gereken vasıflardan biri ve en önemlisidir ki insanı, kebair (büyük günah) işlemekten ve sagâir (küçük günah) üzerinde ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Şahitlik ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde insana itaat ve mürüvvetin hakim olmasıdır. Zira insanın işlerinde masiyet (günah, isyan) ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa şahitliği ve rivayeti reddedilir. Dinde sîret (hal ve gidiş)in doğruluğu ve düzgünlüğüdür ki ruha; sağlamlık verir ve onun takva ve mürüvvete yönelmesini sağlar; bu suretle, insanın doğruluğu hakkında nefislerde güven hasıl olur. Zira insanı, yalandan alıkoyacak Allah korkusuna sahip olmayan bir kimsenin sözüne güvenilmez. Diğer taraftan, mubah olmak­la beraber, mesela yolda bir şey yemek, cadde ortasında işemek, reziiane sohbetlerde bulunmak, şakada ifrat (aşınlığ)a gitmek gibi mürüvveti zedeleyebilecek fiil ve hareketlerden sakınmak, adalette şart koşulduktan sonra; bir soğan tanesi çalmak veya kasten bir buğday tanesi ağırlığında noksan tartmak gibi, küçük-büyük bütün günahlardan sakınmak da adaletin şartlarındandır. Zira bütün bunlar, dinîn zayıflığına delâlet eden kusurlardır. O dereceye kadar ki bu kusurları kendisinde bulunduran bir insan dünyevi gayeleri için yalan söylemekten bile çekinmez.

Şahit ve muhbir (haber veren)in sıfatı olarak matlub olan adalet:

Kişinin dininde istikameti, mezhebinde selâmeti; fısktan, kalbinin ve organlarının adaleti iptal ettikleri bilinen düşünce ve hareketlerden uzak­lığıdır. Bu bakımdan, adaleti tanıtan sıfatların tümü için: "Allah'ın emir­lerine ittiba, nehyettikierinden intiha (vazgeçme)dir" demek gerekir. Bununla beraber, insanın bütün günahlardan salim olmadığı da bilinen gerçeklerdendir. Kendisine emrolunan şeylerden bazılarını terkedenlerle, bütün vecibelerini terk eden kimselere kadar, çeşitli derecelerde yer alan­lar vardır. Buna göre adaletle vasıflanan kimseyi tarif ederken şu husus­ları belirtmek lazımdır: Adil o kimsedir ki, farzları eda ettiği, kendisine emrolunan şeylere sıkıca yapıştığı, nehyolunanlardan korunduğu, adaleti­ni düşüren fuhşiyyattan sakındığı, fiil ve hareketlerinde hak ve vacip olanı araştırdığı, dinini ve mürüvvetini ihlâl eden sözlerden kaçındığı cümlenin maruf ve malumudur. İşte hali böyle olan kimse, dininde adaletle vasıf­lanan, hadisinde sıdk ile maruftur. Şunu da unutmamak lazımdır ki, bu kimsenin, failini fasık mertebesine indiren büyük günahlardan sakınması kâfi değildir. Halk arasında, küçük günahlar arasında bilinen yalancılık, az miktarda dahi olsa yanlış tartı, bir patlıcan hırsızlığı ve müslümanların yalan sözlerle kandırılması gibi fiil ve hareketlerden de sakınması lâzımdır.

Özet olarak: Adalet'i, bir müslümanın Rabbine ve insanlara iyi olmasını sağlayan vasıfları toptan ifade eden bir tabir olarak tarif edebi­liriz. Allah'a karşı iyi olması Kur'an'ın ve Sünnet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmasıyla gerçekleşir. İnsanlara karşı iyi olması ise, halk nazarında değer ve itibarını düşürecek davranışlardan, sözlerden kaçınmasıyla gerçekleşir. Neticede bu da bir bakıma Allah'a karşı iyi olmanın, kâmil mânada dindarlığın bir neticesidir. Zira dinimiz güzel ahlâka, ma'rufa,[27] uymayı da emretmiştir. Öyle ise adalet, râvî'nin dînî-insânî yönlerini ifade eder, manevî değerini ortaya koyar.

Adalet'in birrâvîde hakîkî mânâda sübût bulması, adaleti teşkîl eden sıfatların onda görülmesine ve bunun şahitliği makbul kimselerce te'yîd edilmesine bağlıdır.

Adalet'in ne olduğu ile ilgili bu bilgilerden sonra, adaleti tamamlayan 'şartları kısaca sayalım:

1- Akıllı olmak,

2- Bulûğ çağına ermiş olmak,

3- Müslüman olmak,

4- Sağlam, ehl-i sünnet inancına sahip olmak,

5- Dindarlık, takva sahibi olmak,

6- Özü-sözü doğru olmak,

7- Mürüvvet, güzel ahlâk sahibi olmak

8- Ravi'nin meşhur yani herkesçe tanınmış olması,

9- Ravi'nin rivayet yaptığı kimseyle karşılaşmış, görüşmüş olması. Sahâbe'nin ıstılah manası: Hz. Peygamber (sav) devrini idrak etmiş, mü'min olarak Hz. Peygamber (sav)'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş ve yine mü'min olarak ölmüş olan kimselere sahabe denir.

"Sahabenin hepsi adalet vasfı ile muttasıftır" Ehl-i sünnetin, ashabın fazileti ve adaleti hakkında dayandıkları icmâ' delili: Nevevî, Îbnu's-Salâh ve İbn-i Abdi'l-Berr'in nakline göre, bid'at sahibi bazı kim­selerden başka bütün İslâm bilginleri, ashabın udûl olduklarında ittifak halindedirler. Bir sahabeye müslümanlar arasında, Hz. Peygamber (sav)'i görmüş olmaktan ileri gelen müstesna bir makam ve şeref tanınmış olmaktadır.

Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'e mensub olan bütün mü'minler sahâbe'nin hâiz olduğu bu yüce makamda müttefiktirler. Kıyamete kadar gelecek bütün mü'min nesillerden hiçbiri, hiçbir ferd Ashâb'a mensup hiçbir kimseye karşı fazilet noktasında üstünlük iddia etmez. Onların efdaliyeti biz­zat Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (sav) tarafından ifâde edilmiştir.

Ehl-i Sünnet, Ashâb-ı Kiram'ı bir bütün kabul etmekte de müttefiktir. Hususî, ferdî fezâilde aralarında dereceleme yaparsa da sahâbelik faziletinde hepsini bir görür

Ashâb'i bir bütün olarak sevmek, hepsine ayırım yapmadan güvenmek Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlüllah (sav)'ın emirleri gereğidir. Buna bir bakı­ma sahabenin adaleti denir. Yeri gelmişken şunu beyan etmekte fayda vardır: Dinen Ashâb-ı Kiram'a güvenmeyenlere güvenilmez. Ashâb-ı Kiram'ı önemsemeyip küçümseyen, onları hor ve hakir görenlerin hiçbir haberlerine güvenilmez. Sahabeler, Peygamberlerden sonra dünyanın en adil insanlarıdır. Onlara güvenmeyenlerin dine güvenleri kalmamış demektir. Dine güveni kalmayana da güvenilmez.

 

Ashâb-ı Kiram Allah'ın Yeryüzündeki Şahidleridir

 

Ashâb-ı Kiram, yeryüzünü aydınlatan hidayet yıldızlarından meydana gelmiş nurlu topluluğun adıdır. Sahabe, Allahû Teâla tarafından seçilip gönderilen hatemü'l enbiya Hz. Muhammed (sav)'in eliyle vahyide şah­siyet bulan kimsedir. Sahabe olmanın ve de o duruş üzere kalmanın "nasılhği" ulema indinde farklı mütalalara neden olmuştur. Muhaddislere göre; Allah Rasûlü'nü (sav) müslüman olarak bir defa gören kişi sahabe­dir. Fakat O'nu (sav) mü'min olarak görenin iman üzere ölmesi şarttır.

[28]

Sahabe olma şerefine nail olan, ardından irtidat eden sonra tekrar müs­lüman olan fakat yeni halinde Allah Rasûlü'nü (sav) göremeden ölenler tarifin dışında kalırlar. Bu yüzden Kurre b. Meysere, Eş'as b. Kays gibi bir ara irtidata irtikap edenler Ebu Hanife ve Şafı'ye göre sahabe kabul edilmezler. [29] İrtidat ameliyesi kişinin bütün amellerini iptal ettiği gibi sahabi olma payesini de alır-götürür.

[30]

Rasûlüllah (sav)'i görmenin nasıllığı ile ilgili mülahazalar şu çerçevededir: Kişi bizatihi O'nu (sav) görmeyi kast ediyor, ya da başkası vesile oluyor, bizzat O'na (sav) bakıyor, ya da hedefinde başkasını görmek varken gayri ihtiyari olarak bakışları O'na (sav) alıyor.

[31]

Eğer bütün bu bakışların öncesinde iman varsa "gören" kişi sahabe kabul edilir. Rasûlüllah (sav)'i görmek, "O'na (sav) mülaki olmak" anlamında değerlendirilmelidir. Zira îbn Ümmi Mektum gibi Efendimiz'i (sav) dünya gözü ile göremeyenler de tereddütsüz sahabedir.

[32]

Sağım solunu birbirinden ayırabilen veya "sözü anlayıp karşılık vere­bilecek" derecede bir dirayete malik olan çocuklar da sahabedir.[33] Ebu Zueyb El-Hüzeli gibi O'nu (sav) ölümle defn arasında görenler yaşarken görme bahtiyarlığına eremediklerinden sahabe kabul edilmezler.

[34]

Sahabenin cerh edilmesi, İslâmi literatürde tashihi gayri kabil öylesine büyük gedikler açacaktır ki, sağlam senetlerle rivayet edilen bir çok hadis reddedilecek, onlar üzerine bina edilen Fıkıh, Kelam gibi İslâmi disiplin­ler arşive kaldırılacaktır. Cemel, Sıffın gibi hâdiseler içerisinde yer almış ya da uzlete çekilmiş olsun Ashabın tamamı adildir. Bu hususta icma var­dır.[35] Ümmetin muhaddisinden müfessirine, mütekellimininden fukahasına bütün alimlerin adil olduklarına icma ettikleri ashap hakkında Harici, Rafızi, Mu'tezili kimliğe sahip fırka mensu­plarının cerh edici ifadeler kullanmaları ilmi olmaktan fevkalede uzaktır.

Şayet Kur'an ve Sünnet'in sahabenin adaletine dair kat'i beyanları olmamış olsaydı yine de onları ta'dil etmek gerekirdi. Çünkü hicretleri, cihadları, Allah yolunda mal ve canlarını feda etmeleri, kalplerindeki itminanın muazzam derinliği, adaletlerinin kemaline işaret etmektedir. Allah sahabeden; sahabe de Allah'tan razı olmuş, İlahi rızaya muhatap olmaları doğruluklarına, doğrulukları da sünneti olduğu gibi rivayet ettik­lerine tanıklık etmekte. Hâdise bu iken insanlardan ashabı ta'dii etmeleri­ni talep etmek fuzuli bir ameliye olur. Zira Allah ve Rasülü'nün (sav) tezkiyesinden sonra söylenecek her söz zaittir. Ulema cephesinden gelen mütaalalar ise nakledilenleri beşer idrakiyle teyitten ibarettir.

Allahû Teâla ashabı, uğrunda cihad etmek için seçti. Rasûllerden sonra insanlık tarihinin en faziletlileri oldular. Allah'ı tek mabud olarak tanıdılar. Dilleri, kalpleri, aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyetleriyle O'na yaklaştılar. Allah Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi onlar da Allah'ı bütün mevcudata tercih ettiler. Aşırı sevgi ve mer­hametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir zorluk çıkarmadı.

[36]

Hakkı yüceltmeleri için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakk'ın seçimde isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kur'ani bakışa itiraz vardır.

"(Rasülüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[37] Onlar bütün mevcudiyetleriyle Rasûlüllah (sav)'e uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre ağacının altında O'na (sav) bey'at ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yaptılar. Hz Rasûlüllah'a ittiba etmelerinin karşılığında Allahû Teâla'nın sevgisiyle mükâfatlandırıldılar. Madem mü'min Allah'ın sevdiğini sevmek, buğzettiğine de nefret etmek­le memurdur peki niçin ashaba ta'n edilir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor ki;

"İmanın alemeti Ensar'ı sevmek; nifakın ki ise O'na buğz etmektir."

[38]

Bu hadis ashabın ileri gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.

[39]

Buna göre ashabı istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmak­tadır. Kur'an ayetlerinden ve Rasûlüllah diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların onları ta'dil etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu nokta­da yapılan bütün çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibaret­tir. Bununla birlikte söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda yaptıkları cihad, İslâm'ın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri, adaletlerine delalet etmeye yeterdi.

Hz. Peygamber'in ashâb-ı kiram ile ilgili olarak ümmetine yaptığı çağrı ve uyarıları arasında, onlara kötü söz söylememek, sövmemek ve onları yermemek ağırlıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Nakledildiğine göre, Hz. Peygamber'e ilk iman eden sekiz kişiden biri olan ve daha hay­atta iken cennetle müjdelenmiş on büyük sahabe aşere-i mübeşşere içinde yer alan Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh (ö. 32/652) ile hicri sekizinci yılın başlarında müslüman olan Halid b. Velid radıyallahu anh (ö. 21/642) arasındaki bir meseleden dolayı Halid b.Velid, Abdurrahman b. Avf'a kötü sözler söylemişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ashabımdan kimseye sövmeyin. Zira sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir ölçeklik (müdd) hatta yarım öiçeklik sadakasına ulaşamaz"[40] buyurmuş,

Hâlid b. Velid'in şah­sında tüm müslümanları bu konuda ciddî şekilde uyarmıştır. Bu hadisten anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber'in yakın çevresini oluşturan kıdemli sahabelere, ilklere, lâyık olmadıkları tarzda söz söyleyen öteki sahâbîler, sahâbî olmayan kimseler yerine konulmakta ve "ashabıma sövmeyin" (lâ tesübbû) nehyine/yasağına muhatap kılınmaktadırlar.[41] Hatta bu olay ve beyân-ı peygamberi delil kabul edilerek Tâbiûn kelime ve neslinin, Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olanları kapsadığı bile ileri sürülmüştür [42] Hadisin söyleniş sebebinden[43] geç dönemde müslüman olanların -sahabe olmakla beraber "benim ashâbım" (ashâbe) iltifatının özel anlamı/çerçevesi içinde sayamadıkları gibi bir izlenim edinmek de mümkün gözükmektedir.

Öte yandan "..Elbette içinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildirler. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir"[44] âyeti, esasen Mekke Fethi'nden önce ve sonra yapılan iyi­liklerin ve cihadın aynı olmadığını, öncekilerin fazilet ve sevaplarının, sonrakilerden üstün ve büyük olduğunu belgelemektedir. Bir başka rivayette de Hz. Peygamber:

"Kim benim ashabımdan birine söverse, Allah'ın laneti onun üze­rine olsun" [45] diye ciddî bir tehdidde bulunmuştur. Bu rivayet "rahmet Peygamberinin konuya ne kadar önem verdiğini, ve sahabeden olduğu sabit ve meşhur olan herhangi bir sahâbîye ileri-geri söz etmenin ve sövmenin kişiyi, Allah'ın rahmetinden uzaklaştıracak, lanete uğratacak vahim bir hata ve ağır bir suç (haram) olduğunu açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim İslâm bilginleri, sahabeden herhangi birine sövmenin fâsıklık ve büyük günahlardan olduğu, onlara sövmeyi helal sayarak sövmenin ise, küfür sayıldığı konusunda görüş birliği içindedirler.

Hz. Peygamber'den sonraki dönemde sahâbiler arasında görülen ihtilaşarm ve bazı acı olayların ictihad kökenli olduğu, isabet edenin on, hata edenin ise bir sevap aldığı düşünülüp hepsi hakkında hüsn-i zanda bulun­mak, hem terdin hem de ümmetin iyiliğine/maslahatına daha uygun bir tavırdır. Söz konusu olaylar dolayısıyla sahabelere hakarete varan sözler söylemek ve sövmek/küfretmek gibi hatalara asla düşüimemelidir.

Sahabelerin hayırlılığı hadis-i şerifte "Sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir ölçektik hatta yarım Ölçeklik sadakasına ulaşamaz" diye bir de örnek verilerek vurgulan­mıştır. Bir başka rivayette Hz. Peygamber yemin ederek "Sizden biri Uhud dağı kadar altın infak etse bile, onların bir müdd/ölçek veya yarım müdd/ölçek sadakasının sevabına yetişemez"[46] buyur­maktadır. Daha başka bir rivayette de kendisine yöneltilen "Biz mi yoksa bizden sonrakiler mi daha hayırlıdır?" sorusuna cevaben Hz. Peygamber; "Onlardan biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, siz sahabelerin bir öiçeklik hatta yarım öiçeklik sadakasının sevabına ulaşamaz"[47] diye durumu açıklamıştır.

Her işin ve amelin kıymetli, çok kıymetli ve en kıymetli olduğu zamanlar vardır. Yine küçük bir iyîliğin çok büyük kabul edildiği, büyük bir iyliğin sıradan sayılabildiği durum ve zamanlar olabilir. Bu, o döne­min şartlarına bağlı olduğu kadar, o işi ya da ameli/iyiliği yapanın duru­muyla da yakından ilgilidir.

Sahabeler, özellikle de ilk müslüman olan sahâbiler "es-sâbikûn el-evvelûn [48] gerek kişisel durumları gerekse içinde bulun­dukları dönemin şartlan bakımından fevkalâde nâzik ve anlamlı bir kon­umdaydılar. Bu sebeple onların Allah yolunda verdikleri bir ya da yarım öiçeklik bir sadakanınn değeri, daha sonraki gelişmiş ve yerleşmiş şartlardakilerin verecekleri Uhud dağı büyüklüğündeki sadakalardan çok daha kıymetli idi. İşte böylesine nâzik ve zor durum, sahâbilerin öteki m üsl umanlardan farklı ve üstün olmalarında ağırlıklı bir ortam olarak dikkat çekmektedir. Onlar da bu durumu, gerçekten gıbta edilecek biçimde özverili ve samîmi davranışlarla değerlendirmişlerdir. Aslında Hz. Peygamber'in "sizden biriniz.." sözlerinin ilk muhatabları da hiç kuşkusuz sahabelerdir.

Böyle olunca hadîs-i şerifteki "bir veya yarım ölçeklik sadakalarının sevabına ulaşılamayan sahabeler", daha özel manada ve daha dar çerçevedeki sahabeler olduğu anlaşılmaktadır. Ya da "sizden biriniz.." ifadesinden maksat, ikinci rivayette[49] açıkça görüldüğü gibi "onlardan biri" yani sahabelerden sonraki (sahabe olmayan) müslümanlardır.

Sahabelerin konumuna ulaşılamayacağı, manevi değil, maddî bir örnek (sadaka) üzerinden anlatılmış olması da dikkat çekmektedir. Belki bu açıdan, gelişmiş imkânlara sahip olan sonraki müslümanların, en azın­dan görüntüde, yani miktar olarak sahabelere ulaşabilecekleri hatta onları geçebilecekleri akla gelebilir. Ama önemli olanın görüntü değil, sonuç/sevap yönü olduğu, bu noktalardan sahabelere ulaşılamayacağı, Uhud dağı örneği verilmek suretiyle kesin bir şekilde gösterilmiş olmaktadır. Bu da Allah onlardan razı olsun ashâb-ı kirâm'ın diğer müslüman nesillerden asıl farkını oluşturmaktadır.

Erkeği olsun kadını olsun sahabenin her biri, İslâm'ı ciddiye almanın örneğidir. Sahabe daha sahabe döneminde iken ihtiyaç haline gelmiştir. Bakınız İmam Buharı (Rh.a.) naklettiğine göre; bir gün Hz. Ömer (R.a.), dostlarına; "Haydi herkes bir şey dilesin" demiş. Mecliste bulunanlardan kimi "Ben şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcayim isterim", kimi; "Şu oda dolusu altının olsun da Allah yolunda harcayım" demiş. Kimileri de aynı gerekçe ile daha başka maddî değerlerinin olmasını istemiş. Hz. Ömer (R.a.) "Başka ne istersiniz?" diye sormuş. Onlar da; "Biz başka bir şey istemeyiz" diye cevap vermişler. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) şöyle demiştir:

"Ben, Ebû Ubeyde b. el- Cerrah, Muâz b. Cebel ve Huzeyfe b. el-Yeman gibi şu oda dolusu insan isterim ki onları, insanların Allah'a itaati öğrenmeleri yolunda görevlendireyim."

[50]

Sahabe kıvamında yetişmiş eleman ihtiyacı her dönem ve devrede bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla İslamî hizmetlerde sahabe mesleğini esas alanların sahâbe-i kirâm'ı kendilerine model edinmiş kadroları yetiştirmeleri ve böyle yetişmiş kadroları Önemsemeleri azad kabul etmez bir görev­lerindendir.

O halde "ulaşılamayan üzüme koruk demek" kıskançlığı, aceleciliği ve çaresizliği içinde, İslâm nesillerinin ilki ve İslâm tarihinin ilk inşacıları hakkında, ağzını tutmak, onlar aleyhinde ileri-geri söz söylememek, hele hele kasdî bir şekilde onları kötülemeye kalkışmamak, sonraki müslüman nesillerin olgunluk derecelerinin, ümmet ve din bilinçlerinin ve Peygamber saygılarının önemli bir göstergesi durumundadır.

Her müslüman için Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in tavsiyelerine gücü ölçüsünde uymak nasıl temel bir görev ise, koyduğu yasaklara mutlak anlamda tâbi olmak da aynı şekilde vazgeçilmez bir vazifedir. Özelde sahâbe-i kiramın kıvam ve konumunu, genelde mü'minlerin durumunu belirleyen hadislerden biri de sahâbîlerin "yeryüzünde Allah'ın şahitleri" olduğunu bildiren rivayettir. Konuya dair rivayetlerin hemen hemen hepsi [51] bazı anlatım farklılıkları olmakla birlikte özde birleşmekte ve "Siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz" vurgusuyla ve hatta bu ifadenin üç kez tekrar edilmesiyle sona ermektedir. Bu hadis-i şerifin sebeb-i vürûdu hakkında Enes b. Malik (R.a.) şunları anlatmaktadır:

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken onların yanından bir cenaze geçti. Orada bulunan ashâb-ı kiramdan bazıları o cenazeyi hayırla andılar. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

"Kesinleşti" buyurdu.

Sonra bir cenaze daha geçti. Orada bulunanlar onu da kötülükle andüar. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yine:

"Kesinleşti" buyurdu.

Bunun üzerine Ömer İbnu'l-Hattâb radıyallahu anh:

"Ne kesinleşti ya Resûlallah? " diye sordu. Peygamber aleyhisselâm da şöyle buyurdu:

 

"Şu önce geçen cenazeyi hayırla andınız; bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Bu berikini kötülükle andınız; onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz, yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz."

Olayın Tekrarı:

Bazı rivayetlerde olayın, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde bir kez daha tekrar ettiği anlatılmaktadır. Hz. Ömer de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gibi "kesinleşti/gerçekleşti" diye tepki vermiş; neyin gerçekleştiği sorulunca da yukarıda aktardığımız cenaze olayını hatır­latarak Hz. Peygamber'in sözlerini aynen nakletmiştir.[52] Bu rivayet, iki olaydaki şahit konu­munda bulunan kişilerin az-çok değişmiş olduğu dikkate alınınca sadece sahabilerin değil, onların iman ve kıvamını paylaşan, onlar gibi olmaya çalışan olgun mü'minlerin de "yeryüzünde Allah'ın şahitleri" olma özel­liğini taşıdıklarını göstermektedir. Nitekim İmam Buhârî'nin[53] Şehâdât 6'daki rivayetinde "siz" yerine, "mü'minler" ifadesinin bulun­ması ve açıkça "Mü'minler yeryüzünde Allah'ın şahitleridir" buyurulması sahâbiler gibi diğer mü'minlerin de yeryüzünde Allah'ın şahitleri olduğu anlamına gelir.

"İyilikle (hayr) andılar", "kötülükle (şer) andılar" diye rivayetlerin çoğunda kapalı olarak değinilen tanıklık, Hâkim'in rivayetinde açıklık kazanmaktadır.[54] Bu rivayette birinci kişi için "Falancalardan fularıdır. Allah'ı ve Resül'ünü seven, Allah'a ibadet eden ve hayra koşan iyi bir kişidir" denildiğini; ikinci kişi için ise, "Falanca kabileden falandır. Allah ve Resûlüne kin besleyen sürekli günah işleyen ve fesat çıkarmaya çalışan kötü bir kişidir" diye tanıklık edildiği belirtilmektedir. Böylece asıl rivayetteki "hayr"ın ve "şer'in mâhiyetiniceliği ortaya konulmuş olmaktadır.

Ayrıca Hâkim'in rivayetinin sonunda, "Allah'ın yeryüzünde bazı melekleri olduğu ve bunların, kişilerin iyilik ve kötülüklerini insan­ların diliyle açıkladıkları" ifade buyurulmaktadır.

Bu ifadeler öncelikle sahâbîlerin, genelde de kimi mü'minlerin, bazı meleklerin bir anlamda sözcülüğünü yaptıklarına delalet etmektedir. Bu tür bir aynileşme, hiç kuşkusuz sahâbiler için bir kıvam göstergesi, mü'minler ve tabiî insanoğlu için büyük bir şereftir. Ebû Davud'un rivayetinde de bu mâna, "Melekler gökyüzünde Allah'ın şahitleridir, siz de yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz. Sizin kiminiz kiminize şahitsiniz" açıklaması ile desteklenmektedir.

Şehâdet, olanbitene tanıklık etmektir. Olan-bitenin niteliği ise ileride olacak olana işarettir. Tanıklığın doğru yapılmış olması, neticenin nasıl gerçekleşeceğini istidlal olarak önceden haber vermek anlamına gelmek­tedir.

Ölüler hakkında yapılan şehâdetin, onların âhiretteki durumunun göstergesi sayılabilmesi için, o şehâdeti yapanların kimlik ve kişilikleri önem arzeder. Bu hadiste söz konusu olan şehâdet, fazilet ehli, doğruluk ve ihlâs sahibi kişilerin şehâdetidir. Fâsık ve günahkârların şehâdeti değildir. Çünkü günahkârlar veya dinin doğru bulmadığı fikirlere kapılmış kimseler kendileri gibi düşünen ve yaşayanları "iyidir" diye öve­bilirler. Bunun İslâmî mânada bir şehâdet/tanıklık değeri yoktur.

Öte yandan bir kimseyi kötülükle ananla anılanlar arasında düşmanlık olmamalıdır. Herhangi bir sebeple aralarında düşmanlık olanların yekdiğeri hakkında "kötüydü" demesi de makbul bir şehâdet değildir. Hatta dinine bağlı kimseler için, dine karşı olan çevrelerin ya da dinsiz­lerin "kötü" demeleriyle iyi insanlar kötü sayılmazlar.

Salâh ve takva sahibi kimselerin, hayattayken iyi vasıflarıyla tanıdık­ları kimseyi öldüğü zaman da bu vasıflarıyla anmaları o kişinin cennetlik olduğunun alâmeti sayılır. Bunun aksi de geçerlidir. Yani bir kimsenin yaşarken yaptığı kötülükleri, vefatından sonra salâh ve takva sahibi insan­ların hatırlayıp anmaları, o kimsenin cehennemlik olduğuna işaret sayılır. O halde insanlar hakkında iyi-kötü diye şehâdet edecek kimselerin, İslâm esasları çerçevesinde iyiyi kötüyü bilen kimseler olması gerekir.

[55]

"Allah'ın yeryüzündeki şahitleri" ifadesini, bu iltifata muhatap olan sahabilerin kıvamı çerçevesinde değerlendirmek en doğru yöntem olsa gerektir.

Şahitliğin bir de âhiret boyutu vardır. Allah'ın yeryüzendeki şahitleri olan Muhammed ümmetinin[56] âhirette de diğer ümmetlere şahitlik yapacakları hem âyetlerde hem hadislerde bildirilmiş bulunmaktadır.

"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resülün de size şahit olması için sizi orta/mutedil/âdil bir Ümmet kıldık."

[57]

Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için Allah, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda)   gerekse bu (Kur'ân)da size "müslümanlar" adını verdi.

[58]

Ebû Said el-Hudrî radıyallahu anh'den rivayet edilen bir hadiste bu âyetlerde bildirilen tanıklığın nasıl gerçekleşeceği Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Kıyamet günü Nuh aleyhisselâm çağrılır. Nuh:

"Buyur Ya Rabbi, emrine amadeyim," der. Bunun üzerine Allah:

"(Duyurman gerekenleri ümmetine) tebliğ ettin mi?" diye sorar. Nuh:

"Evet, duyurdum" diye cevap verir. Bu defa Allah, Nuh ümmetine;

"Nuh size tebligatta bulundu mu?" diye sorar. Onlar da:

"Bize, bizi âhiret azabından korkutan bir elçi gelmedi" derler. Bunun üzerine Allah, Nuh'a:

"Ey Nuh! Senin tebliğ görevini yerine getirdiğine şahitlik edecek kimse var mı? " buyurur. O da;

"Evet, Muhammed ve ümmeti, " der.

Sonra Muhammed ümmeti, Nuh'un kendi ümmetine tebliğde bulun­duğuna tanıklık ederler. Peygamber de ümmetine şahitlik eder. Benim bu beyanım "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resül'ün de size şahit olması için sizi orta/mutedil/âdil bir ümmet kıldık" âyetinin açıklamasıdır. [59] O halde hem dünya hem de âhirette tanıklıkları­na Allah'ın değer verdiği olgun mü'minlerin başında ashâb-ı kiram yer almaktadır. Bu durum sahabe kıvamının bir göstergesidir. Netice itibariyle sahabeleri değerlendirirken bu özelliği dikkate almak, onları doğru anlamak bakımından büyük bir önem arzetm ektedir. Allah katında şahitliği geçerli adam olmak... İşte kul için asıl keramet bu olsa gerektir. Dolayısıyla her müslümanın azad kabul etmez görevi, Allah katında şahitliği geçerli bir kul haline gelmektir. Bunun da yolu, yeryüzünde Allah şahitleri olan sahabeleri hayat modeli edinmektir. Hayat modelleri sahabe olmayanlar, Allah'ın değil, Firavunların, Nemrudların, Tağutların, Zorbaların şahitleri olurlar.

 

Sahabe İslam'ın Kilit Kuşağıdır

 

İslâm'ı Allahû Teâla'nın muradına göre anlama ve yaşama hususunda sahabe vazgeçilmezdir. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki; sahabe, İslam'ın kilit kuşağıdır. İslam'a giden yol sahabede geçer.

Bil ki, sahabe nesli için dindarlık kıvamının temel göstergesi, sünneti yaşamakta gösterilen dikkat, ısrar, tereddütsüz tavırdır. Bu gerçek, asr-ı saadette yaşamış olan sahabeler için tarihi bir özellik olduğu gibi tüm müslüman birey ve toplumlar için de kıvam ölçüsü olarak aynen geçer­lidir. Bir başka ifade ile iyiliğin, olgunluğun ve kalitenin ölçüsü, tüm zamanlarda İslâm'ı Sünnet'e göre yaşayabilme oranıdır. Birilerinin "iyi", "aferin" "maşallah" demesi değil, Sünnet'e ne kadar uyum sağlanabildiği önemlidir. Zira en kaliteli ve üstün dinî hayat, Hz. Peygamber'in nezih yaşayışıdır. Ona benzeme oranı da iyilik ve kıvam derecesini gösterir. İnsanlar ve dünya bunu anlasa da anlamasa da bu böyledir. Bu sebeple sahabe kıvamı, Sünnet-i seniyyeyi, asr-ı saadet şartlarında kendi günlük hayatlarında Hz. Peygamber'in örnekliği, önderliği ve yönlendiriciliği ile en üst seviyede yaşama gayretlerinin mutlu sonucudur. Temel ve genel gerçek bu olmakla beraber bazı rivayetlerde, şartlar sebebiyle İslâmı yaşama oranlarında zamanla bazı değişmelerin olacağına, neticenin de buna bağlı olarak değerlendirileceğine işaret edilmiştir.

Ashâb-ı Kiram, Asr-ı Saade'te yaşama şansına sahip olan bir nesildir. Tirmizî'nin "garib" nitelemesiyle kaydettiği bir rivayette "Siz öyle bir dönemde yaşıyorsunuz ki sizden biri emrolunduklanmn onda birini terkederse helak olur. Sonra öyle bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrohınduğunun onda birini yerine getiren   kurtulur.

[60]

Ebû Zerr el-Gıfari (R.a.) dan nakledilen rivayette ise;

"Siz, bilenleri çok, konuşanları az bir dönemde yaşıyorsunuz. Bu ortamda kim bildiklerinin onda birini terkederse, sapar (veya helak olur). Bilenleri az, konuşanları çok bir zaman gelecektir. O ortamda bildiğinin onda birini yaşayan kurtulur."[61] buyurulmaktadır.

Bu iki rivayetin birbirini desteklediği açıktır. Rivayetlerde sosyal gerçek ve şartlara göre dini yaşama oranlarının değişebileceği, nimet-külfet dengesinin ve zaruret, kavramının zamana göre takdir edileceği müştereken ortaya konulmaktadır. Tümü elde edilemeyenin tümden terkedilmemesi gerektiğine, sorumluluğun şartlara bağlı olarak değer­lendirileceğine dikkat çekildiği de anlaşılmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki İslâm'da güç yetirilemeyecek bir sorumluluk  söz konusu değildir. Nitekim geçmişte bilginler bu rivayetlerin karamsarlığa ve umutsuzluğa düşmemek gerektiğini vurguladığını, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ağırlaşan şartlarda ayakta kalabilme teşviki içerdiğini söylemişlerdir. Meselâ Münâvî'nin kaydettiğine göre İmam Gazalî hadisi şöyle yorumlamıştır: "Hadisin ikinci kısmındaki öyle bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrolunduğunun onda birini yerine getiren kurtulur müjdesi olmasaydı, olumsuz amellerimize bakarak bizlerin ye's ve ümitsizliğe kapılmamız kaçınılmaz olurdu..Oysa şimdi biz, Rabbimizden bize, zatına yakışır şekilde muamele etmesini, fazl ve keremiyle kötü amellerimizi örtüp gizlemesini dileriz.

[62]

Sahabe dönemi gibi emniyetin ve izzet-i İslâm'ın tam olduğu bir dönemde emir ve nehiylerin terk ve ihmali, tamamen kişisel kusurlardan ileri gelir ki bu, helake götürücü bir durumdur. Ancak İslâm'ın ve müslümanların zayıf düştüğü, zulmün ve fışkın yaygınlaştığı, İslâm'a hizmet ve yardım edenlerin azaldığı devir ve ortamlarda müslümanlar güç yetiremedikleri  için  bazı  emirleri  işleyemediklerinden  dolayı  mazur sayılırlar. Dolayısıyla da yükümlüleklerini ne ölçüde yerine getirebilirlerse, şartların olumsuzluğu sebebiyle o ölçüden daha fazla mükafat görürler. Bazen tek bir amel veya eylem, bütünüyle İslâm'ı temsil etmeye yetebilir. O amel ve eylemi yerine getiren de dini bütünüyle yaşamış gibi hem topluma mesaj vermiş hem de Allah katında değer kazanmış olur. Nitekim sevgili Peygamberimiz bir başka hadis-i şeriflerinde "Ümme­timin bozguna uğradığı dönemde terkedilmiş bir sünnetimi yaşayan ve yaşatan (yüz) şehit sevabı kazanır"[63] buyurmak suretiyle bu gerçeği açıkça ortaya koymuşlardır.

Bu açıdan bakıldığında yukarıdaki hadîs-i şerifler, zor şartlarda inananlar için ümit ışığı, teselli kaynağı ve hizmet teşviki anlamı taşı­maktadır. "Kıyamet şartlarında bile fidan dikme" tavsiyesi,[64] bu anlamdaki teşvikin en uc naktasını oluşturmakta ve müslümana "sen yapabildiğin kadar hizmeti yapmaya bak, yaşayabildiğin ölçüde inançlarını yaşa­maya çalış" mesajını vermektedir.

Her iki rivayeti birden değerlendirdiğimiz zaman, bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan olmanın tüm zamanlarda kurtuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Bundan ötürüdür ki, bir kurtuluş nesli olarak sahabe; bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan bir vahiy nesildir. Bu sebeple son zamanlarda giderek yaygınlaşan İslâm'a ait her ilke ve uygulamayı tartışan toplum olma eğilimi, sonuçta yaşanabilecekleri de ihmale götüre­ceği için ciddi bir tehlikeyi gündeme getirmektedir. Üstelik bu tartışmalar, büyük çoğunluğu itibariyle bilimsel amaçlı ve kendi zemininde bilimsel usul ve yöntemlerle de yapılmamaktadır. Ya sistemin kabulleri ve kutsal­ları adına ve hatırına ya da dünya egemenlerine şirin görünmek ve belli odaklara selam vermek adına, ilgisiz ortamlarda, konuya kendi boyutları çerçevesinde vâkıf olmayan sunucu ya da programcılar yönetiminde medyada gerçekleştirilmektedir.

Bu tür girişimler belki tartışma programlarına reyting, tartışmacılara yalancı ve geçici bir şöhret sağlıyor olabilir. Ancak bilginin yaşanması, din pratiğinin derinlik ve yaygınlık kazanması yani sosyal bilinçlenme ve düzelme adına hiçbir getiri sağlamamakta, sadece saf zihinlerde kafa karışıklığı  üretmekte  ve  çoğu  pratik/amel  kaçkını  kişilerde  yalancı teselliler oluşturmaktadır. Pek tabiî olarak uzun vadede bu işin aktörleri de ciddi bir saygınlık/itibar kaybına uğramaktan kurtulamamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu gelişmenin oldukça göze batan örneklerini geçtiğimiz son birkaç yıl içinde toplum olarak yaşamış bulunmaktayız. İlgili ilgisiz hemen her konuya maydanoz olan kimi ünvanlı kişileri şimdilerde acı tebessümlerle hatırlıyoruz.

Böylesine kafa karışıklığının, gönül kirliliğinin, niyet anarşisinin, kısır çekişmelerin ve pratik/amel kaçkınlığının arttığı dönem ve ortamlarda, yapmakla emronulanların onda birini ya da doğru bildiklerinin onda biri­ni yaşayanlar, önce bu sosyal kaostan, anlamsız ve faydasız tartışma ortamından kendilerini kurtarırlar sonra da bilgisiyle ve inancıyla amel etmenin, sağlam bir duruşa sahip olmanın ve topluma verilmesi gerekli mesajı sunmuş olmanın manevî karşılığını alır, kurtulurlar.

O halde mesele, her şey yerindeyken görevi/ameli ihmal etmenin bedeli ne ölçüde bir mahrumiyet ve hatta felaket ise; bozuk ve olumsuz ortamlarda, onda bir oranında bile olsa, inanç ve bilgisini yaşayan pratik/amelî müslüman olmanın değeri de o nispette büyük olup kurtuluşa götürücüdür.

İslâm'ın ve Kur'an'ın en güzel yorumu ve yaşanma biçimi demek olan Sünnet-i Seniyye'ye, Hz. Peygamber'in yaşayışına ne ölçüde amel olarak sahip çıkılabilirse, kurtuluşa o ölçüde yaklaşılmış olacaktır. Bozulan tüm hayat alanlarının ve paylaşılan tüm bozgunların düzeltilmesi, müslümanlar için sünneti yaşama, onu kişisel ve toplumsal gündeme taşıma titizlik ve gayretine bağlıdır. Zira unutulmamalıdır ki, "dünyada Sünnet'e uyan, âhîrette Cennet'e giren kurtulur." Yani İslâm pratiği demek olan sünnet, bir anlamda dünyadakilerin cennetidir.

Sahabelerin bu konudaki hassasiyetleri, asr-ı saadette yaşama şans ve bilincinin sorumluluğuna sahip çıkmış olmaları, sünnet pratiği açısından bütün ümmete örnek teşkil edecek bir kıvam/olgunluk belgesidir. Zira onlar dinlerini tartışan değil, anlayan ve yaşayan kimselerdi. Allah hep­sinden razı olsun. Onalrm anlayışlarından ve yaşayışlarından hayatımıza izler taşımadıkça, müslümanca bir hayat yaşamamız mümkün olmaz.

 

Ashabı Kıram'ın İslam Ümmeti Üzerindeki Hukuku

 

İslâm ümmetinin müslümanlığında payı olan Ashâb-ı Kiram'm İslâm ümmetinin her ferdi üzerinde hakkı ve hukuku vardır. Bakınız Kur'ân-ı Kerîm'deki şehâdetlerden sonra ashâb-ı kiramın kıvam göstergelerinin başında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in onlara yönelik tavsiye ve uyarıları yer alır. Peygamber Efendimiz'in bu tavsiyelerinde öne çıkan noktalar, aynı zamanda ve bir anlamda "Sahabenin Hakları" olarak da değerlendirilebilir. Hz. Peygamber'in sahâbilerle ilgili iyilik tavsiyesi bize birbirine yakın ifadelerle şöylece intikal ettirilmiştir:

"Ashabını hakkında beni (monlarla olan ilgimi) gözetin!"

[65]

"Ashabıma ikramda bulunun!"

[66]

"Ashabıma iyilik ve ihsanda bulunun!"

[67]

"Ashabımı hayırla anın, onlara iyi davranın!"

[68]

Rasûlüllah (sav)'in "Ashabım konusunda beni(m onlarla olan ilgi­mi/yakınlığımı) gözetin!" buyruğu, bizzat kendi eşsiz şahsiyetini de işin içine katması anlamına gelmektedir. Bu durum, sahabelere karşı göste­rilecek saygı ve ihtiramın aynı zamanda Hz. Peygamber'e gösterilmiş sayılacağı mânâsını taşımaktadır.

Hz. Peygamber ashâb-ı kiram ile ilgisinin dikkate alınmasını tenbih etmekle, o ilk müslüman neslin konumunun farkına varılmasını ve onlarn ümmet için ifade ettiği anlamı vurgulamış olmaktadır. Zaman içinde sahibilere yönelik olarak oluşacak farklı değerlendirmelerin belli bir saygı çizgisini aşmamasını ve onların İslâm'ın ilk yıllarında yaptıkları hizmet ve fedâkârlıkları görmezden gelmek gibi bir nankörlük gösterilmemesini ve onların rencide edilmemesini istemiştir. Bu, dürüstlük ve hakşinaslık erdemleri bakımından fevkalâde önemli bir uyarıdır.

Herkesin olan biteni gerektiği gibi takdir etmekte aynı olamayacağı açıktır. Böylesi bir konuda gerekli uyarı ve tavsiyelerle dikkatleri uyanık tutmak son derece önem arzeder. Bu sebeple Hz. Peygamber'in sahabilere yönelik takdir ve tavsiyeleri, kendisinin onlarla olan ilgisi, ümmet bilinci ve hakkaniyet açısından titizlikle korunması lüzumlu ve gereğinin yerine getirilmesi ihmal edilemez bir nitelik taşır.

 

Ashâb-ı Kiram'a karşı iyilik ve istiğfar görevimiz vardır. Rasûlüllah (sav)'ın; "Ashabıma  iyilik edin ve Ashabıma ikramda bulunun!"

tavsiyesi, hayırla, dua ile ve istiğfar ile sahabelere yapılacak her türlü iyi­liği kapsamaktadır. Daha doğrusu, böyle bir tutum ve davranışı mü'minler için görev haline getirmektedir. Bu sebepledir ki İslâm bilginleri her­hangi bir sahâbinin ismi anılınca "Allah ondan razı oîsun (Radıyallahu anh) demeyi edep ilkesi olarak benisemiş ve uygulamışlardır. İsmi anılan Sahabe hanım ise, radıyallahu anhâ denir. İsmi zikredilen sahabenin babası da sahabe ise,o takdirde radıyallahu anhümâ denilir. Üç ya da daha çok sahabe anılacak olursa o zaman da radıyallahu anhüm diye dua edilir.

Esasen Hz. Peygmber de sahabelere dua etmiştir. Meselâ bir keresinde; ganimet elde etsinler diye görevlendirdiği bir grup sahabenin hiçbir şey ele geçiremeden yorgun bir vaziyette dönmeleri üzerine Hz. Peygamber; "Allahım, ashabımı bana bırakma, ben onlara gereği gibi bakmaktan aciz kahrım. Onları kendilerine de bırakma, kendilerine bakmaktan onlar da aciz kalırlar. Onları başkalarının eline de bırakma,(kendilerini) onlara tercih ederler, haksız kayırmalara maruz bırakırlar" diye onlara dua etmiş, sahabeleri Allahû Teâlâ'nın himaye etmesini/koru­masını dilemiştir.

Esasen Hz. Peygamber sahabelere, gerek kişisel ve grup halinde gerekse nesil olarak tümüne birden bir çok dua etmiştir.[69] Hz. Peygamber'in sahabelere yaptığı dualar üzerinde gerçekleştirilecek bir araştırma durumu bütün detayıyla ortaya koyacaktır. Sahabelere yapıla­cak iyilik ve ikramın bir başka uygulaması onların bağışlanmalarını dile­mektir (istiğfar). Bunun ifadesini yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bulmaktayız:

"Onların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz, bizi ve biz­den önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı herhangi bir kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin."

[70]

Ashâb-ı Kiram hakkındaki; "Ashabımı hayırla anın, onlara iyi davranın!" anlamındaki rivayet, özde yukarıdaki uyarıları içermekte, mü'minleri, sahabeye iyi davranmak ve onları hayırla anmak konusunda ayrıca uyarmaktadır. Gerçekten özellikle günümüzde o ilk İslâm nesline karşı insaflı, iz'anlı ve saygılı davranmanın, onları belli bir edep çizgisinde anmanın ve yazmanın, bu konuda uyan görevini yerine getir­menin önemi büyüktür. Bu yönüyle konu, son derece nâzik ve günceldir. Zira kültürel kirlenme ortamında bulunan günümüzün müslüman aydın­larından kimileri böyle bir nezâket, saygı, söylem ve duruşun gereğine inanmamakta, uymamakta, kendi inanç değerlerini paylaşmayan kişi ve odaklara karşı son derece saygılı bir ağız kullandıkları ve tavır gösterdik­leri halde, sahabelere karşı sıradan kimselermiş gibi davranmakta sakınca görmemektedirler.

Yukarıda asli ifadeleriyle sunduğumuz giriş cümlelerinin devamında söz konusu iyilik, ikram ve hayır temenni ve tavsiyesinin Tabiîler'i ve onlardan sonra gelen müslüman nesil Etbâu't-tâbiîler'i de kapsadığı görülmektedir. Bu üç nesilden sonraki dönemde, "istenmeden şahitlik yapmaya kalkışılacak ve yemin teklif edilmeden yemin edilecek gibi bazı hukukî ve ahlâkî nitelikli tavır bozuklukları, haksız bazı idarî tasarruflar, insan kayırmalar, hatalı tercihler görüleceği bildirilmektedir.. Bu da başta sahabe olmak üzere ilk üç neslin en hayırlı nesil olduğu ve onlara karşı farklı ve belli bir saygı çizgisinin korunması gereğini bir başka açıdan belirlemektedir.

Hz. Aişe validemiz, ayaklanan Mısırlı grubların Hz. Osman, Şamlıların Hz. Ali ve Harûrî denilen haricî grubların da tüm sahabeler hakkında kötü sözler sarfetmeleri üzerine, kız kardeşinin oğlu Urve b. ez-Zübeyr'e hitaben, "Yeğenim! Bu adamlar Peygamber sallallahu aley­hi ve sellem'in ashabına istiğfar etmekle emrolundular. Onlar ise, sahabelere sövüp saymakla meşguller!" diye [71] olana bitene tepki göstermiştir. Bugün de herhangi bir sahâbî veya sahabe nesli hakkında saygısızlık edenler, Aişe radıyallahu anhâ validemizin bu tarihî azar ve ikazına muhatap olduklarını unutmamalıdırlar.

Netice olarak hizmet ve kıvam önderleri sahabelerin dua, istiğfar, iyi­lik, ikram, hayırla anılmak gibi erdemli ve edepli davranışları hakettikleri tartışma götürmez bir gerçektir. Onları yüksek ve örnek kemalleri içinde görmek, anlamak ve selamlamak, onlar hakkındaki bu tavsiyelerinden ötürü aslında Peygamber Efendimize itaat etmek ve saygı göstermek demektir. Bu bilinç uyarınca hareket etmek, dün olduğu gibi bugün de yarın da mü'minlerin hem iman borcu hem de kıvam göstergesidir. Rasûlüllah (sav)'ın sahabelerini hayrla anmayanlarda hayr yoktur.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Kim sahabedir? Açıklayınız.

Bir kişinin sahabe olup olmadığını hangî yollarla öğreniriz? Bilgi veriniz.

Meleklerden sahabe olabilir mi? Açıklayınız.

Cinlerden sahabe olabilir mi? İzah ediniz.

Sahâbe'nin vahiy karşısında tavın nasıldı? Açıklayınız.

Sahabeye vahiy nesli denilebilir mi? Malumat veriniz.

Sahabenin yeryüzündeki vazifesi nedir? Açıklayınız.

Ashâb-ı Kirâm'ın üzerimizde bir hukuku var mıdır? Bilgi veriniz.

Ashâb-i Kirâm'ın üzerimizdeki hukukunu nasıl özetlersiniz? Açık­layınız.

Ashâb-ı Kirâm'ı devre dışı bırakarak İslâm'ı anlamak ve yaşamak mümkün mü? Bilgi veriniz.

Allah'ın dininin bize ulaşmasında Ashâb-ı Kirâm'ın katkısı olmuş mudur? Açıklayınız.

Sahabenin İslâm'ın kilit kuşağı olması ne anlama gelir? İzah edi­niz.

 

ÜNİTE VIII

 

Hz. Erkanı b. Ebi'l Erkam (R.anh)

Hz.Fadl İbn Abbas (R.anh)

Hz. Feyrûz b. Deylemî (R.anh)

Hz. Habbâb İbn Eret (R.anh)

Hz. Hâlidb. Velîd (R.anh)

Hz.Hâlid bin Said bin Âs (R.anh)

Hz.Hamza (R.anh)

Hz.Hanzala bin Ebû Âmir (R.anh)

Hz.Hassan b. Sabit (R.anh)

Hz.Hâtib bin Ebî Beltea (R.anh)

Hz. Hubeyb bin Adiy (R.anh)

Hz.Huzeyfe bin Yemân (R.anh)

Hz.Hasan (R.anh)

Hz.Hüseyin (R.anh)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Erkanı b. Ebi'l Erkanı (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Daru'l Erkanım mahiyetini fıkhetmek

Hz.Fadl İbn Abbas (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Feyrüz b. Deylemî(R.a)'ın hayatını ve fıkhım öğrenmek

Hz. Habbâb İbn Eret (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Hâlid b. Velîd (R.a)’ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Hâlid bin Said bin As (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Hamza (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Hanzala bin Ebû Amir (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Hassan b. Sabit (R.a)'ın hayatını ve fıklıını öğrenmek

Hz.Hâtib bin Ebî Beltea (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Hubeyb bin Adiy (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Huzeyfe bin Yemân (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Hasan (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Hüseyin (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. Erkam Ebi'l-Erkam (R.Anh)

 

Mekke'de müslüman olan ilk sahabelerden biridir. Erkam b. Ebi'l-Erkam b. Esed b. Abdullah b. Ömer b. Mahzûm; künyesi Ebû Abdul­lah'tır. Babasının adı Abdü Menâf, annesinin adı Ümeyye binti Hâris'tir. Erkânı, Mekke'nin en zengin ve muteber ailelerinden biri olan Mahzûm kabilesine mensuptu. Annesi Ümeyye, Huzâa kabilesindendi. Mahzûmîler, Hz. Peygamber'in muhaliflerinden olmakla beraber, Erkam onun sadık bir sahabesi olmuştur. İbn Abdilberr'e göre [72] Erkam, "Zalime karşı, mazlumla birlikte hareket edeceğiz" diye and içen ve her ne kadar İslâm'dan önce olsa da Rasûlüllah (sav)'in tavsibine mazhar olması münasebetiyle İslâm tarihinde Hılfü'l-Füdûl" cemiyeti diye bili­nen faziletli grup içerisinde zikredilir.

Erkam, Hz. Ebû Bekir'in teşvikiyle, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Os­man b. Maz'ûn ile aynı gün müslüman olmuştu. İslâmî kaynaklar onu, müslüman olan ilk onbeş kişi arasında saymaktadır. Oğlu Osman'a göre ise, yedinci müslümandır. Onun, "Ben İslâm'da yedinci kişinin oğluyum. Babam yedinci kişi olarak müslüman oldu" dediği nakledilir.

[73]

Rasûlüllah (sav) ile birlikte başta Bedir ve Uhud olmak üzere, bütün savaşlara katılmıştır. Medine'ye ilk hicret edenlerdendir. Hz. Peygamber onu, Ensar'dan Ebu Talha ile kardeş yapmıştır. Hicretten sonra, Medine'de Zureykoğulları mahallesinde bir evde oturmuştur. Bu evin kendisine Hz. Peygamber tarafından verildiği rivayet edilmektedir.

[74]

Erkam denilince akla gelen hususlardan biri de onun "evidir. Çünkü Daru'l Erkam/Erkam'in evi", İslâm'da ayrı bir özelliğe sahiptir. Sözkonusu ev; Kabe'nin batısında, Safa ile Merve arasında, Safa tepesinin eteklerinde, hacıların hacc görevini yapmak için gelip geçtikleri en işlek bir yerdeydi. Erkam, ilk müslümanların sıkıntılı günlerinde evini Rasûlüllah (sav)'m ve dolayısıyla İslâm'ın hizmetine sunmuştu. Bu hareketiyle o, daima hakkın ve haklının yanında olduğunu göstermişti. Hz. Peygamber (sav), kendi evini terkederek bu eve taşındı. Burası İslâm'ı tebliğe elverişli emin bir yerdi. Bir süre bu evde emniyet içeri­sinde İslâmî tebliğe devam etti. Ancak onun orada ne zaman ve ne kadar kaldığı konusu tartışmalıdır. Bununla beraber, 615-617 yılları arasında kaldığı tahmin edilmektedir. Peygamberliğinin dördüncü senesinde taşındığı da söylenmektedir.

Erkam'ın evi, İslâm'ın ilk yıllarında, Peygamberimize ve ilk müslümanlara bîr çeşit sığınak vazifesi görmüştür. İslâm'a gönül verenler orada toplanır, cemâat halinde namaz kılarlardı. Hz. Peygamber de onlara, pey­derpey nazil olan Kur'an ayetlerini okur, dinî hükümleri tebliğ eder ve oraya gelenleri İslâm'a davet ederdi. Böylece bu ev, oraya gelen pekçok kimsenin müslüman olma şerefine nail olduğu bir yer olmuştur. Hattâ, Hz. Ömer gibi İslâm tarihinin en mühim şahsiyetlerinin hidâyetine de sahne olmuştur. Onun müslüman oluşundan sonra Hz. Peygamber bu evden ayrılmıştır. Çünkü Hz. Ömer'in İslâm'a girişi, müslümanlara güç kazandırmış ve daha rahat hareket etmelerini sağlamıştır. O dönemde Mekkeli müşriklerin ilk müslümanlara uyguladıkları amansız baskı ve işkence gözönünde bulundurulacak olursa, Hz. Erkam'ın evini İslâm'ın tebliği uğrunda Rasûlüllah'ın hizmetine sunmuş olmasının mana ve önemi daha kolay anlaşılacaktır. İşte bu özelliğinden dolayı ona "Dâru'l-İslâm, "Beytü'l-İslâm " gibi isimler verilmiştir. Hattâ bu evin, İslâm uğrunda vakfedilen ilk bina olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu hizmetinden dolayı Erkam ve evi, müslümanlarca hep saygı ile anılmıştır. Evin diğer bir özelliği de, İslâm'a ilk girenlerin sırasını ve dolayısıyla İslâm'a girişte kimin kime sebkat ettiğini tespit konusunda, tarih başlangıcı olarak kullanılmış olmasıdır. Tarihçiler bu hususa büyük önem vermişlerdir. Ayrıca bu ev İslâm'ın yapılan gizli davetinde merkezi ve karargâhı olmuştur.

Daru'l Erkam, meclis ve karargâh seviyesinde küfür cephesine karşı mücadele vermenin zaruretini bize hatırlatır. Tağutları, putları inkâr ederek Allahû Teâla'ya iman edenler Daru'l Erkam'da toplanıp teşkilat­lanırken, ehl-i küfür de Daru'n Nedve'de toplanıyordu. Daru'n Nedve, müşriklerin parlamentosuydu. Daru'n Nedve'de kabilesinin onayını alan ve kırk yaşını doldurmuş Tağutlar görev yapıyorlardı. Daru'n Nedve'de belde tağutları tarafından uydurulan kanunlar beşikten mezara kadar Mekke halkının hayatım bağlıyorlardı. Daru'n Nedve'deki belde Tağutlarının yaptıkları kanunlar, Allahû Teâla'nın hükmünü ve hakimiyetini inkâra dayanıyordu. Allahû Teâla'ya iman edenler, Allah'ın hükümlerine muhalif kanunların uydurulduğu Daru'n Nedve'den hemen ayrılıp Daru'l Erkam'a geçiyorlardı.

Gerek Rasûlüllah (sav) ve arkadaşları cephesinde ve gerekse ehl-i küfür nezdinde olsun, Daru'n Nedve'ye girmek ve orada görev yapmak şirki ve müşriküği, küfrü ve kâfirliği kabul etmiş olmanın alâmeti, Daru'l Erkam'a girmek ve oraya devam etmek de imanı ve müzminliği, İslam'ı ve müslümanlığı kabul etmenin alâmeti sayılıyordu. Dolayısıyla Daru'l Erkam bir iman evidir. İman evi olan Daru'l Erkam'a girenler, bir şirk ve küfür evi olan Daru'n Nedve'ye bir daha giremezlerdi. Şayet geri Daru'n Nedve dönselerdi bu onların mürtedliklerine alâmeti kabul ediliyordu. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki, Daru'l Erkam, Allahû Teâla'nın katından gelen ayetlerle tanışmanın ve onları hayata taşımanın eğitim ve öğretiminin Peygamber (sav) tarafından yapıldığı iman etiğim ve öğretim merkezidir.

Daru'l Erkam, Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğinde müslüman şahsiyetlerin yetiştiği bir İslâmî şahsiyet üniversitesidir. O, Mekkî top­lumlarda İslâm cemaatı'nın teşkilatlanma karargâhıdır. Daru'n Nedve hükmündeki çağdaş parlamentoların bulunduğu beldelerde Daru'l Erkam anın vacibidir. Daru'l Erkam'larını hizmete açamayanlar, Daru'n Nedve'lerin kontenjanlarını tamamlamaya mecbur ve mahkûm olurlar. Daru'l Erkam bir yönüyle vakıf insanların Allah yolunda ortaya koyduk­ları müessese seviyesindeki vakfiyeleridir. Mü'minlerin din ve imanların­dan ötürü birer şakî gibi takibe tabi tutuldukları Mekkî toplumlarda İslâmî hizmetler için ev vakfetme hayrını ilk işleyen kişi Erkam b. Ebi'l Er-kam'dır. Nitekim Erkam b. Ebi'l-Erkam, bu mübarek evi sonradan oğlu­nun ve yakınlarının yararına vakfetmiş ve vakfiyesinde şöyle demiştir.

Siyahi bir kadın: İbn-i Abbas anlatıyor: Siyahı bir kadın Allah Rasûlüne gelerek, "Ben saralıyım, nöbetim geldiğinde açılıp-saçılıyorum Allah'a benim için dua etsen" dedi. Hz. Peygamber (sav)'de, "istersen sabret, cennete gir; istersen dua edeyim Allah afiyet versin" diye tercihi kadına bıraktı. O, "Cennete girmek için sabredeceğim fakat nöbetim geldiğinde açılmamam için dua et" dedi. Allah Rasûlü de ona dua etti.

[75]

Yukarıdaki hadîslerde görüldüğü gibi, Efendimiz (sav)'in çeşitli vesilede, aşere-i mübeşşere haricinde cennetle müjdelediği nice insanlar vardır.

 

4) Ashâb İçinde Vefatlarından Sonra

 

Zeyd b. Harise (R.a): Efendimiz (sav)'in, azatlı kölesi, Mu'te Savaşı'nda şehit olmuştu. Hz. Bureyde anlatıyor: Efendimiz buyurdular ki: "Cennete girdim, beni genç bir câriye karşıladı 'sen kimsin' dedim ona. Ben Zeyd b. Harise'ninim, " dedi.

[76]

Ebu Seleme (R.a): İlk Müslüman olanlardan, Efendimiz'in süt kardeşi ve teyze oğlu Habeşistan ve Medine'ye hicret etti. Bedir Savaşı sonrası vefat etti. Ebu Seleme'nin karısı Ümmü Seleme validemiz anlatıyor: "Ebu Seleme vefat ettiğinde, Allah Rasûlü (sav) geldi, onun gözlerini indirdi ve ruh kabız edilince göz onu takip eder buyurdu. Ehli onun vefatına ağlı­yorlardı. Dedi ki Efendimiz (sav): "Nefislerinize ancak hayır ile dua edin zira melekler sizin duanıza âmin diyorlar" ve arkasından "Allahım Ebu Seleme'yi mağfiret eyle. Derecesini hidayete erenlerin içinde yükselt. Bizi ve onu bağışla Ya Rabbelalemin. O'nun kabrini genişlet ve onu kabir içinde tenvir et" diye dua etti.

[77]

Herhalde Efendimiz (sav)'in böyle dua ettiği bir zatın yeri cennet ola­caktır. Kaldı ki sahâbe-i kiram içinde, Resûl-i Ekrem (sav) Ebu Musa el-Eş'ariye Bi'r-i Maune ve Reci gazvesinde şehit olanlara, Hz. Cüleybib'e, Abdullah b. Haram'a bu ve benzeri şekilde dua etmiştir. Dolayısıyla bun­lar da ehl-i cennet içinde rahatlıkla mütalâa edilebilirler.

Useyrim (R.a): Asıl adı Amr b. Sabit. Bir vakit dahi olsa, namaz kıl­madan cennete giden sahabe. Ebu Hureyre'nin anlattığına göre Uhud evleri ve arsaları satın alıp ona katmak suretiyle Dâr-ı Erkam'ı yeniden yaptırdı,[78] Bu imardan sonra adı Dâr-ı Hayzûran olarak anılan ev içinde namaz kılman bir mescid haline getirildi.

[79]

Bu ev daha sonra halife Ca'fer b. Musa'ya geçti. Bu evde bir müddet de Mısır ve Yemenliler oturdular. Daha sonra Gassân b. Abbâd, Musa b. Ca'fer'in oğullarından bu evin tamamını -veya büyük bir kısmını- satın aldı. [80] En sonunda bu evi, Mısır-Kahire defterdarı İbrahim Bey, Sultan ikinci Selim'e hediye etti. Üçüncü Murad da, hicrî 999 (1591) yılında bu evi mescid tarzında yeniledi. Bugün artık bu evi yerinde görmek mümkün değildir. Harem-i Şerif için yapılan çevre düzenlemesinde yıkılmış, arsası zaten Harem'in arsasına dahil kabul edilen bu ev aslına rucû etmiştir.

[81]

Erkam b. Ebi'l-Erkam, H. 54 veya 55'te seksen yaşın üzerinde, Muâviye'nin idaresi döneminde vefat etmiştir. Bedir ehlinin en son vefat edenidir. Vasiyyeti üzerine namazını sâdık dostu Sâ'd b. Ebi Vakkâs (R.a.) kıldırmıştır. Kabri Cennütü'l-Bakî'dedir.

Erkam b. Ebi'l Erkam (R.a.), Daru'n Nedve'nin hüküm sürdüğü Mekke toplumunda evini müslümanların çalışmalarına vakfetmekle bir misyon başlatmıştır. Bu misyonu devam ettirmek, kıyamete kadar gelecek bütün müslüman nesillerin görevidir. Bugün Daru'n Nedve'nin hüküm sürdüğü Mekkî toplumlarda Daru'l Erkam'sız yaşayan müslümanlar, bugünleriyle birlikte yarınlarını da ehl-i küfre teslim etmiş olanlardır. Bu, böyle biline.

 

Hz. Fadl İbn Abbas (R.Anh)

 

Hz. Peygamber'in amcasının oğlu olup sahabelerdendir. Adı Fadl, künyesi Ebû Muhammed'dir. Lâkabı,"Redîfu'r Rasûl" idi. Nesebi, Fadl b. Abbâs, b. Abdulmuttalib b. Hişam b. Abdülmenaf b. Kusay'dır.

Bedir'den önce müslüman olmasına rağmen [82] müşriklerden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmamıştır.

Mekke'nin fethinden bir müddet önce babası Hz. Abbâs ile birlikte Medine'ye hicret etti. Hicretinden bir müddet sonra Mekke'nin fethi gerçekleşti. Fadl b. Abbas, ilk defa gazaya yani Mekke fethine katıldı, sonra Huneyn gazasında bulundu. Burada da büyük kahramanlık göster­di. Müslümanların Huneyn'de dağınıklık göstermesi üzerine Fadl, büyük bir dirayet ve fedakârlıkla Rasûiüliah (sav)'m yanında bulundu ve Havâzin kabilelerine karşı çarpıştı.

Veda haccında Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun devesine binmişti. Bunun için ona "Redîfu'r Rasûl' yani "Rasûlüllah (sav)'in üzengi arkadaşı" lâkabı verilmişti. Bu sırada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın bir mesele sormak istedi. Fadl, gözlerini kadına dikmişti. Rasûiüliah kadına bakmıyordu. Fadl'ın bu hareketini beğenmedi ve ona, dikkatli olmasını ihtar etti; kadına bakmasın diye, üzengisinden tutup, başını çevirdi.

[83]

Hz. Fadl, Rasûlülilah (sav)'in hizmetinde bulunanlardandır. Rasûlüllah son hastalıklarında, son hutbelerinde Fadl'dan sözetmiştir.[84] Hz. Fadl, Rasûlüllah (sav)'in gasl sırasında hazır bulunmuş; gasli suyunu dökmüş, Hz. Ali (sav) de gasletmiştir.

Hz. Fadl, çok güzel yüzlü idi. [85] Ümmü Mektum isimli bir kızı vardı. Bu kız, Hz. Hasan ile evlenmiş, daha sonra ondan boşanarak, Ebû Musa el-Eş'ârî ile evlenmiştir.

[86]

Hz. Fadl b. Abbâs'tan yirmidört hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan üç tanesi müttefekun aleyh'tir.[87] Râvileri arasında şunları saymak mümkündür: Sahabenin büyüklerinden İbn Abbâs ve Ebû Hureyre'den başka Kerib, Kusm b. Abbâs, Abbâs b. Ubeydullah, Rebia b. Hâris.

[88]

Hz. Fadl'ın vefatı hakkında değişik bilgiler verilmiştir. Bir kısım râvîler, Suriye'de meydana gelen salgında vetat ettiğini; bir kısmı ise, Ecnâdin savaşında şehid olduğunu söylüyorlar. Bu rivayetlerden ikincisi, daha yaygındır ve doğruya daha yakındır.

[89]

Hz. Fadl b. Abbâs (R.a.), meydan mücahidlerindendir. Cihad mey­danında Rasûlüllah (sav)'i yalnız bırakmamıştır. O, zor zamanın sözleşmesine fiili cihadıyla sahip çıkmıştır. Sahabeler, zor zamanların sözleşmelerine sahip çıkmanın yolunu İslam ümmetine gösteren ve öğreten insanlık kılavuzlarıdır. Onlar, ümmetin sönmeyen yıldızlarıdır.

Dâva adamı, dâva önderini savaş meydanında yalnız bırakmayandır. Dâva önderlerini yalnız bırakan dâva adamları, bir gün gelir dâvalarını da bırakırlar. Dolayısıyla Hz. Fadl b. Abbâs (R.a.)'ın fıkhı, dinen dâva adamı ile dâva önderinin bağlığının nasıl olması gerektiğini bize öğreten bir fıkıhtır. Birbirleriyle kavgalı hale gelen dâva adamları ile dâva önderleri, fıkhu's sahâbe'den nasibini almayanlardır.

 

Hz. Feyruz Bin Deylemi (R.Anh)

 

Feyrûz bin Deylemî San’a’da bulunuyordu. Rasûlüllah'in Peygam­berliği haberi oraya ulaşınca, Vebr bin Yuhannis'in teklifi üzerine Müslüman oldu ve hicretin onuncu yılında Medine'ye geldi. Resûlullahın huzuruna girip, bey'at etti. Peygamber efendimize dedi ki:

"Yâ Rasûlallah! Biz, uzaklardan çıkıp geldik. Burada Müslüman olduk. Bize kim yardım edecek?

Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:

 

"Allah ve Rasûlü. "

Feyrûz da, bunun üzerine dedi ki:

"Allah ve Rasûlü bize kâfidir! "

Yine Feyrûz bin Deylemî, Resûlüllaha sordu:

"Yâ Rasûlallah! Ben Müslüman oldum. Fakat nikâhım altında iki kızkardeş var. Şimdi ne yapacağım? "

 

"Onlardan hangisini istersen tercih et, onu tut! Hangisini istersen boşa! "

"Yâ Rasûlallah! Biz, üzüm sahibi kimseleriz. Allahû Teâlâ ise içkiyi haram kılmıştır. Bu üzümleri ne yapacağız?"

 

"Kurutup, kuru üzüm yapınız!"

"Biz bunu nasıl kullanalım? "

 

"Kirba içinde sabah ıslatıp, hoşaf yapıp içiniz, akşamleyin ıslatıp, sabahleyin içiniz! "    

Feyrûz bin Deylemî bir defasında da Peygamber efendimize şöyle sordu:

"Yâ Rasûlallah! Biz, soğuk bir memlekette yaşıyoruz. Bu yüzden buğ­daydan yapılmış içki içiyoruz."

 

"O sarhoş ediyor mu? "

"Evet, sarhoş ediyor."

 

"Onu içmeyiniz!"

Feyrûz bin Deylemî'nin Müslüman olduğu yıl, Rasûlüllah efendimiz Veda haccını yaptıktan sonra hastalanmışlardı. O sırada Araplar arasında bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı.

Banların ilki, Benî Ans kabilesinden Esved-i Ansı idi. Asıl ismi Abhele bin Ka'b'dır. O, kâhin, hafif meşrep bir adamdı. Halka, onları hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle, dinleyenlerin dikkatini çekerdi.

Esved-i Ansî, meleklerin kendisine vahiy getirdiğini söyleyerek, Peygamberlik iddiasında bulunmaya başladı. Birtakım hilelerle, Yemen halkından birçok kimseyi aldattı. Necrân ahâlisi de ona tâbi oldu. San'a'yı zaptedip, fitne çemberini genişletti. Yemen'de bulunan Müslüman vali ve memurlar oradan ayrılmak zorunda kaldılar.

Esved-i Ansî ile ilgili haber, Peygamber efendimize ulaştı. Yemen'deki İslâm valilerine ve oradaki Müslümanlara haber gönderdi. İster onunla çarpışma, isterse onun tuzağa düşürülmesi şeklinde olsun, mutlaka Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması gerektiğini emir ve tavsiye buyurdular.

Rasûlüllah efendimiz, hasta olmalarına rağmen, Esved-i Ansî gibi yalancıların yaptıkları tahribat üzerinde ehemmiyetle durdular. Rasûlüllah efendimiz bu mes'ele için, Müslüman olmayanlarla da irtibat kurdu. Neticede Esved-i Ansî öldürülecekti. Esved'in öldürülmesi için, karısı Azad ile de anlaşıldı.

Feyrûz, o sırada Yemen'de bulunuyordu. İki arkadaşı ile beraber, Esved'in yattığı evin duvarını deldiler. Feyrûz, arkadaşlarından birisine, içeri girip öldürmesini söyledi. Arkadaşı, tehlikeli anlarda, kendisinde titreme meydana geldiğini, bu işi beceremeyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Feyrûz içeri girdi. Esved'in yattığı odaya yaklaştı. Horladığını duydu. Esved derin bir uykuya dalmış ve yatağına gömülmüş bir vaziyette idi. Feyrûz bu işten haberi olan Âzad'a, işaretle, başının nerede olduğunu sordu. Âzad da, Esved'in başını gösterdi.

Feyrûz, Esved'in başucuna dikildi. Esved, sarhoş olarak uykuya dalmış ve sarhoşluğu daha geçmemişti. Feyrûz, Esved'in başını kıvırdı ve boynunu kırdı.

Sonra gitmek isterken, Âzad, "O daha ölmemiştir" dedi. Feyrûz da, "Hayır o öldü" diyerek arkadaşlarının yanına gitti. Olanları anlattı. Arkadaşları dediler ki:

Geri dön, başını da kes! Beraberce tekrar oraya vardılar. Feyrûz, başını keseceği zaman, Esved titremeye başladı.   Feyrûz arkadaşlarına, göğsüne oturmalarını söyledi.

Azad da, Esved'in başını tuttu. Esved'den homurdanmalar geliyordu. Boğazı kesilince, şiddetli bir böğürtü duyuldu. Feyrûz ile arkadaşları, oradan ayrıldılar.

Ertesi gün Feyrûz ve arkadaşları, kabilelerini toplayarak Esved'in öldürüldüğünü ve Muhammed aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu ilân ettiler. Bundan sonra Müslüman valiler, işlerinin başına döndüler ve zekâtı toplamaya başladılar.

O gece yalancı Esved-i Ansî'nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize vahiyle bildirilmişti. Ertesi gün, bu hâdiseyi Ashabına müjdeledi:

Dün gece, yalancı Esved-i Ansî, kardeşlerimizden biri tarafından öldürüldü.

Ashâb-ı kiram, "Yâ Rasûlüllah, onu öldüren kim" dediler. Rasûlullah efendimiz de buyurdular ki:

 

"Onu sâlih, mübarek bir ev halkından, mübarek kişi olan Feyrûz bin Deylemî öldürdü."

Feyrûz bin Deylemî'nin, Esved'in başını Peygamber efendimize getirdiği rivayet edilir.

Feyrûz'un, Ebû Dahhâk ve Ebû Abdullah künyeleri vardır. Hz. Osman zamanında Yemen'de vefat etti. Aslen Fârisî'dir. Kisrâ'nın, Habeşlileri Yemen'den çıkarmaları için, Seyf bin Zî Yazen'le beraber Yemen'e gön­derdiği Farsların (İranlıların) tanıdığı farslardandır.

[90]

İman, Rahmanı inkılablar yumağının kaynağıdır. Kişi imana girmekle hayatını değiştirmeye karar vermiş demektir. Ve iman beraberinde görev getirir. İmandan kaynaklanan görevler ertelenmeyi de kabul etmezler. Müzmin insana düşen görev her yerde ve her zamanın gereğini yapmak­tır.

Mü'min insanın tavırları ile imanı arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü mü'min insan, imanına göre tavır belirleyen insandır. Sahabeler, tavırlarım imanlarına göre alıyorlardı. Yani onları pratik hayatta yön­lendiren ve yöneten imanlarıydı. İmanını hayatına amir ve yönetici yap­mayanlar, sahabe fıkhından nasibini almamış olanlardır.

 

Hz. Habbab Bin Eret (R.Anh)

 

Meşakkat mektebinin mezunu olan bir sahabedir. İslâm ile şereflenen ve İslâm'a girdiği için müşrikler tarafından işkence edilen ilk sahabeler­den biri.

Nesebi; Habbab b. Eret b. Cendele b. Sa'd b. Huzeyme b. Ka'b b. Zeyd. Temim kabilesinden, küçükken esir edilerek Mekke'ye getirilmiş Huzâalı Ümmü Emmâr'ın kölesi, Zühre oğullarının anlaşmalısı.

İslâm ile şereflenen ve Allah için işkence edilen ilk müslümanlardan olan Hâbbab b. Eret müslüman olduğunu açıkladığında ilk işkence edilen sahabeler arasında idi. İlk Müslümanlar; Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebû Bekir, Habbâb, Suheyb, Bilâl, Ammar, Sümeyye (R. Anhûm)dir. Hz. Peygamber ve Ebû Bekir, kendi aileleri tarafından nisbeten korunmuş ancak Mekkeli olmayan diğer dört kişi müşrikler tarafından şiddet ve baskı ile yıldırılmaya çalışılmıştır. Bu insanlar kızgın güneş altında demir zırhlar giydirilerek ölesiye işkence edilmişlerdir. Habbâb bu işkencelere sabrederek kâfirlerin Hz. Peygamberin risâletini inkâr etmesini istemelerini reddetmiştir.

[91]

Hz. Habbâb (R.a) Medine'ye hicret edince Hz. Peygamber (sav) onu Cebr b. Atik ile kardeş yapmıştır. Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer'den izin alarak Kûfe'ye cihad için gitmiş, hicri 37 tarihinde şiddetli bir hastalığa tutulmuştur. Hastalığın şiddetinden günde yedi defa başını dağlatan Habbâb, hastalık anında acı içerisinde "Hz. Peygamber (sav) beni ölümü temenni etmekten alıkoymasaydı temenni ederdim" demiştir. Oğullarına kendisinin Küfe dışına gömülmesini vasiyet eder ve dışımı gömülmesi durumunda Hz. Peygamberin sahabesi oraya gömülmüş diye insanların ölülerini kendisinin etrafına gömeceklerini söylerdi. Öldüğünde altmış üç yaşında olan Habbâb (R.a) yirmibeş yaşın­da hicret etmiş, muhtemelen onbeş yaşlarında bir delikanlı iken İslâm ile sereflenmiştir.

[92]

Onbeş yaşında müslüman olmuş bir insanın dünyada kendisinden başka beş kişi müslüman iken işkencelere sabredebilmesi imanının ve dine bağlılığının en önemli göstergesidir. Altmışüç yaşında bir ihtiyar iken ve acılar içerisinde kıvranırken ölümüyle bir sünneti ihya etmeyi düşünmesi, onun Hz. Peygamber (sav)'in sünnetine de ne kadar bağlı olduğunun en güzel delilidir.

Mekke döneminde, sırtına ateşte kızdırılmış taşlar yapıştırılmış, sırt yağları eriyinceye kadar sırtında tutulmuş, yine imanında sebat etmiştir. Demircilik ile meşgul olduğundan, efendisi Ümmü Emmâr demiri ateşte kızdırır Habbâb'ın başını dağlardı, Hz. Peygamber Habbâb'a uğrar onun­la sohbet ederdi. Onun halini görünce: "Allahım! Habbâb'a yardım et" diye dua etmişti. Bir müddet sonra Ümmü Enmâr şiddetli baş ağrılarına tutulur, köpek gibi bağırmaya başlar: Ona başını dağlatmasını tavsiye ederler. Habbâb demiri ateşte kızdırır ve kadının başını demirle dağlardı.

[93]

İşkencenin dayanılmaz bir hal aldığı, müşriklerin şiddetli baskı yaptık­ları bir zaman Habbâb Kabe'nin gölgesinde örtüsüne bürünmüş oturan Hz. Peygamber'in yanma geldi; "Allah'a bizim için dua buyurmaz mısın" dedi: Hz. Peygamber yüzü kıpkırmızı halde doğruldu, şöyle buyurdu:

"Sizden önceki ümmetlerde bir adam demir tarakla taranır ve sinirleri kemiğinden sıyrılırdı da bu işkence onu dininden döndürmezdi. Testere başının saç ayırımına konur ve iki parçaya bölünürdü; bu da o adamı dininden döndürmezdi. Allah muhakkak bu dini tamamlayacaktır. San'â'dan kalkan yolcu Hadramevt'e içinde Allah korkusundan başka hiç bir korku olmadan gidebilecek."

[94]

Bütün bu işkencelere katlanan Habbâb bir gün halinden şikâyetçi almamış, İslâm'ın zafer yıllarında, çektiği işkenceleri reklam ederek insanların teveccühünü kazanmaya çalışmamış, mükâfatı yalnızca Allah (c.c.)'dan  istemiştir.  Hz.  Ömer  (R.a.)  hilâfeti  döneminde  Habbâb'a "Allah yolunda çektiğin işkenceleri bize anlat ey Habbâb!" demesi üzerine sırtını açar gösterir. Hz. Ömer "Bu güne kadar bu derece harap olmuş bir sırt görmedim" der. Habbâb (R.a) "Sırtımda ateş yakar­lardı, derimden çıkan yağlar ateşi söndürüldü" der. Bazen de ateşte kızdırılmış taşlar sırtına konur derisinin yağlan soğutuncaya kadar tutu­lurdu. Bunun için sırtı yumurta büyüklüğünde oyuk oyuk idi.

[95]

Bütün bu işkencelere rağmen İslâm'ı tebliğden geri kalmazdı. Tâhâ. suresinin bazı ayetlerini Hz. Ömer'in kızkardeşinin ailesine öğretirken Ömer içeri girmiş; onların hallerindeki samimiyet Ömer'in müslüman olmasına vesile olmuştur.

Zühd ve takvası ile gerçekten örnek olan Habbâb, ihtiyarlık döneminde İslâm'ın ilk yıllarında ölmediğine hayıflanır durur, şöyle derdi: "Hz. Peygamber ile sevabını Allah 'tan dileyerek hicret ettik; Allah indinde bir mükâfaata hak kazandık. İçimizden kimi bu mükâfaatı bu dünyada almadan göçtü gitti. Mus'ab b. Umeyr onlardandır... Birden kimileri de meyvelerinin olgunlaştığını gördü ve bunları topladı, islâm 'in zafer yıl­larını gördü ve müslüman olmasından dolayı dünya nimetlerinden isti­fade etti.

[96]

Habbâb (R.a)'ın ilim talebeleri; Oğlu Abdullah, Ebû Ma'mer, Kays b. Ebî Hazım, Mesruk ve diğer Tabbiîn imamlarıdır. Oğlu Abdullah da Hz. Peygamber'i görmüş ve babası yoluyla ondan hadîs rivayet etmiştir.

Habbâb hastalığı nedeni ile Sıffın'e katılmadı. Sıffin dönüşü Hz. Ali, Küfe dışında yedi kabir görüp, bunlar nedir? diye sordu. Etrafındakiler Habbâb'ın öldüğünü ve Küfe dışına gömüldüğünü söyleyince Hz. Ali (R.a) şöyle dedi: "Allah Habbâb'a rahmet etsin. İsteyerek coşkuyla müslüman oldu; Allah'ın emrine itaat ederek hicret etti; hayatı boyunca mücâhid yaşadı; bedenine çektirilen işkenceler ve hastalığı ile imtihan edildi. Allah güzel amel işleyenin amelini zayi etmez" dedi. Kabrine yaklaşarak şöyle dua etti. "Ey mü'min ve müslümanlar diyarı! Allah'ın selâmı üzerinize olsun, siz bizden önce yerinize ulaştınız, biz de inşâallah kısa zamanda size katılacağız. Allah'ım onları ve bizi mağfiret et. Bizi ve onları affet. Ahireti düşünüp onun için amel eden, az ile kanaat eden, Allah (c.c)'dan razı olan kullara müjdeler olsun.

[97]

Sahabe, Mekke'de müslüman olmanın bedelini ödemiş bir nesildir. Rasûlüllah (sav)'in sahabeleri, meşakkat mektebinden mezun olmuşlardı. Onlar, imanlarının imtihanını vekâleten başkasına havale etmiyorlardı. Çünkü imanın imtihanı vekâleten verilmez. Sahabe fıkhının bize öğret­tiği budur. Her sahabe, kendi imanının imtihanını kendisi vermiştir.

İman etmek, imtihana girmektir. Her mü'min, her gün her saniye imanıyla imtihan olunur. Önemli olan onu idrak edip gereğini yapmaktır. İşte sahabe fıkhı, imanın beraberinde getirdiği imtihanı idrak edip ilahi emir ve nehylerin altında sızlanmadan imtihanın gereğini yapmaktır.

İmanın imtihanı çileyle devam eder. îmanı uğrunda çilelere katlanmayanlar, imanlarının imtihanını veremezler. İmanının imtihanını vere­meyenler, ergeç imanlarını kaybederler.

Aşk-ı Rasûl yolunda sahabelerin gönlüne düşen ateş. O ateş ile her biri bir yıldıza olmuş eş. Onların izinde yürüyüp çile çekenler dinde kardeş!

 

Hz. Halid Bin Velid (R.Anh)

 

Hz. Peygamberin, hakkında "Ne güzel kul" diye buyurduğu sahabedir. Nesebi, Hâlid b. Velid b. Mugire b. Abdillah b. Amr b. Mahzum. Annesinin ismi Lübâbe olup, Hz Meymune'nin yakın akrabasıdır. Hz. Hâlid'in lakabı Seyfullah (Allah'ın Kılıcı)'dır. Hz. Peygamber (sav) Mûte savaşındaki başarısından ötürü onu Allah'ın kılıcı diye övmüştür. Künyesi Ebû Süleyman'dır. Yedinci hicrî yılında müslüman oldu.

[98]

Hz. Hâlid (R.a.)'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mekke'nin şerefli ve itibarlı ailelerinden biri olan mahzum oğullarındandır. Ordu komutanlığı Hz. Hâlid'in ailesinin bir imtiyazıydı. Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında Hâlid b. Velid, Kureyş ordusu­nun komutanlarından birisiydi.

Hudeybiye anlaşmasından sonra Hz. Peygamber umre için Mekke'ye gidince Hâlid'in daha önce müslüman olan kardeşi Velid'e Hâlid'i sordu. Hz. Peygamber Hâlid gibi bir insanın müşriklerin içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti. Velid kardeşi Hâlid'e Peygamber (sav)'in bu iltifatını bildiren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hz. Hâlid müslüman olmak için Mekke'den yola çıkınca, yolda Amr b. el-As ile karşılaştı ve beraberce Mekke'den Medine'ye gelip müslüman oldular.

[99]

Hz. Hâlid hicrî sekizinci yılda yapılan Mûte savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu komutanlarının sırayla şehid olması üzerine Ashâb istişare ederek komutayı Hz. Hâlid'e vermiş. Hz. Peygamber Medine'de olup bitenleri haber verip komutanların şehid düşmesini anlattıktan sonra komutayı Allah'ın kılıçlarından birinin aldığını söylemiştir.

Bu olaydan sonra Hz. Hâlid Seyfuilah (Allah'ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı orduyu kalabalık düşman karşısında bozgu­na uğratmadan Medine'ye getirmeyi başardı.

[100]

Hz. Hâlid, Mekke fethinde süvarilerin komutanı idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu.[101] Mekke fethinde müslümanlara karşı çıkan küçük gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır.

Huneyn savaşında Hâlid büyük cesaret ve yararlılık göstermiştir. Hatta bu savaşta yaralanınca Hz. Peygamber ziyaretine geldi, dua etti. Hâlid şifa buldu.

[102]

Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber Nahle'deki Uzza putunu kır­maya Halid b. Velid'i gönderdi. Hâlid Uzza putunu kırıp geri döndü.

Taif kuşatmasına katıldı. Hz. Peygamber (sav) Dumetu'l-Cendel'in hristiyan emiri Ukeydir'in üzerine Halid'i gönderdi. Hz. Halid Ukeydir'i yaban sığırı avlarken yakaladı ve esir aldı; teslim olmayan kardeşini öldürdü. Diğer kardeşi ve Ukeydir'i esir alarak ganimetlerle birlikte Hz. Peygamber'e getirdi.

Hicri onuncu yılda Necrân'a Hârisoğullarını İslâm'a davet etmek için gönderildi. Onları üç gün müddetle İslâm'a davet etti. Necrânlılar müslüman oldular.

Hz. Ebû Bekir Hâlife olunca Hz. Hâlid'i komutan olarak yalancı Peygamberlerin üzerine gönderdi. Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid'i Buzaha'da mağlup etti sonra Temimoğulları üzerine yöneldi ve Mâlik b. Nuveyra'nın komutasmdakilerle karşılaştı. Mâlik'i silah bırakmasına rağmen esir etti ve öldürdü. Hz. Ömer, Hâlid'i bu olayda hatalı davrandığı gerekçesiyle kınamıştır.

Daha sonra Museylemetu'l-Kezzâb'a karşı sefere çıktı ve onu Yemâme sınırında Akraba denilen yerde mağlub etti ve öldürdü.

Yalancı Peygamberlerle olan mücadelesinden sonra zekât vermeyen kabileler üzerine gönderildi. Onları da sindirdi. Daha sonra Hicri oniki yılında Irak'a İranlılara karşı gönderildi. İki ay zarfında İran Sâsânî, ordu­larını bozguna uğratarak Hire'yi zabtetti ve Fırat çevresini hakimiyeti altı­na aldı.

Suriye sınırında Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet merkezinden Hz. Hâlid'e Irak bölgesinin komutanlığını Müsenna'ya bırakarak Şam'a gitmesi emri verildi. Hicri onüçüncü yılda Bizanslıları Acnadeyn'de mağlup ederek Şam'a doğru püskürttü. Hz. Hâlid şehri muhasara etti ve hicri ondördüncü yılın receb ayında Şam (Dımaşk) şehri­ni zabtetti. Daha sonra Humus'u fethetti. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna uğrattı. Kudüs'ü kuşattı ve teslim aldı. Bütün Suriye mıntıkası müslümanlann eline geçti.

Hicretin 17. yılında Hz. Ömer, Hâlid b. Veiid'i komutanlıktan indirdi. Hz. Halid'in komutanlıktan almasının sebepleri ve azledildiği yıl tarihçil­er arasında ihtilaflıdır. Genel kanaate göre, Hz. Ömer, hilâfet merkezine fetih hareketlerinden döndükten sonra Hâlid'i azletti. Ama bu rivayet gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Ömer hilafetinin beşinci senesi, yani hicretin 17. senesinde Hz. Hâlid'i azletmiştir.

Komutanlıktan alınışı ile ilgili olarak bir çok sebepler ileri sürülmek­tedir. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz: Hz. Hâlid bir çok insana kuman­da ediyordu. Ancak sert mizaçlı olup sert muamele ediyordu. Kimsenin sözünü dinlemiyor, kendi fikrinden başkasına kıymet vermiyordu. Hatta birçok işlerde hilâfet merkezinin görüşlerine de müracaat etmiyordu.

Irak topraklarım İslâm topraklarına dönüştürdükten sonra Halife Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in emrinin hilâfına hacca gitmiş ve bu duruma Hz. Ebû Bekir çok üzülmüştü. Kendi başına buyruk bir tavrın içinde hareket ediy­ordu. Bundan dolayı Hz. Ömer (R.a) zaman zaman Hz. Ebû Bekir Efendimize Hz. Hâlid'i komutanlıktan azletmesini istemişti. Hz. Ebû Bekir (R.a) daima şöyle cevaplandırmıştı: "O, Allah'ın kılıcıdır, bu kılıcı kınına sokmak doğru değildir."

Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde de Hz. Halid'in tutumunda bir değişiklik olmadı. Yine bildiği gibi devam etmekteydi. Ancak Hz. Ömer (R.a) Onu hemen azletmedi. Bir çok defalar kendisini uyardı, ve bu konu­da mektuplar gönderdi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir (R.a) zamanındaki meseleleri de ona hatırlattı.

Komutanlıktan almışının ikinci sebebi ise, müslümanlann genelinde şöyle bir fikir oluştu, Fetihlerin gerçekleştirilmesi Hz. Halid'in kabiliyet ve kahramanlığından kaynaklanmaktadır. Fetihlerin yegane sebebinin Hz. Halid olarak gösterilmesi elbette bir yanlışlıktı. Savaşların zaferlerle neticelenmesinde onun dehasını da gözardi etmek mümkün değilse de ondan ibaretmiş gibi göstermekte doğru değildir. Gerçeğe en yakın sebeb budur

Üçüncü sebep; Hz, Hâlid (R.a) ordu masraflarında pek fazla israf yol­unu tutmuştu. Ordu erkanına bol para dağıtması diğer mücahidlere kötü örnek oluyordu. Bu hususta şâirler mübalağalı şiirler bile yazmıştı. Es'as b. Kays'a bir defasında onbin dinar bahşiş vermişti. Olay halife Hz. Ömer (R.a)'e intikal etti. Hz. Ömer Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh ile haber gön­derdi. "Bu kadar bol parayı müslümanların malından yani ordu tah­sisatından verdi ise müslümanlara hiyanet etmiştir. Kendi kişisel payın­dan, kendi cebinden vermiş ise israf etmiştir. İkisi de caiz değildir." Halife Hz. Ömer, Hz. Hâlid'i azlettikten sonra hilâfet merkezine çağırıp, sorguya çekti. Bol para harcadığından bahsetti. Hz. Hâlid, Ganimetten eline geçen hissesinin hesabını verdi. Hesabı temiz vermişti. Hz. Ömer Hz. Hâlid'i iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı. Yazdığı ve her tarafa gönderdiği fermanlarda; Hz. Hâlid'in, kusur veya herhangi bir kabahatinden dolayı azledilmediğini, ancak bütün müslümanlarm zihinlerinin aydınlanması için,  yani  bu  kadar  İslâm  fütuhatının  yalnız Hz.  Hâlid'in  kolunun kuvvetiyle meydana gelmediğini herkesin bilmesi için azlettiğini bildirdi.

Hz. Ömer, Hâlid'i idari görevlere getirdi. Bir yıl kadar valilik yaptı sonra istifa etti.

[103]

Hz. Hâlid (R.a) cihâd duygusu ile şehitlik arzusu ile dopdolu bir mü'mindi. Cihâd meydanları onun için Allah'a en yakın meydanlardı. Kendisi şöyle der: "Ben harp meydanında mücahede ve mücadeleden aldığım zevki, hiçbir zaman zifaf gecesinin keyfinden alamam" En büyük arzusu cihad meydanlarında şehid düşmekti. İran üzerine yürürken, İran­lılara şu haberi gönderdi: "Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar Ahireti seven bir ordu ile üzerinize geliyorum."

Hz. Hâlid şirke ve küfre karşı çok şiddetli idi. Müslüman olduktan bir sene kadar sonra Uzza putunu yıkmak için gittiğinde Uzza'ya şiirle şöyle seslenir: "Ey Uzza bu geliş seni ta'zim için değil seni inkâr içindir. Çünkü ben gördüm ki Allah seni değersiz kılmıştır."

[104]

Hz. Hâlid savaşçı olduğu kadar şahsi fazilet ve ilim konusunda da üstündü. Fırsat buldukça Hz. Peygamber'in sohbetlerinden istifade etmiş.

Medine'de onun etrafında bulunan ilim ve irfan ashabı arasında Hz. Hâlid'in bulunduğu zikredilmiştir. Üç-dört mesele ile ilgili fetva verdiği de rivayet edilir.

Hz.Hâlid'in Buhârî, Müslim ve diğer hadis kitaplarında Hz. Peygamberden onsekiz hadis rivayeti yer almaktadır.

[105]

Rasûlüllah, Hâlid'in secâat ve cesaretini muhtelif zamanlarda muhtelif yerlerde medhetmişti. Mekke fethinden sonra müslümanlar, her tarafa toplanıp Mekke'ye girdikleri zaman Hâlid görününce, Hz. Peygamber Ebû Hureyre'ye:

"Bu gelen kimdir?" diye sormuştu. Ebû Hureyre: '

'Hâlid b. Velid'dir" demiş. Onun üzerine Hz. Peygamber:

"Bu Allah'ın ne iyi bir kuludur" buyurmuştur.

[106]

Hz. Peygamber yine onun hakkında "Hâlid Allah'ın Kılıcıdır" buyur­muştur. Yine Hâlid hakkında: "Hâlid b. Velid'e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir"[107] buyurmuştur.

Hz. Hâlid gönderildiği seriyyelerde ve yaptığı muharebelerde Allah rızasını ve Allah'ın dinine davetini esas almıştır. Nitekim Yermuk savaşında Rumların komutanına savaş meydanında İslâmi tebliğ etmiş ve komutan Corc onun daveti ile müslüman olmuştur.

Hz. Peygamber'in şahsına karşı da çok büyük hürmeti olan Hz. Hâlid onun isminin mücerred anılmasından bile rahatsız olmuş; savaşlarında kazandığı muvaffakiyeti Hz. Peygamberin sakalından bir kaç taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır.

[108]

Hz. Halid b. Velid (R.a.), Rumların komutanına; "Biz Rasûlüllah'la birlikte yaşadık, onun mucizelerini gördük, dolayısıyla, bizim gör­düklerimizi gören, duyduklarımızı duyan birinin iman etmesi kolay­dır... Ama bizden sonra îman edecek sizler, onu görmediniz, sözlerini işitmediniz, sizin bu şekilde iman etmeniz gayba imandır ki eğer kalben bu imana erişirseniz bu daha değerli ve daha faziletlidir demiştir.

Bu sözler üzerine bir nara attı... Atım sürerek Hâlid'in yanına geldi ve: Ey Hâlid bana İslâm'ı öğret" dedi. Müslüman oldu... İki rekât namaz kıl­dı... Müslümanların safına geçerek savaştı ve az sonra da şehid düştü...

Savaşın son derece kızıştığı ve müslümanların zafere adım adım yak­laştıkları bir sırada Medine'den yola çıkan bir posta, Hâlid b. Velid'e yeni halife Ömer b. Hattab'ın mektubunu getirdi... Mektupta Ebû Bekr'in vefat ettiği haber veriliyor, ayrıca Halid'in komutanlıktan alındığı ve ordunun başına "Ebü Ubeyde b. Cerrah'ın atandığı bildiriliyordu... Hâlid mektubu okudu, Ebû Bekr'e Allah'tan rahmet, Hz. Ömer'e de başarı diledikten sonra, elçiden bu haberi gizli tutmasını ve savaş sona erinceye kadar da kimseye söylememesini istedi. Zira müslümanların zafere ulaş­mak üzere oldukları böyle kritik bir anda bu haber İslâm ordusunda boz­guna neden olabilirdi...

Nihayet zafer saati gelip çattı. Rumlar bozguna uğradılar. Müs­lümanlar bir kez daha Allah'ın yardımıyla galip ve muzaffer oldular..

Hâlid, Ebû Ubeyde'ye doğru ilerleyerek komutanını selamlayan bir asker gibi onu selamladı. Ebû Ubeyde önce bunu şaka zannetti. Fakat az sonra gerçeği öğrenince ve Halid'in alnından öperek, hayranlıkla onu kut­ladı.

Bu olayla ilgili olarak tarihçilerin bir rivayeti daha vardır. Buna göre, halife Hz. Ömer mektubu, Ebû Ubeyde'ye gönderdi, Ebû Ubeyde de bu haberi savaş sonuna kadar sakladı... Olay nasıl olursa olsun, her iki durumda da Hâlid'in ve Ubeyde'nin sergilediği davranış takdire şayandır...

Halid'in hayatında onun ihlas, samimiyet ve doğruluğunu gösteren bundan daha güzel bir olay yoktur...

Komutan olmak veya asker olmak.. Onun için ikisi de birdi... Aralarında bir fark görülmüyordu... Asıl olan Allah yolunda hizmet ve bu hizmetin canla başla yerine getirilmesiydi...

Gerek Halid'deki, gerekse diğer mü si üm anî ardaki bu hizmet anlayışın­da ümmetin başı ve yöneticisi olan halifelerin rolü büyüktü...

Ebu Bekr ve Ömer.

İki eşsiz insan. Onlar hakkında dil ne söyleyebilirdi ki?

Ömer ve Hâlid. Zaman zaman aralarında soğukluk olmasına rağmen, Ömer'in Hâlid konusunda aldığı kararların haklılığından şüphe yoktur. Zira adaleti, ver'ası ve nezahetiyle şöhret olmuş bir insan olarak Ömer'in, haksız kararlar alabileceği düşünülemez.

Ömer, Hâlid hakkında kötü niyetli olmamıştır. O'nun tek arzusu, Hâîid'in öfkesini ve kılıcını dizginlemekti.

Hz. Ömer bu durumu, Malik b. Müveyr'in öldürülmesini müteakip halife Hz. Ebû Bekr'e açmış ve: "Muhakkak Hâlid'in kılıcında, sürat, hafiflik ve kızgınlık var" demişti.

Hz. Ebû Bekr de: "Allah'ın kâfirler üzeri çektiği bir kılıcı ben kınayamam" dedi.

Dikkat edilirse yukarı da Ömer, Hâlid için "Hâlid'in kendisinde" bir hiddet var demiyor. "Hâlid'in kılıcında" hiddet var diyor. bu da Emir'ül-mü'minin onun hakkında söz söylerken edep dairesinde kaldığını, hatta Hâlid'i takdir ettiğini gösterir.

"Hâlid" savaş adamıydı. Beşikten mezara kadar.

Çevresi, yetişmesi, terbiyesi, İslâm'dan önceki ve İslâm'dan sonraki hayatı. Onu korkusuz bir savaşçı yapmıştır...

Müslüman olmadan önce mü'minlere karşı kullandığı kılıcını İslâm'a girdikten sonra, biraz da o yılların acısıyla, müşriklere karşı daha şiddetli ve daha da acımasız olarak sallıyordu.

Daha ilk bakışta zikrettiğimiz olayı, Hâlid'in Hz. Peygamber'den ric­asını hatırlıyorsunuz... Hâlid müslüman olduktan hemen sonra: "Ya Rasûlüllah! Daha önce yaptığım kötü hareketlerden dolayı benim için mağfiret dile" demişti.

İslâm daha önceki günahları silip attığı halde, Hâlid'in içi rahat etme­miş ve Allah Rasuiü'nden kendisi için istiğfarda bulunmasını istemişti.

Kılıç, Hâlid gibi yaman bir savaşçının elinde olunca bu kılıcı dizginle­mek de kolay olmuyordu... Bu sebeble Hâlid göreve gönderilirken zaman zaman uyarılıyordu.

Mesela; Hz. Peygamber, kendisini bazı Arap kabilelerinin fethi için görevlendirdiğinde şöyle demişti:

Dikkat et seni davetçi olarak gönderiyorum, savaşçı olarak değil."

Fakat, Hâlid'in kılıcı nefsine galip gelmiş ve savaşa girişmişti. Bu durum Hz. Peygambere iletildiğinde Allah Rasûlü kıbleye dönmüş ve:

"Allah'ım! Hâlid'in yaptığı şeylerden ötürü sana sığınırım, affet!.. " buyurmuştu.

Sonra Ali'yi göndermiş, mallarının ve kanlarının karşılığını iade etmişti...

Olayla ilgili olarak şu rivayet de nakledilir:

Daha sonra, Hâlid bu işi, Abdullah b. Huzafe, es-Sehmî'nin: "Rasûlullah, müslüman olmazlarsa, onları öldürün dedi" sözleri üzerine yaptığını beyan etmiş ve özür dilemiştir.

Hâlid üzerine aldığı vazifeyi en şekilde yapmaya çalışırdı... Bir zaman­lar hürmet ettiği eski değerlerini de aynı karlılıkla terk etmeyi bilmiştir...

Allah Rasûlü, kendisini "Uzza" putunu yıkmaya gönderdiği vakitte aynı azim ve kararlılıkla gitmişti.

Tek başına adeta tek bir ordu gibiydi... Sağ koluyla, sol koluyla ve ayaklarıyla çarpışıyordu. Bir yandan da şöyle diyordu:

Ey değersiz, rezil uzza, artık seni ululamıyorum...! Zira seni Allah alçaltmış. Sonra onu ateşe verip yakmıştı...

Artık Hâlid'in gözünde,şirki çağrıştıran herşey değersizdi ve "Uzza putu" gibi yok edilmeliydi. Ona göre, bunun da tek yolu kılıçtı. Bir de:

Seni red ediyorum, seni uğurlamıyorum; zira gördüm ki, Allah seni alçaltmış..." sözleri ve inancıydı...

Hâlid'in kılıcının bu derece hiddetli olmamasını temenni etmek de emir'ül-mü'nin Hz. Ömer'le hemfikiriz... Yine Hz. Ömer'in onun hakkın­da söylediği: "Analar Hâlid gibisini doğurmaktan acizdir." sözüne de yürekten katılıyoruz.

Vefat ettiği vakit, Hz. Ömer çok gözyaşı döktü... Sadece onu kaybet­tiği için değil, bilakis azl sebebleri ortadan kalkıp, fitne sönünce imareti (emirliği) ona bırakmak istediğinden dolayı...

Fakat halife Ömer bu arzusuna erişemedi... Zira Halid rahmeti Rahmana kavuşmuş, cennetteki mekânına erişmişti... Artık biraz din­lenebilirdi. Ömrü savaş ve mücadelede geçmiş, istirahat nedir görmemişti.... Şimdi o yüce ve şerefli naşı biraz olsun uyuyabilirdi. Zira; dost ve düşmanları onun hakkında: "kendisi uyumayan kimseyide uyut­mayan adam" derlerdi.

Eğer, mümkün olsaydı, Allahû Teâla'dan, ömrünü uzatmasını talep ederse ve daha uzun yıllar İslâmın hakimiyeti ve şirkin izalesi için savaşırdı..

Allah yolunda cihad, hayatta en çok sevdiği şeydi... O şöyle diyordu: "Allah yolunda cihada çıktığım bir gece, benim için, bir düğün gece­sinden veya bir oğulla müjdelen meniden daha sevimlidir."

Bu sebeple onun en çok korktuğu şey, yatağında ölmekti. Hayatımı at sırtında kılıç sallayarak geçiren bir insan için yatağında can vermekten daha acı bir şey olamazdı.

O Allah Rasûlü ile aynı safta çarpışmış, ridde (dinen dönme) hareke­tine katılanları kahretmiş, İranlıları ve Rumları üzerlerine düşen sorumlu­lukları yerine getirmişlerdi. Böyle bir kahraman için, döşeğinde can ver­mek elbette üzücü olurdu... Bu nedenlerden biridir ki, son anlarında gözyaşları arasında şöyle diyordu:

"Bir çok olaya şahit oldum., sayısız mücadelelere giriştim... Vücudumda kılıç, mızrak veya ok darbesi almadık yer kalmadı... Sonunda da işte gördüğünüz üzere bir at gibi döşeğimde ölüyorum... Kahrolsun korkaklar... !"

Bunlar ancak Halid gibi bir kahramanın ağzından çıkabilecek kelime­lerdi... Son nefesini vermeden önce vasiyetini yazdırdı... Mallarımı kime bıraktığını biliyor musunuz'? Ömer b. Hattab'a... Peki terekesinin (geriye bıraktığı malların) ne olduğunu biliyor musunuz? Atı ve silahı. Evet. evet, sadece atı ve silahı... zira bu ikisi dışında sahip olduğu başka bir malı yoktu. Zira o, yaşadığı sürece dünyalık ve dünya malı ile ilgilen­memiş, ömrünü Allah yolunda cihadla geçirmişti. Halid hayata gözlerini yumdu... Cism-i pâki ashabın omuzlarında kabre doğru yollandı... Annesi gözyaşları içerisinde şunları söylüyordu:

"Sen kavmin en hayırlılarından ve en cesurlarmdandm... Sen arslanlardan daha cesurdun... Ve dağlar arasında akıp gitmekte olan ırmaklardan daha cömerttin..." Bu sözleri duyan Hz.Ömer "Doğru söyledin... Vallahi o gerçekten böyleydi." dedi.

[109]

Sahabeler, nefsin cimrilik çemrebinden kurtulmuş cömertlerdir. Onlar medeniyet coğrafyasına cömertlikle ayak basmış medenîlerdir. Onların fıkhı, medeniyet ce cömertlik fıkhıdır.

 

Hz. Halid Bin Said El-As

(R.Anh)

 

Rasûlüllah efendimiz, İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni bağlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman olmuştu. Bu sırada Hâlid 'bin Sa'îd bir rüya gördü. Rüyasında, Cehennemin kenarında dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü.

Feryat ederek uyandı. Kendi kendine dedi ki:

"Vallahi bu rü'yâ gerçektir. "

Dışarı çıkınca Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. O'na rüyasını anlattı. Hz. Ebû Bekir ona dedi ki:

"Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahû Teâlanın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen, O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte  bulunacaksın. O da  seni, rü'yâda  gördüğün  üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!"

Hâlid bin Said, rüyasının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kay­betmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki:

Yâ Muhammed! Sen, insanları neye da'vet ediyorsun? Peygamberimiz cevaben şöyle buyurdu:

 

"Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allah'a ve benim de O'mın kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanlan da bi­linemeyen birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye davet edi­yorum."

Bunun üzerine, Hâlid bin Said hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü Teâlânın peygamberisin!" diyerek Müslüman oldu.

Onun Müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye'ye de gelip îslâmiyeti anlattı. O da hemen severek Müslüman oldu.

Hz. Hâlid bin Said, kardeşlerinin de Müslüman olmaları için da'vette bulundu. Kardeşi Amr bin Sa'îd de, Müslüman olmuştu.

Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Said'in Müslüman olduğunu öğrenip, Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra dedi ki:

"Sen Muhammed'e mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayı­pladığını görüyorsun!"

Hâlid bin Said de dedi ki:

"Allaha yemîn ederim ki, Muhammed aleyhisselâm doğru söylü­yor. Ona tâbi oldum. Ölürüm de onun dîninden dönmem!"

 

Bunun üzerine babası Ebû Uhayha'nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında kınlıncaya kadar vurdu ve sonra bağırdı:      

"Ey zelil yaramaz oğlum! İstediğin git! Yemîn olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim!" Hz. Hâlid cevap verdi:

"Sen benim nafakamı keser Allahû Teâla da,  elbette bana geçineceğim rızkımı ihsan eder."

Bunun üzerine, babası, Hz. Hâlid'i evinden çıkarttı ve diğer çocukları­na da dedi ki:

"Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi yaparım."

Sonra, Hz. Hâlid'i tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke'nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hz. Hâlid bin Sa'îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Mekke'nin kenarında bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.

Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Rasûlullah efendimiz, Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi.

Hâlid bin Sa'îd hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü. Bu hâlinde bile, Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu.

Hz. Hâlid, babasının, hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü.

Habeşistan'a hicret için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü.

Hâlid bin Sa'îd, kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hz. Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan Rasûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hz. Hâlid'e ayrıldı.

Bundan sonra Hâlid bin Sa'îd önce Umretül-kazaya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona:

Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz, buyurarak, gönlünü aldı.

Hz. Hâlid bin Saîd, ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hz. Hadice, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd bin Harise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu bildirmektedir.

Hz. Hâlid bin Said, Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve mektuplaşma işlerini ona verdi. Ashâb-ı kiramın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Rasûlullahın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu.

Hicretin dokuzuncu senesinde Tâif'te oturan Benî Sakif'ten gelen heyetle, Resûlüllah efendimiz arasındaki yazışma işlerini ve sulh antlaş­masını Hâlid bin Sa'îd kaleme almıştı.

Hz. Hâlid'in Müslümanlığı kabulünden ve Habeşistan'dan Medine'ye gelerek orada ikâmetinden sonra, onu zekât memuru, sonra da vali olarak tâyin etti.

Hz. Hâlid Yemen'deki görevine, Rasûlullahın vefatına kadar devam etti. Hz. Ebû Bekir'in halifeliğinin ilk yıllarında, İslâmiyetten ayrılan ve "Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz" diyenlerle yapılan muharebelere katılarak mürtecilerin, bozguncuların bastırılmasında vazife aldı.

Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile Yermük'te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü; 3.000 Müslüman şehid oldu.

Bu arada halîfe, Hz. Hâlid bin Sa'îd'e, ordunun bir kısmının kuman­danlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının gide­rilmesi ona aitti. Hz. Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin'de Remle şehrine yakın Ecnadeyn taraflarına gönderildi.

Yolda, askerleri arasında bazı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da, ordusu ile Hz. Hâlid'e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hz. İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hz. Hâlid'e yardıma geldiler.

Bizans ordusu üzerine tekrar hücum edildi ve Şam'a kadar sürüldü. Şam ile Vakusa arasında ordusunu düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hz. Hâlid bin Sa'îd kumandasındaki İslâm ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta, Hz. Hâlid'in oğlu Sa'îd bin Hâlid şehîd oldu.

Tam bu sırada İkrime bin Ebû Cehil’in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin Sa'îd, ordusunu Zü'l-Merre'ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu, Medine'de bulunan halîfeye bildirdi.

İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muharebelerde Müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hz. Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hz. İkrime'nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hz. Hâlid bin Sa'îd de, büyük bir cesaret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesaret geldi.

Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muharebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hz. Hâlid bin Sa'îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa'îd hemen ön sallara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden birisi, kendisi ile yeke yek dövüşecek bir er istedi.

Hâlid hemen oraya çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehîd oldu. Kocasının şehid edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryat ve figân etmeyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üze­rine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler. Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir askerini öldürmüştü.

[110]

Allah yolunda kiminin imtihanı barış olur, kiminin de savaş olur. Sahabeler, hem barış ve hem savaş imtihanını vermişlerdir. Elbetteki Al­lah yolunda sıvışanlar ile savaşanlar hiçbir zaman bir olmazlar. Sahabe­lerden İslâm ümmetine Allah yolunda sıvışmak değil, fiilen savaşmak miras kaldı.

Sahabelerin oluşturdukları aile, bir cihad ailesiydi. Sahabelerin eşleri onların aynı zamanda Allah yolundaki silah arkadaşlarıydı. Dikkat edilirse, Hz. Hâlid bin Sa'îd (R.a.)'in şehadetinden hemen sonra bir gün­lük evli hanımı Ümmü Hakîm (R.anha), eline aldığı bir kılıçla düşmanın üzerine yürümüştür. Bunun anlamı; İslâmî ailede cihad kesintiyi kabul etmeyen ve mekruh hiçbir vakti olmayan bir ibadettir. Allah yolunda cihad etmede mü'min erkek ile mü'min kadın birbirlerinin yardım­cılarıdır. Dolayısıyla aile ocağını, bir cihad ocağı haline getirmek, sahabe fıkhındandır.

Sahabeler topluluğu, Allah yolunda canlarını cihada adamışlar toplu­luğudur. Allah yolunda imanımız kadar haklı ve cihadımız kadar da can­lıyız.

 

Hz. Hamza (R.Anh)

 

Hz. Peygamber'in amcası, şehidlerin efendisi. Künyesi; Ebn Ya'la veya Ebû Ammâre; Lakabı; Esedullah (Allah'ın Aslanı)dır. Babası Abdulmuttalib, annesi Hâle'dir. Hz. Hamza, Peygamberimizin amca­larının en küçüğüdür. Doğumundan bir kaç gün sonra, Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb'in cariyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza'yı da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin süt kardeşi idi.

Hz. Hamza, orta boylu, güçlü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabedir. Hz. Hamza (R.a) iyi bir avcı, keskin nişancı, Kureyş'in en şereflilerindendir. Mazlumlara yardım etmeyi seven cesur bir savaşçıydı. Av dönüşü evine gitmeden Kabe'yi tavaf edecek kadar kutsal kabul ettiği değerlere saygılı, karşılaştığı şahıslara selâm verip sohbet etmesini seven mürüvvetli bir insandı. Onun gençlik dönemine ait bilgilerimiz yok denecek kadar azdır.[111] Peygamberimiz yakın­larına İslâm'ı tebliğ etmiş olmasına rağmen, Hz. Hamza henüz müslüman olmamıştı. Ebû Cehil'in Peygamberimize yaptığı bir hakaret sonucunda müslüman olmuştur. Peygamberimiz bir gün Safa tepesinde iken Ebû Cehil ve arkadaşları onun yanma gelirler. Ebû Cehil Peygamberimize hakaret eder. Abdullah b. Cüdâ'nın cariyesi bu olayı seyredir av dönüşü Kabe'ye uğramayı âdet edinen Hz. Hamza'ya anlatır. Hz. Hamza, eve gitmeden Ebû Cehil'in yanına uğrayarak elindeki yayı Ebû Cehil'in kafasına çalar, başını yaralar ve hakaret eder. Bir gün sonra da Allah Rasûlünün yanına giderek (Bi'set'ten iki yıl sonra) müslüman olur.

Hz. Hamza'nın müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm'a girmesiyle müslümanlar güçlendi. Müşrikler rahatsız oldu­lar. Mekke müşrikleri, hicretten sonra da rahat durmadılar. Peygam­berimizin ve müslümanların Medine'den çıkarılması için Abdullah b. Ub Hazreç ve Evs kabilesi müşrikleriyle ilişki   kurdular.

Müslümanların hac yollarını da kapadılar. Müşriklerin gözlerini korkutmak, Şam ticaret yollarını keserek onları sıkıntıya düşürmek gerekiyordu. Peygamberimiz bu amaçla Hz. Hamza'yı Sifu'l-Bahr'a gönderdi.

Otuz kişilik bir kuvvetle Hz. Hamza belirtilen yere vardı. Müşriklerin kervanı Sifu'l-Bahra gelmişti. Kervanda Ebû Cehil de bulunuyordu. Üçyüz kişilik bir kuvvetleri vardı. Hz. Hamza, müşriklerle çarpışmak istiyordu. Yanında bulunan müslümanlar da aynı duyguyu yaşıyorlardı. Henüz müşrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî bu iki grubun arasına girdi. Hem müslümanlarla hem de müşriklerle görüştü. Sonunda iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi.

Bundan Sonra Hz. Hamza'yı Bedir savaşında görüyoruz. Bedir savaşında Utbe, Velid, Şeybe meydana çıktılar. Çarpışmak için er diledil­er. Hz. Hamza, Şeybe ile çarpıştı. Bir hamlede Şeybe'yi öldürdü. Daha sonra Utbe'yi ve Tuayma b. Adiyy'i öldürdü. Hz. Hamza, Bedir savaşında kahramanca savaştı. Allah ve Rasûlünün hoşnutluğunu kazandı. Bedir savaşında Hz. Hamza (R.a)'nın etkinliği ileri boyutlara ulaştı ve müşrik­lere karşı amansız bir savaş verdi.

Hârisû't-Temîmî, Hz. Hamza'nın Bedir'deki durumunu anlatan bir rivayetinde şöyle diyor: "Hamza b. Apdülmuttalib (R.a)'in, Bedir savaşında üzerinde, deve kuşu olan kim" diye sordu. "Hamza b. Abdulmuttalib" diye cevap verildi. O müşrik: "Ne yaptıysa O bize yaptı" diye mırıldandı.

[112]

Hz. Hamza (R.a.), Bedir Savaşını müteakib Kaynukaoğulları gazve­sine katıldı. Peygamber Medine'ye geldiğinde Yahudilerle anlaşma yap­mıştı. Yahudiler, Bedir savaşım müslümanların kazanmasını hazm­edemediler. "Siz savaşın ne demek olduğunu bilmeyen adamlarla çarpıştınız" dediler. Savaş için fırsat kollamaya başladılar.

Kaynuka gazvesi 'nin genel sebebi bir kadına karşı yapılan terbiyesiz­liktir. Kadıncağız bazı eşyalarını Kaynuka pazarında sattıktan sonra bir kuyumcuya giriyor. Yahudi koyumcu, müslüman kadının eteğinin alt kıs­mını üst kısmına bir dikenle iğneliyor. Kadıncağız ayağa kalktığında üzeri açılıyor. Utanıyor, sıkılıyor, feryat ediyor, çevresinden yardım istiyor. Kadının yardımına koşan müslümanlar Yahudiyi öldürüyor. Yahudiler de müslümanın başına üşüşüyorlar ve onu şehid ediyorlar. Öldürülen müslümanın akrabaları Peygamberimizden yardım istiyorlar. Bunun üzerine Peygamberimiz Yahudilerden antlaşmanın yenilenmesini istedi. Yahudi­ler Peygamberimizin bu isteğini reddettiler. Bu olay üzerine Peygam­berimiz beyaz sancağını Hz. Hamza'nın eline verip Kaynukaoğularının üzerine gönderdi. Kaynukaoğulları Yahudileri bekledikleri yardıma kavuşamayınca teslim olmak zorunda kaldılar.

Bedir savaşı'nın acısını unutmayan Kureyşliler yeniden savaş için hazırlığa başladılar. Bir yıl önceki kervanın gelirini savaş için harcamaya karar verdiler. Savaş için değişik müşrik kabilelerden yardım isteyerek büyük bir kuvvet oluşturdular.Bu kez de Kureyş'in kadınları da katıla­caktı. Bedir Savaşı'nın bozgunla bitmesi sebebiyle müşrik kadınlar erkek­lerini suçluyorlardı. Bedir'in matemini tutarak erkekleri savaşa teşvik ediyorlardı. Cübeyr b. Mut'i'm'in Vahşi adında Habeşli bir kölesi vardı. Bu köle harbe (Habeşlilere özgü bir mızrak) atmakta oldukça maharetli idi. Hz. Hamza, Cübeyr b. Mut'im'in amcası Tuayma b. Adiyy'i Bedir savaşında öldürmüştü. Cübeyr, amcasının acısını unutmamıştı. Kölesi Vahşi ile konuştu. Hz. Hamza'yı öldürmesi şartıyla kendisini serbest bırakacağım bildirdi.

Peygamberimiz, Medine'nin içinde kalmayı, savunma savaşı yapmayı düşünüyordu. Bedir Savaşı'na katılmayanlar düşmanla yüz yüze gelmek, Medine dışında savaşmak istiyorlardı. Peygamberimiz Ashabın bu tavrı karşısında Medine dışında savaşılmasına karar verdi. Hz. Hamza'da Medine dışında savaşılmasına taraftardı. Hattâ Peygamberimize "Sana, kitabı indirmiş olan Allah'a yemine eder, and içerim ki, bu kılıcıma Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeye­ceğim" demişti. Hz. Hamza Cuma günü oruçlu idi. Cumartesi müşrikler­le karşılaştığı zaman da oruçlu bulunuyordu. Peygamberimiz, sabahleyin "Rüyada, meleklerin, Hamza'yı yıkadıklarını gördüm" diye buyurdu.

Uhut bölgesine varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş'in birinci bayraktan Talha b. Ebî Talha, Hz. Ali tarafından, ikinci bayraktarı Osman b. Ebî Talha da Hz. Hamza tarafından öldürüldü. Sancaktarların ölmesi Kureyş'i şaşkına çevirdi. Sarsıldılar, sendelediler. Halid b. Velid'in saldırıları da sonuç vermedi: Müşrikler, kaçışmaya başladılar. Hz. Hamza 'Uhud günü "Ben Allah'ın Arslanıyım" diyerek kılıç salladı. Sâfvân, Hz. Hamza'yı savaşırken görüyor, "Ben, bugüne kadar kavmini öldürmeye onun kadar hırslı bir kimse daha görmedim " buyuruyor. Uhud savaşında müşriklerin çoğunu Hz. Hamza öldürmüştür.

Kureyşliler bozguna uğrayıp kaçmaya başlayınca Peygamberimiz tarafından görevlendirilen okçular yerlerini bırakmaya başladılar. Birbirlerine "Ne duruyorsunuz? Allah, düşmanı bozguna uğrattı. Siz de, müşriklerin ordugahına giriniz. Kardeşlerinizle birlikte ganimet topla­yınız" dediler. Diğer bir kısmı bu teklife itiraz ettiler. "Siz Rasûlüllah'ın: Bizi arkamızdan koruyunuz! Sakın yerinizden ayrılmayınız! Bizim öldürüldüğümüzü görürseniz de yardımımıza koşmayınız! Ganimet topladığımızı görürseniz de, bize katılmayınız! Bizi arkamızdan koruyunuz" buyurduğunu bilmiyor musunuz?" dediler.

Okçular, komutanları Abdullah b. Cübeyr'i dinlemediler; "ganimetten nasibimizi alacağız" diyerek yerlerini terkettiler. Abdullah b. Cübeyr'in yanında çok az bir kuvvetin kaldığını gören Halid b. Velid bu fırsatı değerlendirmek istedi. Kuvvetlerini bir araya topladı, okçuların üzerine yürüdü. Abdullah b. Cübeyr, kendilerine doğru bir kuvvetin geldiğini görünce arkadaşlarına dağılmamalarını söyledi. Müslüman okçular, üzer­lerine gelen Kureyş müşriklerini ok yağmuruna tuttular. Okları bitinceye kadar kahramanca savaştılar. Abdullah b. Cübeyr, okları bitince mızrağı ile savaştı, daha sonra kılıcını kınından sıyırdı. Şehid düşünceye kadar çarpıştı. Diğerleri de aynı şekilde savaştılar. Kureyş'in süvarileri insanlığa yakışmayan bir davranışla Abdullah b. Cübeyr'in karnını deştiler, bağır­saklarını döktüler. Okçuların yerlerini bırakması, kalan kısmının şehid edilmesiyle müslümanlar gafil avlandılar. Hem arkadan, hem Önden kuşatıldılar. Müslümanlar şaşkınlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar.

Haris b. Amr kızı ile Utbe'nin kızı Hind de Hz. Hamza'yı öldürmesi için Vahşi'yi. teşvik ediyorlardı. Vahşi, açık dövüşmekten korkuyor, gizli dövüşmeyi tercih ediyordu.Vahşi, Uhud Savaşındaki durumu şöyle açık­lıyor: "Halk arasında Ali'yi aradım. Çok uyanık, girişken, çevik, çekingen ve etrafına çok bakman bir adamdı. Kendi kendime: "Benim aradığım adam bu değildir" dedim. O sırada Hamza'yı gördüm. Halkı kasıp kavuruyor, kesip biçiyordu. Fırsat kollamak için kayanın arkasına gizlendim. Bir ara Şiba'b. Ümmü Emmâr "Var mı benle çarpışacak bir yiğit' diyerek meydan okuyordu. Hamza ona: "Allah ve Rasûlüne sen misin meydan okuyan' dedi. Göz açtırmadan, bacaklarından vurdu yere serdi. Sel suları arklarına eriştiği sırada ayağı kayıp düşünce mızrağımı fırlatıp attım; böğründen vurdum." Hz. Hamza'yı Şehid eden Vahşi daha sonra bir kenara çekilir. Hind üzerindeki takılarını çıkarır Vahşi'ye verir. Hz. Hamza'nın yanına gelen Hind, onun burnunu, kulaklarını keser, cesedine işkence yapar, hatta ciğerini bile çiğneyerek parçalar.

Vahşi müslüman oluşunu anlatırken: "Mekke'nin fethinden sonra Mekke'ye gelerek Rasûl-i Ekremi gördüm. Bana dedi ki:

"Sen Vahşi misin?" Ben cevap verdim:

 

 "Evet"  

"Hamza'yı sen mi öldürdün?" buyurdular.

"Öyle oldu" dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü buyururdu­lar ki:

"Bana yüzünü göstermemen mümkün mü?" "Ben de çıkıp git­tim. Rasûlüllah'ın vefatından sonra yalancı peygamber Müseyleme ortaya çıktı. Belki bu herifi öldürürüm de günahımı öderim, diye düşündüm. Müslümanlarla birlikte Yemâme 'ye gittim ve bildiğiniz gibi Müseyleme'yi öldürdüm.

[113]

Allah Rasûlünün Hz. Hamza'ya derin bir sevgisi vardı. Bu sevgiden dolayı elinde olmayarak "Vahşi"ye karşı olumsuz bir tutum içinde olmak­tan da çekiniyordu. Bu sebeple de Vahşi'yi görmek istememişti. Peygamberimiz, Hz. Hamza'nın şehit olduğunu öğrenince onun başı ucuna gelir ve dua eder. Hz. Hamza, kız kardeşi Safıyye'nin getirdiği bir hırka ile kefenlendi. Peygamberimiz, amcası Hamza'nın cenaze namazım kıldırdı. Hz. Hamza, Uhud'a defnedildi. Hz. Peygamber'den iki veya dört yaş büyük olan Hamza, öldürüldüğünde elli yedi yaşında idi. Hz. Peygamber (sav) öldürülen her şehid ile beraber Hamza'nın namazım tekrarlamış; o gün yetmiş iki defa onun cenaze namazını kıldırmıştır. Hz. Peygamber (sav)'in ilk cenaze namazı kıldığı şehidin de Hz. Hamza olduğu söylenmiştir. Hz. Hamza'nın eşi, çocukları Medine'de olmadığı için şehâdetine ağlanmamış bunu gören Hz. Peygamber "Hamza'nın niye ağlayanları yok" buyurmuştur. Bunu duyan Ensâr önce Hamza için sonra kendi şehidleri için ağlamaya başlıyorlar. Tarihçi Vâkıdî [114] benim zamanıma kadar bu adet devam etmekteydi diye naklediyor.

[115]

Hz. Hamza, bir gün Peygamber Efendimize gelerek Cebrail (a.s)'ı asli yapısıyla görmek istediğini bildirdi. Peygamberimiz, Hz. Hamza'ya

"O'nu görmeye dayanabilir misin?" diye  sordu.  Hz.  Hamza,

"Evet, dayanabilirim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz

"Otur, öyleyse" buyurdular.

Cebrail (a.s.) müşriklerin Kabe'yi tavaf ede­cekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta oldukları kütüğe indi. Peygamberimiz Hz. Hamza'ya "Kaldır gözünü, bak" dedi. Hz. Hamza bakıp, Cebrail'in zebercede yeşil cevhere benzeyen ayaklarını görünce bayıldı. Arkasının üzerine düştü. Bu olayı İbn Sa'd Tâbakat'ında anlat­maktadır. Hz. Hamza Peygamber (sav)'den şu hadisi rivayet etmiştir:

"Şu duayı hiç bırakmayın; "Allah'ım senin İsm-i Azamin ve rıdvan-ı ekber'in ile senden isterim."

[116]

Bir ordunun başında Peygamber (sav) de bulunsa emredilene uyulmuyorsa, disipline riayet edilmiyorsa, o ordu mağlup olmaya mahkûm­dur. İşte Uhud savaşında okçuların emredilen yerde durmayıp ayrılmaları, müslümanların uhud savaşında zafersız çıkmalarına sebeb olmuştur.

Müslümanların davası, sevgi ve merhamet davasıdır. Bu davada iman söz konusu oldu mu düşmanlıklar sona erer. İslâm'da iman edene düş­manlık edilemez. Böyle olmasaydı Rasûlüllah (sav) amcası Hz. Hamza (R.a.)'i feci bir şekilde şehid eden Vahşi'yi affetmezdi. İslâm imam, sevgi ve affın başıdır. O olmadan sevgi ve af da olmaz.

Hanzala Bedir gazasında bulundu. O zaman henüz bekârdı. Bedir gazasından bir müddet sonra Abdullah bin Übey'in kızı Cemile ile nikah­landı. Ertesi gün de Uhud'da Kureyş müşrikleriyie çarpışılacaktı.

Hanzala geceyi Medine'de hanımının yanında geçirmek için Rasûlullah'tan izin istedi. Peygamberimiz de müsaade buyurdu. Hanımı Cemile ile o gece beraber kaldı. Cumartesi günü sabahleyin Uhud'a yetişmek için, telâştan gusletmeyi unutup çok acele yola çıktı.

Yola çıkacağı sırada, hanımı Cemîle, orada bulunan kavminden dört kişiyi çağırdı ve Hanzala ile evlendiklerini söyleyip, onları şâhid tuttu. Oradaki dört şâhid sordular:

"Buna ne lüzum vardı?"

Cemîle dedi ki:

"Rü'yâmda  semânın  açıldığını  ve  Hanzala  içeri  girdikten  sonra kapandığını gördüm."

Peygamberimiz Uhud'da harp için safları düzeltirken Hanzala yetişti ve Ashâb-ı Kiram arasına karıştı. Hz. Hanzala diğer sahabeler gibi can­siperane müşriklerin üzerine atıldı. Şehidlik mertebesine kavuşmak için durmadan savaştı. Daha sonra müşrikler bozuldular, dağılıp kaçmaya başladılar.

Hz. Hanzala, Ebû Süfyân'm önünü kesti. Üzerine hücum etti. Ebû Süfyân yere düştü. Korkudan ne yapacağını şaşıran Ebû Süfyân;

Ey Kureyş, ben Ebû Süfyân'ım! Hanzala beni öldürecek, yetişin, diye sesi çıktığı kadar bağırmaya başladı.

Müşriklerden birçokları Ebû Süfyân'ın sesini işittikleri halde, kendi canlarının derdine düştüklerinden hiç aldırış eden olmadı. Fakat Şeddâd bin Esved, Hz. Hanzala'ya arkadan yaklaşıp haince, sırtından mızrakladı.

Hanzala mukabele etmek istedi. Fakat imandan nasibi olmayan bu müşrik, ikinci bir darbe daha vurup, Hanzala'y1 şehid etti. Hanzala şehîd olunca, Peygamberimiz buyurdu ki:

"Ben Hanzala'yı meleklerin gökle yer arasında, gümüş bir tepsi içinde, yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm." Ebû Useyd Sa'îd diyor ki:

"Gidip Hanzala'ya baktım. Başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm, bunu Resûhtllaha haber verdim. Peygamberimiz hanımına haber gön­derip bunun sebebini sordu. O da Uhud'a çıktığı zaman Hanzala'nın cünüb olduğunu bildirdi."

Hz. Hanzala Uhud'a yetişmek için çok acele edip, yetişememek korkusu kendini kapladığından, acele ile gusletmeyi unutmuştu. Bundan sonra Hanzala'mn adı Gâsil-ül-Melâike=Melekler tarafından yıkanmış kimse diye anıldı. Medine'de Ashâb-ı Kiram'in Evs kabilesinden olanlar, "Melekler tarafından yıkanan Hanzala bizdendir" diye iftihar ederler­di.

Hanzala bi'setten ya'nî Peygamber efendimizin da'vetinden önce de îmân sahibi olup, Allah’ın birliğine inanır, putlara tapmazdı. Hanîf dîninde idi. Böylece hanımının rü'yâsı hakikat olup, Uhud savaşında Hz. Hanzala şehîd oldu. Abdullah isminde bir oğullan oldu. Abdullah bin Hanzala olarak tanınan bu oğlu, Yezid zamanında şehîd edildi.

[117]

Sahabenin lügatında cihad, ertelenmeyi kabul etmeyen bir ibadettir. Onlar cihada gitmemek içi mazeretler uydurmuyorlardı. Onlar için cihad bir nimetti. Sahabeler için cihada gitmek, düğün gününden daha sevim­liydi. Onlar, cihadda cennete ulaşmaya çalışıyorlardı. Cihadda cenneti aramak, bir sahabe sünnetidir. Bunun için sahabelerin izinde giden mü'minler, hep cihada sevdalı olurlar.

 

Hz. Hassan Bin Sabit (R.Anh)

 

Kâfirlere karşı İslâm ve Müslümanları şiirleriyle destekleyen, "Rasûlüllah'ın şâiri" diye bilinen Sahabedir.. Nesebi; Hassan b. Sabit, b. Münzir b. Haram b. Amr b. Zeyd-i Menât b. Adiyy b. Amr b. Mâlik b. Neccâr b. Sa'lebe b. Amr b. Hazrec; künyesi, Ebu'l-Velid Ebû Abdurrahman ve Ebu'l-Hasan olarak bilinmektedir. Ünvânı; Şâir-i Rasûlullah'dır. Babası Sabit, Annesi ise Furay'a bint-i Hâlid'dir. Soyu, Neccaroğulları kabilesinden gelip Kâhtanî Araplarına ulaşır. Peygamberimizden yedi veya sekiz yıl önce dünyaya gelen Hassan b. Sabit, yüz yirmi yaşını geçkin olarak Muaviye döneminde Medine'de vefat etmiştir.[118] Onun vefatı ile ilgili ayrı ayrı tarihler verilmektedir.

[119]

Hassan b. Sabit, müslüman olmadan önce şiirleriyle tanınan ve sevilen şâirlerden olup, bu durum daha sonra da devam etmiş, Müslüman olduk­tan sonra da İslâm hakkında şiirler yazıp söylemeye başlamıştır. O, bulun­duğu Gassânî sarayında Yahudi bir din adamından duyduğu yeni bir peygamberin geleceğine dair sözler üzerine onu beklemeye koyulmuş, sonuçta Hazrec kabilesinden Medine'de yeni bir Peygamber'in geldiği haberini duymasıyla müslüman olmuştur. O sırada Hassan b. Sâbit'in, yaklaşık altmış yaşlarında olduğu söylenmektedir.

[120]

Hassan b. Sabit (R.a) Müslüman olduktan sonra peygamberimizin yanından ayrılmamış, ihtiyarlığına rağmen İbn Abbas'a göre bizzat Peygamberimizin gazvelerine katılmıştır. Bedir savaşında yaşlılık ve bedenen zayıflık sebebiyle bulunamamış, ancak yazdığı ve söylediği şiirleri ile müşrikler üzerinde büyük tesir yaparak müslümanları cihada teşvik etmiştir. Rasûlüllah, Hassan b. Sâbit'in müşriklere karşı söylediği şiirler hakkında "Hassan'ın beyitleri düşmana ok darbesinden daha etkilidir" buyurmuştur.

[121]

İslamî mücadelede şiir, bir silah vazifesini görür. Ancak bu silahı herkes kullanamaz. İslamî mücadelede şiir silahını kullanan, şiiri salih amele dönüştürendir. İşte Hassan b. Sabit (R.a.)'ın şiiri, salih amel cüm­lesindendir.

Hassan b. Sabit (R.a) şiirleriyle; Rasûlüllahı, İslâmiyeti ve müslüman­ları över, İslâm'ın yücelmesini ve cihâdı teşvik edici beyitler söylerdi. Ayrıca Kureyş kâfirleri ve diğer müşriklerin İslâm'a saldırılarına karşı onların yüzkaralarını ortaya koyucu şiirlerle ağızlarını sustururdu. Hz. Hassan bütün şâirlerin en üstünlerinden biri kabul etmiştir.

[122]

Medine'de Peygamberimiz Mecsid-i Nebevide Hassan b. Sâbit'e ait bir minber yaptırmış, gerek ihtiyar olması ve gerekse o dönemin bir ge­leneği olan şiirin Arab insanının üzerindeki tesirini gözönüne aldığından İslâmî tebliğin yönünün sadece kılıçla değil aynı derecede söz ve yazıyla da gerçekleştirilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Bu gün dahi bin dört yüz on yıldır yürütülen bu yolda; yazılı ve sözlü tebliğin önemi kat kat artarak devam edegelmiştir. "Ey Hassan, müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarım ortaya koy! Cebrail seninledir. Ashabım silahla harbettikleri gibi sen de dilinle savaş."

[123]

Hassan b. Sabit (R.a), hayatı boyunca şiir sahasının önde gelen simalarından biri olmuştur. Bedir savaşından sonra yahudi şair lideri Ka'b b. Eşref savaşta ölen Mekkeli müşrikler için şiirler söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiirlere karşı Peygamberimiz (sav) de Hassan b. Sâbit'e şiirler yazmasını söylemiş, Hassan b. Sabit de Yahudi şaire karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında itibarının sarsılmasına neden olmuştur. Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğullan kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere Medine'ye gelmişti. Yanlarında en meşhur hatiblerinden de getirerek İslâm aleyhinde propaganda yapmayı düşünü­yorlardı. Ancak Peygamberimiz Hassan b. Sabit, Utarid adlı müşrik şâirin söylediği şiire karşı "Kalk bunun konuşmasına karşılık ver" emriyle, Hassan b. Sabit oradaki müşriklere güzel bir ders vermiş ve onların meclisten çıkıp gitmelerini sağlamıştır.

Daha sonra Temim heyetinden Akra b. Habis, kendinden geçerek "Allah'a yemin olsun ki bu Zat'a (Rasûlüllah'a), bizim bilmediğimiz bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak olur, onun hatibi ve şâiri bizim şâirimizden üstündür" diyerek hayranlık ve İslâm'ın gücünü itiraf etmiştir. Sonra Akra b. Habis Peygamberimize gelerek müslüman olmuş ve orada bulunan Temimoğulları da İslâm'ı seçmişti. Bu olaya sebep olan Hassan b. Sâbit'in, şu mealde bir şiir söylediği kaydedilmektedir: "Fihr ve kardeşlerimin önde gelen kişileri, insanlara uyacakları bir adeti açıkladılar. Kalbinde Allah'a karşı tavka duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı işleyenler bu adeti memnuniyetle kabul ederler. Çok iffetlidirler. Onların iffeti hakkında vahy nazil oldu. Hiç bir pisliğe bulaşmayan müslümanlardır. Dünyaya düşkünlükleri de onları kirletmez  Arzular ve taraftarlar farklılık gösterdikleri zaman sen Rasûlullah'ın kendilerine taraftar olduğu kavme ikramda bulun onlar bütün kabilelerin en faziletlisidirler; ister ciddi olarak konuşsunlar isterse alay etsinler bu hüküm değişmez.[124] Aynı dönemde Abdullah b. Revâha ve Ka'b b. Mâlik de İslâm'ın yüceliği için şiirler söylüyorlardı.

Hassan b. Sabit (R.a), Peygamberimizin vefatıyla ruhî bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden gözleri görmez olmuştur. Uzun mer­siyeler söyleyerek Peygamberimizin arkasından yas tutmuştur. Şiirlerinin birinde "Rasûlüllah'ın pak alnı karanlık içinde göründüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı aydınlatan çerağ gibi görünür" demişti. Daha sonraları böyle bir hal .içinde uzun bir hayat yaşayan Hassan b. Sabit, M. 862 yılında vefat etmiştir. Peygamberimizin "Muhakkak ki Allahû Teâla, Rasûlünü övmek ve müdafaa etmek hususunda Hassân'ı Cebrail (a.s)'la takviye etmektedir" hadisi onun tek tesellisi olmuştur.[125] Hassan b. Sâbit'in Peygamberimiz hakkında "Sizden iyisini gözlerim görmedi asla, sizden güzelini doğurmadı hiçbir ana, her ayıp ve kusurdan pak yaratıldınız, sanki dilediğimiz gibi yaratıldı mı?"[126] sözleri de "şâirlere sapıklar uyar. Onların her sahaya dalıp çıktıklarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak imân edip sâlih amel işleyenler Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra haklarını alanlar böyle değildir. O zâlimler, yakında nasıl bir inkılapla yıkılacaklarını bile­ceklerdir"[127] âyetlerinde geçen "Sâlih amel işleyen" şair kullar arasında olduğunu göstermektedir.

Zalimleri yutacak olan inkılâbı öven mersiyeleri, şiirleri, salih amele dönüştüren şairler yazarlar, sahâbei kirâm'ın izinde gidenlerdir. Sahabe nesli, maddi ve manevi her türlü imkânı küfrü mahkûm, İslâm'ı ise hakim kılmak için kullanmıştır.

İmkânları olduğu halde İslâm düşmanlarına karşı cihaddan geri kalan­lar, nifak alameti taşıyanlardır. Sahabe nesli, sahib olduğu her imkânı Allah'ın dinini hayata hakim kılmak için kullanmıştır.

 

Hz. Hatib Bin Ebi Beltea (R.Anh)

 

Hz. Hâtib, genç yaşında Yemen'den Mekke-i Mükerreme'ye gelmiştir. Buraya yerleşen Hz. Hâtib, burada evlenmiş ve birçok çocuğu olmuştur.

Hâtib bin Ebî Beltea, Müslüman olmadan önce, şairliği ile meşhurdu. İyi bir süvari idi. Hicretten önce Müslüman olmakla şereflenmiş olup, bunun kesin tarihi bilinmemektedir. Mekkeli Müslümanlarla birlikte, Peygamber efendimizin hicretinden önce Medine'ye hicret etmiştir. Medine'de bir süre Ensardan Münzir bin Muhammed'in evinde misafir kalmıştır. Resûlüllah efendimiz, onu Ensardan Hâlid bin Râhile ile kardeş yapmıştı. Hâtib bin Ebî Beltea hazretlerinin, imanı kuvvetli ve Rasûlül-laha olan sevgisi ve teslimiyeti tamdı. Bedir, Uhud, Hendek harblerinde ve Bey'at-ı Rıdvan ve Hudeybiye'de bulundu.

Bedir savaşı, Müslümanlar ile müşrikler arasında yapılan ilk harptı. Bu harbe katılan Ashâb-ı Kiramın gösterdikleri cesaret, sabır, fedakârlık ve Rasûlüllaha olan bağlılıklarından dolayı, Allahû Teâla, Bedir harbine Katılan 313 Sahabenin, Cennette kavuşacakları haber vermiştir. Hâtib bin kbı Beltea hazretleri de bu müjdeye kavuşanlardandır.

Peygamber efendimiz, 1400 kadar Ashabı ile hac niyetiyle Medine'den yola çıkmıştı. Hz. Hâtib da bunlar arasındaydı. Bunu haber alan Mekkeli müşrikler, onları Mekke'ye sokmamaya karar verdiler.

Elçi olarak gönderilen Hz. Osman'dan bir haber gelmeyince, buradaki canlarını feda ederek Rasûlullahi koruyacaklarına söz ver­mişlerdi. "Bey'at-i Rıdvan"  adı  verilen  bu hâdiseyi, Allahû  Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, Fetih sûresi  18. âyet-i kerîmesinde haber vererek, onlardan razı olduğunu bildirmiştir. Bu âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:

 

"Ağaç altında sana bey'at eden, emirlerini kayıtsız şartsız yap­maya söz veren mü'minlerden Allahû Teâla razıdır ve onlara sekine (kalblerine kuvvet) veriyor ve sana olan sevgilerini, Sıdk ve ihlâsı biliyor ve onları yakın bir feth ve zafer ile sevâblandıracağım müjdeliyor."

Câbir bin Abdullah'ın bildirdiği hadis-i şerifte de Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:

 

"Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme gir­mez!"

Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, hicretin yedinci senesinde Hayber gazasında, Yahudilere karşı büyük bir cesaretle, kahramanca savaşan ve kalelerini muhasara eden süvarilerden biriydi. O, kuvvetli bir hitabete ve ikna edici bir konuşma kabiliyetine sahipti.

Sözleri, çok tesirliydi. Dinleyenleri mest ediyor, etkisi altında bırakı­yordu. Sureti, görünüşü çok güzeldi. Güler yüzlü, tatlı dilliydi. İyi bir şâir­di.

Rasûlullah efendimiz, hicretin altıncı yılında, Mekkeli müşriklerle bir sulh antlaşması yaptıktan sonra, Medine civarında bulunan altı hüküm­dara mektup göndererek, onları İslâm dinine davet etmişti.

Her bir hükümdara gönderdiği elçiler, Ashabının en seçkinleri olup, suretleri ve sözleri en güzel olanlarıydı.

Peygamber efendimiz, Hâtib bin Ebî Beltea'yı Mısır kralı Mukavkis'a

göndermişti. Peygamber efendimiz, onu göndermeden önce sordular:

 

"Ey Ashabım! Mükâfatım Allahû Teâla'dan beklemek üzere, şu mek­tubu, Mısır hükümdarına kim götürür? "

Bunun üzerine Hz. Hâtib, hemen yerinden fırlayıp, ayağa kalktı ve Peygamberimize dedi ki:

"Yâ Rasûlallah! Ben götürürüm!"

Bunun üzerine Peygamber efendimiz de buyurdu ki:

 

"Ey Hâtib! Bu vazifeni, Allahû Teâlâ senin hakkında mübarek eylesin!"

Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, mektubu Peygamberimizden aldı. Veda edip, evine gitti. Yol için hayvanını hazırladı. Ailesi ile de vedâlaştıktan sonra yola çıktı. Önce Mısır'a vardı. Mukavkis'i orada bulamayınca, İskenderiye'ye gitti. Orada hükümdarın sarayını buldu. Kapıcı, içeriye alma­dan önce, maksadını öğrendi. Kapıcı Hz. Hâtib'a çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkis, o sırada adamlarıyla bir meclis kurmuş bulunuyordu.

Hz. Hâtib, Mukavkis'in toplantı hâlinde olduğu yere yaklaştı. Peygamberimizin mektubunu eline alıp, ona gösterdi. Mukavkis, mek­tubu görünce, Hâtib bin Ebî Beltea'yı yanına getirmelerini adamlarına emretti. Huzuruna varınca, Mukavkis, Peygamberimizin mektubunu Hz. Hâtib'den aldı. Mektupta şöyle yazıyordu:

Bismillâhirrahmânirrahîm, Allanın kulu ve Rasûlü Muhammed'den Kibt'in[128] büyüğü  Mukavkis'a, Allahû Teâla'nın hidâyetine tabi olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslama davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın!

Allahû Teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kibt'in vebali senin üzerinedir.

Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin! Allahû Teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmay­alım! Allahû teâlâyı bırakıp bâzılarımız bâzılarını Rab edinmesinler! Eğer bu sözden yüz çevirirlerse, "Şâhid olunuz, biz Müslümamz!" deyiniz!

Peygamberimizin mektubu okununca, Mukavkis, Hâtib hazretlerine, "Hayırlısı olsun!" dedi.

Mısır hükümdarı Mukavkis, kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hâtib ile aralarında, şu konuşmalar geçti:

"Ben, anlamak istediğim bâzı şeyleri sana soracak, bu hususta seninle konuşacağım."

"Buyur, konuşalım! "

"Sizi gönderen zat, gerçekten bir Peygamber ise, kendisini öz yurdun­dan çıkarıp, başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin beddua etmedi?"

"Sen, İsa bin Meryem'in bir Peygamber olduğuna inanıyorsun, değil mi?"

"O, kavmi kendisini yakalayıp, öldürmek istediğinde, buna rağmen onlara beddua etmedi ve Cenâb-ı Hak, onu, dünya semâsına kaldırdı. Mükâfatlandırdı."

"Halbuki, o, kavminin helak edilmesi için Allahû Teâlaya duâ etse olmaz mıydı? "

Hâtib'in bu cevabı üzerine, Mukavkis söyleyecek söz bulamadı ve bu sözü üç defa tekrarlattı ve sonunda dedi ki:

Çok güzel cevap verdin. Gerçekten sen, hikmet sahibi bir zatın yanın­dan gelen hakîm bir kimsesin.

Hz. Hâtib Hz. Mûsâ zamanındaki Firavun'u kasdederek Mukavkis'a dedi ki:

"Senden önce, burada bir hükümdar vardı. O, halkına karşı, "En büyük ilâh benim!" diyerek Rab olduğunu iddia etmişti. Allahû Teâlâ da, onu dünya ve âhiret azaplarıyla cezalandırarak ondan intikam aldı. Sen ise, senden başkasından ibret al da, başkasına ibret olma! "

Bizim için bir din vardır. Biz bu dînimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız!

Senin bağlı olduğun ve daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dininden daha hayırlı olan din, hiç şüphesiz İslâmiyettir. Biz seni Allahû Teâlânın bu son dînine, İslâmiyete davet ediyoruz ki, Allahû Teâlâ dînini onunla tamamlamış, onu insanlara yeterli kılmıştır.

Dahası da yoktur. Bu Peygamber, yani Muhammed aleyhisselâm, yal­nız seni değil, bütün insanları davet etti. Bu Peygamber, insanları İslama davet ettiğinde; Kureyş, Ona karşı, insanların en fazla tepki gösterip kaba davrananı; Yahudiler, en fazla düşmanlık edenleri; Hıristiyanlar da en yakın olanları oldu.

Yemin ederim ki, Musa aleyhisselâmın İsa aleyhisselâmı müjdeleme­si, ancak,  İsa aleyhisselâmm Muhammed aleyhisselâmı  müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni Kur'ân-ı Kerime davet etmemiz, senin Yahudileri İncil'e davet etmen gibidir.

Bildiğin gibi, her Peygamber kendisini anlayıp idrâk edecek bir kavme gönderilmiştir. Ve o kavmin, bu Peygambere itaat etmesi emredilmiştir. İşte sen de bu Peygambere yetişenlerden birisisin. Biz seni, Hz. İsa'nin d.a haber verdiği Muhammed aleyhisselâmm dinine davet ediyoruz.

Hz. Hâtib'in, kendisini çok açık bir şekilde İslâmiyete davet etmesi üzerine, Mukavkis dedi ki:

Ben bu Peygamberin hâline baktım, emirlerinde ve yasaklarında asla akla uygun olmayan birşey bulamadım. Anladım ki, bu kişi sihirbaz değildir. Kâhin ve yalancı da değildir. Peygamberlik alâmetlerinden bâzı halleri kendinde buldum.

Gizli olan şeyleri meydana çıkarmak, bu alâmetlerdendir. Bazı sırlar­dan haber vermek, bu kişiden ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim.

Mukavkis, Hz. Hâtib bin Ebî Beltea'yı Mısır'da 5 gün misafir etti. Çok hürmet edip, ikramlarda bulundu. Mukavkis, bir gece haber salıp, Hz. Hâtib'i huzuruna çağırarak, Peygamber efendimiz hakkında birçok soru­lar daha sordu. Yanlarında, Arapça konuşan tercümanından başka kimse yoktu. Mukavkis'la aralarında şu konuşmalar geçti:

"Onun  hakkında  soracağım  şeylere  doğru  cevap  verir  misin? Ashabının arasından seni seçip gönderdiğini biliyorum. Ben sana üç şey soracağım. "

"İstediğin şeyi sor! Ben sana ancak doğruyu söyleyeceğim."

"Muhammed, insanları neye davet ediyor? "

"Yalnız Allahû Teâlâya ibâdet etmeye davet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namaz kılmayı emrediyor. Ramazan orucunu tutmayı, Kabe'ye hac etmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Kan ve ölmüş hayvan etini yemekten men ediyor."

"Onun şekil ve şemâlini, fizikî görünüşünü bana tarif et!"

Hz. Hâtib bin Ebî Beltea kısaca tarif etti. Birçoğunu saymamıştı.

Bunun üzerine Mukavkis dedi ki:

"Anlatmadığın daha bâzı şeyler kaldı. Öyle ki, gözlerinde azıcık kır­mızılık, sırtında Peygamberlik mührü vardır. Kendisi hayvana biner, har­manı  (sof)  giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları  veya amcaoğulları tarafından korunur.

"Bunlar da onun sıfatıdır. "

"Ben  gelecek  bir  Peygamber kaldığını   biliyordum,   Fakat  onun Şam'dan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki Peygamberler hep oradan çıkmışlardı. Gerçi son Peygamberin Arabistan'da, sertlik, darlık, yokluk ülkesinden çıkacağım da kitaplarda görmüştüm."

Allanın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz Peygamberin ortaya çıkma zamanı da, tam bu zamandır. Biz, onun vasfını; "İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez, hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez., Fakirlerle, yoksullarla oturur, kalkar" diye de kitapta yazılı bulmuştuk.

Ona uymak hususunda Kibtîler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da ayrılamayacağım. Bu hususta çok cimriyim. O Peygamber, ülkelere hâkim olacak, kendisinden sonra da Sahabeleri, bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En sonunda şuradakilere galip geleceklerdir.

Ben Kibtîlere bundan ne bir kelime anarım, ne de hiçbir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim.

Mukavkis, Arapça yazan kâtibini çağırdı. Peygamberimizin mek­tubuna şöyle cevap yazdırdı:

"Abdullah'ın oğlu Muhammed'e, Kiptîlerin büyüğü Mukavkıs'tan, Selâm, senin üzerine olsun. Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada zikrettiğin şeyi ve yaptığın daveti anladım. Ben de bir Peygamberin geleceğini biliyordum. Ama onun Şam'dan çıkacağını zannediyordum.

Elçine ikramda bulundum. Sana Kibtîlerin yanında büyük değeri bulunan iki câriye ile giyecek elbise gönderdim. Bir de binmen için iki binek hayvanı hediye ettim."

Mukavkis, bundan başka ne bir şey yaptı, ne de Müslüman oldu.

Mukavkis'in peygamber mutlaka Şam'dan çıkacak demesi, kendi coğrafyasını putlaştırdığını göstermektedir. Dünyada hakkı ve hakikati, gerçekleri sadece kendi coğrafyalarına layık görenler, coğrafyalarını, memleketlerini kendileriyle hakikat arasına engel yapanlardır. Böyleleri hakikate teslim olamazlar. Tıpkı Mukavkis'in Peygamber efendimize verdiği cevab gibi. Hz. Hâtib bin Ebî Beltea'ya dedi ki:

Hemen memleketine, sahibinin yanına dön! Onun için iki câriye, iki binek hayvanı, bin miskal altın, yirmi takım Mısır işi ince elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini emrettim. Senin için de, yüz dinar ve beş takım elbise verilmesini söyledim. Yanımdan ayrılıp git! Sakın, Kibtîler, senin ağzından tek kelime bile işitmesinler!

Mukavkis, Peygamber efendimize ayrıca billur bir kadeh, kokulu bal, sarık, Mısır keten kumaşı, öd, misk gibi güzel kokular, baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak, makas, misvak, ayna, iğne ve iplik de hediye etti.

Mukavkis, Hâtib hazretlerine, Peygamberimiz hakkında, "Sürme kul­lanır mı?" diye sormuştu. Hz. Hâtib da, Evet! Aynaya bakar, saçını tarar, seferde, hazarda, aynayı, sürmedanlığı, tarağı, nıisvaki yanın­dan ayırmaz!" demişti.

Mukavkis'in, Peygamberimize hediye olarak gönderdiği iki câriye Mâriye ve kardeşi Şîrîn'di. Hâtib bin Ebî Beltea yolda, bunlara Müslüman olmalarını teklif edince, kabul edip, Müslüman olmuşlardı.

Peygamberimiz Hz. Mâriye'yi hanım olarak kabul edip, onunla evlen­di. Oğlu Hz. İbrahim, ondan olmuştu. Şîrîn'i de Ashabından, "Şair-i Nebî" olan Hassan bin Sâbit'e verdi. En iyi cins ve beyaza çok yakın gri tüylü iki binek hayvanından katıra "Düldül", merkebe de "Ufeyr" veya "Yafur" adı takıldı.

O güne kadar Arabistan'da ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak tüylü katır, düldül oldu. Peygamber efendimiz, hediye edilen billur kadehle su içerdi.

Hz. Hâtib bin Ebî Beltea, Mukavkis'in yanında kısa bir müddet kaldı. 'Halbuki yabancı heyetler, Mukavkis'in yanında bir ay veya daha fazla kalırlardı. Hz. Hâtib beş gün kaldıktan sonra, Mukavkis'in ülkesinden ayrıldı. Mukavkis, Hâtib hazretlerini Arap yarımadasına muhafız asker­lerle gönderdi.

Bunlar, Arabistan'a ayak bastıkları sırada, Şam'dan Medine-i Münevvere'ye gitmekte olan bir kafileye rastladılar. Hz. Hâtib kafileye katılarak Mısırlı askerleri geri gönderdi. Hz. Hâtib hediyelerle Medine'ye gelip, Rasûlullahın huzuruna kavuş­tu. Peygamberimiz de, Mukavkis'in hediyelerini kabul etti. Hz. Hâtib, Mukavkis'in mektubunu verip, sözlerini nakledince, Peygamberimiz buyurdu ki:

 

"Ne kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Halbuki iman etmesine mani olan saltanatı ise, kendisinde kalmayacak!"

Mukavkis'in gönderdiği hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki:

"Efendim! Mukavkis, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım! "

Rasûllülah efendimiz kabul buyurdu. Doktora, bir ev verdiler. Hergün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir Müslüman, dok­tora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek dedi ki:

Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş olurdum, yiyip içip, rahat ettim.

Müsaade ederseniz, artık gideyim. Rasûlüllah efendimiz tebessüm ederek buyurdu ki:

 

"Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikramda bulunmak, Müslümanların başta gelen vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun!

 

Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Ashabım hasta olmaz! İslâm dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Ashabım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan da, doymadan kalkar!"

Doktor, ülkesine geri döndü. Rum İmparatoru Heraklius'un da Rasûlüllah efendimize böyle bir doktor gönderdiği, onun da bu şekilde geri döndüğü kaynaklarda bildirilmektedir. Mukavkis, Peygamberimizin mektubuna çok hürmet gösterip, fil dişinden yapılmış bir kutu içine koy­muş, kutuyu da mühürîeyip bir cariyesine teslim etmişti.

Bu mektup 1850 senesinde Mısır'ın Ahmin bölgesinde eski bir man­astırdaki Kibt kitapları arasında bulunmuş ve Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Han tarafından satın alınarak, İstanbul Topkapı Sarayında, Mukaddes Emânetler Bölümüne konmuştur. Orada muhafaza edilmekte­dir.

Peygamber efendimizin âhirete teşriflerinden sonra, Hz. Ebû Bekir zamanında, Hz. Hâtib tekrar Mısır'a elçi olarak gönderildi. Ebû Bekir'in hilâfetinden sonra, Hz. Ömer devrinde de bu vazifesini çok iyi bir surette yapan Hz. Hâtib, Mukavkis ile bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma; Mısır'ı fetheden Amr İbnü'l Âs zamanına kadar yürürlükte kaldı. Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, 650 senesinde Medine'de vefat etmiştir. Cenaze namazını Hz. Osman (R.a.) kıldırmış ve Baki kabristanına defnedilmiştir.

Ashâb-ı Kiramın Muhacirlerinden ve Bedir harbine katılanlardan olan Hz. Hatîb bin Ebî Beltea'nın künyesi, "Ebû Muhammed" veya "Ebû Abdullah"tır. Kendisinin, Yemen'deki Kahtanî kabilesine veya Necm bin Adiyy kabîlesine mensup olduğu zikredilmektedir. Babası, Ebû Bel­tea'du\ Doğumu hakkında kesin bir tarih bildirilmemiştir.

[129]

Müslüman nerede olursa olsun, hangi şartlar altında bulunursa bulsun, İslâm'ın izzetini temsil eden ve etmesini de bilen kimsedir. Küfre boyun eğmez ve kâfirlerden etkilenip de hiç kimseyi ezmez. Zulüm etmemek ve zulmü kabul etmemek, sahabe fıkhındandır. Zalimleri alkışlayanlar, saha­belerin değil, şeytanların izinde gidenlerdir.

Kâfirlere karş sert ve onurlu olmak, mü'minlere karşı ise merhametli ve şekfatlı davranmak, sahabelerin hayatlarından izler taşımaktır. Çünkü sahabeler, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametli idiler. Hakikatin üstünü örten kâfirlerin karşısında dalkavukluk edenler, sahabe fıkhından nasiblenmemiş olanlardır.

Müslüman insan; izzetini, şerefini mensubu bulunduğu İslâm dininden alır. Ve müsîüman, İslâm dinini insanlara ulaştırdığı ve ulaştırma has­sasiyetini gösterdiği orandada kendi izzetini ve şerefini artırmış olur. İslâm'ı diğer insanlara Allah'tan geldiği gibi ulaştırmak, sahabelerin en Önemli uğraşlarıydı. Onlar, sürekli kendilerini İslâm'ın elçileri kabul ediyorlardı. İslâm'ı insanlara ulaştırmak, onlara seviç veriyordu. Çünkü İslâm dini, bu dünyada sevmenin ve sevilmenin garantisidir. O, mutlu­luğun biricik adresidir. Sahabe fıkhı da, insanlık alemi için mutluluğun biricik adresi olarak İslâm'ı salık veren fıkhın adıdır.

Müslüman! Sen hayatında İslâm'ı muhafaza et ki İslâm'ın sahibi Allahû Teâla da seni muhafaza etsin!

 

Hz. Hubeyb Bin Adiy (R.Anh)

 

Hubeyb, Ensârdan yani Medîneli Müslümanlardan olup Evs kabilesindendir. Hicretten önce Müslüman oldu. Bedir ve Uhud savaşına katıldı. Bu savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi.

Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bun­ların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de planı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medine'ye giderek Resulullahın huzuruna çıkıp:

Yâ Rasûlallah! Bizim kabilelerimiz, İslâmiyet'i kabul ettiler. Yalnız Kur'ân-ı Kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti ve Kur'an-ı Kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız? diye ricada bulundu­lar.

Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsim bin Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târik, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu. Bu öğretmenler kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl Kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar... Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir .bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lihyanoğullarına gidip, haber verdi.

Çok geçmeden kafilenin etrafı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkiyâ ora­daydı.

"Bize öğretmen lâzım! diyenler, çekip gittiler. O güzide Müslümanları, eşkiya ile karşı karşıya bıraktılar."

Lıhyânoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple:

"Teslim olun. Canınızı kurtarın," teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyet­leri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacak­lardı. Çünkü Mekke'li müşrikler kendilerine:

Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz, demişlerdi.

Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Onun için, aralarında istişare ederek çarpışmaya karar verdiler. Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allah'ın dîni uğrunda vuruşmaya başladılar.

İkiyüz kişilik düşmana karşı görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler.

Nihayet çarpışa çarpışa on Sahâbe'den yedisi okla vurularak orada şehid düştü.

Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târik kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı.

Çok geçmeden müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar.

Lıhyânoğulları üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. Mekke'ye götürmek üzere yola çıktılar.

Abdullah bin Târik Mekkeli müşriklere götürülmeye razı olmadı. Gitmemek için zorlandı.

Vallahi ben size arkadaş ve yoldaş olmam! Şehid olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir, deyip, bir zorlayışta ellerini kur­tardı.

Lıhyânoğulları O'nu taşa tuttular, sonunda O'nu da şehid ettiler.

Lihyânoğulları, Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla sattılar.

Çünkü Hz. Hubeyb Bedr Gazasında müşriklerden Haris bin Âmir'i Cehenneme yollamıştı.

Onun oğulları şimdi kendisini almak için, büyük para ödediler.

Zeyd  bin  Desinne'yi   de  Safvân  bin  Ümeyye,  Bedir  savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halefin intikamını aimak üzere satın aldı.

Mekkeli Müşrikler, Hz. Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne ceza vereceklerini konuşuyorlardı:

"Hayır! Evvelâ işkence etmeliyiz."

"Ama Haram aylar içinde bulunuyoruz!"

"Evet! Bu sebeple, hemen öldüremeyiz! Haram ayların geçmesini bek­lememiz gerek."

"O hâlde, hapsedelim."

"Ellerini, ayaklarını zincire vuralım!" diyorlardı. Öyle yaptılar.

Harp meydanındaki yenilginin intikamını, müdafaasız bir insandan alacaklardı. Hem de o esîri; harpte değil, parayla pazardan almışlardı!..

Hârisoğulları, iftiharla Hubeyb bin Adiy'i kendi aile fertlerine gös­teriyorlar:

İşte babamızı öldüren. Şimdi vereceğimiz cezayı beklemekte! diyor­lardı.

Hz. Hubeyb bin Adiy, hapsedildiği evde tam bir tevekkül ile, Allahû Teâlâ'nın kendisi hakkındaki takdirini bekliyordu.

Hapsedildiği evde bulunan ve azatlı bir cariye olan Maviye şöyle anlat­mıştır:

Hubeyb, benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim.

Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardi. Ondan yiyordu. Hergün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü.

O mevsimde hem de Mekke'de üzüm bulmak asla mümkün değil­di Allahû Teâlâ ona rızık veriyordu.

Hz. Hubeyb, hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı Kerim okurdu. Onun okuduğu Kur'ân-ı Kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar, ona acır­lardı.

Ona bir isteğin var mı? dediğimde,

"Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni öldürecekleri zaman önceden haber ver, başka birşey iste­mem," dedi.

Öldürüleceği gün kararlaştırılmca gidip kendisine söyledim. Hayret ettim, öldüreceği zamanı öğrenince onda en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri görülmüyordu. Bana:

"Ne olur bana, bir ustura buluver. Temizlik yapacağım. Ben de sana duâ ederim," dedi.

Ben de çocuğumun eline bir ustura verip, gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum.

Eyvah bu adam çocuğu ustura ile keser o nasıl olsa öldürülecek, dedim. Koşup çocuğa baktım.

Hubeyb, gönderdiğim usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu görünce çok korkup, feryad etm­eye başladım. Durumu anlayınca,

"Bu çocuğu öldüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dinimizde böyle şey yok. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve sânımızdan değildir," dedi. Aslında eli usturalı bir esir çok şey yapabilirdi. Hattâ bu fırsat sayesinde, hürriyetine bile kavuşabilirdi.

Hz. Hubeyb böyle birşeyi, düşünmek bile istemedi. Küçük bir yavruyu âlet etmek küçüklüğünü aklına bile getirmedi.

Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Fakat müşriklerin kin ve intikam hisleri geçmek bilmedi.

Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakîr, genç-ihtiyâr, kadın-erkek ve bütün çocuklar oradaydılar. Bu iki yüce Sahabenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.

Bir sabah erkenden O büyük îmânlı Sahâbînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Ten'im denilen yere götürdüler. Çünkü bütün mel'anetlerini, orada yapmayı adet edinmişlerdi.

Bu iki Allah ve Rasûlüllah dostu ise, heyacanlı değildiler.Yolda karşılaşıp görüşen bu iki Sahabe kucaklaşarak birbirlerine uğradıkları belâya sabretmelerini tavsiye ettiler.

Az sonra bir müşrik bağırdı:

"Ey Hubeyb! Sen bizim babamızı, Haris bin Amir'i öldürdün. Bugün onun intikamını senden alacağız. Ölmeden önce bir isteğin var mı? "

Hubeyb bin Adiy gayet sakin, şunları söyledi:

"Yaşatan ve öldüren ve öldükten sonra yine diriltecek olan, yalnız Cenâb-ı Allahtır.. O'na binlerce hamd olsun."

Müşrikler hayretle tekrar sordular:

"Ölmeden önce son bir arzun yok mudur?"

"Beni bırakınız iki rekât namaz kılayım..."

"Kıl orada. "

Elleri ve ayakları çözülen Hz. Hubeyb, hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşu' ile iki rekât namaz kıldı. Cenabı Hakka son dualarını yaptı.

Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra

"Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeye­cek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım," dedi.

Böylece idam edilirken iki rekât namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan Hubeyb bin Adiy'dir Peygamber efendimiz, onun idam edilirken iki rekât namaz kıldığını işitince bu hareketini yerinde ve uygun bulmuştur.

Hârisoğulları hırsla yaklaştılar:

"Artık ölmeye hazır mısın?" diye sordular.

Aslında O'nun bağırıp çağırmasını istiyorlardı. Çünkü o zaman daha keyifle, işkence edeceklerdi.

Fakat aksine Hubeyb halâ sakindi:

Müslüman olarak öldükten sonra, ne şekilde can verirsem vere­yim, önemli değil. Çünkü bütün çektiklerim, Allah ve Rasûlüllah sevgisi içindir. Cenâb-ı Hak dilerse, parça parça edeceğiniz vücudu­mun zerresini, lütuf ile Cennetine nail eyler, dedi.

Hz. Hubeyb, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeii müşrikler, onu tutup darağacma kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra:

Vallahi dînimden asla dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönem!..

Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?

Ben Muhammed aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medine'de yürürken  ayağına bir diken bile batmasına  asla razı olmam!

"Ey Hubeyb, İslâm dininden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz."

"Allah yolunda  olduktan sonra benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur."

Hz. Zeyd bin Desinne'ye de bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehid oldu.

Bundan sonra Hubeyb:

"Allahım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum. Allahım! Rasûlüne selâmımı ulaştır. Bize yapılan bu işi Rasûlüne bildir," diyerek duâ etti.

Hubeyb bu duayı yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz, Ashâb-ı Kiramla oturuyordu. Zeyd bin Harise şöyle anlatmıştır:

Bir gün Rasûlüllah efendimiz Ashâbıyla otururken kendisine vahy geldiği sırada kaplayan hâl gibi bir hâl kapladı. Sonra,

"Ve aleyhisselâm," dedi.

"Yâ Rasûlallah bu selâmı kimin selâmına karşılık verdiniz?"

 

"Kardeşimiz Hubeyb'in selamına karşılık verdim. Cebrail aley­hisselâm, Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı."

Ve Hubeyb ile Zeyd'in şehid edildiğini Ashabına duyurdu. Hubeyb'in etrafında toplanan Kureyş müşrikleri:

"İşte babalarınızı öldüren bu adamdır," diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya baş­ladılar.

Bu sırada Hubeyb'in yüzü Kabe'ye doğru döndü. Müşrikler Medine'ye doğru döndürdüler.

Hz. Hubeyb:

"Allahım eğer ben senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü Ka'be'ye çevir," diyerek duâ etti.

Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâ'be'den başka bir tarafa çeviremedi.

Bu esnada Hz. Hubeyb darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehit edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi.

Mekkeli müşrikler darağacına çıkardıkları Hz. Hubeyb'e, ellerindeki mızraklarla işkence yapmaya başlayınca:

"Valahi  ben  Müslüman  olarak  öldürülecek  olduktan  sonra vurulup  hangi yanım  üstüne  düşersem  düşeyim  gam  yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır," dedi.   Hubeyb bundan sonra yüksek sesle şöyle beddua etti.

"Ey büyük ve herşeye kadir Aliahım. Sen de bu zâlimlerin ta­mâmını mahveyle! Onlardan hiç birini sağ bırakma! Hepsini ayrı ayrı öldür, Allahım!"

Hainler korkak olur. Bu hâinler de bedduayı işitince korkmaya başladılar. Hz. Hubeyb biraz daha konuşursa, vaziyet değişebilirdi. Oradakiler müşrik de olsalar tesir altında kalabilirlerdi! Hatta o mazlumu kurtarmak istiyen bile çıkabilirdi. Hârisoğulları:

"Konuşturmayın şunu!" diye bağırdılar.

Sonra da mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb, vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken,

Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlüh diyerek şehid  oldu. Hubeyb bin Adiy'in  cenazesi  kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı.

Peygaber efendimiz onun cenazesini getirmek üzere Ashâb-ı Kiramdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved'i gönderdi. Gece gizlice Mekke'ye girip Hubeyb'i asılı bulunduğu darağacından indirip deveye yükleyerek Medine'ye doğru yola çıktılar. Durumu öğrenen müşrikler büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine hücum ettiler.

Hz. Zübeyr ve Mikdâd, kendilerini savunmak için cenazeyi yere koy­dular. Biraz sonra baktılar ki, Hubeyb'in cenazesini bıraktıkları yer yarılıp, cesedi içine aldı ve kapandı. Artık o, "Belîu'l Arz Toprağın yut­tuğu kişi diye anılmaya başlandı.

[130]

Müslümanın dirisi de ölüsü de hayırlıdır. Sahabe hayatıyla da ölü­müyle de İslâm'a hizmet etmiştir. Çünkü sahabe nesli, Allah yolunda şehadeti arzularının zirvesine ve bu zirvenin de zirvesine Allah'ın rızasını koymuştur. Şehid olmadan şehidçe bir hayat yaşamak sahabe sünnetindendir.

 

Hz. Huzeyfa Bin Yemân (R.Anh)

 

Huzeyfe bin Yemân hazretleri şöyle anlatıyor: "Hendek savaşının en şiddetli safhaya ulaştığı bir sırada, bir gece yarısı Ashâb-ı Kiramdan bir grup olarak Rasûlüllah (sav)'ın yanında idik. Öyle bir gecede bulunuyor­duk ki, ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte gök gürültüsünü andıran korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı.

Bu sırada müşrik ordusu, telâşa kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Peygamber efendimiz bize onların hu halini haber verdi. Rasûlüllah efendimiz gece bir miktar namaz kıldıktan sonra yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Bana dokunarak buyurdu ki:

 

"Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma. Mızrak ve kılıç vurma. Sen benim yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeye­ceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın."

Rasûlüllah (sav)'ın bu sözlerinden anladım ki, bana hiç bir zarar gelmeyecek. Kılıcımı yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Rasûlül­lah efendimiz benim için duâ etti:

 

"Allahım, onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altın­dan koru! "

Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihayet müşriklerin ordugâhına vardım. Reisleri Ebû Süfyân ve diğerleri ateş  yakmışlar,   başında  ısınıyorlardı.   Ebû  Süfyân  o  zaman  henüz Müslüman olmamıştı.

Hemen aklıma Ebû Süfyân'ı orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vur­mak istedim. Tam atacağım sırada Rasûlullah (sav)'ın, "Benim yanıma dönüp gelinceye kadar bir hadise çıkartmayacaksın" buyurduğunu hatırladım ve onu öldürmekten vazgeçtim. Dinen görevlendirilen müslüman görevlinin kendi görev alanının dışına çıkmaması esastır.

Bundan sonra kendimde kuvvetli bir cesaret buldum. Müşriklerin yanı­na sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Alllahû Teâlâ'nın görülmeyen ordusu melekler, onlara yapacağım yapıyordu. Rüzgârda, kap kaçakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüy­or, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp dedi ki:

İçinizde gözcüler ve casuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun!

Ebû Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan, önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebû Süfyân:

"Ey Kureyşliler, siz durulacak gibi bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmaya, ölmeye başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan, başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz. İşte ben gidiyorum," di­yerek devesine bindi.

Müşrik ordusu perişan bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Rüzgârdan üzerlerine yağan taş ve çakıl sesini işitiyordum.

Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Rasûlüilah (sav)'ın yanına döndüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvari şeklinde melekler çıktı. Bana dedilir ki:

Rasûlülîah'a haber ver. Allahû Teâlâ düşmanı perişan etti!

Rasûlüllah (sav)'ın yanına geldiğimde, bir kilim üzerinde namaz kılıy­ordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı.

Huzeyfe bin Yemân, Ashâb-ı Kiram arasında Peygamberimizin sırdaşı olmasıyla meşhurdur. Peygamberimiz ona, Ashâb-ı Kiram arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkannak isteyen münafık­ların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vuku bulacak hâdiseleri de bildirmişti.

Ashâb-ı Kiram arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Rasûlüllah (sav)m verdiği sırlarla dolu idi. Rasûlüllah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Hz. Huzeyfe'ye söyledi.

O ve Ebû Hüreyre buyurdular ki:

Server-i âlem, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi lâzım olanları size bildirdik. Lâzım olmayanları, sakladık, bildir­medik.

Hz. Huzeyfe, Peygamber efendimizin sağlığında Hendek'ten sonraki savaşların hepsine katıldı. Rasûlüllah'ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir, onu ordu kumandam ta'yîn etti. Dinden dönenlerle savaşmak üzere Umman'a gönderdi. Kendisine katılan İkrime ile birlikte Umman halkını tekrar İslâm'a döndürdü. Bundan sonra Umman'da, önce zekâtları topla­makla, sonra da vâü olarak vazifelendirildi. Sonra da Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak'ın ve İran'ın fethinde bulundu.

Nihâvend savaşında Nu'man bin Mukarrin şehîd olunca, İslâm san­cağını Huzeyfe eline alarak Hemedân, Rey ve Deynura'yı fethetmiştir. Cezîre'nin fethinde bulunarak, Nusaybin valiliğine tayin olundu.

Hz. Ömer yeni bir vali tayin ettiği zaman, oranın halkına mektup yazarak, "Yeni vali, adaletle hükmettiği müddetçe; siz de onun emir­lerine uyunuz" derdi. Hz. Huzeyfe'ye verdiği mektupta ise şöyle yazdı:

"Ey Nusaybin halkı! Bu gönderdiğim vâiinin, bütün emirlerine uyun. Her isteğini yerine getirin."

Nusaybinliler, yeni valilerini karşılamaya çıktılar. Onu gördükleri zaman; hayvanı üzerinde, bir parça kuru etle ekmek yiyordu. Selâmlaştılar. Sonra halîfenin emirnamesini gösterdi. Onlar da dediler ki:

Hz. Ömer'in emirleri, başımız üzerine!  Sen de hoş geldin, safa geldin. Lâkin, bizden isteklerin ne ise; şimdi söyle. Belki karşılıyamıyacağımız şeylerdir!

Yeni vali tebessüm ederek şu cevabı verdi:

"Aranızda kaldığım müddetçe sizlerden; sadece, kendimin ve hay­vanımın yiyeceğini istiyorum. Başka hiçbir şey istemem."

O şehirde, epeyce müddet bulundu. Görevini, kusursuz yapmaya çalışıyordu. Bilhassa Cum'adan önce, Müslümanlara vaz ve nasihat eyler­di. Bir defasında buyurdu ki:

"Ey Mü'minler! Fitne, önce kalblerde filizlenir. Su katılmamış şarap bile; fitne kadar, insan kalbini çelemez, bozamaz. Sizler, fitneye doğru gitmeyiniz. Allah'a yemîn ederim ki fitne insanları; selin, çöp­leri sürüklediği gibi sürükler götürür!.."

"Yâ Huzeyfe! Fitneden nasıl kurtulabiliriz? "

"Duâ eden, kurtulur. "

"Ne zaman duâ edelim?"

"Namazdan sonra. Çünkü kulları, güzelce abdest alıp, namaza durdukları zaman; Cenab-ı Hak da namaz kılanlara yönelir. İşte o anlarda duâ ediniz! Fakat sizler; hayırlı kimseler olmak istiyorsanız; geçici olan dünya için âhireti terketmeyiniz!"

Hz. Huzeyfe, Medâyin şehrinde uzun müddet valilik yaptı. Oranın halkı, onun idaresinden son derece memnun olup, kendisini çok sevmiş­lerdi. Nihayet bir akşam, Hz. Ömer'den haberci geldi. Artık, Huzeyfe'nin Medine'ye dönmesini istiyordu...

Emir üzerine hazırlandı, helâllaştı, vedalaştı ve yola çıktı. Dönüşünü bekleyenler arasında, halife de bulunuyordu. Az çok yaklaşınca, Halife dikkatle baktı. Gördü ki; Medâyin valisi gönderdiği gibi dönüyor! Bunca yıl sonra; aynı hayvan üzerinde, aynı sâde elbiseler içinde. Yan yana geldiler ve sel âml aş ti lar, kucaklaştılar. Halife sevinçle:

"Sen, benim kardeşimsin. Ben de, senin kardeşinim," diyerek, hislerini belirtti.

Hz. Ömer halifeliği zamanında Huzeyfe'nin bir cenazenin namazını kılmadığını görerek, ona sordu:

"Niçin cenaze namazını kılmadın?" Rasûlullah (sav)'ın sırdaşı Hz. Huzeyfe dedi ki:

"Rasûlullah efendimiz, bana o kişinin münafık olduğunu açık­lamıştı. Bunun için onun namazını kılmadım.

"Allahın Rasûlü münafıklar arasında Ömer’i de saydı mı yâ Huzeyfe?"

"Hayır, yâ Ömer."

"Peki memurlarım arasında münafık var mı?"

"Sadece bir tane var. Ancak ismini söylemeye memur değilim."

Huzeyfe hazretleri, Hz. Ömer'in bütün ısrarına rağmen ismini söyle­memiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır.

Bundan sonra Hz. Ömer, Huzeyfe'nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü onun gitmemesini, ölenin münafık olduğuna işaret sayardı.

Birgün Hz. Ömer, huzurunda bulunan ba'zi Ashâb-ı Kirama sordu:

Rasûlullah efendimizin fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı?

İçlerinden Huzeyfe dedi ki:

"Ey mü'minlerin emîri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır." Rasûlüllah (sav) buyurdu ki,

 

"Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçâr olur. Böyle günâhlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak keffâret olur."

Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum.

Ey mü'minlerin emîri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.

Yâ Huzeyfe! Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?

Ey mü'minlerin emîri! O kapı kırılacak.

Bu cevap üzerine Hz. Ömer:

Desene ümmet-i Muhammed kıyamete kadar bir araya gelemeyecek! diyerek üzüntüsünü dile getirdi.

Daha sonra Huzeyfe'ye o kapının ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

"O kapı Hz. Ömer idi."

Hz. Ömer'in bunu bilip bilmediği sorulunca da:

"Akşam ve sabahın olacağını bildiği gibi biliyordu," cevabını vermiştir.

Nitekim daha sonra Hz. Ömer şehid edilmiş, Hz. Osman devrinin son­larında alevlenen fitne târih boyunca bitmemiştir. Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor:

Herkes Rasülüllah efendimize hayırdan sorardı. Ben ise ilende hâsıl olacak fitnelerden sorardım. Çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. Dedim ki:

"Yâ Rasûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahû Teâla, senin şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu saadet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi?"

 

"Evet gelecek."

"Bu serden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?"

 

"Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur."

"Bulanıklık ne demektir?"

 

"Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan kimseler ortaya çıkar. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler."

"Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu?"

 

"Evet,  Cehennemin  kapılarına  çağfranlar  olacaktır.  Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır."

"Yâ Rasûlallah! Onlar nasıl kimselerdir?"

 

"Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar."

"Onların zamanlarına yetişirsem ne yapmamı emredersiniz?"

 

"Müslümanların cemâ'atına yapış ve onların imamına tâbi ol!"

"Müslümanların bir cemaatı ve imamı yoksa ne yapalım?"

"Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma, ölünceye kadar yalnız yaşa. Velev ki bu bekleyişin bir ağacın kökünü kemirmek kadar zor olsa da."

[131]

Huzeyfe, Hz. Osman 'in halifeliği sırasında Azerbaycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Buradaki hizmetlerinin yanında mühim bir hizmeti de, Kur'ân-ı Kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebep olma­sıdır. Çünkü o, Azerbaycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde, Kur 'ân-ı Kerîm'in değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur'ân-ı kerîmin Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman'a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman, Kur'ân-ı Kerîm nüshalarını çoğaltıp; belli merke­zlere gönderdi.

Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfe bin Yemân, Hz. Osman şehid edildiğinde Medine'de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça iler­lemişti. Dördüncü halîfe Hz. Ali'nin, ilk günlerinde hastalandı. Artık iyice ihtiyarlamıştı. Müslümanlar akın akın ziyaret ediyorlardı. Bir arkadaşına 300 dirhem vererek buyurdu ki:

"Bu parayla, kefen alıverin."

Desenli bir kumaş getirdiler. Onu görünce:

"Bu kefen değil, gömlek içindir. Kefen, boydan boya iki bez parçası olur," dedi.

Sonra da yavaş bir sesle buyurdu ki:

"Hem sizin  arkadaşınız iyi bir Müslüman ise, Cenâb-ı Hak; kabirde o kefeni, daha iyisiyle değiştirir. Kötü ise, daha kötü şeylere hazırlanmalıdır."

Hz. Ali'nin hilâfetinin 40. günü, 656 senesinde, Huzeyfe hazretleri de, sırlarıyla birlikte sevgili Peygamberimize kavuştu.

Hz. Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit şöyle dua etmiştir:

"Dost anî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allalıim, fa­kirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır."

[132]

Müslümanın hayat merkezinde "hesap günü şuuru" vardır. Müs­lüman, her an hesap vermeye hazır olan kimsedir. O, kendi inancınatkarşı sadakat sahibidir.

Dâvasına karşı sadakati olmayan dâva adamının imam sakat demektir. İman sadakatsizliği kaldırmaz. Huzeyfe bin Yemân hazretlerinin mü­nafıkların listesini tutması, dâva adamının sadakat dosyasının temiz olması gerektiğini gösterir.

İslâmî hizmette bulunan dâva adamlarının sadakat dosyalarının .tutul­ması, şahsiyet inkılabına duyulan ihtiyacın bir göstergesidir. Şahsiyet in­kılabım garantilemeyenier, İslâmî hizmetleri sürdüremezler. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki; sahabe fıkhı, bir çare fıkhıdır. Huzeyfe bin Yemân hazretleri, cemaat ile ilgili rivayet ettiği hadiste çaresizlik anların­da hep çareyi aramış ve bulmuştur.

İslâmî hayat, boşluk kabul etmez. İslâmî hizmetleri sürdürenler, kendi­lerini ve etraflarında toplanmış olanları meşru işlerle meşgul ettiremezlerse, şeytan ve taife-i şeytan onları gayr-i İslâmî şeylerle meşgul ettirir. Bu nedenle diyoruz ki; çaresizlik içinde kıvrananlara çare olup problem­lerine meşru çözüm çareleri bulduğumuz oranda sahip oluruz. Problem­lerini çözemediklerimize biz sahib olamayız. Dolayısıyla fıkhu's sahabeyi idrak edenler, biçareye çare olup çözüm bulanlardır.

 

Hz. Hasan Bin Ali Bin Ebî Talib (R.Anh)

 

Hz. Hasan b. Ali b. Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber'in en çok sevdiği torunlarından ve O'nun "Reyhanesi", Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğan büyük oğlu. Hulefâ-i Raşidîn'in beşincisi kabul edilir. İmamiyye'ye göre ise 12 imamın ikincisidir.

Üçüncü hicrî yılı, Ramazan ayının ortalarında Medine'de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicri senesinde doğduğuna dair rivayetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede doğduğuna dair rivayettir.[133] Hz. Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz. Ali'nin evine giderek "oğlumu bana getirin' Adını ne koydu­nuz?' diye sordu. "Harb" ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğen­medi. Çocuğa isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen "Hasan" ismi­ni koydu. Künye olarak da, "Ebû Muhammed" adını verdi. Arkasından da kulağına ezan okudu.[134] Rasûlüllah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek, ağırlığınca gü­müş tasadduk edilmesini emretti.

[135]

Hz. Hasan (R.a.), Hz. Peygamber'in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî literatürde, Hz. Peygamber'in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini, hemen hemen yanın­dan hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber'in sırf onu incitmemek için secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun "reyhanesi" arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar.[136] Hatta Hz. Peygamber rukû'da iken torunu gelir, ayaklarını açar bir yönden girer, öbür taraftan çıkar [137] ve Hz. Peygamber ses çıkar­mazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile düşe kal­ka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torun­larını kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da "Allahû Teâla: "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihan vesilesidir"[138] derken doğru söylemiştir. "Şu ikisini bu şekilde görünce sabredemedim" diyerek hutbesine devam ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır.

[139]

Hz. Peygamber(sav)'in zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine[140] Hz. Hasan'ı omzuna alarak dışarda gezdirdiğine dair[141] bir çok hadis şunu gösteri­yor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz. Fatıma'yı ziyarete gittik­lerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri[142] vb. hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz. Peygamber'in bu iki torununu çok sevdiği ve "Allah'ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev" diye dua etmeleri [143] bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir.

[144]

Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarını öper [145] ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendi­leri olduğunu da söylerdi [146] hatta onları sevenleri Allah'ın sevmesini dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır.

[147]

Hz. Hasan fizik olarak dedesi Hz. Peygamber'e çok benzerdi.[148] Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çık­tıktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan'ı görürler. Hz, Ebu Bekr onu omuzuna alır ve "Nebiye benzeyen, Ali'ye benzemeyen, sana babam feda olsun!" diye bir mısra söyler.[149] Hz. Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.

Hz. Hasan, Hz. Peygamber'in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşların­da idi. Henüz çok küçük olduğu için, Hz. Peygamber'den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin sayısı oldukça azdır. Bunlardan' biri Ebu'l Havrâ'nın rivayet ettiği şu hadistir:

"Hz. Hasan'a, Hz. Peygamber'den duyduğun hangi bir hadisi hatırlıy­orsun? diye sordum. O da şunu anlattı: "Şu hadiseyi hatırlıyorum: "Zekât hurmalarından bir hurma alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hur­mayı ağzımdan salya ile çıkardı. Oradakiler

"Ya Rasûlallah, bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?" dediler. O da

"Biz Al-i Muhammed'e sadaka (zekât) helâl değildir" buyurdu. Hatırladığını diğer bir hadis de

"Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren şeylere bak..." hadisidir. Yine Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğret­mişti:

"Ey Allah'ım! beni hidayete erdirdiğin kimselerden eyle, afiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin (takdir ettiğin) şeylerin şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla zelil olmaz."

[150]

Buna mukabil Hz. Hasan'ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabeden rivayet ettiği hadisleri vardır. Kendisinden de mü'minlerin Annesi Hz. Aişe, kardeşinin oğlu Ali b. Hüseyin, onun iki oğlu Abdullah ve el-Bakır ile İkrime, İbn Şirin, Cübeyr b. Nefir, Ebû'l Havra, Rebia b. Şeybân, Ebû Miclez, Hübeyre b. Berim, Şeybân b. el-Leyl, Şa'bî, Şakîk b. Seleme, el-Müsebbib b. Nuhbe, İshak b. Beşşâr ve diğer raviler (radiyallahü anhüm) hadis rivayet ettiler.

[151]

Gerek tabakat kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan'ın çocuk­luğuna dair yukarıdaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali'nin şehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'i babalarının "farizasına" katarak, her birine beş bin dirhem hisse ayırdığına dair ha­berdir. [152] Bir diğer hadise de Hz. Osman'a baş kaldıran­lara karşı, halifeyi savunmak için Hz. Osman'ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan'ın isminin de yer aldığına dair haberlerdir.

[153]

Hz. Hasan'ın tarihi bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali'nin şehid edilmesini müteakiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar.[154] Hz. Hasan halife seçilirken ilk beyat edenin Kays b. Sa'd olduğu söylenir. Bu kişiyi Hz. Ali Azerbay­can'a gönderilen ve Iraklılardan toplanarak hazırlanan ordunun komutanı olarak atamıştı. Bu zat, sırf Araplardan oluşturulan kırk bin kişilik diğer bir ordunun da komutanıydı. Bu ordu Hz. Ali'yi ölünceye kadar müdafaa etmek üzere and içmişti. İşte babasının da en çok güvendiği komutanlar­dan olan Kays, beyat esnasında, Hz. Hasan'dan elini uzatmasını isteyerek, Allah (c.c)'nun Kitab'ı, Rasülü'nün sünneti ve asilerle savaşmak üzere beyat edeceğini söyledi. Hz. Hasan bu söze karşı çıktı. Sadece Allah'ın Kitabı ve Rasülü'nün sünneti üzere beyat edilebileceğini, bunun içine saydığı ve saymadığı diğer şartların girdiğini söyledi. Kays bunun üzer­ine bir şey söylemeden bey'at etti. Arkasından da diğer Iraklılar bey'at ettiler.

[155]

Hz. Hasan be'yattan sonra "el-Mescidü'l-Camiye" çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasının katili Abdurrahman b. Mülcem'i getirtti, ifadesini aldıktan sonra ölümle cezalandırdı.

[156]

Iraklılar derhal, babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam'da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı.[157] Hz. Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişi­lik ordusuyla Medâin'e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey'at eden Kays b. Sa'd'ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas'ı komutan yapıp, Kays'ı da ona yardımcı atayarak, Kays'a komutanın her türlü emrine itaat etmesini emretti.

[158]

Arapların dört "dâhîsi"nden biri olan Hz. Muaviye, Hz. Hasan'ın ken­disi ile savaşmak üzere yola çıktığının haberini alınca, o da derhal Şam'dan hareket ederek el-Enbar'm kazalarından biri olan Mesiken'e gelerek konakladı.[159] Hz. Ali'nin şehid edilmesi üzerinden henüz çn sekiz gün geçmişti, iki tarafın ordusu sırf siyasî kaygılarla karşı karşıya geldiler.

[160]

Hz. Hasan içinde bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin selameti için hilafeti Hz. Muaviye'ye bırakarak, bu işten feragat etmekten başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî'yi çağırarak, anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye'ye gönderdi.[161] Hz. Muaviye (R.a.) aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan'a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure'yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin'e geldiler ve Hz. Hasan'a, ne isterse hepsinin kendisine verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı taahhüt edeceklerini de ona söylediler.

[162]

Bu sırada Hz. Hüseyin durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye'nin haklılığını tasdik, Hz. Ali'nin davasını yalanla­mış olacağı gerekçesi ile ağabei Hz. Hasan'a, bu anlaşmayı yapmamasını söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma yapmakta ısrar etti.

[163]

Bu sırada Hz. Hasan'ın hilâfeti Hz. Muaviye'ye bırakacağını anlayan ordu komutanlarından Ubeydullah b. Abbas, Hz. Muaviye'ye bir mektup göndererek kendisi için eman istedi. Karşılık olarak elindeki mallarına dokunulmamasmı ve can güvenliğini şart koştu. Hz. Muaviye bu teklifi kabul etti. Ubeydullah bunun üzerine ordusunu bırakarak karşı tarafa geçti. Hz. Hasan'ın ordusu bu durum karşısında, Kays b. Sa'd'a, Hz. Ali ve taraftarlarının kanlarını ve mallarını korumak ve sonuna kadar Hz. Muaviye ile savaşmak üzere beyat yaptılar. Bir görüşe göre, zaten komu­tan olduğu için, bu beyat'ı yenilemek olarak anlamak da mümkündür.

[164]

Nihayet Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Hz. Muaviye, Hz. Hasan'dan Önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti Muaviye'ye bırakıyordu. Ayrıca Küfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz. Hasan'ın olacaktı. Hz. Muaviye, Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine son verecekti.

[165]

Karşı taraf bu teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan'ın yanından çıktıklarında "Rasûlüllah'ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı" diyor­lardı.[166] O sırada yaralan da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vası­tasıyla Yüce Allah'ın insanları hidayete erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini söyleyerek, Hz.Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Hz. Muaviye'ye beyat etmelerini de istedi.[167] Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp mal­larını yağmalamaları sebebiyle terkettiğini de ilan etti.

[168]

Yapılan anlaşma üzerine Hz. Muaviye Medâin'e geldi. Hz. Hasan'ı yanma alarak Kufe'ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu'l-Evvel ayı sonlarında Kufe'yi Muaviye'ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber'in şu hadisi tecellî etmiş oldu:

"Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şehittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü'min grubunu barıştıracak."[169]

Hz. Hasan, Muaviye'nin huzuruna çıktığın­da, Muaviye ona "Seni senden önce hiç kimseyi mükafatlandırmadığını ve senden sonra da kimseyi mükafatlandırmayacağını bir mükafatla "mükafatlandıracağım" dedi ve ona 400.000 (dirhem) verdi. [170] Ayrıca her sene bir milyon dirhem maaş bağladı. Ama bunların çoğunu sonradan kısıtladı ve ona çok az bir şey verdi.

Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa'bi hadiseyi şöyle anlatır: "Hz.Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini insanlara haber ver". Hasan kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle dedi:

"Akıllıların en akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâeir olandır. Hz. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım". Arkasından "Bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (meta) içindir."[171] âyetini okuyarak hutbesini bitirdi.

[172]

Hz. Hasan'ın hilâfette ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu konusundaki görüş en kuvveti isidir.

[173]

Hz. Hasan hilâfeti Hz. Muaviye'ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine'de geçirmek üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehir­den ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı. Fakat o kendilerine hiç güvenile­meyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz. Ali'ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı olmadığım belirterek hallerine acıdığını söyledi.

Yolda birisi kendisine "Ente a'ru'l müslimin Ey müslümanların yüz karası!" diye hakarette bulundu. Hz. Hasan, Hz. Peygamber'den naklet­tiği bir hadisle Ümeyye oğullarının bu makama gelmesinin mukadder olduğunu hatırlatmaya çalıştı.[174] Bir başkası "Ey mü'minlerin emirinin utancı" diye bağırınca, ona da "Ar, ateşten daha hayırlıdır" dedi.

[175]

Müslümanlara karşı zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz. Müslüman kardeşimiz mazlum da olsa zalim de olsa yardım ederiz. Mazlum ile bir olur zalime karşı mücadele ederiz. Zalim kardeşimizin de elinden tutar zulümden vazgeçiririz.

Medine'de on yıl yaşayan Hz. Hasan[176] vefatı yaklaşınca Hz. Aişe'ye haber göndererek, Hz. Peygamber'in yanına defn­edilmek istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine şöyle vasiyet etti. "Ben ölünce Hz. Aişe'den, Hz. Peygamber 'in yanına gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet"

Hz. Hasan kırk gün hasta yattı. 5 Rabîu'l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti.[177] yılı olduğunu söylemişlerdir.[178] Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca'de binti el-Eş'as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde öleceğini ona açıklar.

[179]

Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aişe'ye müracaat ederek, durumu anlat­tı. Hz. Aişe de Hz. Hasan'ın vasiyetine "Memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne" dedi. Ya'kubiye göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır.[180] Fakat bu iddiayı Ya'kubî'den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeoğularının haberi olunca "vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber'in yanma gömülemez" dediler. Bu key­fiyet Hz. Hüseyin'e ulaştı. Hemen kendisi ve beraberindekiler silah­landılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan'ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin'e laf anlatırım düşünce­siyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı. Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun "şayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni müslümanların mezarlığına defnet" dediğini hatırlattı. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabenin defnedildiği el-Bakî' mezarlığına defnetti.

Hz. Hasan'ın cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass'dan başka hiç kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazını kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta "iğne atsan yere düşmeyecek" kadar kalabalık vardı.[181] Hz. Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi.

[182]

Hz. Hasan cömert ve kerimdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamher'e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine'den Mekke'ye yürüyerek 15 defa hac yaptığı meşhurdur. Hayır yapmayı çok severdi. Öyle ki, mal­larının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa da Allah (c.c) ile "kasame" yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır.

Meselâ ona "Mekârim-i ahlâklın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında hayâ'dir.

[183]

Hz. Hasan çok evlenip, boşanmasıyla da üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali, bu yüzden, onun evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından korkarak, Kulelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan bir adam da. yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve arkasından şöyle demiştir: "Biz evlendiririz, o istediğini tutar, istediğini boşar."[184] Onun sekiz veya on iki oğlu vardı:

1- Hasan b Hasan

[185]

2- Zeyd

[186]

3- Ömer,

4- Kasım,

5- Ebu Bekir,

6- Abdurrahman

[187]

7- Talha,

8- Ubeydullah. [188] Bir tane de kızı olduğuna dair rivayetler vardır.

[189]

Hz. Peygamber'in soyu torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in çocuk­ları vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere halk arasında "seyyid" Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere de "şerif veya "emir" adı verilir. Hz. Hasan (R.a.) hayatıyla mekârim-i ahlâkı günleştirmiştir. O, mekârim-i ahlâk inkılabının öncülerindendi. İslâm ümmetinin kanının daha fazla akmaması için an nara tercih etti. Yani müslümaniara karşı zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih etti.

Müslümanların idaresine kanı bulaştırmamanın mücadelesini verdi. İslâm ümmetinin maslahatını, sulhu selametini tercih etti. İslâm ümme­tinin maslahatını gözetmek, müslüman idarecilerin vazgeçilmez görevlerindendir. Müslüman idareci, müslümanların mallarına, canlarına, kan­larına, namuslarına ve dinlerine bekçilik eder. Müslümanların mal, can, namus, akıl ve din emniyetlerini önemsemeyenler, müslümanlara idareci olamazlar.

Müslümanların emniyete ermeleri, idarecilerinden emin olmalarına bağlıdır. Emin idareciler ancak müslümanları emniyete erdirebilirler. Müslümanların sulhu selameti meşru hududîar dahilinde nasıl gerçek­leştirilmesi gerekiyorsa, öylece gerçekleştirmek mü'min idarecilerin va­zifesidir. Müslümanların sulhuna, selametine katkıda bulunmak, sahabe fıkhını idrak etmektendir.

 

Hz. Hüseyin (R.Anh)

 

Hz. Hüseyin; Hz. Peygamber (sav) in Hz. Fatima (R.anha)'dan torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.

Hz. Hüseyin'in ismini Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğ­duğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun ismini koy diyor" dedi.

Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu.

Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.

Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.

Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi.

[190]

Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber (sav)'e çok benziyordu. Hz. Ali (R.a) 'Hasan, Rasûlüllah 'a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi. [191] demişlerdir.

Hz. Peygamber (sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi. Onların hakkında,

"Allah'ım: Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları.

[192]

Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir.

[193]

Hasan ve Hüseyin'i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur."

[194]

Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (sav)'dan deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Arkasından da "Bundan güzel deve olabilir mi?" buyururlardı.

Peygamber Efendimiz, bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturu­yordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan; Göreyim seni, yakala Hüseyin'i!" diyerek Hz. Hasan'ı kayırınca, Hz. Ali: "Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'i kayırmak değil miydin? Hasan daha büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana Cebrail'de, Hüseyin'e: (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor." buyurdu.

[195]

Hz. Peygamber (sav) torunlarından olan Hz. Hüseyin'in çocukluk yıl­ları Peygamberimizin otağında geçmiştir. Rasûlüllah'ın eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen Hz. Hüseyin'in sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında Allah ve Rasûlü'nün hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.

Hz. Muâviye, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam'da vefat etti. Muâviye'nin vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'm oğlu Yezid'e bey'at ettiler.

Yezid'in iktidara geçmesi saltanat şeklinde gerçekleşti. Yezid, ken­disinin bu şekilde idareyi ele alışma başta Hz. Hüseyin olmak Üzere pek çok Sahabe'nin rıza göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşilayacağını biliyordu. İktidarı elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan'a bir mektup gönderdi.

Mektubunda şöyle yazıyordu:

Mektubum sana geldiği zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'i buldur, onların bana bey'atlarını al! Eğer, bey'attan kaçınırlarsa, boyunlarım vur, başlarını bana gönder: Halkın da bey'atlannı al, Bey'attan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir, Vesselam."

Yezidin; Medine valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'den ve ileri gelen sahabelerden bey'atlarını almasını, bu konuda gevşek dav­ranmamasını istediği de kaynaklarda kaydedilir .

Yezid'in iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (R.a)'e mektuplar göndererek, onu davet edip, yanlarına geldiği takdirde kendisi­ni Emirü'l-mü'minin ilan edeceklerini üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri olmadığından cuma namazına çık­madıklarını bildirmişlerdi.

Hz. Hüseyin, Medine'den Mekke'ye gidip buradan Küfelilerle haber­leşmeye başlamıştı. Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b. Akil'i Kûfe'ye göndermişti. Müslim Kûfe'de durumun iyi olduğunu, insanların bey'at için hazır bulunduklarım bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu haberden sonra kesin karar verip Kûfe'ye gitme hazırlıklarına başladı.

Hz. Hüseyin Küfe yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah İbn Ömer ve tabiunun ileri gelen âlimlerinden İmam Şa'bî de Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmemesini istemişler, özellikle Iraklılara güveni İnleyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin Kûfe'ye gitme konusunda kesin karar­lıydı .

Yezid, Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye doğru yol aldığını haber alınca, Küfe valisini değiştirmiş, Basra valisi olan Ubeydullah İbn Ziyad'a ek bir görev olarak, Küfe valiliğini de vermişti.

Ubeydullah b. Ziyad, Küfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'i çok feci bir şekilde şehid etti.

Yezid, Küfe valisi Ubeydullah b. Ziyad'a Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:

Şimdi sen, benim istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahra­man saldırısıyla saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstün­den geldin. Bana erişen habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'den ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte imiş. O'na hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan bitenlerin haberini bana yaz."

Hz. Hüseyin'in Küfe yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil'in şehid edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi, Yol esnasında pek çok kişi Kûfe'ye gitmemesini, mutlaka geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe'ye doğru yol almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzak­lar kuruldu. Gelişen olumsuz olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "Dileyen dönebilir, ben sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bîr kimse ondan ayrılmadı.

[196]

Hz. Hüseyin, Hurr b. Yezid et-Temimî'nin kumandası altındaki bin kişilik Küfe süvârî birliği ile karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın emrine uygun oiarak hareket ediyordu. Hurr, Ubeydullah'ın emri gereğince Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'ya doğru sürükledi.

Ubeydullah b. Ziyad olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş bulunan Ömer b. Sa'd Küfe'de hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer b. Sa'd'ı Hz. Hüseyin'e karşı kul­lanmak istedi ve hemen ona emir vererek ordusuyla beraber Kerbelâ'ya gelmesini istedi. Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in karşısına çıkmak istemi­yordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla çarpışmaya gitmeye­cek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yikar, boynunu vuru­rum[197] diyordu.

Durum giderek vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına meydan vermemek amacıyla Ömer b. 'Sa'd'a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer! Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;

Bırakınız da ben, cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid'in yanına varıp kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine'ye gideyim.[198] Ama İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'i artık bırakmak istemiyordu.

Ömer b. Sa'd ise Hz. Hüseyin'e karşı her hangi bir saldırıda bulun­muyor ve günler böyle geçip gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'd'a yazdığı son emrinde şöyle diyordu:

"Ben seni, Hüseyin'le günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun şefaatçisi, kayırıcısı olasın diye gönder­medim. Ona ve adamlarına hemen teklif et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakiler! bana gönder. Şayet kab­ule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve şakidir.

Bu emirden sonra Hz. Hüseyin'e saldırılar başladı. Hz. Hüseyin'in yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.

Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin, Hicri altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuş­tu. Şehid düştüğünde elliyedi yaşında idi. Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir ordu gönderdi. Ömer, geri dön­mesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp etti. 681 yılında Muharremin onuncu günü Kerbelâ'da şehit oldu. Yezîd bunu duyunca, çok üzüldü. "Allah İbni Mercane'ye [199] lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi. Böylece beni kötü tanıttı" dedi. Hz. Hüseyin'in mübarek oğlu Zeynelabidin küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve İmamın mübarek başı ile Şam'a gönderildi. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanında medfundur.

Hz. Hüseyin'in şehadeti Ömer b. Sa'd'ı ve Yezid'i derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin'in şehadetine yol açan, öncelikle Yezid olmuştu.

Peygamber Efendimiz (sav)'in torununu ve büyük İslâm kahramanını canevinden vuranlara müslümanların iyi nazarla bakması ise asla mümkün değildir. Said Nursî (Rh.a.) bu hususta şu değerlendirmeyi yapıyor: "Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i SıffmMe, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâ­miyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarmı onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyet­ten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğin­den zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.

Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. İşte Hazret-i Hüseyin rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaf­fak olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmeî-i İlahiye onların feci bir akıbete uğramasına müsaade etmiş?

Elcevab: Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milîiyeleri cih'etiyle, Arab milletine karşı bir fıkr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftar­larının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş. Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem'i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci' oldular.

[200]

Merhum Mevdûdî (Rh.a.) de Kerbelâ olayını ele aldığı "Hz. Hüseyin'in Şehadeti Üzerine" adlı yazısında İslâmî yönetimin temel ilkeleri açısından Hz. Hüseyin'in karşı çıktığı, reddettiği yönetimin duru­munu şöyle belirler:

"Yezid'in, babası Muâviye'ye halef tayin edilmesi, kişilerden Allah'ın hakimiyetine dille inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir. Uygulamada bütün önceki monarklar gibi müslüman yönetici­ler de hâkimiyetin tek kaynağı imişcesine davranmışlardır, yani hakimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir. Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi olduğu sanılmıştır. İslâm devle­tinin en önemli amacı Allah'ın sevmediği kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, razı olduğu iyilik ve faziletleri de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasbetmek, mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanı arzuları doyurmaktan öte geçmiyordu.

Bu dönemde müslüman yöneticiler ve hükümet Sezar'ın ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise zulmü ve otoriteyi benimsediler. Lüks ve israf aldı yürüdü. Yöneticiler meşru olanla gayri meşru olanı birbirinden ayırmadılar. Politika artık ahlâktan yoksun hale gelmişti. Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini artırma yerine, tahrik ve rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar.

Yezid'in halef olarak atanmasıyla İslâmî yönetim sistemi temel­lerinden sarsılmış ve yerini babadan oğulla geçen bir monarşizme bırak­mıştı. O andan itibaren halifenin seçimini belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar ümmetin serbest oylarıyla seçilme yerine, yöneti­mi birer birer ele geçirmişlerdir.

Krallığın egemen olmasıyla birlikte şûra sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûra heyetinin üyeleri, prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askeri komutanlar olmuştu. Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşa­biliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.

Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarım istemek cesareti yoktu...

Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kıralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu matını rastgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebüeceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı.

[201]

Emevilerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edil­mez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçları bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi.

Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarını herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'minin bu serveti korumak için hayatını feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.

Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımın­dan, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlar­da şartları göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir

Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yok­sun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşin­deler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile getirir:

"Hüseyin Allah'ın iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koyduğu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yo­lundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir.

Yeryüzünde Müslümanlar açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşan­madığı zaman matem başlar, Müslümanlar yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbiî olarak Müslümanlar tarihinde gerek imanın korunması ve gerekse İslâm'ın yaşanması hususundaki tavizler,  hilafetten saltanata geçişe başlamıştır.

Evvela şunu bilmekte fayda vardır: İslâm'la tanışmak büyük bir şereftir. İslâm'a teslim olmak bulunmaz bir mutluluktur. İslâm, insanlığa mutluluk getirmiş olan bir hayat düzenidir. Bir yaşam tarzı, bir hayat düzeni olarak İslâm'ı kaybedenler, kaybolurlar.

Hayatta "İmanın korunması" ile "İslâm'ın yaşanması" Müslüman insanın varlık ve sağlık sebebidir. İmanın muhafaza ve müdafaa edilmesi, Rasûlüllah (sav)’ın örnek ve önderliğinde yaşanan İslâm'ın aynen devam ettirilmesi, bütün Müslüman nesiller için azad kabul etmez görevlerin başında gelir. Bir yerde imanın korunması ve İslâm'ın yaşanması tehlik­eye girdiği zaman Rasûlüllah (sav)'in izini takib eden mü'minler için şehadet tercihi gündeme gelmiş demektir. Nitekim Rasûlüllah (sav)'in torunu Hz. Hüseyin (Rh.a.) şöyle diyor: "Hayat; iman ve cihaddir."

İman'ı hayata dönüştürürken karşılaşılan tehlikeleri bertaraf etmek için cihad elzemdir, çaredir. İşte Hz. Hüseyin (R.a.), imanın korunmasını ve islâm 'in yaşanmasını tehlikeye düşüren saltanat rejimine, modeline karşı "el- Hilafetler Raşide" adına devrin zalimi Yezid'e karşı kıyam etmiştir.

Yezid, Müslümanların idaresini keyfi ve cebrî olarak ele geçirmiş ve uygulmalarında cebrî davranmıştır. Müslümanların o güne kadar alışık olmadıkları bir yönetim biçimi olan saltanat modelini dayatmıştır.

Saltanat, nebevi minhadprogram üzere Müslümanları idare etmek anlamına gelen ve emaneti ehline vermek, adaleti icra etmek, şeriatı ikame etmek ve Müslüman halkın rızasını (bey 'atını) esas almak manası­na gelen hilafet rejiminin yerine geçirilmek istenen keyfi ve cebrî bir rejimdir. Saltanat rejimini dayatan Yezid, Hz. Hüseyin (R.a.)'dan inat etmeyip derhal bey'at etmesini istemiştir.

Müslümanların inanç lügatlarında; zulme ve zalimlere boyun eğmek, zulmü yaşam biçimi, zalimleri de yönetici seçmek, ibadetten değil, cinayetten sayıldığı için Hz. Hüseyin (R.a.) Yezid'e bey'ati reddetmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'a babasından miras kalan zalimlere boyun eğmek değil, zalimlerden hesap sormaktır. Nitekim Hz. Ali (R.a.) bir sözünde der ki:   "Haksızlığa boyun eğenler, yalnız hakların değil onurlarını da yitirirler"

Siyasi bir bid'at olan ve Müslümanların her dönem ve devrede meşru yönetim biçimlen Hilafet sistemine ihanet anlamına gelen saltanat mode­lini kabul etmediği için keyfiliğe boyun eğmeyen Hz. Hüseyin (R.a.),v Yezid'e bey'at etmeyi reddedip Küfe halkının yardım çağrısına icabet etti. Zulüm altında inleyen Küfe halkının kendisine bey'at edeceğini bildirme­si üzerine de, Küfe'ye hareket etti. Bu yürüyüş tarihe Kerbelâ olarak geçecek olan ve siyasi bid'at saltanata tutunan zalimlerle, nebevi sünnet olan hilafeti savunanların savaşının tarihsel bir simgesine dönüşecek olan olayın da başlangıcı oldu.

Hz. Hüseyin (R.a.), Küfe halkının o lanetli ihanetini ve Yezid'e bey'at ettiklerini yolda öğrendiğinde, beraberindekilere "isteyenlerin dönebile­ceğini" söyledi. Hz. Hüseyin (R.a.) ile birlikte yola çıkanlar, ittekullah nakışlı şehadet giysileriyle bezenmiş olduklarından ölümün üstüne yürü­düler.

Neticede Irak topraklarında, Fırat Nehri kıyısındaki Kerbelâ denilen yerde kuşatıldılar. Bir avuçtular, karşılarında Yezid'in binlerce askeri vardı. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı hunharca şehid ettiler. Böylece Kerbelâ bir matemin sembolü oldu.

İbn-i Teymiyye (Rh.a.) der ki; "Kerbelâ 'da Hz. Hüseyin (R.a.) mazlum bir şekilde şehid edilmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı şehid edenler, O'nıın şehadetine rıza gösterenler ve O'nu şehid edenlere yardım edenler, Al­lah 'in azabını hak edenlerdir. Ve onlar Allah'ın azabına uğrayacaklardır. Hz. Hüseyin (R.a.)'in şehid edilmesi, büyük bir günahtır. Ancak Hz. Hü­seyin (R.a.) şehadet günü münasebetiyle sırtlara zincirler vurmak, elbiseleri yırtmak, bağırıp çağırmak bid'attir.

[202]

Kerbelâ'daki matemi birtakım bid'atlerle anmak, bilerek veya bilme­yerek İslâm'ın ve Müslümanların imajıyla oynayanların işlerini kolay­laştırmaktır. Oysaki, Yezid'in dayattığı saltanat bid'at, Hz. Hüseyin (R.a.)'in  savunduğu  ve  uğrunda  şehadet  şerbetini  içtiği  hilafet  ise Peygamber, (sav)'in sünnetidir.

Hilafet, uğrunda şehid olunacak nebevi bir yönetim biçimdir. Hilafetin zıddı olan Saltanat Peygamber (sav)'in ve Raşid halifelerinin yönetim biçimi değildir. Bu nedenle Müslümanlar hangi çağ ve mekânda yaşar­larsa yaşasınlar, sahip çıkacakları, savunup uğrunda mücadele edecekleri meşru yönetim biçimi hilafettir. Çünkü "El- Hilafetü'r Raşide" ye sahip çıkmayı İslâm ümmetine emreden bizzat Rasûlullah (sav)'in kendisidir:

"Takvaya yapışınız ve başmızdaki Halife siyah bir köle dahi olsa onu dinleyip itaat etmeye sanlınız. Siz benden sonra şiddetli ihtilafı göreceksiniz. Onun için benim sünnetime ve hiyadete mazhar kılın­mış Hulefa-i Raşidin'in sünnetine yapışınız. Bu sünnetleri dişleri­nizle sıkıca tutunuz. (Karşılaştığınız eziyetlere tahammül için diş­lerinizi sıkınız) ihdas edilen şeylerden (bidatlerden) sakının. Çünkü her bid'at dalalettir.

[203]

Hz. Hüseyin (R.a.) Kerbelâ'da siyasi bir bid'at olan saltanata karşı Rasûlullah (sav) in hem kavli ve hem de fiili mütevatir sünneti olan hilafeti savunmuş ve bu uğurda acıkiı bir şekilde zalimler tarafından şehid edilmiştir. Kendilerini Hz. Muhammed (sav)'in ümmetinden sayan bütün Müslümanlar, Hz. Hüseyin (R.a.)'in Kerbelâ'daki mücadelesine sahip çıkmalıdırlar. Kerbelâ, belli bir kavmin, kabilenin, mezhebin ve meşre­bin matemi değildir. Aksine bütün Müslümanların matemidir. Kerbelâ'da Hz. Muhammed (sav)'ın torunu Hz. Hüseyin (R.a.) şehid edilmiştir, ehl-i beyt'i şehid edilmiştir. Hz. Muhammed (sav) bütün Müslümanların Pey­gamberidir.

Kerbelâ'da İslâm şehidlerinin naaşları çiğnenerek İslâm ümme­tinin kalbi olan hilafet ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle Kerbelâ; bütün Müslümanlar için halifesiz kalma mateminin sembolü olmuş­tur.

Kerbelâ, Müslümanların hâkimi ve iktidar anlayışlarının ihanete uğradığı günü bize hatırlatan bir matemdir.

Biz Müslümanların inanç lügatında hâkimiyet Allahû Teâla'ya mahsustur, iktidar ise, yeryüzünün halifesi olan insana, imtihan için tevdi edilen bir emanettir. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki; kerbelâ, sünnisiyle, şiisiyte Müslümanların müşterek matemidir.

Gerek ehl-i sünnetin ve gerekse şianın siyasi iktidarın meşruiyetiyle ilgili  kıstaslarına göre; halkın  hâkimiyetini Allah'ın hâkimiyetinin fevkine çıkararak O'nun yerine geçiren Cumhuriyetin, Demokrasinin ve din ile devlet işlerinin ayrılması şeklinde tarif edilen lâikliğin önplana çıkarılması mümkün değildir. Kerbelâ misyonuna sadakat bunu imkânsız kılar.

Kerbelâ, keyfî ve cebri güçler için bir korku, mazlum ve mahrumlar için ise dirilişi direnişe dönüştürme ruhudur. Kerbelâ, afakî değer­lendirmelerde dile getirildiği üzere, basit bir iktidar savaşının sonucu değildir. İslâm ümmetini temsilen "el-Hilafetü'r Raşide" adına saltanat modeline karşı isyandır. Şunu bilelim ki; Hilafet sisteminde temel ilke, Allah'ın mutlak hâkimiyetinin kabulüdür. Bu ilke uygulama alanında kendini şeriatın her şeyin üstünde yer alması biçiminde gösterir. Saltanat yönetimi ise hükümdarın mutlak egemenliğine dayanır. Bu yönetim biçi­minde şeriat bir hukuk sistemi olarak uygulanıyor görünse de, saltanatın çıkarları şeriatın üstünlüğü ilkesinin yerini almıştır. İşte Kerbelâ misyonu, şeriatın yani hukukun üstünlüğü adına keyfî ve cebrî yöneticilere karşı başkaldırıdır.

Kerbelâ, zalimlerle uzlaşmayı kökten reddeden duru duruşun sem­bolüdür. Kerbelâ, keyfi ve cebri olanlara karşı hukuk adına hukuk zemi­ninde kalarak ittekullah nakışlı şehadet giysileriyle Ölümle kucaklaşma misyonunun adıdır.

Tarih boyunca Kerbelâ misyonuna sadık kalanlarla ona ihanet eden­lerin arasındaki savaşın biçimi, yeri, savaşanların kimliği değişmiş ama özü hep aynı olmuştur. Bugün Kerbelâ'nın da içinde bulunduğu Irak topraklarında Yezid ve avanelerinin misyonunu fazlasıyla şeytan Amerika ve avaneleri simgelerken, İslâm topraklarında tekraren hilafet sisteminin tesisi için şeytan Amerika ve avanelerine karşı direnen muvahhidler, Kerbelâ misyonuna sadık kalanlardır.

Hz. Hüseyin (R.a.)'ın Kerbelâ'da verdiği mücadele ruhu bugün de gereklidir. Çünkü bugün Şeytan Amerika ve avaneleri; "İslâm toprak­larının her beldesini Kerbelâ'ya çevirirken", Müslüman halklar da direnişleriyle yeni Kerbelâlar yaşamaya devam ediyorlar. Bugün; Müslüman halklar arasında zalimlere, zorbalara, müstekbirlere karşı kıyam ruhu ve düşüncesi yokedİlmek isteniyor, müstevli Amerika ve .avanelerine karşı direnen cihad ehli mü'minler "akılsızlıkla, siyaset bilmemekle, zamansız hareket etmekle" suçlanıyor, mazlumdan yana olmak adına zalimle uzlaşmanın ve bir arada yaşamanın çareleri aranıyor ve bulunan çareler çağdaş Bel'amların fetvalarıyla destekleniyor.

Kerbelâ matemi, Müslümanlara unutturuluyor veya belli marjinal bir takım mezheblere ve meşreblere münhasır kılınmak isteniyor. Oysaki ker­belâ; zalimlere boyun eğmeme, hilafet sistemine ve halifeli topluma ulaş­mak için şehadetine direnme ve bu direnişi kesintisiz devam ettirme ruhudur.

Netice  olarak   Kerbelâ,  Müslümanların  müşterek  yas  ve  üzüntü günüdür. Çünkü bugün Müslümanlar meşru yönetim biçimleri olan "El-Hilafetü'r Raşide" yi kaybetmişlerdir. Adeta müslümanlar halifesiz kalmakla esir duruma düşmüşlerdir. Altını çizerek diyoruz ki; Müslümanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etmeyenlerin her birisi bir belâdır. Halifesiz Müslümanlar için her gün Kerbelâdır!..

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Hz. Erkam b. Ebi'l Erkam (R.a.)'m hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Daru'l Erkam müslümanlar için ne anlama gelir? Bilgi veriniz.

Daru'l Erkam misyonu müslümanlar için gereklimdir? İzah edi­niz.

Hz.Fadl İbn Abbas (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz. Feyrûz b. Deylemî(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz. Habbâb İbn Eret (R.a)'m hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz. Hâlid b. Velîd (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz.Hâlid bin Said bin Âs (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildik­leriniz nelerdir? Açıklayınız.

Hz.Hamza (R.a)'ın hayatı  ve fıkhı hakkında bildikleriniz ne­lerdir? Anlatınız.

Hz.Hanzala bin Ebû Âmir (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne 'biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Hz.Hassan b. Sabit (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyor­sunuz? Anlatınız.

Hz.Hâtib bin Ebî Beltea (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliy­orsunuz? Anlatınız.

Hz. Hubeyb bin Adiy (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliy­orsunuz? Anlatınız.

Hz.Huzeyfe bin Yemân (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne bili­yorsunuz? Anlatınız.

Hz.Hasan  (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Hz. Hasan (R.a.)'ın hilafeti ne kadar sürmüştür? Bilgi veriniz.

Hz.  Hasan  (R.a.)'ın soyundan  gelenlere ne  ad verilir?  Bilgi veriniz.

Hz.Hüseyin (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.

Kerbelâ misyonu ne demektir? Açıklayınız.

Hz. Hesyin (R.a.)'ın soyundan gelenlere ne ad verilir? Bilgi veriniz.

 

ÜNİTE IX

 

Hz. İkrime b. Ebî Cehil (R.anh)

Hz. İmrân b. Husayn (R.anh)

Hz. Kâ'b bin Züheyr (R.anh)

Hz. Ka'b bin Mâlik (R.anh)

Hz. Mikdad bin Esved (R.anh)

Hz. Mûaz b. Cebe(R.anh)

Hz. Mugire-tebni Şu'be (R.anh)

Hz. Muhammed bin Mesleme(R.anh)

Hz. Mus'ab İbni Umeyr (R.anh)

Hz. Nuaym İbni Mesûd (R.anh)

Hz. Nu'mân bin Mukarrin (R.anh)

Hz. Ribi bin Âmir (R.anh)

Hz. Osman bin Talhâ (R.anh)

Hz. Osman İbni Maz'un (R.anh)

Hz. Sabit İbni Kays(R.anh)

Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas (R.anh)

Hz. Sa'd b. Ubâde(R.anh)

Hz. Sa'db. Mu'âz (R.anh)

Hz. Sa'd b. Rebî'(R.anh)

Hz. Saîd b. Âmir (R.anh)

Hz.Saîd b. Zeyd (R.anh)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. İkrime b. Ebî Cehil (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. İmrân b. Husayn (R.a)'ın hayatını ve fıkhım öğrenmek

Hz. Kâ'b bin Züheyr (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ka'b bin Mâlik (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Mikdad bin Esved (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Mûaz b. Cebe(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Mugire-tebni Şıı'be (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Muhammed bin Mesleme(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Mus'ab İbni Umeyr (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Nuaym İbni Mesûd (R.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Nu'mân bin Mukarrin (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Ribi bin Âmir (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Osman bin Talhâ (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Osman İbni Maz'un (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sabit İbni Kays(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas (R.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sa'd b. Ubâde(R.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sa'd b. Mu'âz (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Sa'd b. Rebî (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz. Said b. Âmir (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

Hz.Saîd b. Zeyd (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek

 

Hz. İkrıme Bin Ebı Cehil (R.Anh)

 

Hz. İkrime bin Ebî Cehil, meşhur İslâm düşmanı Ebû Cehil'in oğludur. Önce İslama büyük düşman idi. Mekke'nin fethedildiği gün, öldürülmesi emir buyurulan altı kişiden biri de o idi.

İkrime, o gün Yemen'e kaçmak için gemiye bindi. Yolda fırtına çıkıp, gemi batmak üzereyken,  "Kurtulursam  Muhammed'in  ayaklarına kapanacağım" diye niyet etti. Kurtulup, Yemen'e varınca, Müslüman olmaya karar verdi. Hanımı ve amcasının kızı olan Ümmü Hakîm, Mekke'nin fethedildiği gün îman edip, onun için de Peygamberimizden emân (af) almıştı. Yemen'e giderek ona müjdeyi verdi:

İnsanların en üstünü, en halimi ve en kerimi olan zat tarafından sana emân  getirdim. Senin  için  Rasûlüllah'tan  emân  istedim.  Ashabına, "Allahû Teâlâ'nın emânında olsun, kimse ona taarruz eylemesin!" buyur­du.

İkrime, hanımı ile Mekke'ye dönüp, Rasûlüllah (sav)'ın huzuruna geldi. Resûl-ı Ekrem, İkrime'nin geldiğini görünce, ona doğru gelerek ayakta karşıladı, kucaklaştılar. Sonra Peygamber efendimiz oturdular. Emir buyurunca, İkrime ve hanımı da oturdular. Zevcesinin yüzü kapalıy­dı.  Bundan sonra İkrime, Peygamberimize dedi ki:

Zevcem, benim için sizden emân aldığını söyledi. Bu sebeple geldim. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:

"Zevcen doğru söylemiş, sen emniyettesin," İkrime bunun üzerine dedi ki:

"Yâ Rasûlallah! Önceki yaptıklarıma pişman oldum. Bana İslâmiyeti öğretir misiniz? "

Rasûlüllah efendimiz ona İslâmı öğrettiler. İkrime de, ''Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammedin de Allahın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ediyorum" diyerek Müslüman oldu. Peygamber efendimiz de Cenâb-ı Hakka duâ ederek, onun için af ve mağfiret talebinde bulundu.

Hz. İkrime, Müslüman olduktan sonra, Resül-i Ekrem ile beraber Medîne'ye gitti. Oraya yerleşti. Hicretin onuncu yılında Rasûlüllah efendimiz tarafından Hevazin'e zekât toplayıcı olarak gönderildi. Hz. Peygamberin vefatında Hz. İkrime, Yemen'in Tebâle şehrinde bulunuyor­du. Bu sebeple Resûi-i ekremin vefatında Medine'de bulunamamıştı.

Hz. Ebû Bekir devrinde İkrime, bir ordu ile Yemâme'de bulunan ve yalancı Peygamberlik dâvasına kalkışan Müseylemetül-Kezzâb üzerine gönderildi. Fakat yardımcı kuvvetleri beklemeden Müseyleme'ye hücum edince mağlup oldu.

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, onu, önce Umman tarafında bulunan Huzeyfe'nin yanına yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Burada vazifesini yaptıktan sonra Mehre'ye yolladı. Mehre halkının İslâmiyeti kabulünden sonra, Hz. İkrime ordusu ile birlikte Yemen'e gönderildi. Yemen’deki bütün mürtedleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Medîne'ye geri döndü.

Hz. Ebû Bekir, Yemen'deki mürtedleri temizleyen Hz. İkrime'yi, bir ordu ile birlikte Suriye tarafına gönderdi. Burada Eenadm'de Bizanslılarla savaştı. Bu savaşta ağır yaralandı. Sonra Medîne'ye geri döndü. Daha sonra 636 yılında, Yermük savaşma katıldı. Hz, Huzeyfe şöyle anlatıyor:

Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum.

Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:

"Su istiyor musun?"

Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile, "Çabuk, hâlimi görmüyor musun?" der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hz. İkrime'nin sesi duyuldu:

"Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su!"

Amcamın oğlu Haris, bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işaret­leriyle suyu hemen Hz. İkrime'ye götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hz. İkrime'ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hz. Iyas'ın iniltisi duyuldu:

"Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!"

Bu feryadı duyan Hz. İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas'a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Hz. Iyas'a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehâdet getirerek tamamladı. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hz. İkrime'nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim? Onun da şehit olduğunu müşahede ettim.

Bari dedim, amcamın oğlu Hz. Hâris'e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti.

Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı halde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile bak­tığım en büyük iman kuvveti ve tezahürü olarak hafızama adeta nakşoldu!" Hz. İkrime şehit olduğunda, üzerinde 70'den fazla kılıç ve mızrak yarası vardı.

Hz. İkrime (R.a.), İslâm'a girdikten sonra Hz. İkrime (R.a.) müslümanların meclisine gelişinde bazı müslümanlar, "Allah düşmanının oğlu geldi" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (sav) şöyle ikazda bulundu: "Onun (İkrime'nin) babasına sövmeyin; şüphesiz ölülere sövmek, dirilere eziyet verir."[204] Görüldüğü gibi, Hz. İkrime (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in hukukunu koruduğu bir sahabedir. İslâm'da kişiye şeref kazandıran soyu, kabilesi, aşireti değil, İslâm'a mensubiyetidir.

Hz. İkrime, İslâmiyetle şereflenince, çok samimi bir Müslüman olmuş­tur. Bu ihlasın in nişanesi olarak, savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesaretli ve çok iyi bir kumandandı. Müslümanlığa gönülden bağlanmıştı. Kur'an-ı Kerim'i eline alınca, önce alnına koyar, sonra ağla­maya başlardı.

[205]

Ebû Cehil'in oğlu Hz. İkrime (R.a.)'a İslâmî davetin ulaşmış olması, sahabelerin tebliğ alanlarının ne kadar geniş olduğunu gösterir. Sahabeler, dâvalarını, dâvalarının bir numaralı düşmanının oğluna bile ulaştır­mışlardır. Onlar, İslâm dâvasının bir numaralı düşmanının oğlunu İslâm'a kazandırmışlardır. Öyleyse Allah'ın dâvasını herkese götürmeye çalış­mak, sahabelerin izinde gitmektir.

 

Hz. İmran Bin Husayn (R.Anh)

 

İmrân bin Husayn, Hayber savaşında Müslüman oldu. Ondan sonraki bütün savaşlarda Peygamber efendimizin yanında ve hizmetinde bulun­makla şereflendi. Peygamber efendimiz kendilerini çok severdi.

Ashâb-ı kiram içinde çok faziletlere sahipti. Fikir ilminde üstün dere­cesi vardı.

Duası kabul olunan seçilmişlerdendir.   Mekke'nin  fethinde  Huzaa kabilesinin sancağını taşıdı.

Hz. Ömer (R.a.) halife olunca, Basra halkına İslâmiyeti öğretmek için İmrân bin Husayn'ı gönderdi.

Hasan-i Basrî hazretleri, kendisinden çok hadis-i şerif öğrenmiş ve yemin ederek demiştir ki:

Basralılar için İmrân'dan daha hayırlı biri gelmemiştir.

Abdullah bin Amr, İmrân'i Basra kadılığına tayin etti. Kâdılı'ğı zamanında, iki kişi hüküm vermesi için kendisine geldi. Bunlardan birisi şahidini getirdi, diğeri getiremedi. Hüküm şahit getirenin lehine verildi. Şahit getiremeyen kimse bunu kabul etmeyip dedi ki:

Bu karar bâtıldır.

Hz. İmrân bunun üzerine, Abdullah bin Amr'dan azlim isteyerek istifa etti. Yakalandığı hastalığı sebebiyle ne oturabilir, ne de ayakta durabilir­di. Kendisine hurma dallarından bir sedir yapmışlardı. etti.

Orada günlerini geçirir, Rabbini zikrederdi. Otuz sene bu hâl devam Mutarrif bin Abdullah ile kardeşi A'lâ, ziyaretine gittiler. Mutarrif, onun bu hâlini görünce ağladı.

"Fıkhu's Sahabe Niçin ağlıyorsunuz?"

"Senin hâline ağlıyorum." Hz. İmrân buyurdu ki:

Ağlama, ben ölünceye kadar da kimseye söyleme! Melekler benim ziyaretime gelip selâm veriyorlar.

Meleklerin selâmını alıyor, onlarla konuşuyorum. Onların bu ziyaret­lerinden fazlasıyla memnun oluyor, hasta olduğumdan dolayı verilen bu nimetlere şükrediyorum.

Böyle bir hastalık halinde Melekleri gören bir kimse, bu dertlere razı olmaz mı?

Bir gün İmrân bin Husayn'a birisi dedi ki;

Bize yalnız Kur'andan söyle!

"Ey ahmak! Kur'an-ı kerimde namazların kaç rekât okluğunu bulabilir misin?"

Böyle söyleyerek, hadis-i şeriflerin ve âlimlerin açıklamalarının da lâzım olduğunu bildirdi. İmrân bin Husayn 672 senesinde vefat etti. Resûlüllah efendimizden 120 hadis-i şerif nakletmiştir.

Hz. İmrân bin Husayn, hasta yatağında bile ilim öğretirdi. Talebelerine şöyle anlattı:

Peygamber efendimiz, merhametten ayrılmamakla beraber, harp meydanlarında din düşmanlarına karşı şiddetli olurdu. Huneyn çenginde, müşrikler onu kuşattığı zaman, atından inerek, "Ben Peygamberim, yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın oğluyum" buyurarak, düş­mana saldırdı. O gün, Ondan daha cesur ve daha metin kimse görmedim."

Yine anlatır:

Birgün Peygamber efendimizin huzuruna Temim oğullarından bir grup gelmişti. Peygamberimiz onlara, "Ey Temim oğulları, size müjde olsun" buyurduktan sonra, onlara, insanların yaratılışını ve kıyametin kopmasını anlattılar.

Temim oğulları, "Bizi müjdeledin. Fakat biz, devletin hazinesinden para istiyoruz" diyerek, îman etmediler. Sonra Yemen halkından bir grup ziyarete geldi. Peygamber efendimiz, Yemenlilere buyurdu ki:

"Ey Yemenliler!  Madem ki, Temim  oğullan îman etmeyi  kabul etmediler. O hayır ve saadet müjdesini siz alınız!"

Yemenliler de dediler ki:

"Kabul ettik yâ Rasûlallah! Zaten biz huzurunuza îman etmek için gelmiştik."

Peygamber efendimiz, onlara da insanların yaratılışını ve kıyametin kopmasını anlattıkları sırada, bir kimse gelerek bana dedi ki:

"Yâ İmrân! Bindiğin deve, yularını sıyırarak kaçtı."

Ben de devemi bulmak için, hemen çıkıp baktım. Keşke deveyi bırak-saydım da, Rasûlullahın mübarek sözlerini dinlemek fırsatını kaçırmasaydım."

Hz. İmrân bin Husayn, hastalığı sırasında namazlarını nasıl kılacağını Peygamber efendimize sordu. Rasûlullah efendimiz de ona buyurdu ki:

 

"Ayakta kıl! Gücün yetmezse, oturarak kıl! Buna da kudretin olmazsa, yan veya sırtüstü yatarak kıl!"

Emirlerden biri; İmrân bin Husayn'i zekât'ı toplamak üzere gönder­mişti. Dönünce, Emîr kendisine, topladığı malın nerede olduğunu sordu. Bunun üzerine İmrân (R.a.) buyurdu ki:

"Mal için mi göndermiştin? Peygamber efendimiz zamanında aldığımız gibi aldık ve yine Onun zamanında dağıttığımız gibi dağıttık. Yâni zenginden zekâtını alıp, hak sahibi olan fakirlere verdik."

Bir sohbetinde de talebelerine buyurdu ki, Rasûlullah efendimiz, bizlere buyurdular ki:

 

"Ey Eshâbim! Kur'an-ı kerim okuyunuz! Kur'an-ı kerimin feyzi ile ihtiyaçlarınızı Allahû Teâlâ'nın ihsan deryasından isteyiniz! Sizden sonra bir sınıf Kur'an-ı kerim okuyucuları gelecektir ki, bun­lar, Allahû Teâla'dan değil, insanlardan menfaat sağlamak için Kur'an-ı kerim okuyacaklardır."

Hz. İmrân bin Husayn şöyle anlatır:

Bir gün Peygamber efendimiz bana buyurdu ki:

 

“Yâ îmrân, sen de bilirsin ki, biz seni çok severiz. Kızım Fâtıma rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen, onun ziyaretine ve hatırını sormaya gide­lim.”

“Anam, babam, canım sana feda olsun yâ Rasûlallah, gidelim.”

Kalktım, beraberce Fâtımatüz Zehrâ'nin evine gittik. Peygamber efendimiz kapıyı çaldı ve, Esselâmü aleyküm yâ Ehle Beytî diye selâm vererek içeri girdiler. Fâtımatüz Zehra da cevap verdi:

“Ve aleyküm selâm, sevgili babam yâ Rasûlallah! Buyurunuz!”

“Kızım, yanımda İmrân bin Husayn da vardır. Onunla beraber geldik, başını ört!”

“Babacığım, seni hak Peygamber olarak gönderen Allahû Teâlâya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka örtünecek bir şeyim yoktur.”

“Kızım, işte onunla örtün!”

“Ey  Babacığım!  Başımı  örtsem  vücudum,  vücudumu  örtsem başım açık kalır.”

“Bu örtüyü düz düzüne değil de, köşeleme, yâni uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını kaplasın."

İmrân bin Flusayn diyor ki:

"Ben dışardan bu konuşmaları işittikçe, gözlerimden yaş, ciğerler­imden kan geliyordu. Hz. Fâtima'nın dünyaya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum. Nihayet Hz. Fâtıma sevgili Peygamberimizin tari­fleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra, içeri girmeme izin verdiler. İçeride Peygamber efendimizin arkasında oturdum."

Peygamberimiz, "Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?" diye hatır­larını sordular. O da dedi ki:

Babacığım, bu gece çok rahatsızdım. Sancıdan sabaha kadar uyuya­madım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, bir lokma ekmek yemeye bile takatim kalmadı. Açlıktan çok bitkinim.

Bu söz üzerine Allahû Teâla'nın habîbi, Resûl-i Ekrem efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Buyurdular ki:

“Kızım, sakın hâlinden şikâyet etme! Allahû Teâlâ'ya yemin eder­im ki, ben, yaratıkların en üstünü, Allahû Teâlâ'mn habîbi olduğum hâlde,   üç  gündür   mideme   bir  lokma   ekmek  girmedi.  Hâlbuki, Rabbimden istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici nzıklan, sonsuz rızıklar için feda ettim."

Rasûlüllah efendimiz, sonra mübarek elleriyle Hz. Fâtima'nın omuz­larını tutarak buyurdu ki:

 

“Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının hanım efendisisin!”

Hz. İmrân bin Husayn (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in sohbetlerinde yetişti. Onun siretini ve sünnetini öğrenmeye, zaptetmeye gayret ediyordu. Tek kelimeyle bir Rasûlüllah (sav)'in sünnet ve siretinin aşığıydı. Allahû Teâla kıyamet günü suretlerimize değil, siretlereimize bakacaktır. Siretleri Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ve siretine uygun olanlar kurtulur, uygun olmayanlar ise narı cehennemde boğulur.

[206]

Sahabenin fıkhında İslâm'ın pratiği Rasûlüllah (sav)'in sünnet ve siretidir. Rasûlüllah (sav)'in sünnet ve siretinden taviz vereneler, Allah'ın dinini yaşayamazlar. Hz. İmrân bin Husayn (R.a.), İslâm'ı Allah'ın muradına uygun olarak anlamanın ve yaşamanın sünnet olduğunu İslâm ümmetine öğretmiştir. O aynı zamanda bir sünnet muallimidir.

Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetim devre dışı bırakanlar Allah'ın dini­ni Allah'ın muradına uygun bir şekilde anlayamazlar. İslâm dinini Allah'ın muradına uygun şekilde anlamayanlar, onu olduğu gibi yaşaya­mazlar. Anlaşılmayan ve yaşanmayan din, Allah'ın gönderdiği İslâm dini değildir.

İslâm, anlaşılan ve yaşanan bir dindir. İslâm'ı Allah'ın muradına göre anlayan ve yaşayan, Allahû Teâla'nın bizim için gösterdiği üsve-i hasene olan Hz. Muhammed (sav)'dir. Dolayısıyla İslâm'ın anlaşılmasında ve yaşanmasında Hz. Muhammed (sav) vazgeçilmez temeldir. Hz. İmrân bin Husayn (R.a.)'m fıkhı bize bunu öğretir. Yani müslüman olarak Peygamber efendimiz (sav) in sünnetine uygun davrandığımız oranda dinimizi Rabbimizin rızasına uygun yaşamış oluruz.

İslâm dini sünnet örnekliğinde ve önderliğinde olduğu gibi yaşan­madığı zaman, bid'atlerin ve hurafelerin din haline gelmesinin önüne geçilemez. Bu, böyle biline...

 

Hz. Ka'b Bin Züheyr

(R.Anh)

 

Kâ'b bin Züheyr, Müzeyne kabilesinden olup, onbir şair yetiştiren bir aileye mensuptu. Babası Züheyr bin Ebî Sülemî ve kardeşi Büceyr de şair idiler. Kâ'b bin Züheyr'in babası Hıristiyan ve Yahudi âlimlerinin yan­larına gider, onları dinlerdi. Onlardan âhir zamanda bir Peygamber gön­derileceğini işitmişti.

Züheyr, bir gece rüyasında, gökten bir ip uzatıldığını, o ipten tutmak için elini uzattığı hâlde yetişemediğini görmüştü. Bu rüyasının, ahir za­manda gelecek olan Peygambere yetişemeyeceğine ve ömrünün o gön­derilmeden biteceğine işaret olduğunu anlamıştı.

Fakat oğulları Kâ'b ve Büceyr'e, âhir zaman Peygamberi gönderilince, Ona îman etmelerini vasiyet etmişti. Kâ'b bin Züheyr ve kardeşi Büceyr, İslâmiyet gelince, Peygamberimizle görüşmek üzere Medine-i Münevvereye doğru yola çıkmışlardı. Ebrak-ul Azzâf denilen yere geldik­lerinde, kardeşi Büceyr dedi ki:

“Sen burada bekle, ben Medine'ye gidip, O Peygamberi bir göreyim. Söylediklerini dinleyeyim.”

Büceyr Medine'ye gidince, Peygamberimiz ona, İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmasını söyledi. O da hemen kelime-i şehâdet getirerel Müslüman oldu.

Kâ'b bin Züheyr, kardeşi Büceyr'in Müslüman olduğunu öğrenince ona çok kızdı. Bunu dile getiren bir şiir yazdı. Şiirinde, Peygamberimiz ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler söylemişti. Kardeşi Büceyr, bun; tahammül edemeyip, durumu Peygamberimize arz etti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:

 

“Kâ'b'a kim rastlarsa, onu öldürsün!”

Kardeşi Büceyr, Kâ'b'a bir mektup yazıp gönderdi. Mektupta, "Başının çâresine bak!" diye yazarak durumu bildirdi. Kâ'b'ın yazdığı kötüleyici şiire karşılık bir de şiir yazdı. Bu şiirinde özetle şöyle dedi:

Ey Kâ'b! Kabul etmeyip, yerdiğin bu İslâm dîninden daha gerçek ve daha sağlam bir din olamaz, var sende? kurtulmak istiyorsan putları bırak, bir olan Allaha îman et, Müslüman ol ki, kurtulabilesin! Kıyamet gününde kaçılamayacak oian Cehennem ateşinden, Müslüman olup, îman edenler­den başkası kurtulamayacaktır.

Büceyr, kardeşi Kâ'b'a yazdığı mektubun bir kısmında da şöyle yazmıştı:

Rasûlüllah (sav)'ı şiir yazarak hicvedip üzen Mekkelilerden bâzıları öldürüldü. Kureyş şâirlerinden sağ kalan İbni Zibâra ve Hubeyre bin Ebî Vehb  ise  başlarını  alıp  kaçtılar. Eğer sağ kalmak  istiyorsan,  acele Rasûlüllah (sav)'in yanına gel!

O, yaptığına pişman olup, tevbe ederek yanma gelen kimseyi öldürmez. Böyle tevbe ederek, geîip Müslüman olanların hepsini kabul etti. Bu mektubumu alır almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde başını al, nereye gideceksen git!

Kâ'b bin Züheyr, kardeşi Büceyr'in mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti. Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları, onun için, "O, artık öldürülmüş demektir!" diyerek dedikodu yayıyorlardı.

Kâ'b bin Züheyr, bu durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi. Medine yollarına düştü. Peygamber efendimizi metheden ve ken­disinin de tevbe edip, Müslüman olduğunu bildiren uzun bir şiir yazdı.

Medine'ye varınca, gizlice Cüheyni kabilesinden olan bir arkadaşının .evine gidip, misafir oldu. Ertesi gün sabah, evine misafir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin yanma götürdü. Peygamberimiz o sırada, Ashâb-ı ki­ram arasında idi. Eshâb-i kiram etrafini sarmış, sohbetini dinliyorlardı.

Kâ'b bin Züheyr, devesini mescidin önüne çöktürüp, içeri girdi. Pey­gamberimizin yanına yaklaşıp, kendini tanıtmadan dedi ki:

Yâ Rasûlallah! Kâ'b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman verip, Müslüman olmasını kabul eder misiniz?

Peygamberimiz buyurdu ki:

 

“Evet.”

“Yâ Rasûlüllah, ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de O'nun Rasûlüsün!”

 

“Sen kimsin?”

“Ben Kâ'b bin Züheyr'im.”

Eshâb-ı kiram onun Kâ'b bin Züheyr olduğunu anlayınca, Ensârdan biri ayağa kalkıp dedi ki:

Yâ Rasûlallah! Müsaade et, boynunu vurayım! Peygamber efendimiz buyurdu ki:

 

“Vazgeç ondan! O, içinde bulunduğu halden pişman ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir.”

Bu sırada Kâ'b bin Züheyr, Müslüman olduğunu bildiren bir kaside okumaya başladı. Bu kasidesinde uzun bir girişten sonra, asıi mevzuya geçip, Müslüman olduğunu, tevbe ettiğini ve af dilediğini dile getirdi. Son kısmında da Peygamberimizi ve Ashâb-ı Kiramı metheden beyitleri okudu.

Peygamberimiz, Kâ'b bin Züheyr'in, "Banet süâdü= Sevgili uzaklaştı" sözleriyle başlayan bu kasidesini beğenip, çok memnun oldu. Onu affetti. Bürdesini (hırkasını) çıkarıp, onun omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ'b bin Züheyr'in kasidesi, "Kaside-i Bürde" ismi ile meşhur olmuştur. Kaside-i Bürde'nin birinci bölümü şöyle:

Kaside-i Bürde'nin Türkçe Tercemesi: (Bu kasideyi yazarken), Herem'i övmesi üzerine Züheyr'in elleriyle derlediği göz alıcı dünya çiçeklerini (nimetlerini) istemedim.

Ey yaratılmışların en hayırlısı olan Peygamber! Kıyamet günü geldiğinde benim senden başka sığınacak kimsem yoktur.

Kerîm olan Allah, kıyamet gününde Müntekım ismiyle tecelli edince, ey Allah'ın Rasûlü bana şefaat etmekle senin makam ve rütbene asla nok­sanlık gelmez.

Şüphesiz dünya ve ahiret senin cömertliğinden. Levh'in ve Kalem'in ilmi de senin ilmindendir.

Ey nefs, Büyük günahlardan dolayı Allah'ın rahmetinden ümit kesme! Çünkü Allah'ın mağfiretine nisbetle büyük günahlar küçük hatalar gibidir.

Umarım ki Rabbim rahmetini taksim ederken, taksim günahların (çok­luğuna göre) yapılır.

 

Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş

 

"Şiiriyle Züheyr Övmüş Herem'i

Kralın şaire bolmuş keremi.

Acep Rabbim bize ödül vere mi?

Bir onun lülfundan dilerim rahmet,

Allahümme salli alâ Muhammed.

Ey kerem sahibi yüce Peygamber!

Vakit tamam diye gelince haber,

Bilinmez diyara başlar bir sefer.

Bunca ağır yükle bilmem n'ederim,

O gün senden başka kime giderim?!

Müntakim ismiyle Rabbim tecelli

Ederse, bizlere sensin teselii;

Şefaat kâmsın özünden belli...

Arzet halimizi ulu Allah'a

Güçlük mü var canım sen gibi şaha.

Bu yalın gerçeği bilenler bilir,

Senin ilmin Levh u Kalem'den gelir;

Kereminden dünya-ahiret feyz alır.

Müştakız feyzine yâ Rasûlallah,

Arınsın ruhumuz, sun şey'en lillah.

Kesme ümidini, gel etme ah vah,

İşlemiş olsan da bir nice günah,

Affeder hepsini, Gafûr'dur Allah.

El aç dergâhına seherde erken,

Ürpersin vicdanın dua ederken.

Huzuruna boyun büküp gidince,

Coşturur derya-i rahmeti bence;

Rabbim o rahmeti taksim edince,

Günahlara göre taksim yapılır,

En çok payı ondan asiler alır.

Hz. Kâ'b 645 senesinde Şam'da vefat etti. Rasûlüllahın hediye ettiği bu hırka, Hz. Muaviye tarafından Kâ'b bin Züheyr'in vârislerinden satın alınıp, muhafaza edilmiştir. Sırasıyla Emevîlere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır'ın fethinde Mekke Şerifi taralından diğer kutsal emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han'a teslim edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu hırka, "Hırka-ı Saadet" ismi ile meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul'da Topkapı Müzesinde "Hırka-i Saadet" odasında muhafaza edilmektedir.

[207]

Hz. Peygamber (sav)'in ümmetinden olmak bir şereftir. Müslüman insanın bütün çaba ve gayreti Hz. Muhammed (sav)'in ümmetine layık bir kul olabilmektir.

Müslüman, hayatına peygamber sevgisini yansıtan insandır. Sa­habelerin hayatında peygamber sevgisinin büyük bir yeri vardın Onlar, peygamber sevgisiyle moral buluyorlardı. Peygamber sevgisi, Allah yo­lunda mü'min insanın fedakârlık sergisidir. Peygamber (sav)'in dâvasını hayata hakim kılmak için her hangi bir fedakârlıkta bulunmayanlar, O'na karşı sevgide samimi olmayanlardır.

Samimiyet dersinde sınıfta kalanlar, sevginin bedeline katlanmayanlardır. Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçirilmiş bütün sevgi ve sevdalar birer belâdırlar. Sahabeler, hayatlarında Allah ve Peygamberinin sevgisinin önüne başka sevgi geçirmeyenlerdir. Onların hayatında Allah sevgisinden sonra peygamber sevgisi geliyordu. Onlardan birini görenler, Allah'ı Peygamberini hemen hatırlıyorlardı. Çünkü sahabe, insanlara Allah'ı ve Peygamberini hatırlatmayı ve tanıtmayı vazife bilmişt. Dolayısıyla Allah'ı ve Peygamberini tanmıyanlar ve tanıtmayanlar, saha­belerin yolundan ayrılanlardır.

 

Hz. Ka'b Bin Malik (R.Anh)

 

Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medine'de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bey'atma katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatır:

Kavmimizden müşrik olan bazı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyaret için Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, bana dedi ki:

Bizi Rasûlullah aleyhisselâma götür.

Birlikte Rasûlullah efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli hir adama Resûlullah'ı sorduk. Adam bize:

“Mescid-i Haram'a gidiniz! Aradığınız O zat şimdi orada amcası Abbâs ile birlikte orada oturuyor,” dedi.

Biz tüccar olduğu için Hz. Abbâs'i tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde Rasûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Rasûlullah efendimiz Hz. Abbâs'a sordu:

“Bu zatları tanıyor musun?”

“Evet, tânıyorum Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin Mâlik'tir.”

Hz. Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Rasûlüllah efendimizin bu sözünü hayatım boyu! unutmadım.

Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bey'aîının gerisini şöyle anlatmaktadır: Biz kararlaştırdığımız gibi vadide toplandık. Rasûlüllah efendimizi bek­liyorduk. Sonra Rasûlüllah efendimiz amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Rasûlüllah efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti yaya­caklarına söz verdiler.

Akabe bey'atinden sonra Medine'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabilesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâîik hazretleri Bedir savaşma katılmadı. Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

Uhud savaşında bir ara şehidlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehidlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîd-lerin ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da:

Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.

Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümam mukayese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu. Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücum ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve dedi ki:

Tanıyamadm mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim.

Hz. Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazasına gidilecekti. Daha önceki gazalarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.

Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şek­ilde sefere hazırlanırken Hz. Kâ'b; "Hazırlığı ne zaman olsa yapabilir­im" diyerek, kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamberimiz yola çık­tığı zaman Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evin­den çıktı, ama hiçbir şey yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:

Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da mümkün olmadı. Rasûlüllah efendimiz bu ,gazâya gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münafıklık damgası vurulmuş kimseleri, yahut âcizleri görmem beni kederlendirdi."

Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ'b'ın ne yaptığını sordu. Müslümanlardan biri; (Elbiselerine ve boyu­na bakıp gururlanması onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber sükût etti.

Sefer sona erip de Müslümanlar Medine'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş bir endişe ve telâş kapladı. Rasûlüllah efendimiz dönünce ona ne diyeceğini düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mazeretler geli­yor, ama o Rasûlüllaha yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu. Nitekim Rasûlüllah'ın Medine'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca Peygam­berimizin huzuruna gidip ona hakikati olduğu gibi söylemeye karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:

Rasûlüllah efendimizin huzuruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir gülümseyişle, "Gel" buyurdular. Yürüyüp yanma vardım ve önüne oturdum. Bana sordular:

Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bey'at etmemiş miydin?

Evet, yâ Rasûlallah! Allahû Teâlaya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazabından kurtulabileceğimi zannederdim. Zira söz söylemesini bilirim.

Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahû Teâlâ sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.

Lâkin ben doğruyu söylemekle Allah'tan hayırlı netice beklerim. Yemin ederim ki, gazadan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.

Kâ'b Rasûlüllah'a doğruyu söylerken gözleri önünde, bazı münafıklar yalan mazeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu mazeretlerini kabul ederek kalblerinde yatan niyeti Allah'a havale etmişti. Fakat Kâ'b Allah ve Rasûlü huzurunda doğruluktan ayrıl­madı. Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mazeret belirtmemesi üzerine Rasû­lüllah efendimiz buyurdu ki:

 

“İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahû Teâla senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!”

Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarmdan ba'zı kişiler, benimle birlikte geldiler ve bana dediler ki:

Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmi­yoruz. Ne çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şek­ilde Rasûlullah efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Rasûlullah senin hakkındaki mağfiret dileği, günâhını bağışlat­maya yeterdi!

Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet Rasûlullah efendimizin yanma dönmek, kendimi yalanlamak iste­dim. Sonra, onlara sordum:

“Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?”

“Evet! İki kişi daha vardır.” Onlar da, Rasûlüllaha senin söylediğin sözün  benzerini söylediler. Rasûlullah  tarafından  onlara  da,   sana söylendiği gibi söylendi.

“Kimdir onlar?”

Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyyetül-Vâkifî'dir!

Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:

Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah, herhalde, Allahû Teâla, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahû teâlâ, bu hususta onlardan hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir!

Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davran­maya başladı. Diğer iki Sahabe evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle namazlarım kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu. Rasûlüllaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnada onun çehresine bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu halden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:

“Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allah'ı ve Rasûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun?”

Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:

“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.”

Bunun üzerine Kâ'b mahzun bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı. Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'in imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b.50 gün devam eden bu izdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu:

Efendinizin size uygunsuz muamelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın.

“Yanımıza gelin, size ikramlarda bulunuruz.”

Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenez­zülünde bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikram ve haşmet teklif eden bir da'vet vardı. Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değer­lendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir. zamanda, böyle cazip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.

Tam bu esnada, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi. Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak dur­masının istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacaktı. Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahabeye de gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullah'a bağlılığını sarsmadı. İşledikleri hatânın piş­manlığı içinde bütün rûhlanyla Allah'a yalvarıp istiğfar ediyorlardı.

Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Rasûlünü terketmek Kıllarından bile geçmiyordu. İmanları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:

"İnsanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Ruhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum.

Adetâ yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnada bir ses işittim:

Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde! Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."

Peygamber efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahabenin tev-belerinin kabul edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahabeler müjdeyi kardeşlerine ilan etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la bir­likte diğer iki Sahabeye müjdeciler gönderdiler.

Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanma gidişini şöyle anlatır:

Hemen Rasûlüllah efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar. "Allah'ın, tevbeni kabul buyurması, sana kutlu olsun!" di­yerek beni, kutladılar.

Mescide varıp girdim. O sırada, Rasûlüllah efendimiz, ashâbıyla otu­ruyordu.

Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti:

Kendisine selâm verdiğim zaman, Rasûlüllah efendimiz, sevinçten yüzü şimşek çakar gibi bir halde olarak bana buyurdu ki:

 

“Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır!  Sen, hiç bir zaman, üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!”

Bunun üzerine Peygamber efendimize sordum:

“Yâ Rasûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahû Teâla'dan mı?”

“Hayır! Benden değil, Allahû Teâladandır!”

Zâten, Allahû Teâla tarafından sevindirildiği zaman, Rasûlüllah'm yü­zü, sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısın­dan anlardık. Rasûlüllah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:

“Yâ Rasûlallah! Hem tevbemin kabulüne şükür için, hem de Allah'ın ve Rasûlünün rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!”

Rasûlüllah aleyhisselâm buyurdu ki:

 

“Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için daha hayırlıdır.”

Bunun üzerine dedim ki:

“Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime ahkorum. Yâ Rasûlallah! Allahû teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı.  Artık  ben,  tevbemin  icâbından  olarak,  bundan  böyle  sağ kaldıkça, yaşadıkça, doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!”

“Vallahi, Rasûlüllah efendimize, bunları söylediğimden beri, Müs­lümanlardan hiç bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek hususunda, Allahû Teâlanın bana yaptığı imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!”

Rasûlüllah efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek, aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahû Teâlanın beni yalandan koruyacağını umarım!

Günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenabı Hak, kelâmında meâlen buyurdu ki: Onlara, şairlere ancak, sapıklar uyarlar..."

Bu şiddetli hitap karşısında, Hz. Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve Hassan bin Sabit ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber efendimiz, âyetin devamını okudular:

"Ancak iman edip, iyi işler yapanlar ve Allah'ı çok ananlar müstesna. Onlar öteki şâirler gibi değildirler."

[208]

Hz. Kâ'b ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Âyet-i kerîmenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.

Peygamberimizin şâirlerinden olan Hz. Kâ'b, Hicretin 50. yılında Hz.Muâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefat etti.

[209]

Allah yolunda cihaddan geri kalmak, tehlikenin içine düşmektir. Bu tehlikeden kurtulmanın çaresi, Allah'ın affına sığınmaktır. Tevbe, Allah'tan gelecek olan müjdeye sebebtir. Çünkü tevbe, ferdi bir. Kulun kendisini Allah'ın rızası doğrultusunda değiştirmesidir.

Mazeretperestliğin İslâm'da yeri yoktur. İslâm mazeretperestliği temelinden mahkûm etmiştir. Elbetteki makul ve meşru mazeretleri İslâm dini kabul etmiştir. Burada üzerinde durduğumuz, kişinin Allah yolunda üstüne düşeni yapmayıp bir takım mazeretler üreterek kendini sorumlu­luktan kurtarmaya çalışmasıdır. Bu anlamdaki mazeretperestük zillettir. Mü'min kişinin kendi suçunu itiraf edip tevbe etmesi ise izzettir. Sahabe fıkhında; kişinin üstüne düşeni yerine getirmeyip mazeret üretmesi bir nifak alameti kabul edilmiştir. Sahabeler, Allah yolunda cihaddan geri kalmak için yalan yere mazeret üretenleri, münafıklardan sayıyorlardı.



[1] Sa'd b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Talha b. Ubeydillah, Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah radıyallahu anhum

[2] Müslim, 44/Fedâilu's-Sahabe, 53 (IV, 1965, H. no: 2537); Tirmizî, 34/Fiten, 64 (IV, H. No: 2251) hadisinden hareketle belirlenmiştir. Rasûlüllah (sav) hicri II'de vefat ettiler. Bu tarih üzerine yüz eklen­diğinde hicri 110'a ulaşılır ki, bu da sahabe devrinin sonudur. Bu yüzden hicri 110'dan sonra yapılan ikrarlara itibar edilmemiştir. (İbn Hacer, İsabe., 1,15; Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı ve Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 1/16-17, Ankara/1980

[3] Ahmed b. Ali b. Hacer b. Askalani, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, (Mukaddime), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1995,1, 10.)

[4] Zariyat: 51/56.

[5] Abdulkerim Nevfan, Âlemu'l-Cinn il Davi'l-Kitabi ve's-Sünne, Riyad, 1999, s.11-58

[6] Ahkaf: /29-30-31

[7] Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed İbn Kayyım d-Cevzi, Tariku'l-Hicreteyn ve Babu's-Saâdeteyn, el-Matbaatu's-Selefiyye, Kahire, 1394, s. 421

[8] Cin:72/2.

[9] Furkan: 25/1.

[10] İbn Hacer, İsabe, 1/11

[11] Müddessir: /2

[12] İbn Hacer, İsabe, I, 14.)

[13] Mustafa Öz, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, "Ahmet Han" Maddesi, İstanbul, 1989,11,74.

[14] Mustafa Öz, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, "Ahmet Han" Maddesi, İstanbul, 1989, 11, 74.

[15] Muhammed el-Behiy, Min Mefahîmi'l-Kur'an fi'l-Akideti ve's-Sülük, Matbaatu'l-İstiklali'l-Kübra, Kahire, 1973, s.133

[16] Zeyd b. Harise R.a

[17] el-Ahzâb: 33/37.

[18] et-Tevbe: 9/40.

[19] el-Ahzâb: 33/59.

[20] el-Ahzâb: 33/6, 53.

[21] el-Ahzâb: 33/33.

[22] Âl-i İmrân: 3/195, el-Enfâl: 8/72, el-Hacc: 22/58-9.

[23] el-Enfâl: 8/74, et-Tevbe: 9/100-17.

[24] en-Nahl Suresi: 16/44, 64

[25] Makâlâtü'l Kevserî Sh: 161-2

[26] Abdülhayy el-Leknevî, Zaferu'l-Emânî, 539 vd

[27] âyet ve hadiste yer almamış olsa bile imamlarca güzel sayılmış örfler, âdetler vs

[28] Ali b. Muhammed b. el-Kari, Şerh-u Şerhi Nuhbeti'l-Fiker, (tah. Abdu'l-Fettah Ebu Gudde), Daru'l-Erkam, Beyrut, ty., s. 576.

[29] İzzuddin İbn Esir Ebi'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Cezeri, e'sdu'l-sabe fi Ma'rifeti's-Sahabe, (Mukaddime), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, ty., I, 11

[30] Ali el-Kari, a.g.e., s. 576

[31] Ali el-Kari, a.g.e., s. 576

[32] Ali el-Kari, a.g.e., s. 548-579

[33] İsmail Lütfî Çakan, Hadis Usûlü, İfav, İstanbul, ty., s. 81.

[34] İbn Esir, a.g.e., I, 10

[35] İbn Hacer, kabe, 1, 25

[36] İbn Kayyım, İ'lamu'l-Muvakki'în an Rabbi'l-Alemin, Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Beyrut, 1996, IV, 116.

[37] Âl-i İmran Suresi: 3/30.

[38] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud el-Ayni, Umdetu'l-Kâri Şerh-u Sahihi'l-Buhâri, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 2001,1, 244

[39] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud el-Ayni, Umdetu'l-Kâri Şerh-u Sahihi'l-Buhâri, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 2001, I, 244

[40] Müslim Fedailü's-sahabe 221; Ayrıca bk. Huhârî, Fedailü'l-ashâb 5; Ebû Dâvûd, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıp58;Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 11

[41] Ali el-Kâari, Mirkât, X, 355.

[42] Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 239

[43] sebeb-i vürüd

[44] el-Hadid Suresi: 59//10.

[45] Heysem, Mecmeu'z-zevâid, X, 21

[46] Buhârî, Fedâilü ashâbi'n-Nebî 5; Müslim, Fedailü's-sahâbe 221,222; Ebu Davııd, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Mâce, Mukaddime II, Ahmed b. Hanbel, Müsned, III.

[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 6.

[48] Tevbe Suresi: 9/100.

[49] el-Müsned Ahmed b. Hanbel, VI, 6

[50] et- Tarihu's Sağir, C:l, Sh: 79, Beyrut.

[51] Buhârî, Cenâiz 86; Şehâdât 6; Müslim, Cenâiz 60; Ebû Davud, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 63; Nisâî, Cenâiz 50; İbn Mâce, Cenâiz 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 22, 30, 45-46; II, 261, 466, 470, 498, 528; III, 186, 211, 245

[52] Buhârî, Cenâiz 86; Şehâdât 6. Ayrıca bk. Nesaî, Cenâiz 50.

[53] v. 256

[54] Hâkim, Müstedrek, I, 377.

[55] Riyâzü's-sâtihin Tercüme ve Şerhi Lütfî Çakan ve arkadaşları, V, 10-15 Erkam Yayınları

[56] tabiî ilk sırada ashâb-ı kirâm'ın

[57] el-Bakara Suresi: 2/143.

[58] el-Hac Suresi: 22/78.

[59] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 32, 58; Buhârî, Tefsiru'l-Kurân

[60] Tirmizî, Fiten 79; Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, VI, 545-546. İbnü'l-Cevz'î, rivayeti münker saymaktadır. Müsned'deki rivayet ise bu hadisi özde takviye etmektedir. Nite­kim Tirmizî de Ebû Zerr'in rivayetine atıfta bulunmaktadır buyurulmustur.

[61] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 155; Hâkim, Müstedrek, I, 529

[62] Mimâvî, Feyzu'l-kadîr, II, 556

[63] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1,41; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, I, 172

[64] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 184, 191; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 63

[65] İbn Mâce, Ahkâm 27 ; Hâkim, Müstedrek, 1,114-115; el-Müttakî, Kenzu'l-ummâl, I, 539-541

[66] Tayâlisî, Müsned, s. 7; Abdürrezzak, Musanne,XI, 341; Tahâvî, Şerhumeâni'l-âsâr, IV, 150-151

[67] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 26; İbn Hıbbân, Sahih, X, 436

[68] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 18; Tirmizî, Fiten 7; Hakim, Müstedrek, I, 113-114

[69] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 288; Ebû Dâvud, Cihad 35; Hâkim, Müstedrek, IV, 425

[70] Haşr sûresi:59/10

[71] Müslim, Tefsir 15

[72] el-İstîâb, I, 31

[73] İbni Sâ'd, Tabakat, III, 242; Hâkim, el-Müstedrek, III, 502; Reckendorf, IA, "Erkam " mad. IV, 316

[74] İbn Sâ'd, a.g.e. III, 244

[75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/346-347

[76] İbn-i Asâkir, 5/462.

[77] Müslim, Cenaiz, 7

[78] İbn Sâ'd, a.g.e., III, 243-244

[79] Ezrâki, Ahbâr-i Mekke, II, 260

[80] İbni Sâ'd, a.g.e., III, 244

[81] M. Asım Koksal, Erkam'ın Evi, Diyanet Dergisi,Temmuz-Ağustos-Eylül 1984, Cilt: 20, Sayı: 3, sh. 3-8). (Ayrıca bkz. İbni Hacer el-Askalâni, eİ-İsâbe Temyîzi's-Sahâbe, I, 28; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbeî Ma'rifeti's-Sahâbe, 1,74; Dâiratü'l-Maârifî'l-İslâmiyye, I, 630-631; Nedvî, Ashâb-ı Kiram, 111, 18-23; Mahmud Esad, İslâm Tarihi (tic), s.433, 548

[82] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37

[83] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37

[84] İbn Hacer, el-İsâbe, V, 212, İbn Abdi'l-Berr, İstiâb, V, 535

[85] el-İsâbe, V, 212

[86] el-İstiâb, 535

[87] Tenzibü'l-Kemâl, 309

[88] Tehzİbü't-Tehzib, IV, 280

[89] el-İsâbe, 212

[90] Hayatü's Sahâbe. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[91] İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe II, 114

[92] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 416; İbnü'l Esîr, Üsdü'l-Gâbe, II, 116

[93] İbnü'l-Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 115

[94] Buharı, Menâkıbu'l-Ensâr, 29

[95] İbnu'l Esîr, Usdin-Gâbe, II, 115

[96] Buhârî, Menâkıbu'l-linsâr, 45

[97] İbnü'l-Esîr, Usdü'l Gâbe, 11,144-117; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 416

[98] İbn Hacer, el-İsâbe, 1,413

[99] Ahmed b. Hanbel, Müsned, TV, 158

[100] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413

[101] Müslim, Sahih, 11,103

[102] Usdü'l-Gâbe, II, 103

[103] Müstedrek, 11, 297

[104] İbn Esir, üsdü'l-Gâbe, II, 110

[105] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413

[106] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 1360

[107] Ebû Dâvûd, Sünen, I, 163

[108] İbn Hacer, el-Isabe, I, 413-415; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, II, 109-312

[109] Hayatüs Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[110] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el-Başâ, Beyrut/ty

[111] İbnu'l-Esîr, Usdu'l Gâbe, II, 52

[112] M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, il, 553

[113] Sahihi Buharî, V, 36, 37

[114] V. 207/223

[115] İbnü'l-Esir, Usdü'l-Gâbe, II, 5i, 55

[116] İbn Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 55

[117] Kitabu'l Meğazi/Vakidî, C:î, Sh: 274, Beyrut/1984

[118] 682 M

[119] İbn Hacer el-Askalanî, el-İsabe, I, 326

[120] Ahmed Nedvî, Sâib Ensârî, Asr-ı Saadet, Türkçe çev. III, 367

[121] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, III, s. 26

[122] İbn Rüşeyk, Kitabü'l-Umde, 1, 56 İbn Rüşeyk, Kitabü'l-Umde, 1, 56

[123] Tehzibu't-Teshib, II, 247, Asr-ı Saadet, III, 372

[124] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l Meâd, çev. Vecdi Akyüz, Ali Vasfikurt, Salim Öğüt, İstanbul 1990, IV, 68-69

[125] Buhâri, Bedu'l-Halk 6; Meğâzî, 30; Müslim, Fadailü’s-Sahabe,153-157

[126] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe,151

[127] eş-Şuarâ: 26/224-227

[128] Eski Mısır halkının

[129] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty

[130] Sireti İbn-i Hişam:2/17i-174; Delailü'n Nübüvve: 3/326-331; Siyeru'n Alami'n Nübelâ: 1/246; El İsabe: 1/418-419; Hilyetü'l Evliya: 1/112-114

[131] Sahih-i Buhari, Fitenul

[132] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândellevî; Hilyetül.Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty

[133] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, II, 10; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 1325, II, 296

[134] İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec, Sıfatıt's-Saffe, Haleb (ty), 1, 759; Üsdü'l-Ğâbe, il, lü; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 296

[135] ez-Zehebî, Siyer A'lami'n-Nübelâ, Beyrut 1406/1986,111,246

[136] Ahmed b. Hanbel, III, 493, 494; Nesâî, Talbîk, 82

[137] el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, IX, 175; Tehzîbü't-Tenzîb, II, 296

[138] et-Teğâbün, 64/15

[139] Ahmet b. Hanbel, V, 254; Ebu Davud, Salât, 233; Tirmizî, Menâkıb, 31; İbn Mace, Libas, 20; Neseî, Salatu'l-İdeyn, 27; Zehebî, a.g.e, III, 256

[140] Ahmet b. Hanbel, III, 493

[141] Tirmizî, Menâkıb, 31

[142] Ahmed b. Hanbel, 1, 101; Tayalisî, 11,129-130

[143] Tirmizî, Menâkıb, 31

[144] Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedailit's-Sahabe, 56-60

[145] Ahmed b. Hanbel, IV, 93 ; Tabaranî, hadis nü: 2658

[146] Tirmizî, Menâkiti, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 3; el-Halîb el-Bağdadî, Tarihu Bağdad, Beyrut (ty), 1,140

[147] Ahmet b. Hanbel, II, 249, 331; Tehzîbü't-Tehzîb, 11, 297 vd

[148] Tirmizî, Menâkıb, 31

[149] Buhârî, Fadâilü'l-Ashâb, 22

[150] Ahmed b. Hanbel, I, 200; Ebu Dâvûd, Salat, 340; Tirmizî, Ebvâbu's-Salât, 341 Neseî, Kıyamü'l leyl, 50; Üsdü'l-Ğâbe, II, II

[151] İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır 1358/ 1939,1, 327-330; İbnü'l-Esir Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 295-296

[152] Zehebî, a.g.e., m, 259

[153] Zehebî, a.g.e., III, 260

[154] h. 40/660

[155] Taberî, Târihu'r-Rusül ve'l-Mulûk, Dâru'n-Meârif 1963, IV, 158

[156] Ya'kubî, Ahmed b. Ebî Ya'kub, Tarihu Ya'kubî, Beyrut, ty. II, 214

[157] Ziriklî, a.g.e., II, 214  Ayrı bir görüş için bkz. İbn Hıbbân, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/ 1987, s. 554

[158] Ya'kubî, II, 214

[159] Taberî, V,159

[160] Ya'kubî, II, 214

[161] el-İsâbe, I, 327-330

[162] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri fi Şerhi Sahîhı'l-Buhârî, Mısır,1959, VI. 235, Buharî rivayeti

[163] Taberî, V. 160

[164] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarîh, Beyrut 1385/1965, III, 408

[165] Tâberî, V, 158-159

[166] Ya'kubî, II, 214-215

[167] Ya'kubî, II, 215

[168] Taberî, V. 158

[169] Buhârî, Fiten, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12

[170] el-İsâbe, 1,327-328

[171] el-Enbiya: 21/11.

[172] Hilye, 11,37

[173] Ziriklî, II, 214-215

[174] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 407

[175] el-İsâbe, I, 327-330

[176] Zehebî, a.g.e, III, 264

[177] Sıfattt's-SarVe, ı, 762)Bazıları bu tarihin hicri 49, 50, 51, hatta, 54

[178] el-İsâbe, 1, 330

[179] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 15

[180] Ya'kubî, 11. 225

[181] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II. 15

[182] Tehzîbü't- Tehzîb, II, 301

[183] Hılye, II, 37-38; Üsdü'1-Gâbe, II. 13; Ya'kubî, II. 225 vd

[184] Zehebî, a.g.e., in, 267

[185] annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye

[186] annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes'ud el-Ensari el-Hazrecî

[187] bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin anneleri ayrıdır

[188] Ya'kubî, II, 228

[189] Zirikli, 215

[190] Diyar bekri, el-Hamîs, 1,471

[191] Ahmed b. Hanbel Müsned, 1,108

[192] Tirmîzî Sünen 661

[193] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288

[194] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 288

[195] Zehebî, Siyer Alâmü'n-Nübelâ, 111, s. 190-191

[196] Zehebî- A'lâmü'n-Nübelâ, 111,201-202

[197] Zehebî aynı yer

[198] Zehebî, A'lâmü'n-Nübela, 111, 208-209

[199] İbni Ziyad'a

[200] Mektııbat/Said Nursî, Sh:51-52, İst/1976

[201] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985

[202] Minhacti's Sünne/C:2, Sh:248-248, Beyrut/ty

[203] Sünen-i İbn-i Mace/Mukaddime: 42, Mısır/ 1952

[204] Usdü'l Gabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbnü'l Esir 4/5 Beyrut/1377

[205] Hayatü'sSahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyelü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askaiani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty

[206] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyelü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty

[207] Hayatis Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun min Hayalü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty

[208] Şuarâ Suresi: 26/224.

[209] Hayatü's Sahâbe/M Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askaiani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman İlef'at el- Başa, Beyrut/ty


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol