FIKHU’S SAHABE_01

FIKHU’S SAHABE (1) 2

Önsöz. 2

ÜNİTE 1. 4

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir: 4

Ashâb-ı Kiram... 4

Ashabı Kiram'ın Değeri 8

Ashabı Kiram'ın Etrafındaki Şüpheler 10

Ashab-ı Kiram Ümmetin Usûlüdür 12

Ashabı Kiram Cennet Neslidir 13

Aşere-i Mübeşşere. 13

Aşere-i Mübeşşere Haricinde Cennet'le Müjdelenenler 14

1) Hz. Peyamber (s.a.v.)'in Zevceleri Arasından. 14

2) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Çocukları ve Torunları 14

3) Aşere-i Mübeşşere Haricindeki Sahâbe-i Kiramdan. 15

4) Ashâb İçinde Vefatlarından Sonra. 16

5) Ashâb-ı Bedir ve Bey'at-ı Rıdvan'a Katılanlar 16

Hz. Fadl İbn Abbas (R.Anh) 17

Ashab-ı Kiram Hidâyet Öncüleridir 17

Ashâb-ı Kiram Mucize Nesildir 18

Hz. Habbab Bin Eret (R.Anh) 18

Ashâb-ı Kiram Seçilmiş Nesildir 18

Ashâb-ı Kiram Hayırlı Nesildir 19

Değerlendirme Çalışmaları 20

ÜNİTE II. 20

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 20

Ashab-ı Kiram'ın Kıvam Göstergeleri 21

Lüzumü'l Cema'a (Cemaati Tercih Etmek) 22

İttibau's Sünne (Sünnete İttîba Etmek) 23

İmaretü'l Mescid (Mescid İmârı) 25

Tilavetü'l Kur'an (Kur'ân Tilâveti) 28

Cihadün Fi Sebilillah (Allah Yolunda Cîhad) 29

Değerlendirme Çalışmaları 32

ÜNİTE III. 33

ASHAB-I KİRÂM'IN HAYATLARI. 33

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir 33

Ahsab-ı Kıram'ın Hayatları 33

HZ. EBU BEKİR (R. ANH) 34

Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın Ailesi 44

HZ. ÖMER B. HATTAB (R.ANH) 45

Hz. Ömer (R.a)'in İslâm'a Hizmetleri 48

Hz. Ömer'in İdare Anlayışı 51

Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş. 51

Hz. Ömer (R.a.)'ın Ailesi 59


FIKHU’S SAHABE (1)

 

Önsöz

 

Dikenler içinde gül, kara topraklar içinde sümbül yaratan Allahû Teâla'ya sonsuz hamdü senalar olsun.

Müebbet muhabbetin adı olan Hz. Muhammed (sav)'e, Aline, Ashabına ve kıyamete kadar Allah yolunda adam olmanın ve adam kal­manın kavgasını veren tüm dünya Müslumanlarına salatü selam olsun.

Yeryüzünde insanlığın hayatı vahiy ile başlamıştır. Ademoğlu yer­yüzüne ilk ayak bastığı andan itibaren dinle şekillenen bir hayata gözleri­ni açmıştır. Hayat nizamı din olanın mutlaka örneği ve önderi peygamber olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim, insanların din tercihlerinde mutlaka bir pey­gamberle muhatap edildiklerini sarihen beyan ediyor:

"Allah'a ibadet edin, Tağut'a kulluk etmekten kaçının" diye Tebligat yapması için her ümmete bir peygamber göndermişizdir.”

[1]

Tağutlara isyan ile birlikte Allah'a mutlak ubudiyetten sözedilen yer­lerde, Cenab-ı Hak'ın hakikatin vazgeçilmez unsurları olan peygamber­lerinin ayak izlerine rastlamak kaçınılmazdır. Peygamberler, cennetten kopup gelen insanoğlunun yeryüzünde insanca yaşayabilmesi için uzun süreli sıkıntılara katlanmak zorundaydılar. Said Nursi Fatiha suresini tefsir ettiği bir yerde, ağır risalet yükünü güzel bir nükteyle anlatır: "'(Fatiha'da) "aleyhim" deki "ala"; enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağ­mur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini fey izlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir.[2] İnsanlar akıl ve düşünceyle ulaşamayacakları metafizik âlemlere ancak vahiyle desteklenmiş peygamberlerle ulaşabilirler; onlar metafizik tecrübenin en yanıltmaz rehberleridirler.

Şunu bilelim ki; Peygamberlere tebliğ görevlerinde ilk muhatap olan insanlar, peygamberle başlayacak yeni devrenin ilk temsilcileri olurlar. Onlar ilahi mesajın teklif ettiği yükümlülükleri kendi hayatlarında geçer­li kılmakla beraber, kendilerinden sonraki insanlara "Peygamber Şahidi" olarak dini nakletmekle de vazifelidirler. Bir yandan Allahû Teâla'nın katından gelmiş olan vahyinin doğru anlaşılması, diğer taraftan da dinin, hayatın bütün şubelerinde sürekli atan bir nabız olarak hissedilebilmesi ilk muhatapların coşkun heyecanlarıyla çok yakından alakalıdır. Musa (as)'in peşinden Nil'in azgın sularına yürüyen İsrailoğullarının tereddütsüzlüğüyle, daha gençliğinin baharında vazifesi sona eren İsa (as)'a son buluşmalarında bağlılık sözü veren bir avuç Havari'nin vefası, tarihin akışına yön veren unutulmaz hadiselerdir. Hz. İsa (as)'ın göğe çekilmesinden kısa bir süre sonra putperest Roma'yı yeni dini düşünceye uyaran işte bu bir avuç Havari'nin coşkun heyecanıdır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o Peygamberin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tabi olan, emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardın­dan, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadikları şeyleri yapan bir­takım kötü (karanlık) nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle cihad ederse mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mü'­mindir. Amma bunun ötesinde yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapanlara karşı elleriyle, dilleriyle ve kalpleriyle cihad etmeyenlerde imandan bir hardal tanesi de yoktur.”

[3]

İslâm dâvası, Ensarullah'sız olmaz. Kur'an-ı Kerim ile Allahû Teâla'nın katından gelen vahyi tamamlanmış oldu. Bundan böyle mazi ile istikbal arasında kurulacak en doğru hat bu ilahi vahyin mührünü taşımak zorun­dadır. Son ilahi kitap, yine peygamberlerin sonuncusu Hz. Peygamber (sav)'in ilk muhatapları olan Sahâbe-i Kiram örneğinde en mükemmel şekliyle uygulamaya konuldu. Yer yer tahrife uğramış önceki ilahi kitap­larda peygamberlerle, onlar yanında saf tutan ilk muhatapların efsane ve mitolojiye karışmış destanların Kur'an-ı Kerim'le hakikat çizgisine otur­tulmaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bir tarihi enbiya ve bir mektebi ev­liyadır.

[4]

Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber (sav) ve O'nun güzide arkadaşları, mecrasını kaybeden insanlık tarihinin en büyük şahididirler. Allah Rasûlü (sav) bir keresinde Abdullah b. Mesud'dan kendisine Kur'an okumasını istemişti. İbn Mesud Nisa Suresini okumaya başlamıştı:

"Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur” [5] ayetine gelince Allah Rasûlü gözleri dolu dolu ağlamış ve daha fazla dayanamayarak İbn Mesud'un okumasını kesmişti. Bu ağır vazifede, onunla yol arkadaşlığı yapan Sahâbei Kiram'ı da ilk muhataplar olarak Kur'an şöyle anlatır:

"Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği yayar, kötülüğü önlemeye çalışırsınız.” [6] Bugün inanan insanların hayatlarında derin izleriyle kendini hissettiren, günlerin geçmesiyle tazeliğinden bir şey kaybetmeyen dipdiri "Sahâbi tabloları" vardır. Bu nadide hayat kareleri dini yaşantımızın canlılığının devamını sağlayan vazgeçilmez unsurlardır; sadakat ve vefada Hz. Ebu Bekr'i (r.a), kahramanlık hisleri­miz coştuğunda Hz. Hamza (r.a) veya Bedir Ashabı'ndan herhangi bir sahâbiyi, ibadet hayatımızda durgunlaştığımızda Hz. Osman'ı (r.a) hatır­layarak ayakta kalmaya çalışırız. "Nitekim Pakistanl'lı hacılar, Hac dönüşünde Merhum Muhammed İkbal'i ziyaret ederek Hac'dan getirdik­leri giysi, teşbih, takke ve hurmaları hediye ederler. Muhammed İkbal, memnun olur, teşekkür eder ama şunları söylemekten de kendini alamaz:

"Sağolun, varolun. Hediyeleriniz için teşekkür ederim. Ama getirdiğiniz hediyeler bir gün bitecek, hurmalar tükenecek, elbiseler, takkeler eskiyecek. Oysa bize oralardan Hz. Ebu Bekir'(r.a.) in sadakatini, Hz. Ömer'(r.a.)in adaletini, Hz. Osman (r.a.)'in hayasını ve hilmini, Hz. Ali (r.a.)'in ilim ve cihadını getirseydiniz, onlarla Pakistan'ı yeniden inşâ ederdik."

Evet, İslamî hayatı inşâ etmede ashâb-ı kiram, her dönemin ve devrenin müslümam için değişmez hayat modelidir. Mekân ve zaman farkım gözetmeksizin yeniden İslamî hayatı inşâ etmek, Sahâbe'yi doğru anlamak ve ashâb-ı kiram'dan izleri hayata taşımakla mümkündür. İslamî hayatın inşâsı için vazgeçilmez hale gelen ashâb-ı kiram, insanlık açısınan düşünüldüğünde, peygamber ve ümmeti arasındaki münasebetten aret olan bütün bir mazinin de doğru okunmasını sağlarlar. Hz. Peygamber (sav) ve Cenab-ı Hak'ın O'nun terbiyesine verdiği Sahâbe-i Üram'la başlayan tarihi süreç hem maziyi bütünüyle aydınlatan hem de ayamete kadar devam edecek doğru düşünce yönelişlerinin en safı Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak'ın kendilerinden övgüyle bahset­tiği toplulukları zihnimizdeki canlı Sahâbi tablolarıyla anlamaya çalışırız:

“Nice peygamberler gelip geçti ki, onlarla beraber kendisini Allah'a ıdamış birçok rabbaniler savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık göstermediler, düşlanlanna boyun eğmediler. Allah böyle sabırlı insanları sever.”

[7]

Sahâbe-i Kiram, Cenab-ı Hakk'ın son peygamberi için seçtiği insan­lardır. Din ilk kez onlar tarafından en iyi şekilde yaşanmış, sonraki nesiller onlara bakarak dini yaşamışlardır. Kıyamete kadar insanlar onların izlerini takip ederek cennetlere ulaşabileceklerdir. Sahabenin hepsi adalet sahibi, Allah'ın hususi olarak seçtiği kulları ve peygamber­lerden sonra en hayırlı insanlardır. Onları tenkid etmek, sahih rivayetleri­ni ta'n etmek, Kur'an'ı ve Rasülüllah'm sünnetini kabul etmemek demek­tir. Zira dini nakleden insanlar onlardır. Sahabe, Kur'an'm semavi dssip-linleriyle yoğrulup şekillenmiş aşkın bir topluluktur. Onlar, ruhta ve ma­nada Kur'an'm pratikleşmiş tercümanlarıdır. Avvam b. Havşeb (Rh.a.) şöyle buyuruyor: "Bu ümmetin ilklerini gördüm şöyle diyorlardı; Rasûlüllah'ın ashabının güzelliklerinden bahsedin ki, gönülleriniz onlara açılsın." Sahâbe'den hayatlarına izler taşımayanlar, sahabe hakkındaki hüsnü niyetlerini devam ettiremezler. Bu nedenle diyoruz ki; çileleriyle yeryüzünü insanca yaşanabilir hale getiren peygamberler ve onların ilk muhataplarını hayatın yörüngesine oturtmayan anlayışlar, bizi hiçbir zaman tevhidi bir dünyaya ulaştıramazlar.

"Rasûlüllah (sav)'ın ashabı ve cemaatı her ne itikad üzere ise biz dahi o itikad üzereyiz" diyenler, ashâb-ı kıram'ı fıkhetmek/anlamak mecburiyetindedirler. Ashâb-ı kiram, Rasûlüllah (sav)'ı üsve-i hasene/güzel örnek ve önder kabul etmiş mü'minlerin örnek insan hasretini gideren biricik nesildir. Çünkü İslâm'ın ilk günlerini idrak etmek, ilk İslâm Medine'sini, cemiyetini, devletini ve medeniyetini anduru tevhid inancı üzerine kurmak ve devamı için gerekli hizmetleri başlatmak, bun­ları tamamen insanî zemin ve şartlarda yapmak, dünyayı dönüştürmek, İslâm'ın hükümlerini uygulamalı olarak insanlara hediye etmek, bütünüyle ashâb-ı kiram'a ait bir meziyettir. Nasıl ki, mü'minler için Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği nassı Kur'an ile sabit ise, ashâb-ı Kiram'm mü'minler için hayat modeli oluşu da aynen nassı Kur'an ile sabittir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Şanım hakkı için muhakkak ki sizin için Rasûllülah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve Âhiret gününe ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.”

[8]

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli/çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıllarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfir­leri öfkelendirir. Allah iman edip salih amel işleyenlere mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.”

[9]

Görüldüğü gibi, sahâbe-i kiram; kalbi imanlı, alnı secdeli "yârını cami, ağyarını mani" diriliş ve direnişi hayatında bütünleştirmiş bîr nesildir. Sahabeler, toplumların doğruyu aramasında ve pratiğe ge­çirmesinde en etkili ve en güçlü model olma özelliklerini kıyamete kadar koruyacaklardır. Şunu bilelim ki; Allahû Teâla, insanlara hayatlarında tabi olacakları kaideleri, mücerret fikirler halinde değil, onları bizzat uygu­layan örnek ve önder şahsiyetler, yani peygamberler vasıtasıyla somut örnekler halinde göndermiştir. Elbetteki müslümanlar için örnek ve önder şahsiyet, Peygamberimiz (sav)'dir. Ancak İslâm dinini Allahû Teâla'nın muradına uygun bir şekilde anlama ve yaşama hususunda Peygamber(sav)'den sonra müracaat edilecek kaynak nesil ashâb-ı kiram'dır.

İslâm dinini Allahû Teâla'nın muradına uygun şekilde anlama ve yaşa­ma hususunda Peygamber (sav)'den sonra Ashâb-ı kiram, su gibi, hava gibi bir ihtiyaçtır. Nasıl ki, Allahû Teâla Peygamberi Hz. Muhammed'in gönlünü diğer peygamberlerin kissalarıyla pekiştirmişse, aynen nun gibi İslâm ümmetinin de kalbi ashâb-i kiram'ın hayat tablolarıyla kişir, kuvvetli hale gelir. Allahû Teâla buyuruyor:

“Peygamberlere ait Kıssalardan/haberlerden kalbini yatıştıracak ınlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da na bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.”

[10]

Genelde insan olarak, özelde ise mü'min olarak hepimizde varolan “Benimseme", "İmrenme" ve "Benzeme" ihtiyaçlarını doğru gidermek için Rasûlüllah (sav)'ı mutlak üsve-i hasene edinerek ashâb-ı kiram'ı del olarak hayatımızın merkezine oturtmamız şarttır: Ashâb-ı kiram'ı ğru fıkhedersek ve onların hayatlarından kendi hayatımıza izler taşırsak, İslâmî hayatı yeniden inşâ etme imkânımız doğar. İşte biz de bu durumu dikkate alarak, hepimizde varolan "Benimseme", "imrenme" ve enzetne" ihtiyaçlarını yanlış gidermemek için Rasûlullah (sav)'in bereketli bakışlarına mü'min olarak muhatab olmuş ve mü'min olarak da nüş sahâbe'yi gündeme taşıdık.

Ashâb-ı Kiram'ı gündeme taşırken, asılsız bilgilere, İslâm akaidi ile lisen ve çatışan rivayetlere itibar etmedik. İnancımız o ki; Ashâb-ı râm'ı kulaktan dolma birtakım asılsız bilgilerle, İslâm'ın nasslarıyla lisen ve çatışan bir takım övgü merkezli hikâyelerle gündeme taşımak; iye sevabı değil, azabı getirir. Ashâb-ı Kiram dinde temel olduğuna göre, sahabelerin siyerlerinin ve siretlerinin sağlam rivayetlere, güvenilir ynaklara dayanması gerekir. Kimin kaleminden çıkarsa çıksın, kimin lamına dayanırsa dayansın, sahabelere izafe edilen durumların İslâm'ın kümleriyle ve bu hükümlerin temel maksadlarıyla çelişmemesi ve tışmaması gerekir. Aksi bir durum vebali azimdir.

"Fıkhu's Sahabe" ismini verdiğimiz bu eserde önce "Rasûlüllah'ın medresesinde yetişen örnek nesil, model topluluk Ashâb-ı Kiram kimdir? İslâm'ı nasıl anladılar? İslâm'ı nasıl yaşadılar? İslâm'ı insanlara sil ulaştırdılar ve Rasûlüllah (sav) ile birlikte ne gibi inkılaplar ve ğişiklikler gerçekleştirdiler?" suallerine cevap bulmaya çalıştık, alduğumuz cevaplardan kendimiz için dersler çıkarmaya gayret ettik, ancımız o ki; Saadet çağını, kıyamete kadar tüm zamanlarda ve mekânlarda yeniden inşâ edebilmek ashâb-ı kiram'ı hayat modeli edinmek ve onlardan izler taşımak şartıyla mümkündür.

Allah'ın arzında yeniden Asr-ı Saadeti inşâ etme sevdası olan herkes için ashâb-ı kiram'ın herbiri bir model ve bir pusuladır. Bu eseri hazırla­maktaki maksadımız; Ashâb-ı Kiram'ı fıkıhlarıyla birlikte fıkhedip, onların hayatlarından kendi hayatımıza, günümüzün insanına ve çağımıza eskimez izler taşımaktır.

Çalışma bizden, başarıya ulaştırmak Allahû Teâla'dandır.

Mustafa Çelik

Mayıs 2003 Ş. Urfa

 

ÜNİTE 1

 

Ashâb-ı Kiram

Ashâb-ı Kiram'ın Değeri

Ashâb-ı Kirâm'ın etrafındaki Şüpheler

Ashâb-ı Kiram Ümmetin Usûlüdür

Ashâb-ı Kiram cennet Neslidir

Ashâb-ı Kiram Hidâyet Öncüleridir

Ashâb-ı Kiram Mucize Nesildir

Ashâb-ı Kiram Hayırlı Nesildir

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir:

 

Ashabı Kiram'ın mahiyetini açıklamak

Ashabı Kirarn'ın Dindeki yerini izah etmek

Ashâb-ı Kiram in etrafında oluşturulan şüpheleri saymak

Ashâb-ı Kiram etrafında oluşturulan şüpheleri bertaraf etmek

Ashâb-ı Kirâm'ın İslam Ümmetinin Usûlü olduğunu bilmek

Ashâb-ı Kiram ve cennet ilişkisini açıklamak

Hidâyet öncülerinin kimler olduklarını beyan etmek

Ashâb-ı Kiram'ın nasıl mucize nesil olduğunu izah etmek

Ashâb-ı Kiram’ın niçin hayırlı nesil olduğunu açıklamak

Allah'ın dinini anlamada ve yaşamada Ashâb-ı Kirâm'a duyulan ihtiyacı beyan etmek Din, Peygamber ve Sahabe ilişkisini izah etmek

 

Ashâb-ı Kiram

 

Ashâb; Rasûlüllah (sav)'ı gören ve kendisine iman ederek tabi olan yürek ve bilek sahibi sadıklara denir. Allahû Teala buyuruyor:

"Ey Nebi! Allah ve mü'minlerden sana tabi olanlar sana kâfidir.”

[11]

Bu ayet-i Kerime'de geçen "Sana tabi olan mü'minler" den murad; Ashâb-ı Kiram'dır. [12] Ashâb-ı Kiram; Peygamber efenedimizi hayatta iken ve peygamber olarak bir ân gören, eğer âmâ ise bir ân konuşan mü'minlere denir. Tek kişiye "Sahâbî" denir. Birkaç tânesine "Ashâb" veya "Sahabe" denir.

Sahabe mefhumunun "sohbet" ten müştak olduğu hususunda ehl-i lügat ihtilaf etmemiştir. Bu sohbetin çok veya az olması şart değildir. [13] Sohbet, örf-i lügavide yâru hemdem olmak manasına geldiğinden yâru hemdem sahib denir. Sahibin cem'i sahb veya cemü'l cem'i ashâb'dır. Sahabe de şazz bir cem'i olarak ashâb manasınadır. Sahabeden bir ferd manasına sahâbi de sahib makamında kesirü'l isti'smal'dir. [14] Örf de sahâbî; Rasûlüllah (sav)'ı görüp kendisiyle uzun veya kısa zaman sohbet eden kimsedir. Velev ki, Rasûlüllah (sav)'den hiçbir şey rivayet etmemiş olsun.

[15]

Evet, Ashâb; Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimselere denir. İslâm ıstılahında "Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşları" için, daha geniş kapsamıyla Rasûlüllah'ı gören müminler için kullanılmıştır. Sahâbî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder.

Sahabe kavramı hakkında muhtelif tarifler yapılmıştır. Ancak yapılan bu tariflerin içerisinde ulema nezdinde takdire layık görülen tarif, İbn-i Hacru’l Askalanî (Rh.a.)'ın yapmış olduğu tariftir. İbn-i Hacru'l Askalanî (Rh.a.) sahâbiyi şöyle tarif ediyor: "Sahâbi; Rasûlüllah (sav) ile bir araya gelmiş, Rasûlüllah (sav)'e iman etmiş ve İslâm üzerinde ölmüş zattır." Yapılan bu tarife göre peygamberle bir araya gelip uzun zaman meclisinde bulunan da, kısa zaman bulunan da dahil olur. Diğer taraftan Peygamber (sav)'den hadis rivayet eden de etmeyen de girer. îster Rasûlüllah (sav) ile birlikte savaşa gitsin, ister gitmesin hiç fark etmez. Rasûlüllah (sav)'ı bir defa görse, fakat onunla oturmasa, yahut körlük gibi bir arızadan doîayı onu görmese dahi sahâbi olur.

"Ona iman etmek" kaydıyla, onunla biraraya gelen kâfir bir kimse, sahâbilik mefhumundan çıkar. Çünkü o iman etmemiştir. Bu kâfir bila­hare iman etse dahi, imandan sonra ikinci kez peygamberle görüşmediği takdirde sahâbi olmaz.

“İslâm üzerinde ölmüştür" kaydıyla peygamberle karşılaşan ve Peygamber (sav)'e iman eden, sonra irtidat eden ve dinsizliği üzerinde ölen kimseler çıkmış oluyor. Allah bizi ve bütün müslümanlan böyle bir durumdan korusun. Böyle kimseler pek azdır. Rasûlüllah (sav)'e iman ettikten sonra dininden dönen, Rasûlüllah (sav) ölmeden önce tekraren İslâm'a giren bir kimse, isterse Resûl-i Ekrem (sav) ile bir araya gelsin, isterse gelmesin, sahabî tarifine dahildir. Bu tarif, Buharı ve şeyhi Ahmed İbn-i Hanbel ve onlara tabi olan kimseler gibi tetkikçi Serin katında en seçkin tariftir. Bunun ötesinde bir çok görüşler vardır ki, hepsi şazdır.

[16]

Sahabe sayılabilmek için az da olsa Resûlüllah (sav) ile görüşmek şart­tır. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz. Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir. İyiyi kötüden ayırdedebilecek temyiz yaşında Peygamber Efendimiz'i gören çocuklar ise ashâbtandır. Meselâ Hz. Peygamber'in iki torunu Hasan ile Hüseyin'in durumu böyledir. Hz. Peygamber'e iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Resûlüllah'ın mübarek eşi Hz. Hatice'dir. Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre 100/719 senesinde vefat eden Ebü't-Tufeyl Âmir b. Vasile el-Leysî el-Kinânî'dir. Bu tarihten sonra yaşayan bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'in hayatının sonlarında söylediği:

"Yüz sene sonra bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır.” [17] hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman sının olarak 110/729 senesini belirlemişlerdir. İslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî olduğunu iddia edenler çıksa da onlara itibar edilmez. Sahabenin mutlaka Hz. Peygamber (sav)'i bir an da olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması gerekir. Âmâlık, sağırlık veya dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleşemezse, bu durum sahabî olmaya engel değildir. Nitekim Ashabın ileri gelenlerinden ve Peygamberimiz'in müez­zinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, âmâ olduğu için Hz. Peygamber'i görememiş fakat, sohbetlerinde bulunmuştur.

Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır. O'nu (sav) rüyasında görenler sahâbi sayılmaz. Hz. Peygamber (sav)'i kendisine peygamberlik gelmeden önce gören veya O'nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kişi de sahabî sayılmaz.

Peygamberlikten sonra Rasûlullah (sav)'i gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış olmaması gerekir. Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra müslüman olsa ve Hz. Peygamber (sav)'i göremese, sahâbi sayılmaz. Yine, müslümanken Hz. Peygamber (sav)'i gören ve sahabî olan bir kişi, daha sonra irtidat edip dinden çıksa, sahâbîlikten de çıkar. Ancak, tekrar müslüman olur ve Hz. Peygamber'i görürse yine sahabî olur.

İslâm'ın en güzel ve doğru bir şekilde öğrenilebilmesi için Hz. Peygamberin, dolayısıyla Ashâb-ı Kirâm'ın hayatım iyi bilmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) ve O'nunla içice yaşamış olan Ashâb-ı Kiramın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler vardır. Alimler, Hz. Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit ettikleri gibi, ashabın hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret etmişlerdir. İslâm'ın ilk asırların­dan itibaren sahabe biyografilerini tesbit için pek çok eser yazılmıştır. Bu kitaplarda sahabe, ya Hz. Peygambere yakınlık ve fazilet derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele alınmıştır. Bu tür kay­naklarda toplam olarak ancak, 10.000 kadar sahabenin hayatı hakkında bilgi verilmektedir. Aslında Ashabın sayısı kesin olarak tesbit edilebilmiş "değildir. Ancak genellikle Hz. Peygamber vefat ettiği zaman 314.000 sahabînin bulunduğu kabul edilir. Hayatları kitaplara geçen sahâbîler; tanınan, bilinen, çeşitli özellikleriyle meşhur olan kimselerdir. Hayatlarıyla ilgili bilgiler sonraki asırlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden uzakta yaşıyan sahâbîlerin isim ve ha­yatları bu kaynaklarda yer almamıştır .

Hz. Peygamber'in arkadaşları ve yakın dostları olan Sahâbe-i Kiram, O yüce Peygamber (sav)'in şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun istediği gibi müslüman olmaya çok gayret göstermişlerdir. İslâm'ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekin­memişler, Allah ve Rasûlünü, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurt­larından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak canlarını vermişlerdir. Böylece Ashâb-ı Kirâm'ın, Hz. Peygamberle beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat Allahû Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından methedilmektedir.

"Böylece sizi (Ashab-ı Kiram) vasat bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye.”

[18]

“Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız.”

[19]

“İslâm'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.”

[20]

“O ağacın altında mu'minler sana bey'at ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın bir fetih ile müka­fatlandırmıştır.”

[21]

"Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür. O'nunla beraber olanlar (ashâb) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû' edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah'dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir.”

[22]

Ehl-i Sünnet nazarında ashabın büyük bir değeri vardır. Bu ve bunlara benzer bir çok Kur'an ayetinde açıkça veya îmâ ile ashabın faziletinden bahsedilmiştir. Peygamber Efendimiz'in pek çok hadîslerinde toplu olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer verilmiştir ki, hemen hemen bütün ilk ve muteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler, "Fedâilü's-Sahabe Sahabenin Faziletleri': veya benzen başlıklar altında toplan­mıştır. Meselâ bu hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz:

"Nesil­lerin en hayırlısı, benim neslimdir." buyurmuştur.

[23]

Bir başka hadîslerinde de şöyle demiştir:

"Ashabım hakkında Allah'­tan korkun, ashabım hakkında Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse bana olan kini dolayısıyla böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse lana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah'a eziyet ederse çok geçmeden Allah onun belâsını verir.”

[24]

Peygamber Efendimiz'in Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki müslü­man nesillere ancak Ashaba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşü­nülecek olursa, İslâm açısından Ashâb-ı Kiramın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır. Bu sebeple ashâbtan birinden bahsederken isminin arkasından "Radıyallâhü anh Allah ondan razı olsun!" demek, bize düşen saygı görevinin gereğidir. İslâm dîninin sıhhatli bir şekilde sonra­kilere aktarılmasında temel unsur Ashâb olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur'an ve Sünnet'in de övgüsüne nail olan Ashâb-ı Kiram, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler.

Sahâbe-i Kiram bir pervane gibi Peygamberimiz'in etrafında dolaşır ve O'ndan (sav) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meş­galelerinden dolayı Hz. Peygamber'in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm'ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimiz (sav)'i takip eder bazıları da Efendimiz'in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hz. Peygamber'i dinlerken sanki baslarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzakere ederlerdi!

İslâm'dan önceki ümmetler, peygamberlerinin hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri daha sonraki nesillere sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışiardır. Diğer hususlarda olduğu gibi, müslümanlarm bu hususta da üstünlüğü vardır. Ve bu üstünlük Ashâb sayesinde olmuştur. O da, Hz. Peygamber'in hayatı ile ilgili -en ince ayrıntısına kadar- bilgileri, O'nun sözlerim, davranışlarım, takrirlerini, ahlâkî ve cismanî özellikleri­ni... sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmadadır. Bugün, Hristiyanlar Hz. İsa'nın, Yahudiler Hz. Musa'nın sözlerini -İncil ve Tevrat dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr uydurulmuş hikâyeler halinde, mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler. Halbuki müslümanlar, Peygamberimiz'in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli bir şekilde ve tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip durumdadırlar. Müslümanlar bunu Ashâb'a borçludurlar. Onlar, Peygamberimizden duydukları, yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır. Daha sonra gelen nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir.

Peygamberimiz (sav)'in vefatından ve Hz. Ömer (r.a) zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı sahâbîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman olanlara İslâm'ı ve Hz. Peygamber'in sünnetini öğretmişlerdir. Böylece, İslâm dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadası dışına yayıl­ması da, Ashâb'ın yaptığı hayırlı hizmetler vesilesiyle olmuştur.

Ancak Ashâb'in İslâm'a girişleri ve hizmetleri, İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve gazveierdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye rağmen birer insan oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashâb'ın hepsinin birbiri ile aynı değerde olmaya­cağı aşikardır. Bu bakımdan, farklı görüşler de bulunmakla beraber derece itibariyle Ashâb-ı Kiram genellikle oniki tabakaya ayrılmıştır:

1. Aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on sahâbî ki bunların başında ilk dört halife gelir) ve Hz. Hatice, Hz. Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,

2. Hz. Ömer'in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru'n-Nedve'de durum müzakeresi yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,

3.  I. ve II. Habeşistan hicretine katılan ashâb,

4. I. Akabe Bey'atı'nda bulunan sahâbîler,

5.  II. Akabe Bey'atı'na katılanlar,

6. Peygamber Efendimiz, hicreti sonunda Küba'ya geldiği zaman orada Rasûlüllah'a kavuşup Medine'ye yerleşen muhacirler,

7.  Bedir Gazvesi'ne katılan Ashâb-ı Kiram,

8. Bedir Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,

9. Hudeybiye'de yapılan Bey'atü'r-Rıdvân'a katılanlar,

10. Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,

11. Mekke'nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,

12. Hz. Peygamber'i Mekke Fethi sırasında, Veda Haccı'nda veya bir başka yerde gören çocuklar.

[25]

Bundan daha detaylı bir taksime, Abdülkahir ei-Bağdâdî'de rastlı­yoruz:

1. İslâm'a ilk girenler.

2. Hz. Ömer (R.a) Müslüman olduğu zaman İslâm'a girenler.

3. Habeşistan'a ilk hicret edenler.

4. Birinci Akabe bey'atmda bulunanlar.

5. İkinci Akabe bey'atmda bulunanlar.

6. Hz. Peygamber (sav) ile birlikte Medine'ye hicret edenler ve Medine'ye girmeden önce Küba'da iken O'na yetişenler.

7. Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye girmesinden Bedir savaşma kadar geçen sürede hicret edenler.

8. Bedir savaşına katılanlar.

9. Uhud savaşında bulunanlar.

10. Hendek savaşında bulunanlar.

11. Hendek savaşı ile Hudeybiye musalahası arasında hicret edenler.

12. Rıdvan bey'atında bulunanlar.

13. Hideybiye ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.

14. Mekke'nin fethi günü Müslüman olanlar.

15. Mekke'nin fethinden sonra grup grup İslâm'a girenler.

16. Efendimiz dönemine yetişen ve O'ndan az bir miktar (hadis din­leyip) rivayette bulunan çocuklar.

17. Veda Haccı esnasında Rasûlüllah (sav)'e getirilen çocuklar. Bun­ların doğrudan Rasûlüllah (sav)'den rivayetleri sahih değildir (arada vası­ta vardır).

[26]

Diğer taraftan Ashâb arasında büyük değeri haiz olanlar, Muhacirun [27] ve Ensar [28] diye adlandırılan iki temel zümre olmuştur. Sahâbelik vasfının her sahabe için üstünlükte aynı dereceyi ifade etmediği açıktır. İslâm'a ilk girenler, hicret edenler (Muhacirun), hicret edenleri bağrına basıp onları kendile­rine tercih edercesine fedakârlıkta bulunanlar (Ensar), Rasûlüllah (sav) ile savaşlara katılanlar... ile daha sonraki dönemlerde İslâm'a girenlerin veya Rasûlüllah (sav)'in son dönemlerinde dünyaya gelip, O'nu görme şerefine ancak çocukken erebilenlerin sahâbîîik faziletinin aynı seviyede olmaya­cağı bedihidir.

İslâm âleminde, Ashâb'm faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır. Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, îbn Hacer el-Askalânî'nin (ö. 852) "el-İsâbe fi Temyizi 's-Sahâbe" adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem taşımaktadır: İbn Abdilberr (ö. 463), "el-İstîâb fi Ma'rifeti'l-Ashab"; İbnu'l-Esîr (ö. 630), "Üsdu'l-Gâbe fi Ma'rifeti's-Sahabe" adlı eserleridir..

 

Ashabı Kiram'in Değeri

 

Ashâb-ı Kiram'a değer veren bizzat Allahû Teâla'dır. Çünkü Allahû Teâla, Ku’ran-ı Kerîm'de sahabe-i kiram'ı övüyor. Bakınız İmam-ı Kurtubî (Rh.a.) kendi tefsirinde şunları kaydetmiştir: "ez-Zübeyr [29] m soyundan gelen Ebu Urve ez- Zübeyrî şunu rivayet etmektedir: Malik b. Enes (Rh.a.) yanında idik. Rasûlüllah (sav)'in ashabının değeri­ni küçümseyen bir adamdan söz ettiler. Malik b. Enes (Rh.a.), Kur'an-ı Kerîm'in şu ayetini;

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirier. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalın­laşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvet­lendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp salih amel işleyenlere mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.” [30] okudu. Sonra dedi ki: İnsanlar arasından kalbinde Rasûlüllah (sav)'m ashabından birisine olsun bir kin bulunduğu halde sabahı eden bir kimseyi bu ayet çarpar. Bunu el-Hatib Ebu Bekir zikretmektedir.

Derim ki: Gerçekten de Malik b. Enes (Rh.a.) çok güzel söylemiş ve ayeti böyle te'vil etmekte isabet etmiştir. Onlardan birisinin değerini küçük gören yahut yaptığı rivayette birilerine dil uzatan bir kimse, alem­lerin Rabbi olan Allah'ın buyruğunu reddetmiş, müslümanların şeriatını iptal etmiş olur. Çünkü Allahû Teâla:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." diye buyurmaktadır. Yine Allah (cc):

"Andolsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken, Allah mü'minlerden razı olmuştur.” [31] diye buyurmuştur kî onlara övgüleri ihtiva eden, onların lehine doğrulukla ve kurtuluşa ermekle tanıklığı ihtiva eden daha bir çok ayet-i kerime vardır. Allahû Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Mü'minler arasında Âllah'a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardir.”

[32]

“Bîr de hicret eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Rasûlü’ne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.”

[33]

Allahû Teâla, onların/sahabelerin o zamanki hallerini ve sonunda iş­lerinin nereye varacağım bilmekle birlikte bu buyrukları indirmiştir.

Rasûlüllah (sav) de:

"İnsanların en hayırlıları benim çağdaşlarımdır. Sonra onların arkasından gelenlerdir.”[34] diye buyur­muştur.

Ashabıma sövmeyin/dil uzatmayın. Sizden herhangi bir kimse, Uhud dağı kadar altın infak etse dahi, onlardan herhangi birisinin harcadığı bir müde, hatta onun yarısına dahi denk olamaz.

[35]

Rasûlüllah (sav) başka bir hadiste şöyle buyurmaktadır:

"Sizden her­hangi bir kimse yeryüzünde bulunanın tamamını infak edecek olsa bile, onlardan birisinin harcadığı bir mü ve hatta onun yarısı kadar dahi olamaz.”

[36]

el- Bezzar'da Cabir (R.a.)'den sahih ve merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:

Şüphesiz Allah ashabımı Nebiler ve Rasüller hariç bütün alem­lere üstün kılıp seçmiştir. Benim ashabımdan da dört kişiyi seçmiştir. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi kastetmektedir ve onları benim ashabım  kılmıştır.

[37]

Uveym b. Saide şöyle demiştir: Rasûlüllah (sav) buyurdu ki:

"Aziz ve Celil olan Allah beni seçti. Benim için de ashabımı seçti. Onlar arasın­dan bana vezirler, damatlar ve dünürler kıldı. Kim onlara söverse, Allah'ın, Meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Allah kıyamet gününde ondan ne bir tevbe, ne de bir fidye kabul etmesin.”

[38]

Bu anlamdaki hadis-i şerifler pek çoktur. O halde sahabelerden her­hangi birisine dil uzatmaktan çokça sakınmak lazımdır. Dine dil uzatan kimsenin yaptığı gibi yaparak şöyle demekten sakınmak gerekir. Güya muavvizeteyn [39] Kur'an'dan değilmiş. Bunların Kur'an'da yazılacaklarına ve indirilen Kur'an arasında bunların yer aldık­larına Rasûlüllah (sav)'den sahih bir hadis gelmemişmiş. Bundan tek bir istisna ise Ukbe b. Amir'den gelen rivâyetmiş. Ukbe b. Amir ise zayıfmış; ondan başkası bu hususta ona muvafakat etmemiş, bundan dolayı da onun rivayeti bir kenara bırakılmalıymış. Ancak bu daha önce Kitab ve Sünnetten sözünü ettiğimiz delilleri reddetmek, ashâb-ı kiram'm din diye bize naklettiklerini çürütmek demektir. Ukbe b. Amir b. İsa el-Cühenî, iki sahih Kitab olan Buharı ve Müslim'de ve diğerlerinde bize şeriatın rivayetini nakledenlerden birisidir. Dolayısıyla o yüce Allah'ın övdüğü, niteliklerini belirttiği, kendilerinden övgüyle sözettiği mağfiret ve büyük mükâfat vaat ettiği kimselerdendir. Rasûlüllah (sav)'ın veya O'nun ashabından herhangi birisinin yalan söylediğini iddia eden bir kişi, şeri­atın dışına çıkmış olur. Yani Kur'an-ı Kerîm'i reddetmiş, Rasûlüllah (sav)'e dil uzatmış olur. Sahabelerden her hangi birisinin yalancı olduğu söylenecek olursa, ona dil uzatılmış, sövülmüş olur. Çünkü Allah'ı inkâr­dan sonra, yalandan daha utanılacak, ondan daha ayıp ve ondan daha büyük bir iş yoktur. Rasûlüllah (sav), ashabına dil uzatıp, onlara şovenleri lanetlemiştir. Onların en küçüklerini -ki aralarında küçük kimse olmaz- dahi yalanlayan bir kimse, Rasûlüllah (sav)'in tanıklık ettiği ve ashabın­dan birisine söven yahutta onun aleyhine söz söyleyip dil uzatan herkesin yakasından ayrılmaz bir ceza olarak tesbit ettiği Allah'ın lanetinin kapsamına girer.

Ömer b. Habib (Rh.a.)'den şöyle rivayet edilmektedir: Harun er-Reşid'in meclisinde bulundum. Bir mesele sözkonusu edildi, hazır bulu­nanlar o mesele hakkında tartışıp durdular, sesleri yükseldi. Aralarından birisi Ebu Hüreyre (R.a.)'nin, Rasûlüllah (sav)'den rivayet ettiği bir hadisi delil gösterdi. Onlardan birisi hadisin merfu olduğunu belirtti, derken karşılıklı iddialar ve tartışmalar artıp durdu. Nihayet onlardan birisi: Rasûlüllah (sav)'in böyle bir hadis söylediği kabul edilemez. Çünkü Ebu Hüreyre yaptığı rivayetlerde itham altındadır. Hatta onun yalan söylediğini açıkça bildirmişlerdir, dedi. Ben Harun er-Reşid'in bu kesime meylet­tiğini, onların sözlerini desteklediğini görünce şöyle dedim:

"Bu hadis Rasûlüllah (sav)'den sahih olarak gelmiştir. Ebu Hüreyre (R.a.) de Rasûlüllah (sav)'den olsun, başkasından olsun yapmış olduğu bütün rivayetlerde doğru sözlüdür ve yaptığı nakiller sahihtir." Harun er-Reşid bana kızgın bir şekilde baktı. Ben de meclisten kalkıp evime gittim. Aradan fazla zaman geçmeden bana;

"Harun er-Reşid'in postacıbaşı kapı­da" dediler. Yanıma geldi ve bana şöyle dedi:

"Mü'minlerin emirinin çağrısını öldürülecekmişsin gibi kabul et ve gel. Hanutununu, kefenini de geyin." Ben de şöyle dedim:

"Allah'ım! Sen de biliyorsun ki ben Senin Peygamberinin sahabesini savundum ve Peygamberinin ashabına dil uza­tılmasın diye Peygamberini yücelttim. Ondan gelecek zarardan Sen beni koru."

Altından bir tahtın üzerinde oturmuş olduğu halde Harun er-Reşid'in huzuruna alındım. Kollarını sıvamış, kılıcı elinde ve önünde de kafası uçurulacak kimseler için serilen deri de vardı. Beni görünce bana:

"Ey Ömer b. Habib! Senin bana söylediğin şekilde şimdiye kadar hiçbir kimse bana karşı söz söylemiş ve savunmuş değildir" dedi. Ben de:

"Ey Mü'minlerin Emiri! Senin söylediğin ve uğrunda tartıştığın görüş Rasûlüllah (sav)'ı ve onun getirdiklerini küçültücüdür. Çünkü eğer onun ashabı yalan söyleyen kimseler ise şeriat de batıl demektir. Farzlar, oruç, namaz, talak, nikâh ve hadlere dair hükümlerin tümü reddolunur ve mak­bul olamaz."

Bunun üzerine Harun er-Reşid kendisine geldi, düşündü, sonra da:

"Ey Ömer b. Habib! Bana hayat verdin. Allah da sana hayat versin" dedi ve bana onbin dirhem verilmesini emretti."

Ben derim ki: Ashâb-ı Kiram'ın tümü adaletlidir. Allah'ın gerçek veli kulları ve seçkinleridir. Nebilerden ve Rasûllerden sonra bütün insanlar arasında seçtiği kimselerdir. Ehl-i sünnetin mezhebi ve bu ümmetin imamlarının bulunduğu cemaatin benimsediği görüş budur. Kedilerine aldırış edilmeyen bir azınlık, ashabın durumunun diğerleri gibi olduğunu ve dolayısıyla onların adaletlerinin de araştırılması gerektiğini söylemiş ise de buna iltifat edilmez.

Onlardan kimisi işin başındaki durumları iie sonraki halleri arasında fark gözeterek şöyle demiştir: Onlar o vakit adalet sahibi idiler, fakat daha sonra durumları değişti. Aralarında savaşlar ve kan dökmeler ortaya çıktı. Dolayısıyla araştırmada bulunmak kaçınılmaz bir şeydir.

Ancak bu reddolunur, çünkü ashâb-ı kirâm'in hayırlıları ve faziletlileri -Ali, Talha, Zübeyr ve diğerleri gibileri Allahû Teâla kendilerinden öv­güyle sözedip, tezkiye ettiği, kendilerinden razı olup onları razı ettiği ve "bir mağfiret ve büyük bir mükâfat" vadetmiş olduğu kimseler bulun­maktadır. Özellikle Rasûlüllah (sav)'ın verdiği haber gereğince cennetlik oldukları kesin olan "aşere-i mübeşere" Peygamberlerinden sonra Peygamberlerinin bu hususu kendilerine haber vermesi ile birçok fitne­lerle ve cereyan edecek birçok olayla karşı karşıya kalacaklarını bilmek­le birlikte, kendilerine uyulacak önder kimselerdir.

Bu durumlar onların mertebelerini ve faziletlerini düşürmez. Çünkü bu işler içtihada dayalı işlerdi ve her müctehid isabet etmiştir.

[40]

Ashâb-ı Kiram, vahyinin fikir işçileridir. Onların arasında zuhur eden farklı içtihadlar, onların İslam ümmeti için hayat modeli olmalarına engel teşkil etmez. Sahabelerin hem ittifakları ve hem ihtilafları İslam ümmeti için rahmettir. İmam Beyhaki'nin tahric ettiği bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sav) şöyle buyuruyor:

"Allah'ın kitabından size herhangi bir hüküm verilirse, onunla amel lazımdır. Terkedildiğinde özür kabul edilmez. Eğer aradığınız hükmü Allah'ın kitabında bulamazsanız benim sünnetime tabi olunuz. Sünnetimde de o hükme ait bir şey bulamazsanız, Ashâbım'ın sözlerine sanlınız. Zira Ashâb'ım gökteki yıldızlar gibidir. Herhangi birinin sözünü alsanız hidayet bulursunuz. Ashâb'ımın ihtilafı da sizin için bir rahmettir.”

[41]

Görüldüğü gibi, Ashâb-ı Kirâm'in arasındaki ihtilaf, onları tenkid etmek için bir sebeb değildir. Aksine onların ihtilafı, İslam ümmeti için rahmet kabul edilmiştir. Bundan ötürüdür ki, İslam uleması, Ashâb-ı Kirâm'in arasındaki ihtilafı rahmet bilmiştir. Ömer b. Abdülaziz (Rh.a.) şöyle diyor: "Ashâb-ı Muhammed (sav) ihtilaf etmeseydi, sevinmezdim. Çünkü onlar ihtilaf etmeseydi, İslâm ümmeti için ihtilaf ruhsatı olmazdı.[42] Sahabenin ittifakları bizim için örnektir, ihtilafları ise ibrettir. Her ikisinden de istifade ederiz.”

Ashâb-ı Kiram, ittifak halinde de, ihtilaf halinde de kıymetlidir. Ashâb-ı Kirâm'm kıymeti, değeri, Allahû Teâla'nm onların temizliğinden, yiğit­liklerinden haber vermesi, kendilerinden razı olduğunu beyan etmesiyle sabit olmuştur.

Ashâb-ı Kiram, Peygamberlerden sonra insanların en hayırlılarıdır. Herkim sahabelerin yaptıklarını yaparsa, tıpkı onlar gibi hayırlılardan olurlar. [43] Rasûlüllah (sav)'in ashabı hayırlıdır. Onların yolundan gidenlerde hayırlıdır. Sahabenin kendi aralarındaki ihtilafları, bizim onlara uymamıza engel değildir. Onların her halinde bizim için hayr vardır. Yeter ki, Ashâb-ı Kirâm'a tabi olmayı başarabilelim.

 

Ashabı Kiram'ın Etrafındaki Şüpheler

 

Ashâb-ı Kiram, nezih bir nesildir. Onların etrafında meydana getirilen şek ve şüpheler, İslâm dini etrafında meydana getirilmek istenen şek ve şüphelere eşdeğerdir. Yani Ashâb-ı Kirâm'm etrafında meydana getirilen şüpheler, İslâm'ın etrafında meydana getirilmek istenen şüphelerden sayılırlar.

Ashâb-ı Kiram düşmanlığı, İslam düşmanlığıdır. Ashâb-ı Kirâm'a şüpheyle bakan ve yaklaşan, Rasûlüllah (sav)'e şüphe ile bakmış ve yak­laşmış olur. Sahabelere yapılan saldırı, İslam'a yapılan saldırıdır. Bu nedenle diyoruz ki; her kim nesil olarak ashâb-ı kirâm'ı kötüleyip aleyh­tarlığını yaparsa, bizzat İslam'ın aleyhtarlığını yapmış olur.

Ömer Nasuhi Bilmen (Rh.a.) der ki: "Ashâb-ı Kiram, arasında münazaa/ihtilaf zuhur ettiği zaman, ashâb üç fırkaya ayrılmıştı. Bir fırka, hakkm İmam Ali (r.a.) tarafında olduğuna delil ile, ictihad ile bilmiş, ona yardımı iltizam eylemişti. Diğer bir fırka da hakkın diğer tarafta olduğu­na yine delil ile, ictihad ile kail bulunmuş, bu tarafa meyletmişti. Üçüncü fırka ise tevakkuf etmiş/durmuş bir tarafı diğerine delil ile tercih etmemişti.”

Binaenaley bu üç fırkadan her biri kendi içtihadına göre amel etmiş, kendi zimmetine düşen vacibi edaya çalışmıştı. Artık bunların haklarında ta'n ve melâmet için nasıl mecal olabilir? Şu kadar var ki, cumhuru ehl-i sünnete göre; hak, İmam Ali (R.a)'ın canibinde/tarafında idi. Muhalifleri ise hatâ yoluna salik bulunmuşlardı. Fakat bu hatâ, bir hatâyi içtihadı olduğu cihetle melâmetten, ta'andan uzaktır, tahkirden münezzeh, teşri'den beridir. Hz. Ali (R.a) şöyle demiştir: "Kardeşlerimiz bize bağy ettiler, onlar ne kâfirdirler, ne de fasıktırlar. Çünkü onların te'villeri vardır ki kendilerini küfr-ü fısktan meneder.”

[44]

Sahabelerin hepsi adildir. Onların adaletine Allah'ın Rasûlü, İslâm'ın imamları şahidlik etmişlerdir. Kesinlikle bütün sahabe masum değildirler. Günahları vardır. Yani Rasûlüllah (sav)'in hiçbir sahabesine "ismet" sıfatı vacip değildir. Ehl-i sünnet ve'l Cemaat'in katında, Peygamberlerin dışında hiçbir kimseye "ismet" sıfatı vacip değildir. Ancak sahabenin günahı sabit olan adaletlerini yıkmada herhangi bir etkisi olmaz. Zira bundan korunmuşlardır. İnsan olmanın bir gereği olarak onlardan bir hata sadır olsa, bu hata onların bazılarının birtakım kebairi/büyük günahları işlemiş olduğu sabit olmuştur. Onlar derhal o büyük günahtan vazgeçme­ye ve o hatadan tevbe etmeye koşuşurlardı. Onu telafi etmek için kendi­lerine had vurulmasına derhal razı olurlardı. Nefislerini hesaba çeker, ona uymazlardı. Onlar salih amelleri çokça işliyorlardı.

[45]

Sahih bir yolla sahabelerden sabit olanlar, eğer onların adil oluşlarında bir şüphe meydana getirirse, bilinsin ki, bu ancak bir te'vil veya bir ictihad ile onlardan sadır olmuştur. Onlar içtihadlarında yanılsalar dahi sevab sahibidirler. Çünkü vahyin fikir işçiliği, mükâfaatsız değildir!

Müfessirin ulemadan İmam Kurtubî (Rh.a.) şöyle diyor: "Sahabeler­den hiç kimseyi yüzdeyüz bir yanılgıya nisbet etmek caiz değildir. Çünkü onların hepsi yaptıklarında içtihad ediyorlardı. Yaptıklarıyla Allah'ın rızasını arıyorlardı. Onların hepsi bizim için önderdirler. Allahû Teâla, onların aralarında başgösteren münakaşalara burnu­muzu sokmamakla bizi mükellef kılmıştır. Onları ancak en güzel bir şekilde anmak, sahâbî olmalarından dolayı hürmetlerini gözetmekle bizi mükellef kılmıştır. Allahû Teâla onları affettiğini ve onlardan razı olduğunu bize haber vermiştir.”

İlim adamlarından birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:

"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız.”

[46]

Yine ilim adamlarından birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: "Sözünü ettiğiniz kanlara Allah elimi bulaştırmamış, ben de dili­mi onlara daldırmıyorum." Bu ilim adamı, bununla bir hataya düşmekten sakınmayı ve bazıları aleyhine isabet edemeyeceği bir hüküm vermekten uzak durmayı kasdetmiştir.

Hasan-ı Basrî (Rh.a.)'e, sahabelerin arasındaki çarpışmaların hükmü sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Sahabe arasında ortaya çıkan o çarpışma; Hz. Muhammed (sav)'in ashabının hazır bulunduğu, bizim de hazır bulunmadığımız, kendilerinin bildiği, bizimse bil­mediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi bilir, orda dururuz."

El- Muhasibî (Rh.a.) de dedi ki: "İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi olu­ruz. ihtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve kendiliğimizden bid'at bir görüş ortaya koymayız. Onların ictihad ederek Allahû Teâla'nın rıza­sını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinleri husu­sunda itham altında tutulan kimseler değildir.”

[47]

İbn-Teymiyye (Rh.a.) der ki: "Sahabeler hususunda nakledilen kötülük ve onlara ta'n teşkil eden hareketlerin çoğu yalandır. Ya o nakledilenlerin tamamı yalandır veya tahriftir. Onlara fazlalık ve eksiklikler katılmış, bu surette artık yalan ve tahkir ifade eder hale gelmişlerdir.”

[48]

Bilinmesi gereken hakikatlerden birisi de şudur: Ashâb-ı Kiram iftira etmez, fakat Ashâb-ı Kirâm'a iftira edenler bulunur, onlara söylememiş oldukları, yapmamış bulundukları şeyleri isnad edenler görülebilir.

[49]

Tarih boyunca Ashâb-ı Kirâm'a iftira edenler hep olagelmiştir. Ancak iftiracıların iftiraları Ashâb-ı Kirâm'm yüceliğine halel getiremez.Çünkü onların makamı çok yücedir. Bakınız Selef-i Salihin, "Sahâbîlik mer­tebesine hiçbir mertebe denk gelmez" inancını taşıyordu.

[50]

Ebû Zerr el-Gıfari (r.a.)dan nakledilen rivayette ise;

"Siz, bilenleri çok, konuşanları az bir dönemde yaşıyorsunuz. Bu ortamda kim bildiklerinin onda birini terkederse, sapar (veya helak olur). Bilenleri az, konuşanları çok bir zaman gelecektir. O ortamda bildiğinin onda birini yaşayan kurtulur” [51] buyurulmaktadır.

Bu iki rivayetin birbirini desteklediği açıktır. Rivayetlerde sosyal gerçek ve şartlara göre dini yaşama oranlarının değişebileceği, nimet-külfet dengesinin ve zaruret kavramının zamana göre takdir edileceği müştereken ortaya konulmaktadır. Tümü elde edilemeyenin tümden terkedilmemesi gerektiğine, sorumluluğun şartlara bağlı olarak değer­lendirileceğine dikkat çekildiği de anlaşılmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki İslâm'da güç yetirilemeyecek bir sorumluluk söz konusu değildir. Nitekim geçmişte bilginler bu rivayetlerin karamsarlığa ve umutsuzluğa düşmemek gerektiğini vurguladığını, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ağırlaşan şartlarda ayakta kalabilme teşviki içerdiğini söylemişlerdir. Meselâ Münâvî'nin kaydettiğine göre İmam Gazali hadisi şöyle yorumlamıştır: "Hadisin ikinci kısmındaki öyle bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrolunduğunun onda birini yerine getiren kurtulur müjdesi olmasaydı, olumsuz amellerimize bakarak bizlerin ye's ve ümitsizliğe kapılmamız kaçınılmaz olurdu. Oysa şimdi biz, Rabbimizden bize, zatına yakışır şekilde muamele etmesini, fazl ve keremiyle kötü amellerimizi örtüp gizlemesini dileriz.

[52]

Sahabe dönemi gibi emniyetin ve izzet-i İslâm'ın tam olduğu bir dönemde emir ve nehiylerin terk ve ihmali, tamamen kişisel kusurlardan ileri gelir ki bu, helake götürücü bir durumdur. Ancak İslâm'ın ve müslümanların zayıf düştüğü, zulmün ve fışkın yaygınlaştığı, İslâm'a hizmet ve yardım edenlerin azaldığı devir ve ortamlarda müslümanlar güç yetiremedikleri için bazı emirleri işleyemediklerinden dolayı mazur sayılırlar. Dolayısıyla da yükümlüleklerini ne ölçüde yerine getirebilirlerse, -şartların olumsuzluğu sebebiyle- o ölçüden daha fazla mükafat görürler. Bazen tek bir amel veya eylem, bütünüyle İslâm'ı temsil etmeye yetebilir. O amel ve eylemi yerine getiren de dini bütünüyle yaşamış gibi hem topluma mesaj vermiş hem de Allah katında değer kazanmış oiur. Nitekim sevgili Peygamberimiz bir başka hadis-i şeriflerinde

"Ümme­timin bozguna uğradığı dönemde terkedilmiş bir sünnetimi yaşayan ve yaşatan (yüz) şehit sevabı kazanır” [53] buyurmak suretiyle bu gerçeği açıkça" ortaya koymuşlardır.

Bu açıdan bakıldığında yukarıdaki hadîs-i şerifler, zor şartlarda inananlar için ümit ışığı, teselli kaynağı ve hizmet teşviki anlamı taşı­maktadır. "Kıyamet şartlarında bile fidan dikme." tavsiyesi, [54] bu anlamdaki teşvikin en uc naktasını oluşturmakta ve müslümana "sen yapabildiğin kadar hizmeti yapmaya bak, yaşayabildiğin Ölçüde inançlarını yaşa­maya çalış" mesajını vermektedir.

Her iki rivayeti birden değerlendirdiğimiz zaman, bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan olmanın tüm zamanlarda kurtuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Bundan ötürüdür ki, bir kurtuluş nesli olarak sahabe; bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan bir vahiy nesildir. Bu sebeple son zamanlarda giderek yaygınlaşan İslâm'a ait her ilke ve uygulamayı tartışan toplum olma eğilimi, sonuçta yaşanabilecekleri de ihmale götüre­ceği için ciddi bir tehlikeyi gündeme getirmektedir. Üstelik bu tartışmalar, büyük çoğunluğu itibariyle bilimsel amaçlı ve kendi zemininde bilimsel usul ve yöntemlerle de yapılmamaktadır. Ya sistemin kabulleri ve kutsal­ları adına ve hatırına ya da dünya egemenlerine şirin görünmek ve belli odaklara selam vermek adına, ilgisiz ortamlarda, konuya kendi boyutları çerçevesinde vâkıf olmayan sunucu ya da programcılar yönetiminde medyada gerçekleştirilmektedir.

Bu tür girişimler belki tartışma programlarına reyting, tartışmacılara yalancı ve geçici bir şöhret sağlıyor olabilir. Ancak bilginin yaşanması, din pratiğinin derinlik ve yaygınlık kazanması yani sosyal bilinçlenme ve düzelme adına hiçbir getiri sağlamamakta, sadece saf zihinlerde kafa karışıklığı  üretmekte  ve  çoğu  pratik/amel  kaçkını  kişilerde  yalancı düşürmez. Bu nedenle diyoruz ki; "Meliklik" dönemi, Hz. Muaviye (R.a.)'ı sahâbî olmaktan çıkarmaz. Filhakika amme-i ulemaca kabul edilen kavle göre; Resûl-i Ekrem (sav)'i velev bir defa olsun, müslüman olduğu halde görmek şerefine nail olan ve müslüman olarak âhirete irtihal eden her zat, ashâb-ı kiram'dan sayılır.

[55]

Hz. Muaviye (R.a.) sahâbe'dendir. Hz. Muaviye (R.a.) ile Hz. Ali (R.a.) arasındaki muhalefete rağmen, İslam alimleri Hz. Muaviye'yi bir sahabe olarak kabul etmişler ve hayırla anmışlardır. Bakınız bu alimler­den birisi de Şemsu'l Eimme İmam Serahsi (Rh.a.)'dır. İmam-ı Serahsi, saltanat döneminde zalim sultanlar melikler tarafından kuyu hapsine atılmış ve onsekiz sene kuyu hapsi yatmıştır. Kuyu hapsinde hiçbir kitaba bakmadan yazdığı "El- Mebsut" adlı otuz cildlik eserinde Hz. Muaviye için "Radıyallahu Anhu Allah ondan razı olsun" ifadesini kullanmıştır. [56] Biraz düşünmek gerekmez mi? İmam-ı Serahsi, saltanat sisteminin hışmına uğramış, onlarm kuyu hapsinde onsekiz sene hapis yatmış meselede müctehid olan bir alimdir. Hilafet adına saltanata karşı çıkmada İmam-ı Serahsi bizden fersah fersah önde gelir. Buna rağmen O, Hz. Muaviye için defalarca "Radıyallahu Anhu/Allah ondan razı olsun" diyorsa, bize ne oluyor. Haddimizi bilmeliyiz.

Ashâb-ı Kiram, bir bütündür. Onlarm arasında ictihad farklılığından dolayı meydana gelmiş olan ihtilafları gerekçe gösterek "Sahabe Ka­dılığı" rolüne bürünerek onları yargılamak, tekfir edip tahkir etmek, İs­lâm ümmetinin vazifesi değildir. Böyle birşey İslâm ümmetine hayr ye­rine musibet getirir. Bundan Ötürüdür ki, İslâm ulemasından İbn-i Hacru'l Askalanî (Rh.a.) şöyle diyor: "Bir kişiyi Rasûlüllah (sav)'in ashabın­dan birine dil uzatıp onu küçültür ve aleyhinde atıp tutar bir halde görürsen bil ki, o zındıktır. Bunun nedeni şudur: Allah'ın Rasûlü gerçek bir peygamberdir. Kur'an haktır. Peygamberin getirdiği hak­tır. Bütün bunları bize ulaştıran sahabedir. Sahabeyi tenkis eden/küçümseyen, horlayan kimselerin hedefi; onlarm şahidliğinİ, güvenirliğini yaralamak ve böylece Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini iptal etmektir. Öyleyse sahabelere değil, bilakis sahabelerin aleyhinde konuşanlara hücum etmek daha uygundur. Çünkü onlar zındıktırlar.”

[57]

Bizim vazifemiz, sahabeleri yargılamak değil, onlara ittiba etmektir. Sahabe nesline karşı istiğna duygusuna kapılarak "Bizim sahabeye ihtiy­acımız yoktur. Biz de sahabe olabiliriz. Sahabelerin bizden ne fark­ları var ki?" gibi iddialara sarılanlar, hadlerini aşanlardır. Bakınız bu konuda Said Nursî (Rh.a.) şöyle diyor: "Enbiyadan sonra nev'i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve 7 Cemaatin icmaı, bir hüccet-i katladır. Hiç kimse Sûre-i Fethin âhirinde, sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyyeye mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliyye nokta-i nazarın­da yetişilemez. Sahabelerin kurbiyyet-i İlâhiyye noktasındaki makamları­na velayet ayağiyle yetişilemez.

Sahabeler İslamiyet'in tesisinde ve envar-ı Kur'aniyyenin/Kur'anî nurların neşrinde saff-ı evveli teşkil ederler. Sahabelerin bütün ümmetin hasenatından/iyiliklerinden "sebeb, fail gibidir" sırrınca hissedardırlar. Sahabeler; hem Cemaatı İslamiyyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvet ve sirac-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek içim hakikî sahabe olmak lazım geliyor.”

[58]

Ashâb-ı Kiram, kıyamete kadar hayrla yad edilecek bir nesildir. İslâm ümmetinin vazifesi, sahabeleri bir bütün olarak hayırla yadetmektir. Ashâb-ı Kiram, ehl-i hayr'dır. Ashâb-ı kiramın her birinin ismini hürmet­le, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince "radıyallahu anhu-Allah ondan razı olsun" denir. İkisi için "radıyallahu anhümâ Allahü teâlâ o ikisinden razı olsun" Birkaçı veya hepsi söylenince "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn" veya kısaca "radıyallahu anhüm-Allah onların hepsin­den razı olsun" denir. Ashâb-ı Kiram, hayrıyla, faziletiyle diğer nesiller­den farklıdır. Şimdi Ashâb-ı Kirâm'in farklılıklarını izah etmeye gayret edelim.

 

Ashab-ı Kiram Ümmetin Usûlüdür

 

Kur'an-ı Kerîm'e nisbetle Rasûlullah (sav), ümmete nisbetle ashâb-ı kiram usûldür. Bazı ilim dallarında usûl, o ilim dalının anlaşılması, kavranması ve yaşanması için nasıl "olmazsa olmaz" bir nitelik taşıyorsa, aynı şekilde ümmet-i Muhammed'in kendine özgü özellikleriyle algılan­ması ve varlığını sürdürebilmesi de ilk örnek İslâm nesli olan sahabe ile ilişkilerinde ne ölçüde onlara layık davranışlar sergilediği ile ölçülür. Bu nedenle sahabelerin konumunu belirleyen, kıvamım gözler önüne seren hadisi şerifler, onların hukukunu tayin ve tesbit eden deliller gibi gözükse de aslında tüm müslümanların durumlarını tayin ve ilan etmektedir. Abdullah b. Muğaffel (R.a.), Rasûlullah (sav)'in şöyle dediğim rivayet ediyor:

"Ashabım hakkında Allah'a karşı saygılı olun, Allah'tan korkun. Benden sonra onları sakın hedef almayın. Onları seven beni sevdiğin­den dolayı sever; onlara kin besleyen bana kin beslediğinden ötürü kin besler. Onları üzen, beni üzmüş olur. Beni üzen ise, Allah'ı incit­miş demektir. Kim de Allah'ı incitirse, çok geçmez Allah onu cezalandırır.”

[59]

Rasûlullah (sav)'in "Benden sonra ashabımı hedef edinmeyin" uya­rısı, kimi sahabelere hitaben söylen de olsa, onların şahsında ümmetin gelecek nesillerine yönelik bir ikazdır. Söz ve davranış olarak sahabeleri hedef edinmenin bilinçli bir müslümana yakışmayacağını açıkça ilan etmektedir.

Ashâb-ı Kiram; gerek Daru'l İslam'da olsun ve gerekse Daru'l Harb de olsun, İslâm ümmetinin mutlak örnek ve önderi Rasûlullah (sav)'in hayatının tercümesi, Tevhid mücadelesinin abidesi ve bir kaynak hazinedir.

Ashâb-ı Kiram; Nebi (sav) ile ümmeti arasında vasıtadır. Din-i İslâm'­da; Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerini öğrenmek için Hz. Peygamber (sav)'in hadis-i şeriflerine; Hz. Peygamber (sav)'in hadis-i şeriflerini öğrenmek için de Ashâb-ı Kirâm'a müracaat etmek, "Usûlü'd Din" in temelini teş­kil eder. Bu münasebetle diyoruz ki; Ashâb-ı Kiram'ı reddetmekle, İslâm dinini reddetmek eşdeğerdir. [60] Bu konuda İslâm alimlerinden İmam Tahavi (Rh.a.) şöyle diyor; "Ashâb-ı Kiram'ı sevmek; dindir, imandır ve ihsandır. Ashâb-ı Kiram'a buğz etmek ise; nifak ve tuğyandır.”

[61]

Sahabe dostluğunun temelinde Peygamber dostluğu, sahabe düşman­lığının arkasında da peygamber düşmanlığı yatmaktadır. Bu nedenle saha­belere yönelik söylem ve eylemlerde Allah'tan korkmak, prensipli, ölçülü ve edepli davranmak, iman ve ümmet şuurunun gereğidir.

Ashâb-ı Kiram; İslam'ı anlama ve uygulama hususunda, yaşama ve yayma meselesinde İslâm ümmetinin hayat modelidir. Ashâb-ı Kiram olmadan Rasûlüllah (sav)'i örnek ve önder edinmek mümkün değildir. Çünkü Rasûlüllah (sav)'in sünnetini ve siretini bize ulaştıranlar onlardır. Dolayısıyla Rasûlüllah (sav)'in ashabı ve cemaatı her ne itikad üzere ise­ler İslâm ümmeti de o itikad üzere olmalıdır ve onların hayatlarından kendi hayatına izler taşımalıdır. Aksi halde İslâm ümmeti İslâm ümmeti olmaktan çıkar.

 

Ashabı Kiram Cennet Neslidir

 

Ashâb-ı Kiram, en büyük hedef ve şeref olan Allah rızasını kazanmış olan nesildir. Allah'ın rızasını kazanmak, cennetlik olanların alâmetidir.

Rabbimizin Kitab-ı Kerim'inden öğrendiğimiz kadarıyla “Onlar Allah'tan razı, Allah'ta onlardan razı"dır:

"Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'dan razı oldular ve onlara, altlarında ırmak­lar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.”

[62]

Görüldüğü gibi, Ashâb-ı Kiram; Allahû Teâla'nın övgüsüne mazhar olan ve O'nun rızasını kazanan cennetlik nesildir. Cennetlik olduklarının daha dünyada iken bildirilmiş olması, onlara ait "kıvam"ın peşin tescili anlamına gelir. Cennetlik olmak, kurtulanlardan olmak, büyük kurtuluşa ermek demektir.

Allahû Teâla buyuruyor:

"Onlar, Peygambere indirilen nura uyanlar ve kurtuluşa eren­lerdir.”

[63]

Bu ve buna benzer muştulu ayetlerden hareketle "Ashâb-ı Muhammed, Ashâb-ı cennettir" sonucunu çıkarmak hiç de zor ya da isabetsiz olmasa gerektir. Yani bir anlamda ashâb-ı kiram, cennet nesli demektir. Sahâbe-i Kiram için Âhirette mahcupluk yoktur. Çünkü onlar Peygamber (sav) ile aynı imam paylaşan cennetliklerdir:

“Peygamberi ve onunla birlikte İman edenleri/onun imanını pay­laşanları utandırmayacağı o gün Allah sizi içinden ırmaklar akan cennetlere koyar.”

[64]

Allahû Teâla'nın kendilerini mahcubiyet içinde bırakmayacağı "Peygamber ve onunla birlikte iman edenler" tanımlaması, hiç kuşkusuz öncelikle sahabeler için geçerlidir. Âhirette mahcup olmamak, cennete girmektir. Hem dünyanın ve hem de âhiretin iyiliğine talipli olan­lara düşen görev, sahabe nesline uymaktır. Cennete giden yol, Peygamber (sav) ile birlikte iman eden ve onunla aynı imanı paylaşan Ashâb-ı Kiram'a uymada geçer.

 

Aşere-i Mübeşşere

 

Aşere-i mübeşşere; hayatta iken Hz. Peygamber (sav) tarafından Cennet'le müjdelenen ashabın ileri gelenlerinden on kişi için kullanılan bir tabirdir. Kur’an-ı Kerîm'de bu hususta herhangi bir delil mevcut olmamakla birlikte, Rasûlüllah'ın sahîh hadisleriyle sabit olan bu ashabın Cennetlik oluşları, İslâm'ın genel prensipleri dahilinde gayet tabi bir olay­dır. Aşere-i Mübeşşere tabirinin yanısıra "el-mubeşşirun bi'l-Cenneh" tabiri de bu sahabeler hakkında kullanılmıştır. Bu meşhur on sahabi şun­lardır: Hz. Ebû Bekr (ö. 634), Hz. Ömer (ö. 643), Hz. Osman (ö. 655). Hz. Ali (ö. 660), Hz. Abdurrahman b. Avf (ö. 652), Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah (ö. 639), Hz. Talha b. Ubeydullah (ö. 656), Hz. Zubeyr b. Avvam (ö. 656), Hz. Sa'd b. Ebi Vakkâs (ö. 674), Hz. Said b. Zeyd (ö. 671).

Bu büyük sahabelerin kendilerine has özellikleri vardır. Meselâ: Mekke'de ilk müslüman olan bu şahsiyetler Hz. Peygamber'e ve İslâm davasına büyük katkıları olan kişilerdir. Bu büyük sahabelerin hepsi İslâm devletinin müşriklere karşı giriştiği ilk büyük cihat hareketi olan Bedir gazvesinde bulundukları gibi, Hz. Peygamber'e, O'nu ve İslâm'ı sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde ağaç altında Bey'at etmişlerdir. İslâm akidesi için Allah yolunda en yakın akrabalarına karşı çarpışmaktan geri durmamışlardır. Hadis âlimlerinden bazıları eserlerine bu on sahabenin rivayet ettikleri hadîslerle başlamışlardır. Ayrıca sırf Aşere-i Mübeşşere'nin hayatlarını konu alan müstakil eserler kaleme alın­mıştır. Bunların faziletleri ve Rasûlüllah tarafından Cennet'le müjdelendikleri sahih hadis kaynak ve mecmualarında sabittir.

[65]

 

Aşere-i Mübeşşere Haricinde Cennet'le Müjdelenenler

 

Genelde müslüman halk arasında yaygın bir kanaat var:

"Hayatları esnasında Efendimiz (sav) tarafından cennetle müjdelenen sadece 10 kişi vardır. Bu yaygın inanışın sebebini herhalde aşere-i mübeşşere, yani cennetle müjdelenen on kişinin çok meşhur olmasında aramak gerekmektedir. Yalnız kaynak kitaplarımıza müracaat ettiğimizde gördüğümüz bir husus var ki, o da aşere-i mübeşşere haricinde gerek ha­yatları esnasında, gerekse vefat ettikten sonra veya farklı bir anlatım tarzı içinde, gerek ferdî, gerekse cemaat ve grup halinde âyet-i kerimeler ve Efendimiz (sav)'in beyanları ile cennetle müjdelenenlerin oluşudur.

İşte bu kısa çalışmada okuyuculara bir fikir verebilmek ve daha çaplı araştırmalara zemin hazırlayabilmek için aşağıda sunacağımız tertip içinde cennetle müjdelenenleri belirtmeye çalışacağız.

1) Hz. Peygamber (s.a.s)'in zevceleri arasından,

2) Hz. Peygamber (s.a.s)'in çocukları ve torunlarından,

3) Aşere-i mübeşşere haricindeki sahâbe-i kiramdan,

4) Ashab içinde vefatlarından sonra,

5) Ashab-ı Bedr, Bey'at-i Ridvan'a katılanlar,

6)  Şehitler,

7) Akıl baliğ olmadan ölenler,

 

1) Hz. Peyamber (sav)'in Zevceleri Arasından

 

Hz. Hatice (R.anha): Ebu Hureyre (R.a) dedi ki, "Cibril Hz. Muhammed (sav)'e geldi ve dedi ki:

"Ya Rasûlallah, Hatice beraberinde­ki yiyecek ve içeceklerle senin yanma geliyor. O geldiğinde Rabbinden ve benden ona selam söyle; lü'lü ve mercanlar içinde gürültü ve meşakkatin bulunmadığı cennet ile onu müjdele" buyurdu.

[66]

Hz. Âişe (R.anha): "Cibril (a.s) kendi suretinde, yeşil ipekten hırka içinde Rasûlüllah'a geldi ve dedi ki: “Bu (Hz. Aişe) dünyada da, ahirette de senin zevcendir.”

[67]

Hz. Hafsa (R.anha): Efendimiz (sav) bir sebebe binaen Hz. Hafsa validemizi boşamıştı. Sonra kendisi şöyle anlatıyor: "Cibril bana geldi Hafsa'ya geri dön, yani onu nikâhına tekrar al. Zira o savvame, kavvame yani çok oruç tutan ve çok namaz kılan bir kadındır ve o cennette senin zevcendir" dedi.

[68]

Zeyneb b. Cahş (R.anha): Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: Efendimiz bu­yurdular ki:

"Bana sizin aranızdan en çabuk iltihak edecek olan eli en uzun olanmızdır." Bizim aramızda eli en uzun olan yani en çok sadaka veren Zeyneb idi. Zira o, kendi eliyle iş yapar (el işleri)  para kazanır ve onu tasadduk ederdi.

[69]

Görüldüğü gibi, Rasûlüllah (sav)'in beyanıyla, ismi geçen analarımız direkt veya dolaylı olarak cennetle müjdelenmişlerdir.

 

2) Hz. Peygamber (sav)'in Çocukları ve Torunları

 

Hz. Fatıma (r.anha): İbn-i Abbas rivayet ediyor: Bir gün Allah Rasûlü (sav) yere dört çizgi çizdi. Sonra

"Bunlar nedir biliyor musunuz?" dedi. Biz de Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedik. Buyurdular ki:

"Cennet kadın­larının en faziletlisi Hatice b. Huveylid, Fatıma b. Muhammed, Asiye b. Müzehim ki firavunun karısı idi ve Meryem b. İmrândır."

[70]

Hz. Hasan ve Hüseyin (r.anhüma): Ebû Saîd el-Hudrî anlatıyor. Efendimiz buyurdular ki;

"Hasan ve  Hüseyin  cennet ehli gençlerin efendileridir.”

[71]

Hz. İbrahim: Efendimiz (sav)'in Hz. Mariye'den olma çocuğunun adı. Süt emme çağında iken vefat etmişti. Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah Rasûlü buyurdular ki;

"İbrahim benim oğlumdur. Emzikte iken vefat etti. Onun cennette iki tane süt annesi vardır ki onun süt emmesini İkmal ediyorlar.”

[72]

 

3) Aşere-i Mübeşşere Haricindeki Sahâbe-i Kiramdan

 

Bizim isimlerini bildiğimiz ve bilmediklerimizle beraber 37 tane cen­netle müjdelenen sahabe var. Bir fikir verme amacıyla bunlardan bazılarım zikredelim.

Ebu Zerr el-Gifârî (R.a): Ebu Zerr ile Allah Rasûlü arasında şöyle bir konuşma geçiyor.

“Ya Rasûlallah. Bir adam bir kavmi seviyor ama onlar gibi amel yap­maya gücü yetmiyor?”

Sen ya Ebu Zerr, sevdiklerinle berabersin.

"Ben Allah ve Rasûlünü seviyorum."

"Şüphesiz ki sen sevdiklerinle berabersin. Ebu Zerr bu cevaptan sonra, aynı cümleyi birkaç defa tekrar etti, her seferinde aynı cevabı aldı.”

[73]

Arabi (R.a): Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Bir arabî Efendimiz' e geldi.

“Ya Rasûlallah, bana öyle bir amel göster ki, ben onu işlediğimde cennete gireyim" dedi. Allah Rasûlü,

"Allah'a ibadet eder ve O'na hiçbir şeyi şerik koşmaz, namaz kılar, farz zekâtı verir, Ramazan orucu tutarsan cennete girersin" dedi. Arabi,

"Nefsim elinde olana yemin olsun ki buna hiçbir şey ziyade etmeyeceğim" dedi, döndü gitti. Efendimiz,

"Cennet ehlinden bir adama bakmak kimin hoşuna giderse, şu adama baksın" buyurdu.

[74]

Arabi (R.a): Bir arabi Müslüman olmuş, Hayber veya Huneyn gazve­sine katılmıştı. Efendimiz ona da ganimetten hissesini ayırdı. Bu hisse kendisine ulaşınca, onları eline aldı ve huzur-u Nebeviye geldi:

"Ya Muhammed! Ben bunlara nail olmak için sana biat etmedim. Fakat ben -boğazını göstererek ha şuradan bir ok yiyerek ölüp cennete girmek için biat ettim" dedi. Efendimiz,

"Eğer sen Allah'a karşı bu isteğinde sadık isen, Allah seni sadık çıkarır yani arzunu verir" buyurdu. Sonra bir savaş­ta düşmanlarla savaştı ve boğazından ok yiyerek şehit olmuş olduğu halde Efendimiz'e getirildi. Bu

"O mu?" dedi.

"Evet, O" dedi sahabe-i kiram. Sonra Allah Rasûlü onu kefenledi, cenaze namazını kıldırdı ve şöyle dedi:

"Allahım bu senin kulundur. Senin yolunda muhacir olarak yola çıktı ve şehit olarak öldürüldü ve buna ben şahidim.”

[75]

Harise b. Nu'man (R.anha): Hz. Aişe (R.anha) validemiz anlatıyor: "Allah Rasûlü (sav) buyurdu ki;

“Cennete girdim, (bir başka rivayette rüyamda cenneti gördüm;) bir okuyucunun (Kur'ân okuyordu) sesini duydum. Kim bu dedim. Bu Harise b. Nu'man dediler.” Sonra Rasûlüllah (sav) bana iki defa dedi ki,

"Bu iyiliğinin karşılığı, mükâfatıdır." Zira Harise b. Nu'man insanların içinde annesine karşı en çok iyilik eden idi.

[76]

Bir adam (R.a): Ebu Mes'ud el-Ensarî anlatıyor. Bir adam gemi ağzı­na vurulmuş bir deve ile geldi ve

"Ya Rasûlallah, şu deveyi Allah yolun­da infak ediyorum” dedi. Rasûlallah ise

"Bunun karşılığında sana cennette 700 tane gemi ağzına vurulmuş deve vardır" karşılığını verdi.

[77]

Bir adam (R.a): Hz. Enes anlatıyor. Siyahı bir adam Allah Rasûlüne gelerek,

"Ya Rasûlallah. Ben malı olmayan, çirkin kokulu, çirkin yüzlü siyah bir adamım. Eğer şu düşmanlarla Öldürülünceye dek savaşırsam benim yerim neresi? " diye sordu. Allah Rasûlü (sav)

"Cennet" buyurdu. O adam, öldürülünceye kadar savaştı. Sonra Nebi (sav) onun başına geldi ve

"Allah yüzünü beyaz, kokunu güzel, malını da çok yapsın" diye dua etti.

[78]

Sa'd b. Muaz (R.a): Hz. Câbir anlatıyor. Allah Rasûlü (sav) buyurdu ki:

"Sa'd b. Muaz'in ölümünden dolayı arş-ı rahman ihtizaza geldi.”

[79]

Bera b. Azib anlatıyor: "Rasûlüllah'a ipek bir elbise hediye edildi. Yumuşaklığından dolayı bu halkın çok hoşuna gitti. Allah Rasûlü (sav),

"Bunun yumuşaklığına hayret mi ediyorsunuz. Sa'd b. Muaz'in cennette bir mendili bundan daha hayırlıdır" buyurdu.

[80]

Sa'd b. Mâlik el-Ensâri (R.a): Hz. Enes anlatıyor: "Birgün Allah Rasülü ile beraber oturuyorduk. Şimdi cennet ehlinden bir adam gelecek, dedi. Biraz sonra ayakkabılarını sol eline almış, sakalından abdest suyu damlayan bir adam çıkageldi. Ve bu vak'a ayrı ayrı günlerde tam üç defa tekrar etti. Üçüncü seferinde Abdulah b. Amr b. As bu adamı takip etti ve

"Ben babamla tartıştım. Üç gün eve girmemeye yemin ettim. Senin yanında üç gün kalabilir miyim", dedi. Adam da kabul etti. Fakat bu üç gün zarfında farz ameller dışında başka bir amel yaptığını görmedi ve hattâ bunu azımsadı. Nihayet Abdullah b. Amr, Sa'd b. Mâlik'e, Efendimiz'in kendisi hakkında verdiği müjdeyi anlattı. Bununla beraber farz ameller dışında fevkalade birşey göremediğini, cennetle müjdelenmesinin sebe­binin ne olabileceğini sordu. Sa'd,

"Gördüğün gibi, benim amelim bu. Yalnız ben Müslümanlardan hiç kimseyi aldatmam ve Allah'ın ona verdiği birşeyden dolayı da kıskanmam" deyince, Abdullah işte budur seni cennete ulaştıran. Biz buna güç yetiremiyoruz" diyerek Sa'd b. Mâlik'in yanından ayrıldı.

[81]

Abdullah b. Selâm (R.a): Yahudi ulemasından, Efendimiz'in Medi­ne'ye teşriflerinde ilk Müslüman olanlardan. Sa'd b. Ebu Vakkas diyor ki: "Ben Allah Rasûlü'nden şu anda insanlar arasında dolaşan, hayatta hiçbir kimse için bu cennetliktir" sözünü duymadım ancak Abdullah b. Selam hariç.

[82]

Abdullah b. Mes'ud (R.a): Bir gün Efendimiz ona

"İste, istediğin ver­ilecek; dile, dileğin yerine getirilecek" dedi. O da,

"Allah'ım irtidadı olmayan iman, bitme, tükenme bilmeyen nimet ve Nebi Muhammed (sav)'le ebedî cennetin en ala mertebesinde arkadaşlık isterim" diye dua etti.

[83]

Umeyr b. Humam (R.a): Hz. Enes anlatıyor. Allah Rasûlü, Bedir günü,

"Eni semavat ve arz kadar olan cennet için savaşın" buyurdu. Umeyr b. Humam

"Ya Rasûlallah, eni samavat ve arz genişliğinde mi" diye taaccüp içinde sorunca, Rasûlüllah

"Evet" cevabını verdi.

"Umeyr bak, bak" rıza ve taaccüp ifadesi dedi. Rasûlüllah

"Niye öyle dedin?" diye sorunca,

"Ya Rasûlüllah, o cennet ehlinden biri olma ümidiyle" de­yince, Allah Rasûlü,

"Sen cennet ehlindensin" müjdesini ona verdi. Bunun üzerine Umeyr, yanında taşıyıp yediği hurmaları üzerinden çıkardı,

"Eğer şu hurmaları yiyecek kadar yaşarsam vallahi bu çok uzun bir hayat olur" diyerek onları yere attı, düşmanlarla savaşmaya daldı ve nihayet şehit oldu.

[84]

Yâsir'ul Ansî: Ammarb. Yâsir'in babası Mekkelilerin işkenceleri neti­cesi şehit olmuştu. Hz. Osman anlatıyor: Allah Rasûlü Ammar'a onun baba ve anasına hitaben:

"Ey Yasir Ailesi! Sabredin/direnin, sizin .mekânınız/randevunuz cennettir" va'dini verdi.

[85]

Siyahi bir kadın: İbn-i Abbas anlatıyor: Siyahı bir kadın Allah Rasûlüne gelerek,

"Ben saralıyım, nöbetim geldiğinde açıp saçıhyorum Allah'a benim için dua etsen" dedi. Hz. Peygamber (sav)'de,

"İstersen sabret, cennete gir; istersen dua edeyim Allah afiyet versin" diye tercihi kadına bıraktı. O,

"Cennete girmek için sabredeceğim fakat nöbetim geldiğinde açılmamam için dua et" dedi. Allah Rasûlü de ona dua etti.

[86]

Yukarıdaki hadîslerde  görüldüğü gibi,  Efendimiz (sav)'in çeşitli vesilerle, aşere-i mübeşşere haricinde cennetle müjdelediği nice insanlar vardır.

 

4) Ashâb İçinde Vefatlarından Sonra

 

Zeyd b. Harise (R.a): Efendimiz (sav)'in, azatlı kölesi, Mu'te Savaşı'nda şehit olmuştu. Hz. Bureyde anlatıyor: Efendimiz buyurdular ki:

"Cennete girdim, beni genç bir câriye karşıladı 'sen kimsin1 dedim ona. Ben Zeyd b. Harise'ninim,” dedi.

[87]

Ebu Seleme (R.a): İlk Müslüman olanlardan, Efendimiz'in sütkardeşi ve teyze oğlu Habeşistan ve Medine'ye hicret etti. Bedir Savaşı sonrası vefat etti. Ebu Seleme'nin karısı Ümmü Seleme validemiz anlatıyor: "Ebu Seleme vefat ettiğinde, Allah Rasûlü (sav) geldi, onun gözlerini indirdi ve ruh kabız edilince göz onu takip eder buyurdu. Ehli onun vefatına ağlı­yorlardı. Dedi ki Efendimiz (sav):

"Nefislerinize ancak hayır ile dua edin zira melekler sizin duanıza âmin diyorlar" ve arkasından

"Allahım Ebu Seleme'yi mağfiret eyle. Derecesini hidayete erenlerin içinde yükselt. Bizi ve onu bağışla Ya Rabbelalemin. O'nun kabrini genişlet ve onu kabir içinde tenvir et" diye dua etti.

[88]

Herhalde Efendimiz (sav)'in böyle dua ettiği bir zatın yeri cennet ola­caktır. Kaldı ki sahâbe-i kiram içinde, Resûl-i Ekrem (sav) Ebu Musa el-Eş'ariye Bi'r-i Maune ve Reci gazvesinde şehit olanlara, Hz. Cüleybib'e, Abdullah b. Haram'a bu ve benzeri şekilde dua etmiştir. Dolayısıyla bun­lar da ehl-i cennet içinde rahatlıkla mütalâa edilebilirler.

Useynm (R.a): Asıl adı Amr b. Sabit. Bir vakit dahi olsa, namaz kıl­madan cennete giden sahabe. Ebu Hureyre'nin anlattığına göre Uhud Savaşı'na kadar Müslüman olmayan Useynm, o gön Müslüman oluyor ve şehit oluncaya kadar savaşıyor. Allah Rasûlüne bu anlatılınca,

"Muhakkak ki o, ehl-i cennettir" buyuruyor.

[89]

Harise b. Umeyr (R.a): Çocuk iken Bedir Savaşı'na katılıp, şehit olan­lardan Harise'nin annesi. Allah Rasûlü'ne gelerek,

"Ya Rasûlallah, Harise'nin benim yanımdaki kıymetini biliyorsun. Eğer o cennette ise sabreder, ecrini Allah'tan beklerim. Eğer değilse, ne yapayım, ne yap­mamı tavsiye edersin" dedi. Allah Rasûlü ise,

"Allah iyiliğim versin. Bir tane mi cennet var. Birçok cennet vardır ve Harise Firdevs cennetindedir" karşılığım verdi. [90] Mâiz b. Mâlik (R.a): Zina suçundan dolayı recm cezası ile Öldürülen sahabe. Hz. Cabir anlatıyor: Maiz recm ile Öldürüldükten sonra Allah Rasûlü onun hakkında

"Onu cennet nehirlerinin içinde yüzerken gördüm” [91] buyuruyor.

 

5) Ashâb-ı Bedir ve Bey'at-ı Rıdvan'a Katılanlar

 

Bedir Savaşı'na katılan sahabe ve onların faziletleri hakkında Efendimiz (sav)'in ağzından şeref-südur bulan birçok hadîs-i şerif vardır. Mevzumuza açıklık getireceğine inandığımız bir iki hadîsin tercümesini sunuyoruz.

Rifaa b. Âmir rivayet ediyor: Cibril (a.s), Allah Rasûlü'ne gelerek

"Siz ehl-i Bedr'e nasıl bakıyorsunuz?" diye sordu. Efendimiz

"Biz onlara Müslümanların en efdali nazarıyla bakıyoruz" cevabını verince, Cibril (a.s)

"Biz de Bedr Savaşı na katılan meleklere aynı nazarla bakıyoruz" dedi.

Hz. Ali (r.a) anlatıyor: Hatıb b. Ebi Beltaa Efendimiz'in bir ordu hazır­lığına giriştiğini ve muhtemelen Mekke'ye yöneleceğini bir mektubla Mekkeliiere haber vermek istemişti. Fakat plânı akım kaldı. Bunun üze­rine Ömer (r.a)

"Bırak beni, izin ver şu münafığın boynunu vurayım Ya Rasûlallah" deyince Allah Rasûlü (sav)

"Hayır, o Bedr'e katılanlardan. Allah ehl-i Bedr' e istediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim" bir başka rivayette ise

"Cenneti size vacip kıldım" demedimi? [92] diye karşılık veriyor.

 

Hz. Fadl İbn Abbas

(R.Anh)

 

Hz. Peygamber'in amcasının oğlu olup sahabelerdendir. Adı Fadl, künyesi Ebû Muhammed'dir. Lâkabı,"Redîfu'r Rasûl" idi. Nesebi, Fadl b. Abbâs; b. Abdulmuttalib b. Hişam b. Abdülmenaf b. Kusay'dır.

Bedir'den önce müslüman olmasına rağmen [93] müşriklerden çekindiği için müslümanlığmı açığa vurmamıştır.

Mekke'nin fethinden bir müddet önce babası Hz. Abbâs ile birlikte Medine'ye hicret etti. Hicretinden bir müddet sonra Mekke'nin fethi gerçekleşti. Fadl b. Abbas, ilk defa gazaya yani Mekke fethine katıldı, sonra Huneyn gazasında bulundu. Burada da büyük kahramanlık göster­di. Müslümanların Huneyn'de dağınıklık göstermesi üzerine Fadl, büyük bir dirayet ve fedakârlıkla Rasûlüllah (sav)'m yanında bulundu ve Havâzin kabilelerine karşı çarpıştı.

Veda haccında Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun devesine binmişti. Bunun için ona "Redîfu'r Rasûl' yani "Rasûlüllah (sav)'in üzengi arkadaşı" lâkabı verilmişti. Bu sırada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın bir mesele sormak istedi. Fadl, gözlerini kadına dikmişti. Rasûlüllah kadına bakmıyordu. Fadl'ın bu hareketini beğenmedi ve ona, dikkatli olmasını ihtar etti; kadına bakmasın diye, üzengisinden tutup, başını çevirdi.

[94]

Hz. Fadl, Rasûlüllah (sav)'in hizmetinde bulunanlardandır. Rasûlüllah son hastalıklarında, son hutbelerinde Fadl'dan sözetmiştir. [95] Hz. Fadl, Rasûlüllah (sav)'in gasl sırasında hazır bulunmuş; gasli suyunu, dökmüş, FIz. Ali (sav) de gasetmiştir.

 

Ashab-ı Kiram Hidâyet Öncüleridir

 

Ashâb-ı Kiram, Ümmet-i Muhammed'in müslümanlığında pay sahibi olan bir nesildir. Çünkü kendisinden sonraki müslüman toplumların hidâyet bulmasında öncülük etmiştir.

Allahû Teâla tarafından gönderilen son kurtuluş nizamı İslâm adına ortaya konulan her özelliğin ve güzelliğin nesil planında ilk gerçekleştiri­cileri, Rasûlüllah'ın sahabeleridir.

Rasûlüllah (sav), ashâb-ı kirâm'ı yakın çevresi, maiyeti olarak takdim etmiştir. Nitekim Nasr suresi nazil olduğu zaman Rasûlüllah (sav), Nasr suresini sahabesine okuduktan sonra şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar bîr taraf, ben ve ashabım bir taraftır.” [96] Ashâb-ı kiram'l izlemek, Rasûlüllah (sav)'e taraftar olmaktır. Rasûlüllah (sav)'e taraftar olmak ise, Allahû Teâla'ya taraftar olmaktır. Allah ve Rasûlünün taraftarlığını garantileyen­ler, ashâb-ı kirâm'a tabi olanlardır.

Sahabeler, yeryüzünün yıldızlarıdır. İnsanlar onlarla hidâyet bulurlar. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Benim ashabım, yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.”

[97]

Ashâb-ı Kiram; Muhammedi hidâyet kafilesinin büyüklü-küçüklü yıldız şahsiyetleridir. Onlar hidâyet yolunda insan neslinin ulaşabilecek­leri en son seviyeye ulaşmış bahtiyarlardır. Sahabe adetâ Hz. Muhammed (sav)'e Allahû Teâla tarafından lütfedilmiş, ilahi bir armağandır. Sahabeler, hem yaşadıkları zamanı ve mekânı ve hem de kendilerinden sonraki çağları ve nesilleri nurlandırmış yıldız şahsiyetlerdir.

Ashâb-ı Kiram; vahy ile aydınlanmış ve insanları vahy ile aydınlatmış olan hidâyetli bir nesildir. Şunu bilelim ki; Peygamber (sav)'in gözetiminde vahyi sahabelerde pratikleşmiştir. Bu nedenle onlar, hidâyeti yansıtan aynalardır. Hangi sahabeye müracaat ederseniz ediniz, onlarda hidâyeti bulacaksınız. Çünkü onlar hidâyet imamlarıdır. İslam ümmetinin hidâyet öncüleri sahabelerdir. Onlara uymayanlar hidâyeti bulamazlar.

Ashâb-i Kiram; İslam davasının pratik delili, İslam ümmetinin de sön­meyen kandilidir. Rasûlüllah (sav)'den sonra müslümanlar için hidâyette önder ve öncü sahabelerdir. Onlara imrenmek ve onlara benzemeye çalış­mak, hidâyet üzere yaşamaktır.

 

Ashâb-ı Kiram Mucize Nesildir

 

Bil ki; her peygamberin olduğu gibi, Hz. Muhammed (sav)'in de bir çok mucizesi vardır. Rasûlullah (sav)'ın toplum planındaki mucizesini Ashâb-ı Kirâm'ı teşkil etmektedir. Rasûlullah (sav)'in eliyle eşkıyadan evliya, Ebu Cehil dikeninden İkrime gülü çıkmıştır.

Ashâb-ı Kiram; vahyi ilahî merkezli sohbet-i Resûl'ün, irşad-ı Nebî (sav)'in ürünü ve bereketi olması münasebetiyle mucize nesildir. Nitekim Malikî fakihi ve usûlü fıkıh alimi Mağripli Şihabüddin Ahmed b. İdris el-Karafi (Rh.a.), ismini vermediği bazı usûl alimlerine atfen Rasûlüllah'ın toplum planındaki mucizesinin sahabesi olduğunu şöyle dile getirmiştir:

Rasûlullah (sav)'in ashabından başka hiçbir mucizesi olmasaydı, ashabı yine de onun peygamberliğini ispat için yeterdi.

[98]

Sohbet-i Resul, ilahî bir ikram olup tarihi bir fırsat olarak sadece sahabe nesline mahsustur. Ashâb-ı Kiram, Rasûlullah (sav) ile birlikte İslâm'a ilk hizmeti sunma, ilk faturaları ödeme fedâkârlığı ve şerefine sahip olan nesildir.

Hz. Muhammed (sav) ile birlikte olmak, İslâm'ı onunla onun örnek ve önderliğinde yaşamak, günü onunla paylaşmak, onunla birlikte münkir ve müşriklere karşı savaşmak, onunla sevinmek, onunla üzülmek, onunla gülmek, onunla ağlamak, gerçekleri ondan öğrenmek, onu izlemek, ona uymak ve ona doymak, "Sohbet-i Resul farkı" ile sadece sahabe nesline Feyrûz'un, Ebû Dahhâk ve Ebû Abdullah künyeleri vardır. Hz. Osman zamanında Yemen'de vefat etti. Aslen Fârisî'dir. Kisrâ'nın, Habeşlileri Yemen'den çıkarmaları için, Seyf bin Zî Yazen'le beraber Yemen'e gön­derdiği Farslarm (İranlıların) tanıdığı farslardandır.

[99]

İman, Rahmanı inkılablar yumağının kaynağıdır. Kişi imana girmekle hayatını değiştirmeye karar vermiş demektir. Ve iman beraberinde görev getirir. îmandan kaynaklanan görevler ertelenmeyi de kabul etmezler. Mü'min insana düşen görev her yerde ve her zamanın gereğini yapmak­tır.

Mü'min insanın tavırları ile imanı arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü mü'min insan, imanına göre tavır belirleyen insandır. Sahabeler, tavırlarını imanlarına göre alıyorlardı. Yani onları pratik hayatta yön­lendiren ve yöneten imanlarıydı. İmanını hayatına amir ve yönetici yap­mayanlar, sahabe fıkhından nasibini almamış olanlardır.

 

Hz. Habbab Bin Eret

(R.Anh)

 

Meşakkat mektebinin mezunu olan bir sahabedir. İslâm ile şereflenen ve İslâm'a girdiği için müşrikler tarafından işkence edilen ilk sahabeler­den biri.

Nesebi; Habbab b. Eret b. Cendele b. Sa'd b. Huzeynıe b. Ka'b b. Zeyd. Temim kabilesinden, küçükken esir edilerek Mekke'ye getirilmiş Huzâalı Ümmü Emmâr'ın kölesi, Zühre oğullarının anlaşmalısı.

İslâm ile şereflenen ve Allah için işkence edilen ilk müslumanlardan olan Hâbbab b. Eret müslüman olduğunu açıkladığında ilk işkence edilen sahabeler arasında idi. İlk Müslümanlar; Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebû Bekir, Habbâb, Suheyb, Bilâl, Ammar, Sümeyye (R. Anhûm)dir. Hz. Peygamber ve Ebû Bekir, kendi aileleri tarafından nisbeten korunmuş ancak Mekkeli olmayan diğer dört kişi müşrikler tarafından şiddet ve baskı ile yıldırılmaya çalışılmıştır. Bu insanlar kızgın güneş altında demir zırhlar giydirilerek ölesiye işkence edilmişlerdir. Habbâb bu işkencelere sabrederek kâfirlerin Hz. Peygamberin risâletini inkâr etmesini istemelerini reddetmiştir.

[100]

Hz. Habbâb (R.a) Medine'ye hicret edince Hz. Peygamber (sav) onu Cebr b. Atik ile kardeş yapmıştır. Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer'den izin alarak Kûfe'ye cihad için gitmiş, hicri 37 tarihinde şiddetli bir hastalığa tutulmuştur. Hastalığın şiddetinden günde yedi defa başını dağlatan Habbâb, hastalık anında acı içerisinde "Hz. Peygamber (sav) .beni ölümü temenni etmekten ahkoymasaydı temenni ederdim" demiştir. Oğullarına kendisinin Küfe dışına gömülmesini vasiyet eder ve bet-i Resul gibi bir eğitim imkânına sahip bulunmalarıdır. Bu, sadece onlara nasip olmuştur; "Sadr-ı İslâm, İslâm'ın ilk günlerini idrak etmek, ilk İslâm Medine'sini, cemiyetini, devletini ve medeniyetini arı-duru tevhid inancı üzerine kurmak ve devamı için gerekli hizmetleri başlat­mak. Bütün bunları tamamen insanî zemin ve şartlarda yapmak. Keli­menin tam anlamıyla dünyayı dönüştürmek. İslâm hakikatim uygulamalı olarak insanlığa armağan etmek. Bütün bunlar, sahabe nesline has ve mahsus imtiyazlar ve mutluluklardır.

 

Ashâb-I Kiram Seçilmiş Nesildir

 

Ashâb-ı Kiram; sadece dindaşını sırdaş edinen, atveden, öfkesini yut­masını bilen ve intak eden, gevşemeyen, üzülmeyen, işlerini istişare ile yapan, zoru göğüsleyen, zor zamanların sözleşmesine imza atan seçilmiş nesildir.

Ashab-ı Kiram; örnek kul son rasûl Hz. Muhammed (sav)'in çağ­daşları, arkadaşları dostları ve yardımcıları olmaları münasebetiyle seçilmiş kimselerdir. Başka bir ifadeyle Ashâb-ı Kiram, Ensar-ı İslâm'dır. Yani İslâm'ın yardımcılarıdır.

"Bir de hicret eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve inallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.”

[101]

"İman edip salih amel işleyenlerin ve Rableri tarafından bir gerçek olarak Muhammed'e indirilen kitaba inananların kötülük­lerini Allah örter ve durumlarını düzeltir.”

[102]

Bu ayet-i kerimelerde sahabelerin, özellikle günahlarının bağışlanmış ve duaımlarmm düzeltilmiş olduğu açıkça bildirilmektedir. Bunun mana­sı şudur: Sahabe neslini hizmete ve izzete hazırlamak, onları farklı bir iş için seçmiş olmaktır. Şu bir hakikattir ki; gerek ferd ve gerekse toplum hayatında yeni temiz bir safya açılabilmesi, yeni bir başlangıç yapıla­bilmesi ve yeni hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için öncelikle yapılması gereken iş, geçmişin hatalarından, yükünden kurtulmak ve arınmaktır. Yüce Rabbimiz, Rasûlünün emrinde hizmete koşacağı  sahabeleri bu konuda rahatlatmakta, onların hata ve günahlarını örtüp bağışladığını bildirmektedir.

Sahabelerin günahlarının bağışlanması, zeminin ayıklanması ve tabiî peşinde gelecek olan güzelliklerle donatılması aşamasına hazırlanması demektir. Sahabelerin bu durumları, ayet-i kerime'de "gönüllerini ve hallerini düzeltti" diye bildirilmektedir. Ashâb-ı Kirâm'ın hallerinin nasıl düzeltildiğini bir başka ayet-i celilede şöyle açıklanmaktadır:

"...Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Hizbullah Allah'ın hizbi dininin yardımcılan dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Hizbullah (Allah'ın hizbi) olanlardır.”

[103]

Sahabelere imanın sevdirilmiş, içlerine sindirilmiş olması, küfür ve isyanın da onlara çirkin gösterilmesi ve bunlardan iğrenilir hale getirilmiş olmaları, bu ilk nesil müslümanlarının özel olarak hazırlandıklarını, eğitildiklerini, ayetin ifadesiyle "rüşd sahibi" kılındıklarını göstermektedir:

"Hem biliniz ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fasıkliği ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.

[104]

Bu ayet-i kerimeden de açıkça anlıyoruz ki; Ashâb-ı Kiram, seçilmiş ve Allahû Teâla tarafından desteklenmiş bir nesildir. Çünkü ayette ifade buyrulduğu gibi; sahabeler, sevgi ve nefret boyutunda hidâyet rehberi, sevgi ve şefkat örnek ve önderi olan Hz. Muhammed (sav)ın arkadaşlığı­na, dostluğuna yaraşır bir kıvama sahip kılınmışlardır, el- Bezzar'da Cabir (R.a.)'den sahih ve merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:

"Şüphesiz Allah ashabımı Nebiler ve Rasûller hariç bütün alem­lere üstün kılıp seçmiştir. Benim ashabımdan da dört kişiyi seçtmiştir.  Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi kastetmektedir- ve onları benim ashabım kılmıştır.”

[105]

 

Ashâb-I Kiram Hayırlı Nesildir

 

Yeryüzünde hiç kuşkusuz, "Hayırlı nesil" sıfatını İslam ümmetinin ilk­leri olmaları nedeniyle özellikle sahabeler taşımaktadırlar. Tabiî ki, hayır­lı nesil, örnek ve önder nesildir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emred­er, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır. “

[106]

"Hayırlı ümmet" olmanın üç tezahürü, üç göstergesi de ayet-i keri­me'de emr-i bi't maruf, nehy-i anl münker ve iman-ı billah olarak tesbit ve ilan edilmektedir. Sahabelerin bu üç noktada, seçilmişliklerinin gereğini yerine getirmekte fevkalâde titiz davrandıkları tarihin şehade-tiyle sabit olan bir gerçektir. Ashâb-ı Kirâm'm hayırlı bir nesil olduğunu bizzat Rasûlüllah (sav) haber veriyor:

"İnsanların hayırlısı benim kuşağımdır. Sonra benim kuşağımı takib eden kuşak, sonra onları takib eden kuşaktır.”

[107]

“Görüldüğü gibi, Ashâb-i Kirâm'ın hayırlı bir nesil olduğu, Rasûlüllah (sav) tarafından tescil edilmiştir. Sahâbe'nin hayırlı bir nesil olduğu hususunda tereddüd etmek, mü'min bir insana yakışmaz. Sahabeler, 'hayırlı hizmetlerde insanlığa örnek ve önder oldular. Mallarını ve can­larını Allah yolunda cömertçe sarfettiler. Allahü Teala buyuruyor:

“Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüs­lerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.”

[108]

Ashâb-ı Kiram'm ahlâkı, fıitüvvet ahlâkı idi. Onlar kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile kardeşlerini unutmazlar, kendi nefislerine tercih eder­lerdi. Cabir (R.a.), Ashâb-ı Kirâm'ın ahlâkını şöyle anlatıyor:

"Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafta çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar ak o tarafı çok gösterir Muhacirler'e "Hangisini tercih ederseniz alın" derlerdi. Onlar da çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimi­zin olsun diye az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu Muhacirler'e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı.”

[109]

Ashâb-ı Kiram, insanları hayra davet eden hayırlılardır. Çünkü saha­beler, insanı özüyle tanıştırdılar, kâinatın yaratılış hikmetini öğrettiler.

Ashâb-ı Kiram, "İnsanlığa ne kadar hayırlı olursak o kadar Allah'ın rızasına nail olmuş oluruz" düşüncesiyle hareket etmiş olan bir nesildir. Bu nesle "ehl-i hayr" denilmez de ne denilir?

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Ashâb-ı Kiram kimdir? Açıklaynız.

İslam ulemasının üzerinde ittifak ettiği bir sahabe tarifi yapınız?

İslam ümmeti için Ashabı Kiram ne anlama gelir? Açıklaynız.

Rasûlüllah (sav)'ı görmemiş ama onun sahabelerini görmüş mü'min kimselere ne denir? İzah ediniz.

Peygamber Efendimiz (sav)'in zamanında yaşadığı halde Efendimiz (sav)'i görme şerefine nail olmayan insanlara ne ad verilir? (Veysel Karani ve Habeş kralı Necaşi gibi) Açıklayınız.

Peygamber Efendimiz (sav)'in zamanında yaşamış, kendisi­ni görmüş ama kendisine iman etmemiş kimlere ne denir? İzah ediniz.

Hulefa-i Raşidin kime denir sırasıyla sayınız? Aşere-i Mübeşşere ne demektir? İzah ediniz Aşere-i Mübeşşere olan sahabeler kimlerdir? Sayınız.

Aşere-i Mübeşşere dışında Rasûlüllah (sav) tarafından cen­netle müjdelen başka kimse var mı? Açıklayınız.

İslâm devletini kurmak için Mekke'nin şirk ortamından Medine'ye göç eden Mekkeli müslümanlara ne ad verilir? Söyleyiniz.

Mekke'den göç eden müslümanlara yardım eden, ellerindeki mallarının yarısını veren, Peygamber Efendimiz (sav) ve ashabını bağrına basan Medineli müslümanlara ne ad verilir? Söyleyiniz.

Ashâb-ı Kiram-Din ilişkisi hakkında ne biliryorsunuz? Söyleyiniz.

Ashâb-ı Kiram şahsiyet kazanması hakkında ne biliyor­sunuz bilgi veriniz.

Ashâb-ı Kiram nasıl bir nesildir? Açıklayınız.

Ashâb-ı Kiram ile Rasûlullah (sav)'in mucizeleri arasında­ki ilişki hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.

Ashâb-ı Kiram-Cennet ilişkisi hakkında ne biliyorsunuz? Söyleyiniz.

Ashâb-ı Kiram niçin hidayet öncüleridir? Açıklayınız.

Ashâb-ı Kiram'ın hayırlı nesil olması ne anlama geliyor? Bilgi veriniz.

Ashâb-ı Kiram'ın İslâm ümmetinin müslümanlığında payı var mıdır? İzah ediniz.

Ashâb-ı Kirâm'ın Kur'an-ı Kerim'de zikredilen vasıfları nelerdir? Bilgi veriniz.

Ashâb-ı Kiranı arasında çıkan ihtilaflar hakkında ehl-i sün­net ve cemaatin görüşü nedir? Açıklayınız.

"Sahabe Kadılığı"nı yapmak İslâm ümmetinin vazifesi midir? İzah ediniz.

Sahabelere karşı müslümanlarm görevleri nelerdir? Bilgi veriniz.

Sahabeleri hayırla yadetmeyenlerin İslâm'a hizmet etmeleri mümkün mü? Açıklayınız.

Ashâb-ı Kiram kaç tabakaya ayrılır? Bilgi veriniz.

 

ÜNİTE II

 

Ashâb-ı Kirâm'ın Kıvam Göstergeleri

Cemaatı Tercih Etmek

Sünnete İttiba Etmek

Mescid İmârı

Kur'an Tilâveti

Allah yolunda Cihad

Sahabe Fıkhı

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Ashâb-ı Kirâm'ın Kıvam Göstergelerini Öğrenmek

Cemmat olmanın Önemini Açıklamak

Sünnete İttiba Etmenin mahiyetini kavramak

Mescidleri imâr etmenin mana ve mahiyetini açıklamak

Kur'an Tilâvetinin müslümamn hayatındaki yerini açıklamak

Allah yolunda cîhad etmenin mahiyetini izah etmek

Sahabe Fıkhı'm tarifini yapmak

 

Ashab-ı Kiram'ın Kıvam Göstergeleri

 

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğinde İslam'ı öğrenme, yaşama ve yayma imtiyazına sahip kimselerdir. Sahabeler, insanlardan Hz. Muhammed (sav)'in; Hz. Muhammed (sav) de peygamberlerden onların nasibidir. Onların Allahû Teâla tarafından Rasûlüllah (sav)'e çevre olarak seçilmiş olmaları kendilerini öteki insanlardan ve müslüman nesillerden farklı kılan en büyük özellikleri olmuştur.

Ashâb-ı Kirâm'm kıvamından kasdımız; cennetliklerin kulluk kalitesi­ni gösteren özelliklerdir. Ashâb-ı Kirâm'm kıvam özellikleri, onların yo­lunu takip eden bütün mü'minler için de söz konusudur. Mü'min olarak Ashâb-ı Kirâm'm kıvam özelliklerine ne kadar yaklaşılabilirse o kadar kâmil müslüman olmak mümkündür. Bakınız bu hususta İmam Şatibi (Rh.a.) şöyle diyor:

"Dini konularda bir kimseyi örnek almak istiyorsanız, Mu­hammed (sav)'ın ashabını örnek alınız. Çünkü bu ümmet içinde kalb yönünden en temiz, ilim bakımından en derin, tekellüf ve tasannu cihetinden en az, hidayet itibariyle en doğru ve güzel ahlâk bakımın­dan en iyi olan şahıslar onlardır. Rasûlü ile sohbet ve dinini tesis etmek için Allahû Teâla'nın seçtiği kişiler de bunlardır. Bunların üstünlüğünü kabul ederek izlerini adım adım takip ediniz. Onlara benzemeye çalışınız. Zira en doğru yolda olanlar yine onlardır. Bu yoldan azıcık sağa ve sola saparsanız, büyük bir dalaletin içine yuvar­lanmış olursunuz.”

[110]

Kemal ve kıvam yolunda Allahû Teâla'nın rızasını kazanmanın en emin yolu, Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam özelliklerine sahip olmaktır. Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam özellikleri, Ashâb-ı Kirâm'ın Allahû Teâla'nın rızasına nail olmak için önemsedikleri meselelerdir. Dolayısıyla "Sahabeler, en çok hangi meseleleri önemsiyorlardı?" "Hangi İslâmî mesleîeri hayat­larının merkezine yerleştirmişlerdi?" Sahabe neslini tanımak için bu durumları yakından bilmek mecburiyeti vardır. Sahabe neslinden hemen sonra gelen Tâbiûn nesli, sahabe neslini tanımaya çalışmış, sahabenin kimliğini ortaya çıkarmaya gayret etmiştir. Tabiûn'lar, sahabe neslinin kıvam özelliklerini düşünce, yaşayış ve tavır olarak gündemlerine taşı­maya çalışmışlardır. Bakınız Şamlıların fakihi diye tanınmış olan Tabiûn neslinin ileri gelen alimlerinden İmam Evzâî (Rh.a.) şöyle diyor:

"Rasûlüllah (sav)'ın Ashabı, şu beş şeyin üzerindeydi: Lüzûmü'l Cema'a/Cemaatı tercih etmek, İttibau's Sünne/Sünnete ittiba etmek, İmâretü'l Mescid/Mescid İmârı, Tilâvetü'l Kur'an/Kur'an tilâveti ve Cihadun fi Sebilillah/Allah yolunda cihad!.”

[111]

Bu bir kimlik tesbitidir. İmam Evzâî (Rh.a.), sahabeleri başkalarından ayırma amacıyla değil, tanıtma maksadıyla bu tesbiti yapmıştır. İmam Evzâî (Rh.a.)'ın saymış olduğu bu kıvamlar, Ashâb-i Kirâm'ın kimliğini tanıtan özelliklerdir. Bu kıvamlar, Allahû Teâla'nın rızasını kazanma yol­unda Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilmez öncelikli müşterekleridir. Müslüman olarak Ashâb-ı Kirâm'ın bu vazgeçilmez öncelikli müşterekleri bizimde müştereklerim izdir.

Sahabe kavli/görüşü tercihi, İslâm'ı anlamda ve yorumlamada nasıl bir hukukî değer taşıyorsa, Müslüman ferd ve Müslüman toplum hayatı ve yönetim pratiği bakımından sahabe kıvamı aynı değere sahiptir. İslâmî değerlerin değişik düşünce, fikir, zaaf veya hesaplarla görmezden gelin­diği yahut istismar edildiği ortamlarda Rasûlüllah (sav)'in yakın çevresi, öğrencileri olan sahabelere duyulan ihtiyaç ciddi boyutlar kazanır. Sahabe kıvamı, bu ihtiyacı gidermede ortaya konulması gereken temel hedeftir. Sahabe kıvamı, gerçek mü'min seviyesini yakalamanın ölçü­südür. Sahabe neslinin tek tek değil, topluca temsil ettiği değerlerin, onlar hakkındaki genel değerlendirme ve tespitlerin tümüne sahabe kıvamı di­yoruz. İlk İslâm nesli sahabelerin ortaya koydukları hayat tarzının biçi­minin, toplum hayatının, düşünce-iman-ilim-amel çizgisinin elbette "model"  ve  "yöntem"  değeri  vardır ve  bu değer oldukça yüksek düzeydedir. Sahabe kıvamı, " Müslümanın hayat modeli" değerine sahiptir.

Fitne ve fesad devrini yaşamakta olan toplumlarda Rabbani mesaj, basit ve sıradan örneklerle verilemez. Herkesin dikkatini çekebilmek için üst düzey misaller/örnekler gerekir. Bu üst düzey tarihi örnekleri fiili olarak değil de, sözlü olarak insanlara anlatmak aslında beklenen etki açı­sından çok isabetli değildir. Ne var ki yaşayan/günlük örneklerin buluna­madığı dönem ve yörelerde üst düzey tarihî örnekleri sözlü olarak insan­lara ulaştırma fırsatını ve imkânını kullanmaktan başka yol da yoktur. Belki de gelecek günleri/toplumları etkileyecek olumlu ve yaşayan Müslüman örnek/önder kimliklerin yetişmesi, tarihî örnekler ve önderler olarak sahabe neslini ve bu nurlu neslin kıvamını gündeme taşıma başarı ve kapsamıyla doğru orantılıdır. Her din ve kültürde geçmişten olumlu-olumsuz misaller verilmesinin, kıssalar anlatılmasının amacı da günü ve geleceği, tarihî tecrübe ile eğitmek ve şekillendirmek değil midir? Allahû Teâla'nın kendilerinden razı olduğu, kendilerinin de Allahû Teâla'dan razı oldukları sahabelerin kıvam göstergelerinde İslam ümmeti kimliğini ve kişiliğini bulur.

Müslüman kimliğimizi korumanın ve dışa olduğu gibi yansıtmanın biricik çaresi, düşünce, yaşayış ve tavır olarak Ashâb-ı Kirâm'ın bu kıvam özelliklerini gündemimize taşımaktır. Çünkü sahabe hayat modelimizdir. Sahabe neslini hayat modeli edinmeyen müslümanlar, kelime-i şehadet ile kazandıkları müslüman kimliklerini koruyamazlar. Kimliksizliğin ve kişi­liksizliğin moda haline geldiği bu asrımızda Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam özellikleri, müslüman kavimler için müslüman hayatın dinamikleridir. Şimdi Ashâb-ı Kirâm'ın bu kıvam özelliklerini tek tek izah etmeye gayret edelim.

 

Lüzumü'l Cema'a

(Cemaati Tercih Etmek)

 

Ashâb-ı Kirâm'ın imandan sonra ilk tercihi cemaat'tir. Sahabeler, ehl-i ferd olmayı değil, ehl-i cemaat olmayı tercih etmişlerdir. Sahabeler, cemaat olmayı imanın beraberinde getirdiği bir itikadı tercih olarak kabul etmişlerdir. Onlar cemaat'sız İslam'ın olamayacğma inanıyorlardı. Nitekim Ashâb-ı Kirâm'dan Hz. Ömer (R.a.) şöyle diyor:

"İslam İslam olamaz, cemaat olmadıkça!.. Cemaat cemaat olamaz Emiri olmadıkça!.”

[112]

Ashâb-ı Kiram; Rasûlüllah (sav)'in tebliğ ettiği İslâm davasına iman etmiş, Rasûlüllah (sav)'in etrafında toplanmış, O'nun örnek ve önder­liğinde cemaat haline gelmiş kimselerdir. Hangi çağda ve mekânda olur­sa olsun, Rasûlüllah (sav)'e uyanlar, cemaat olurlar. Cemaat haline gelmeyen mü'minler, Peygamber (sav)'e uymuş sayılmazlar!

Sahabeler, cemaat olmayı, İslâm dininin amir hükmü kabul etmişlerdi. Onlar, İslâm cemaatının dışında kalmayı adeta İslâm'sız kalmakla eşdeğer görüyorlardı. Esasen Ashâb-ı Kiram tabiri, Rasûlüllah (sav) etrafında toplanmış ve cemaat olmuş kimseleri ifade eder. Yani Ashâb-ı Kiram denilince, Rasûlüllah (sav)'in vahy doğrultusunda oluşturduğu, vahy eğitiminden geçirdiği mü'minler topluluğu akla gelir.

Cemaat; inanç, düşünce, yaşayış, ibadet, muamelât, münasebet, ukubat, davet, tebliğ, ahlâk, iktisad, ticaret, siyaset, devlet, harb/kıtal ve sulh gibi tüm konularda Sünnet'i yol ve yöntem olarak benimseyen müslümanlar topluluğu demektir.

Cemaat; Rasûlüllah (sav)'in yolu, sünneti üzerinde yaşamayı benim­semiş sahabeler, Hz. Peygamber (sav)'in ve sahabelerin inanç, ve yaşa­yışlarını benimseyen mü'minler topluluğu manasına gelir.

Cemaat, müslüman kimliği koruyucu ve kollayıcıdır. Daha doğrusu cemaat, mü'min yürekleri ihanet etmekten koruyan nebevî bir güçtür. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Bir müslüman kişinin kalbi, (şu) üç meziyete sahip olduğu müd­detçe hiyanet/kin ve husumet beslemez. Bu meziyetler: Amelinin ilhasının Allah için olması, müslümanların imamlarına nasihat etmek ve müslümanların cemaatına yapışıp ayrılmamak.”

[113]

Cemaat, mü'min insanın bu dünyadaki cennetidir. Nitekim Hz. Ali (R.a.) şöyle diyor: "Şayet Cennet ile İslam cemaatı arasında muhay­yer bırakılsaydim, hiç şüphesiz İslam cemaatını cennete tercih ederdim."

Mü'min bu dünyada cennetten değil cemaat olmaktan ve cemaate bağlı kalmaktan sorumludur. Bu dünyada cemaat, cennete gidenlerin yoludur. Cemaatsız cenneti düşleyenler, kendi mü'min yüreklerine ihanet eden­lerdir. Rasûlüilah (sav) buyuruyor:

"Size ashabımı, sonra onların peşinde gelenleri ve sonra bunların peşinde gelenleri tavsiye ederim. Daha sonra yalan yayılacaktır. Hatta kişiye, (yalan yere) yemin ettiği için yemin verdirilmeyecek ve şahide (yalan yere) şehadet ettiği için şahidlik yaptırılmayacaktir. Dikkat edin! Bir erkek bir kadınla başbaşa kalmasın, aksi halde üçüncüleri behemehal Şeytan'dır. Cemaatten ayrılmayın. Tefrika­dan önemle sakının. Çünkü şeytan, yalnız kalanla beraberdir ve (cemaat olan) iki kişiden daha uzaktır. Her kim, cennetin özünü istiy­orsa, hemen cemaate yapışsın. Her kimi, iyiliği sevindiriyor ve kötülüğü de üzüyorsa işte o kimse mü'mindir.”

[114]

Cemaat; vahyi esas alan, onu öne çıkaran, herşeyin basma vahyi ko­yan, İslâm'ı Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğinde yaşamaya çalışan müslümanlar topluluğudur. Bu temel ilkeden uzaklaşanlar, cemaat'ı tercih etmiş sayılmazlar. Çünkü bu ilkeden uzaklaşanlar, aklı vahyin önüne geçiren yorumlar getirmek suretiyle ana gövdeden ayırlac aklardır. Böyle bir yola girenler hangi adla anılırlarsa anılsınlar, tefrika içine düşmüş fırkacılardan sayılırlar. Yeri geldiği için şunu beyan etmekte fayda vardır:

Tefrika itikadıdır, ihtilaf amelîdir, itikadı alanlara intikal eden ihtilaflar da tefrikadan sayılır. Amelin kazası olsa da itikadın kazası olmaz. Bundan ötürüdür ki, Ashâb-ı Kiram hep cemaat olmakatan yana olmuştur.

Ashâb-ı Kirâm'ın, Mekke Şirk Devleti'nde imandan sonra ilk tercihi, cemaat olmuştur. Bu nedenle diyoruz ki; cahiliyyenin kuşatması altında bulunan Mekkî toplumlarda cemaatı tercih etmek, toprağı olmayan İslâm devletinin vatandaşlığını kabullenmek demektir. Çünkü İslâm cemaatı; toprağı olmayan İslâm devletidir. Dolayısıyla cemaati olmayanların devletleri de olmaz.

Sahabeler; cemaatı iltizam/tercih eder, lüzumlu, gerekli, vazgeçilmez görür, ana gövdede yer alır, ayrılıkçı gruplara, fırkalara asla iltifat etmez­lerdi. Onlar ehl-i cemaatti. Birbirlerinden ayrılmazlar, özde ve sözde işbirliği yapıp birlikte hareket ediyorlardı. Sahabe neslinden sonraki nesiller için cemaat; sahabelerin benimsediği, üzerinde bulundukları yol, yaşayış anlamına gelir. Sahabelerin tavırlarından, yaşayışlarından çıkarılacak bir cemaat tarifi varsa o da şudur: Cemaat; mü'min olarak şeriat-ı garra üzere sabit kadem olup fiilen müslümanlarla yardımlaşma ve dayanışma içerisinde bulunmaktır. Yani şartlar ne kadar zor olursa olsun, zemin ne kadar dar olursa olsun, vahyi öncelikli yaşayanlardan olmaktır.

Aklı vahyin önüne geçirme, onun yerine koyma veya aklı önceleyip vahyi öteleme teşebbüsü içinde bulunanlar, ehl-i cemaat olamazlar. Böylelerinden oluşan topluluklar İslam cemaatını değil, şeytan ordusunu oluştururlar. Çünkü vahyin önüne akıllarını geçirenlerin ilki şeytandır.

Ashâb-ı Kiram; vahyi öne çıkarma ve ona tam teslimiyet tavrı ile şekil­lenmiş bir nesildir. Sahabe vahiy ile seviye kazanıyordu. Sahabe toplu­luğu, vahiy öncelikli yaşayanların örnek toplumudur. Dolayısıyla saha­beleri güzellikle takip edecek olanların hayatları da bu cennetlik neslin cemaat şuurundan yansımalar taşıyacaktır. Sahabeler bir vakit namazı dahi cemaatsız geçirmek istemiyorlardı. Bir vakit cemaatle namaz kıl­maya gelmeyen kardeşlerini araştırıp sorarlardı. Bu durum, onların cemaat fıkhından kaynaklanıyordu. Sahabeler, cemaatsızlığı îslâmsız kal­makla, cemaatten ayrılmayı da, İslâm'dan ayrılmakla eşdeğer görüyor­lardı. Bunu Rasûlüilah (sav)'den öğrenmişlerdi. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Ben de size, Allah'ın bana emrettiği beş şeyi emrediyorum: Dinlemek, İtaat, Cihad, Hicret ve Cemaat. Zira her kim cemaatten bir karış mikdarı aynlırsa İslâm'ın bağını boynundan çıkarmış olur: ancak (cemaate geri) dönmesi hali müstesnadır. Herkim cahiüyyet davasını iddia ederse o kimse cehennem gürûhlanndandır." Bunun üzerine bir adam,

"Ya Rasûlüllah!" dedi,

"Namaz kılsa da, oruç tutsa da mı?” Rasûlüllah (sav) buyurdu ki:

"Namaz kılsa da, oruç tutsa da! Sonra siz; Müslümanlar, Mü'minler ve Abdullah'lar/Allah'ın kulları olarak sizi isimlendiren Allah'ın davasıyla davet ediniz.”

[115]

Ashâb-ı Kiram, cemaatten bir karış mikdarı kadar dahi ayrılmayı içine sindiremeyen cennetlik bir nesildir. Onlar cemaat dışında kalmayı, cehen­nemlik bir tavır olarak sayıyorlardı. Bunun için sahabe neslinin dünyada­ki cenneti, cemaatı olmuştur. Sahabelerin herbiri kendi vicdanında ümmet-i Muhammed (sav)'in vicdanını taşıyordu. Onlardan biri, tek başı­na bir dağın başında olsa bile kendisine cemaat gözüyle bakar ve cemaat gibi hareket ederdi. Hakkın üzerinde olan her mü'min, aynı zaman da diğer mü'mirilerin vicdanını da kendi vicdanında taşıyan bir cemaat örneğidir. Bu nedenle diyoruz ki; İslâm cemaatını önemsemeyenler, İslâm cemaatının içinde bulunmayanlar, İslâm cemaatının dışında kalmayı yaşam tarzına dönüştürenler, ehl-i cemaat olmak yerine ehl-i ferd olmaya karar verenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlardır.

 

İttibau's Sünne (Sünnete İttîba Etmek)

 

Vahyi öncelikli yaşayanların toplumu, kitaba sarılan toplumdur. Kitaba sarılmak, sünneti yaşamakla mümkündür. Rasûlüllah (sav)'in sünneti, İslâm cemaatinin vazgeçilmez nizamname sidir. Rasûlüllah (sav)'in sün­netine ittiba etmeden İslâm cemaatı varlığını devam ettiremez.

İslâm davasını anlamada, yaşamada ve savunmada müslümanların örnek ve önderi Hz. Muhammed (sav)'dir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Şüphesiz ki sizin için Rasûlüllah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve Âhiret gününe ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.”

[116]

Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğini önemsemeyen, onun sünnet-i seniyyesine ittiba etmeyi gereksiz görenlerin oluşturdukları topluluk, İslâm düşmanlarının kalabalığından sayılır.

Yeryüzünde peygamberlerin beşeri plandaki sorumluluk ve önderlik çerçevesinin adı, ümmettir. Hz. Muhammed (sav) için bu çerçeve, "ümmet-i davet" ve "ümmet-i icabet" olarak tüm dünyalıları içine almaktadır. Sünnet ise, Rasûlüllah (sav)'in bu sorumluluk ve önderlik çerçevesine göre Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri, beyanı ve uygulamasıdır.

Ümmet-i icabet dediğimiz İslâm ümmetinin sosyolojik bir vakıa olarak gerçekleşmesinde Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği ne ölçüde gerek­li, etkili ve vazgeçilmez ise, ümmet yapısının devamında da onun sünneti/uygulamaları prensip ve pratik olarak aynı ölçüde ve değerde gerek­li ve vazgeçilmez bir önderlik ve rehberlik konumuna sahiptir. Sahabeler; .günlük işlerinden, devletlerarası ilişkilerine varıncaya kadar pratik haya­tın her safhasmda vazgeçilmez örnek ve önder olarak Rasûlüllah (sav)'in sünneti seniyyesini almış ve ona uymaya çalışmışlardır.

Ashâb-ı Kiram, "Dünyada sünnet, Âhirette cennet" ilkesiyle hareket ediyordu. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in bilgilendirme ve yönlendirme­siyle şahsiyet bulmuş kimselerdir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav) hayatta iken nasıl ondan başka örnek ve önder tanımıyor idiyse, O'nun vefatından sonra da onun yaşayışı, gidişatı demek olan sünnet-i seniyyesinden başka bir hayat ölçüsü ve örneği tanımamışlardır. Ashâb-ı Cirâm, hep onunla, onun yolunda olmaya çalışmış, onun anlayış ve yaşayışını kendi­lerinden sonrakilere fıiii vasiyyet ve "sahabe sünneti" olarak bırak­mışlardır. Buracıkta sahabe sünneti tabirini tarif etmeye çalışalım.

Sahabe sünneti; Rasûlüllah (sav)'in gerek kavlî, gerek fiilî ve gerek­se takrirî/tasvip ve tecviz olarak sünnetine uyma hassasiyeti, dikkati, titiz­liği ve uygulamasıdır.

Sahabe sünneti; özellikle ve öncelikle Rasûlüllah (sav)'in yaşayışının, vazgeçilmez hayat ölçüsü olarak sahabeler tarafından mümkün olduğun­ca aynen yaşanmış olmasıdır. Rasûlüllah (sav)'in sünnetlerini yaşayarak yaşatmak ve sonraki nesillere aktarmak, sahabe sünnetidir.

Sahabe sünneti; ister genişlikte olsun ve isterse darlıkta olsun, Rasû­lüllah (sav)'in sünnetine kesintisiz ittiba etmektir. Hayatta sünnetin neye uygun olup olmadığını değil, neyin sünnete uygun olup olmadığını kont­rol etmek, sahabe sünnetididr. Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav)'in sün­netine uygun olmayan sözleri ve fiilen meşru ve makbul kabul etmezdi. Çünkü İslâm'da imanın sosyalleşme rehberi, sünnettir. Zira inanılan ilkelerin yani dinin emirler, yasaklar ve şüpheliler olarak müslümanlar tarafından nasıl uygulanacağı, İslâm'ın nasıl yaşanacağı sünnet'in örnek­liği, önderliği, Rasûlüllah (sav)'in hayatı/yorumu olmadan bilinmez ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilemez. Sünnet'in önüne geçen bir din yorumu ve yaşantısı olmaz/olamaz. Bilindiği gibi, her hangi bir uygula­manın, amelin amel ve ibadet olarak kabul görmesi için üç temel şart vardır. Bunların birincisi sahih imandır. İkinicisi, sağlam/iyi bir niyettir. Bu, işin görünmeyen yönüdür.

"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [117] hadisi bu şartı ortaya koyar. Üçüncüsü, şekil/uygulama biçimi olarak, Sünnet'e uygunluk. Bu da görünen yönüdür.

"Benim namazı kıldığımı gördüğünüz gibi namazı kılınız/kıldırınız.” [118] hadisi ibadetlerin sünnete uygun olma zorunluluğunu;

"Kim bizim dini­mizde olmayan birşey (amel/inanç) uydurursa o merduddur/reddedilmiştir.” [119] hadisi, genel anlamda, yani prensip olarak sünnet'in bu tayin ediciliğini belirlemekte­dir. Binaenaleyh sosyolojik anlamda dinin kimliğini ve tabiî müslüman kimliğini de tayin, tesbit eden ve tanımlayan sünnettir. Bir başka deyişle sünnet, dinî kimlik ve kişilik için sıhhat ölçüsüdür.

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetini reddetmeyi ve keyfi olarak terketmeyi, küfrî bir dvaranış olarak görüyorlardı. Nitekim Ashâb-ı Kirâm'dan Abdullah İbn-i Mes'ud (rh.a.) şunları söylüyor:

"Şu beş vakit namazı, ezan okunan mescidlerde cemaatle kılmaya bakın. Şüphesiz ki bunlar sünen-i hüda'dır. Allah, Rasûiüne sünen-i hüdayı açıklamıştır. Allah'a yemin ederim ki ben, kesin münafıklar hariç, sahabelerin beş vakit namazı cemaatla kılmayı hiçbir zaman terketmediklerinm şahidiyim. Vallahi ben, iki kişinin koltuklarına girip -ayakları yerde sürünerek- saftaki yerine kadar götürülen saha­beler gördüm. Sizden evinde namaz kılacak bir yeri olmayan yoktur. Eğer mescidleri terkeder de farz namazları evlerinizde kılarsanız, Nebinizin sünnetini terketmiş olursunuz. Eğer Nebinizin sünnetini terkederseniz, sapıttınız gitti demektir.”

[120]

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in görüşü; sünnetin işlenen amellerin sıhhat ölçüsü olduğu yönündedir: "Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyet ile, niyet, söz ve amel de ancak sünnet'e uygun olmakla mak­bul olur/bİr değer ifade eder.”

[121]

Şunu kabul etmek gerekir ki; Hz. Peygamber (sav)'in ilk işi; İslâm'ın şahıslarında canlandığı bireyler yetiştirmek olmuştur. Sahabeler de bu kıvamı temsil eden ilk müslüman nesildir.

"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimse­lerdir.” [122] hadisi, sahabe neslinin genel niteliğini tesbit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki; Sahâbîler, Kitap ve Sünnet ehlidir.

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba eden Kur'an'a tabi olmuş demektir. Sahabeler, bu konuda en önde gelen­lerdir.

[123]

Sahabeler, her hangi bir ameli işleyecekleri zaman önce o amel husu­sunda Rasûlüllah (sav)'in, sözlerini, uygulamalarını araştırırlardı. Ra­sûlüllah (sav)'in uygulamalarına uygun amelde bulunmak, onlar için meşruluk alâmetiydi. Bu durum, aynı zamanda bütün müslüman nesiller için geçerlidir. Sünnete uygun olmayan hiçbir amel meşru sayılmaz.

Allah'ın kitabını Allah'ın muradına göre anlama ve yaşama hususunda "Rasûlüllah (sav)'in sünneti/uygulaması bize yeter" demek, sahabe nesli kıvamında müslümanlık kalitesine ulaşmış olmak demektir. Hayat örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav) Kitaptan sonra bize sünneti miras bırakmıştır. Sünnet'e karşı en ufak bir kayıdsızlık, laubalilik, Peygamber (sav)'e ihanet sayılır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Size sımsıkı yapıştığınız zaman asla yolunu sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve.[124] Sünnet,  Müslüman  kimliğini  dokuyan  ve  koruyan  Peygamber mirasıdır.

[125] Bu nebevi mirası gözünün nuru gibi koruyup kendisinden sonraki nesillere aktaran nesil, sahabe neslidir.”

Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba, sahabe sünnetidir. Sahabe sünneti de sünnetten sayılır ve İslâm ümmetini bağlar. Onunla amel edilmesi gerekir. [126] Ashâb-ı Kiram, İslâm ile ilgili hemen herşeyi ilk kez duyan ve ilk kez yaşayan, uygu­layan, İslâm yapılanmasına kuruluş aşamasında şahid olan ve katkıda bulunan hayırlı nesildir. Sahabeler için Sünnet en tartışılmaz pratik delil ve örnekti. Sünnette yerini bulamadıkları şeylere asla iltifat etmezlerdi. Bir çok soruya; "Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu veya şöyle yaptı, yapardı" diye cevap vermeleri, hem kendileri ve hem de tüm müslümanlar için sünnetin tartışılmaz, itiraz edilemez bağlayıcı bir delil olduğu anlayışından kaynaklanıyor ve meseleleri çözmede onların öncelikli yön­temi yani "sahabe sünneti" anlamına geliyordu.

Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav) ile birlikte iman eden ve inançları ile ilgili öğrendiklerini asla tartışma konusu yapmadan "duyduk ve uyduk" pratikliği içinde yaşayan amele dönüştüren ve bunda asla tembel davran­mayan model nesildir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü'minlerin sözü ancak "duyduk/işittik ve uyduk/itaat ettik" demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.”

[127]

Sahabeler, kitap ve sünnete uyma hususunda pratik insanlardı. Sahabelerin pratikliği, genellikle en küçük bir teredüde yer vermeyecek ölçüdeydi. Sahabeler bu dünya hayatını Allah'ın bir nimeti, her türlü hay­rın temeli ve sebebi olarak kabul ediyor, bu hayatta Allah'a yaklaşıyor, kendilerine takdir edilen insanlığın kemal derecesine amel ve gayret­leriyle ulaşmaya çalışıyorlardı. [128] Onların tek amaçları Allah'ın rızası idi. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeyi, Allahû Teâla'ya olan sevgi­lerinin bir gereği biliyorlardı.Allahû Teâla buyuruyor:

"De ki: Eğer siz Allah seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”

[129]

Bu ayet-i kerime'nin ilk muhatablan, hiç kuşkusuz sahabelerdi. Sahabeler, Allah'ın rızası peşinde koşan müslümanlar olarak, bu koşu­larını Rasûlüllah (sav)'e uyulması gereken her konuda imkânları nisbetinde ona/sünnet-i seniyyesine uymak suretiyle ameliliğin değişmeyen ve en doğru yöntemini uygulamışlardı.

Sahabeler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bir amel işleyecek­leri zaman hemen Rasûlüllah (sav)'in o hususla ilgili sözlerini ve uygula­malarını soruştururlar, araştırırlar, sünnete uygun olanı yaparlardı, sün­nete uygun düşmeyenleri de tereddüdsüz terkedip redederlerdi. Sünnete ittiba etme hususundaki bu tavır, bu hassasiyet, sahabelerin vazgeçilmez ameli/pratik müşterekleri idi.

Kur'ân-ı Kerim, nasıl Efendîmiz'in risaleti ve sunduğu mesaj mevzuunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kiram da, aynı şekilde O'ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz'in (sav) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O'na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'in tabiriyle, O'ndan gelen her şeyi "içiyor" gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, İsrâiloğulları'nın ruhuna buzağı sevgisi içirildiği gibi, onların ruhuna da hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (sav) sevgisi öyle içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur'ân-ı Kerim, mes'eleyi bir iman mevzuu olarak ele alıy­or ve:

"Hayır hayır; Rabbine aııdolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes'elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir tes­limiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar” [130] buyuruyordu. Onların yaşadıkları hayatın saniyeleri, saliseleri, âşireleri hep bu hassasiyet içinde geçiyordu. Hayatlarını bu ölçüde bir hassasiyet içinde geçiren insanların, O'nun sünnetine karşı lâkayd kalmaları düşünülemez.

Netice olarak Ashâb-ı Kirâm'ın lügatmda sünnete ittiba necattır/kurtu­luştur. Sahabelerin sünnet fıkhını kısaca; "Rasûlüllah (sav)'in yaptığını yapmazsak helak oluruz, inancı doğrultusunda her yönüyle bütün bir hayatı sünnet'e göre, sünneti de lafız mana ve maksadıyla anlayarak hay­atı değerlendirmek ve disipline etmektir." diye özetlemek mümkündür. Dolayısıyla sünnetin önüne gerek kendi din yorumlarını ve yaşantılarını ve gerekse başkalarının din yorumlarım ve yaşantılarını geçirenler, Ashâb-ı Kirâm'm yolundan ayrılanlardır.

 

İmaretü'l Mescid

(Mescid İmârı)

 

Ashâb-ı Kiram, yüzlerinde secde izi olan mâbed neslidir. Çünkü sahabeler, kendi İslamî kimlik ve kişiliklerinin farkına mescidde varmışlar ve kendilerini mescidde tanımışlardır. Mâbed nesli olmak, sahâblerin alâmet-i farika niteliğindeki özelliklerinden birisidir.

Mescid; alnı secdeli olanların şahsiyet üniversitesidir. İslâm öncesi Mekke toplumu için Kabe ne idiyse, Medine İslâm toplumu için de Mescid-i Nebî o idi. İlk İslâm toplum yapısının Mescid-i Nebî merkezli ve eksenli inşâ edilip geliştirildiğine tanıklık etmiş olan sahabeler, gerek ferdî ve gerekse toplum hayatları bakımından "olmazsa olmaz İslâm müessesesi" olarak mescidi tanımış bilmişlerdir. Sahabeler açısında mescidde olmak, hayatta olmakla eşdeğerdi. Bundan ötürüdür ki, müslümanlar tarihi boyunca mescid, merkez kurum, İslâm şehirciliğinin kalbi, baş müessesesi olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu durum, sahabelerin fethettikleri yerlerde mescid merkezli bir yapıyı kurmuş ve geliştirmiş olmalarındandır.

Mescid îmân İslâm dinine mensub olmanın tabiî bir sonucudur. Çünkü her din kendi çevresini oluşturur, kendi çevresinde yaşanır ve oluşturduğu çevresiyle tanınır. Bu gerçeklik, sahabeler eliyle bütün müslüman hal­kalara intikal ettirilmiştir. Mescid îmân, İslamî kimlik ve kişiliğin misyonundandır. Mescidlerin îmân; maddî îmâr ve manevî îrnâr yani inşâ ve ihya olmak üzere iki şekilde gerçekleşir.

Allahû Teâla tarafından ibadet ihtiyacım karşılama imkân ve mekânı olarak bütün yeryüzü mescid kılınmıştır. Rasülüllah (sav) buyuruyor:

“Tüm yeryüzü bana temiz olarak mescid kılındı.” [131] Bu hadis-i şerife göre mü'minler taralından îmâr edilen mescidler, kâinat mescidinin birer tercümesidirler.

Tüm yeryüzü müslümanlar için mescid kılınmış olmasına rağmen, inşâ anlamında mescid îmân, müesseseleşme, kimlik ibrazı ve fiilî tebliğ bakımlarından toplumsal bir ihtiyaçtır.

Allah'ın arzının her hangi bir yerinde İslâm yerleşiminin gerçekleştiği mescidle ispat edilmiştir. Çünkü mescid; Allah'ın hükmüne ve haki­miyetine mutlak teslimiyetin nişanesidir. Mescidler, Allahû Teâla'dan başkasına kulluk edilemeyeceğinin alâmetleridir. Onları da ancak Allah'tan başka hiç kimseden korkmayan ve zorbalara boyun eğmeyen nıü'minler îmâr edebilir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini îmâr etmeleri mümkün değildir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacak­lardır.”

[132]

Mescid îmân, tevhid merkezli kutsal bir eylemdir. Küfür, şirk ve tuğyan içindekilerin, inşâ ve ihya olarak mescidleri îmâra ehliyetleri ve haklan yoktur. Mescid îmân, müslüman duruşun müessese planında tanıtımı demektir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'dan başka hiç kimseden kork­mayan kimseler îmâr ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.”

[133]

Mescidler, Allahû Teâla'ya kulluk mekânlarıdır. Oralarda sadece ve sadece Allah'a kulluk edilir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Mescitler kuşkusuz Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvar­mayın.”

[134]

Mescidier lillah içindir. Onları özelleştirip şahısların, meşreblerin, öncülerin şahsi malları haline getirenler, mescidlere ihanet edenlerdir. Tağutlara, zorbalara isyan ederek sadece ve sadece Allahû Teâla'ya kul­luk eden hiçbir kimse meşreb, mezheb, kavim ve kabile farkından ötürü mescidlerden menedilemez. Şayet edilirse tuğyan olur.

Sahabeler mescid etrafında kenetlenmişlerdi. Onlar için mescid, salih amellerin merkezi idi. Sahabelerin mescid ile olan ilişkileri askerlerin kışla ile olan ilişkileri gibiydi. Sahabeler; mescidi kışla, kendilerini İslâm ordusunun askerleri, Rasûlüllah (sav)'i de İslâm ordusunun baş komutanı kabul edip itaat ediyorlardı.

Müslümanlar tarafından yapılmış olan her hangi bir mescidde Allahû Teâla'nın şeriatına muhalif kanunların, yasaların propagandası yapılırsa, cahili hakimiyetlere boyun eğmeye nıü'minler teşvik edilirlerse o mescid, mescid olmaktan çıkmış olur.

Sahabeler, mescidleri hem îmâr etmişler ve hem de ihya etmişlerdir. Şunu bilelim ki; ihya anlamında mescid imârının ilk adımı, fiilen mescide devam etmektir. Mü'min insanın fiili olarak mescide devam etmesi, başlı başına bir iman ve İslâm göstergesidir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Mescide devam ettiğini gördüğünüz kişinin imanma/müslüman olduğuna şehadet/tanıklık ediniz.”

[135]

Mescidler, medeniyet mektebleridir. Oralarda medenîler yetişir. Mescidlerin imârından, inşâsından, çoğalmasından rahatsız olup nefret edenler, genelde medeniyet düşmanı mürtecilerdir!

Mescid îmân, İslâm'ı yayma ve topluma âmir kılma faaliyetinin merkezidir. İnanç dünyasının mekân planında anlatımı ya da inancın mekâna aktarımı diye de değerlendirilebilecek olan mescid îmân, çevrenin İslâm'la donatılmasının ilk temel adımıdır. Şunu bilelim ki; müslüman kimliğin sosyalleşme rehberi sünnet, merkezi ise mesciddir. Mescidlerin çoğalmasından hoşlanmayan münkir ve müşriklerin değişik yollar ve gerekçelerle mescid îmârım engellemeye çalışacakları hatta aynı yoldan aynı kurumlarla karşı girişimlerde bulunabilecekleri Mescidi Dırar" olayı ile tescil edilmiştir.

Mescidleri işlevsiz kılma teşebbüsleri ve mescidlere yönelik düşman­ca tavırlar, şirk mesabesinde bir zulmü ifade ederler. Allahû Teâla buyu­ruyor:

“Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.”

[136]

Bu ayet-i kerime'ye göre İslam'da mescid/cami, mâbed dokunulmazlığı esastır. Müslümanlar tarihi fırasetle incelendiğinde görülecektir ki; İslâmî yerleşim birimlerinde Mescidler, "harem bölgesi" konumunda mukaddes merkezlerdir. Mescidlere yapılan saldın, bizzat İslâm'a ve bütün müslümanlara yapılmış olan saldırıdır. Bundan ötürüdür ki, Mescide karşı mescid anlamına gelen "Mescid-i Dırar" ı ortadan kaldır­maya bizzat Rasûlüllah (sav) karar vermiştir. Özellikle şu gerçeği bilmek­te tayda vardır: Mescid-i Dırar hadisesi, mescid imârında ihyâ'nın inşâ'-dan daha çok önemli oldğunu gösteren Kur'an kaynaklı tarihi bir gerçek­tir.

Devr-i cahiliyyede ruhbanlığa soyunmuş Ebû Amir Rahip adında meşhur birisi vardı. Bu adam, münafıkların reisi İbn-i Selül'ün halasının oğluydu. Rasûlüllah (sav)'in Medine'ye hicreti ve Medine'de İslâm Devleti'ni kurması bunun çok zoruna gitti. Mekke Fethi'nden sonra Taife; Taifliler müslüman olunca da Şam'a kaçtı.

Ebû Amir Küba'da münafıklara; "Ben sizin şu Mirbedinizze(koyun ağılı anlamına gelen bu sözle Küba mescidini kasdederek) giremem. Orada beni tanıyıp başıma iş açacaklar çıkabilir" demiş; onlar da: "Biz bize ait bir Mescid yaparız. Sen de bizimle oturur orada konuşursun" diye cevap verdiler. Sonra da adıyla mescid müessesesini kötüye kullanmasını amaçlayan bir yapının yapılmasını karara bağladı. Ebû Amir, taraftarları­na ayrıca şu talimatı verdi: "Siz gücünüz yettiğince kuvvet ve silah hazır­layın. Ben de Rum Kralı Kayser'e gidip asker getireceğim. Muhammed ve Ashabını Medine'den süreceğim." Kendisi gittiği yerde Hıristiyan olup kaldı. Bu İslâm düşmanı aynı zamanda zifafa girdiği gecenin sabahında Uhud ordusuna katılmakta gecikmemek için acele ederken yıkanması gerektiğini unutan ve savaşta şehid düşen, Rasûlüllah (sav)'in kendisini meleklerin yıkadığını bildirdiği ve dolayısıyla "Ğasilu'l Melaike" diye meşhur Hz. Hanzala (R.a.)'ın babasıdır.

[137]

Münafıklar tarafından Ebû Âmir'in talimatlarının gereği yerine getiril­di. Kısa zamanda Ebû Âmir riyasetinde 12 münafık Küba mescidi karşısında bir mescid yaptılar. Ve mescid'in de İmamlığına Mücemmi' b. Câriye'yi tayin ettiler. Böylece Küba mescidinden kopmalar meydana geldi. Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir münafık olmadığı halde ve gerçek durumu de bilmediği için bu mescide kereste yardımında bulundu. Rasûlüllah (sav) Tebük savaşı için hazırlıklarda bulunurken, beş kişilik bir münafıklar heyeti gelip ve gerçek amaçlarını gizleyerek meşruiyet kazanmak adına Rasûlüllah (sav)'e

"Ey Allah'ın Rasûlü! yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve isteyenlerin namaz kılmaları için bir mescid yaptık. Ayrıca sel geldiği zaman Küba mescidine gidemiyoruz. Böylesi durumlarda namazımızı kendi mescidimizde kılmak istiyoruz. Bu arada sizinde gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanızı da rica ediyoruz" dediler. Münafıkların bu isteğini Rasûlüllah (sav) savaş sonrasına erteledi. [138] Tebük savaşı dönüşünde Rasûlüllah (sav) ile ordusu "Zû Evân" denilen Medine yakınlarında bir yerde konakladılar. Münafıklar yine gelip Rasûlüllah (sav)'i mescidlerine davet ettiler. İşte tam bu sırada Allahû Teâla gerek bu mescid ve gerekse bu mescidi yapanlar hakkında Hz. Muhammed (sav)'i bilgilendirip haber verdi:

“Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslü-manlarm arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Râsûlü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. "İyilikten başka bir maksadımız yoktu." diye yemin de edecekler. Fakat bun­ların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.”

[139]

“O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır. Allah da arınmış, ak-pak olmuş olanları sever.”

[140]

“O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.”

[141]

“Onların kurmuş oldukları bu türlü binalar, kalpleri parça parça olmadıkça, kalblerinde bir nifak düğümü olup kalacaktır. Allah, Alîmdir, Hakimdir.”

[142]

Bu ayet-i kerimelerin inzalmdan sonra Rasûlüllah (sav), Malik b. Duhşum ile Asım b. Adiy'i (Allah kendilerinden razı olsun) o mescidi ortadan kaldırmakla görevlendirdi. Görevli bu iki sahabe yapraklı hurma dallarından bir demet alıp ateşiedikten sonra, Akşam iie Yatsı namazı arasında Mescid-i Dırar'a vardılar ve orayı ateşe verip yaktılar, yıktılar. Mescid'i-i Dirâr'ın yakılması üzerine münafıklar cemaati dağıldı. Ebû Lübâbe, iyi niyetle verdiği kereste enkazını topladı ve evinin yanma bir kulübe yaptı. Ancak o kulübede ne bir çocuk doğmuş, ne bir güvercin yavru yapmış ne de bir tavuk kuluçkaya yatıp civciv çıkarmıştır.

[143]

Rasûlüllah (sav) ve ashabı, Mescid istismarını önlemeyi mescid imârından saymışlardır. İslâm ve müslümanlarm aleyhine kullanılmak üzere oluşturulan müessesenin adı mescid de olsa mutlaka yıkılması gerekir. Mescid'e karşı mescid yoluyla İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeye kalkışmak, düşmanlığın en amansız şeklidir. İslâm'a ve müslü­manlara karşı kurulan komplolar mescid görünümünde de olsa asla ve kat'a kabul edilmez.

İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen kurumların ve kuruluşların isimleri ne olursa olsun, mescid-i dırar cümlesinden sayılır­lar. Böyle kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmak, mescid-i dırarlan ortadan kaldırmak demektir. Mescid-i dırar katagorisine giren yani İslâm'a ve müslümanlara zararlı olmayı hedefleyen müessesesîerden, kurum ve kuruluşlardan uzak kalmak ve oraları zararsız hale getirmek için çalışmak, gerekirse böyle kurum ve kuruluşları yıkıp ortadan kaldır­mak, başlı başına bir sünnettir. Sahabeler, mescid-i dırarı Rasûlüllah (sav)'in emriyle yıkmakla bu sünneti ihya ettiler.

Dikkat edilirse mescid îmân, sahabe neslinin nezdinde çok yanlı ve yönlü Rabbani bir hizmettir. Mescid-i takvaları inşâ ve ihya etmek, mescid-i dırar'ları ise yakmak, yıkıp ortadan kaldırmak, Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilemez öncelikli müştereklerindendir.

İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen tüm mescidler, müesseseler, kurultaylar, parlamentolar, beynelakvam/kavimlerarasi ku­rum ve kuruluşlar, mescid-i dırar hükmündedirler. Bunları ortadan kaldır­mak için mücadele etmeyenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmazlar.

Ashâb-ı Kiram, kimden gelirse gelsin ve hangi seviyede olursa olsun, İslâm'ın müesseselerini, kurum ve kuruluşlarını İslâm karşıtı düşünce ve erin işine gelecek doğrultuda kullanmayı hedefleyen girişimlerin, teşebbüslerin şiddetle karşısında olmuş ve fiili olarak bu girişimci ve teşebbüscülerle savaşmıştır.

Mescid îmân, cennetlik bir faaliyettir. Rasûlüllah (sav) mütevatir bir hadisinde şöyle buyuruyor:

"Her kim Allah için bir mescid bina eder­se, Allah da onun için cennette bir ev bina eder.”

[144]

Ashâb-ı Kiram mescid imârını önemsemekle, öncelikli faaliyet haline getirmekle- cennetlik faaliyetleriyle cennetlik bir nesil olduğunu ortaya koymuştur Bu nedenle diyoruz ki; sahabelerin yolu cennet yoludur. Faaliyetleri ise cennetlik faaliyetlerdir. Sahabeler ve sahabelerin Cennetlik faaliyetlerini önemsemeyip küçümseyenler, sahabenin yolun­dan ayrılıp başka başka yollara gidenlerdir.

 

Tilavetü'l Kur'an

(Kur'ân Tilâveti)

 

Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü ile tarih sahnesine çıkmış olan nurlu bir nesildir. Sahabeler, müslüman kimliğinin farkına Kur'an-ı Kerim ile varmışlardır. Sahabeler; Kur'an-i Kerim'in muhatapları ve nüzulünün şahidleridir.

Onların cennetlik kalitelerini gösteren tanıtıcı özelliklerinin arasında Kur'an tilâvetinin yer alması, bu neslin diğer nesillerden ayrıcalıklı nite­liğini oluşturan en temel hayat kaynağı Kur'an-ı Kerim'i dikkatlere sun­mak anlamına gelmektedir. Şunu bilelim ki; müslüman kişi ve toplum­ların müslümanhk seviyesi ve kıvamı, Kur'an-ı Kerim ile ilişkilerinin kesintisizliğine ve sağlamlığına bağlıdır. Kur'an-ı Kerim'i merkezine oturtmayan bir hayat, İslâm ölçüleri çerçevesinde tek kelimeyle batıl ve atıl bir hayattır.

İslâm kültürünün kaynağı ve başlangıcı Kur'an'dır. Kur'an ile irti­batını kesen bir neslin İslâm kültürü olamaz. Çünkü İslâm kültürü, vahiy kültürüdür. Kur'an ile irtibatını kesen bir insanın vahiyden haberdar olması mümkün değildir. Sahabeler vahiyden uzak düşmemek için, Allahû Teâla'nın muradına ve rızasına uygun bir hayat yaşamak için Kur'an tilâvetini, eğitimini hayatlarının büyüteçleri haline getirmişlerdir. Nitekim İslâm'ın başlangıç yıllarında Rasülüllah (sav) "Kur'an", "Ayet", "Sure", "Vahy" gibi kavramların müslümanların kafa ve kalblerinde iyice yerleşip billurlaşmasına kadar Kur'an'ın ihmaline herhangi bir şekilde ve sebeple yol açmamak için, kendi sözlerinin bir müddet yazılmasını bile yasaklamıştır. Rasülüllah (sav)'in bu tavrı, İslâm toplum­ları ve müslüman bireyler için Kur'an-ı Kerim'in, ne derece hayatî bir konumda olduğunu ve olması gerektiğini tespit, tescil ve teşhir eden metod değeri pek yüksek tarihi bir nebevi uygulamadır. Bu durumun şuu­runda olan sahâbîler bir yandan Kur'an-ı Kerim'e gösterdikleri özenle dikkat çekerlerken bir taraftan da Kur'an'ın ihmal edilip edilmeme endişe ve güvenine dayalı olarak hadislerin yazılmasından başlamak üzere diğer bilimsel faaliyetlere olumlu veya olumsuz tepkilerde bulunmuş ve yak-aşımlar sergilemiş olmalarıyla Kur'an kaynaklı düşünce, kültür ve nedeniyet dünyasının ilk temsilcileri olmuşlardır. Hz. Ömer (R.a.) bir ıitabesinde şöyle der: "Kur'an okuyun ki onunla tanınasınız; onunla amel edin ki Kur'an ehlinden olasınız.”

[145]

Sahabeler; Hz. Muhammed (sav)'in vahiy kültürünün temsilciğini yapan ilk medenî müslümanlardır. Elbetteki bütün müslümanlar mede-ııdir. Sahabeler arasında Kur'an-ı Kerim; tefekkür ile tertili üzere okunan, bellenen, uygulanan, hayata dönüştürülen, ihmal ve ihlal edilmesine asla göz yumulmayan bir kiatptır. Yani sahabe hayatının özünde kitap olarak Kur'an vardır.

Hayatü's sahabe, Kur'an zengini bir hayattır. Allahû Teâla buyuruyor:

“Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, "Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?" der. Fakat mü'minlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.”

[146]

Bu ayet-i kerime, sahabe döneminde Kur'an tilâveti ve Kur'an eğiti­minin bir zenginlik kaynağı kabul edildiğini göstermektedir. Kur'an eğiti­minden geçmeyen, Kur'an'ı tilavet etmeyen ve Kur'an'ı anlamaya yanaş­mayan bir kişi mü'min de olsa îslâmî açıdan kültür fukarası sayılır. Kur'an zengini bir hayatın nasıl gerçekleştiğini Abdullah İbn-i Mesud (R.a.) şöyle açıklıyor: "Bizden bir sahâbî, Kur'an-ı Kerim'den on ayeti öğrendiği zaman, ayetlerin anlamını iyice kavramadan, onlarla amel etmeden başka ayetleri öğrenmeye kalkışmazdı.”

[147]

Ashâb-ı Kiram, Kur'an tilâvetini öncelikli olarak önemsemiş, Kur'an ayetlerini anlamayı ve hayata dönüştürmeyi en mühim mesele haline getirmiştir. Enes b. Malik R.a. rivayet ediyor: "Ashâb-ı Kiram bir âyet-i kerime hakkında ihtilafa düşerlerdi. Bu sefer: Bu âyeti Rasûlüllah (sav) filan oğlu filana okutup öğretti derlerdi. Kimi zaman bu kişinin bulunduğu yer Medine'den üç günlük uzaklıkta olurdu. Ona haber gönderilir, bu adam getirilir ve şöyle denilirdi: Rasûlüllah (sav) şu âyeti sana nasıl okutup öğretti? O da, öğrendiği şekliyle söyler ve onun dediği gibi yazarlardı.”

[148]

Abû Abdurrahman es-Sulemî (R.a.) şöyle demiştir: "Biz, Kur'an-ı Kerîm'den on âyet-i kerîme öğrendik mi, o on âyetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe bîr sonra ki on âyeti öğrenmeye geçmezdik."

Abdullah İbn-i Ömer (R.a.) rivayet ediyor: "Bu ümmetin ilkleri döneminde Rasûlüllah (sav)'in ashabından faziletli olan bir kimse, Kur'an-ı Kerim'den ancak bir sure ya da ona yakın bir miktar ezber­lerdi. Onlara Kur'an gereğince amel etmek ihsan buyrulmuştu.”

[149]

Allah'ın arzında her mü'min insan kabı ve kapasitesi kadar Kur'an'dan istifade eder. Sahabelerin kıvamını oluşturan müşterek ihmal edilmez ve vazgeçilmez nokta, onların Kur'an âyetlerini Peygamber (sav)'in örnekliğinde ve önderliğinde hayata dönüştürmüş olmalarıdır. Sahabeler, Kur'an ile hukuklarını hep canlı tuttular. Onlar arasında yaygınlaşan ve sonraki müslüman nesillere intikal eden her gün belli bir miktar Kur'an okuma; "Hizb", Kur'an'ı tümüyle ezberleme; "Hıfz" ve hassaseten Ramazan aylarında Kur'an-ı Kerim'i baştan sona okuyup din­leme; "Mukabele" gelenekleri, Kur'an ile zenginleştirilmiş hayatın tilâvet ağırlıklı uygulamalarından bazı güzelliklerdir. Sahabelerin Kur'an tilâvetine olan düşkünlükleri ve Kur'an'ı baştan sona okuyup hatmetme iştiyakları, Rasûlüllah (sav) tarafından "haftada bir hatim" sınırla­masının getirilmesine sdebep olmuştur. [150] Münkir ve müşriklerin yasaklan ve dayakları, mü'minleri Kur'an öğrenmekten ve başkalarına öğretmekten alık oy amam ıştır. Ebû Talha (R.a.) rivayet edi­yor: "Birgün mescide girdiğimde Rasûlüllah (sav)'in açlıktan karnına taş bağlamış olduğu halde, ayakta suffe ehline Kur'an okuttuğunu gördüm.” [151] Ashâb-ı Kiram, aç kalmaya, susuz kalmaya tahammül etmiş, ama bir an olsun Kur'an'sız kalmaya tahammül etmemiştir.

Ashâb-ı Kiram'ın en önemli özelliklerinden birisi de, müslüman kimliklerini ibraz etmeye, inançlarını izhar ve insanlara ulaştırmaya Kur'an tilâvetiyle başlamış olmalarıdır. Onlar, hayatm müslümanca yaşanmasının yolunun tilâvetü'l Kur'an'dan geçtiğine inanıyorlardı. Kur'an okumayan, anlamayan, dinlemeyen, Kur'an ayetlerini uygulamayan ve bilgi dağar­cıklarında Kur'an'dan ayetler bulunmayanlar, harebe ev gibidirler. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Hafızasında Kur'an'dan bir şey bulun­mayan beden, harab olmuş ev gibidir.” [152] Rasûlüllah (sav)'in bu beyan ve tesbitinde gündeme gelen harabelikten, mahrumiyetten sahabe nesli uzaktır. Çünkü sahabe nesli, hadimu'l Kur'an'dır. Kur'an okumak, Kur'an ayetlerini anlayıp uygulamak, sahabe neslinin en önemli günlük faaliyetlerinin başında yer alır. Bir rivayette şöyle buyruluyor:

"Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerim'i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini iste­mezlerdi. Günlerine Kur'an ile başlarlar, göz rahatsızlığı önlanlara da Mushaf-ı Şerife bakmalarını tavsiye ederlerdi.”

[153]

Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerimi Allah'ın emri ve fermanı bilir, gece gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir ve ona göre bîr hayat yaşamaya çalışırdı. Dolayısıyla sahabe kıvamından hayatımıza izler taşıyabilmemiz için önce Kur'an-ı Kerim'i okumayı öğrenmemiz ve her gün belli bir düzen dahilinde o ilahî kelâmı okuma alışkanlığını kazan­malıyız ve sonra da mümkün olduğunca onun dünyasında onu anlayıp imkânlar ölçüsünde Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği çerçevesinde kalmak kaydıyla yaşamaya çalışmamız gerekir. Aksi halde Kur'an tilâve­tini önemsemezsek, gereksiz görürsek Ashâb-ı Kiram'in yolundan ayrıl­ma tehlikesinin içine düşmüş oluruz. Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlar, Kur'an'sız kalanlardır.

Kur'an tilâvetinin Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilmez öncelikli müştereki olması, keyfi, küfrî ve cebrî güçler tarafından Kur'an eğitiminin yasak­landığı, Kur'an öğrencilerinin birer şakî gibi takibe tabi tutulduğu günümüz İslam coğrafyasında Ashâb-ı Kiram yolunda yürümeye ahdet­miş biz müslümanlara her gün Kur'an tilâvetiyle güne başlama mesuliyetiyle birlikte evlerimizi birer "Beytu'l Kur'an" haline getirme sorumluluğunu da yüklemektedir. Şunu unutmayalım ki; keyfî, küfrî ve cebrî güçlerin tehditlerine, dayatmalarına aldırış etmeden Kur'an'la beraber olup güne Kur'an'la başlayan ve günü Kur'an ile kapatanlar, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda olanlardır.

 

Cihadün Fi Sebilillah

(Allah Yolunda Cîhad)

 

Allah yolunda cihad, sahâbe-i kirâm'm vazgeçilmeziydi. İslâm garib olarak geldi. Ama çok kısa bir zaman zarfında beşeriyet alemi içinde yayıldı, devlet olup uygulama imkânına kavuştu. İslam'ın hakikatten mahrum topluluklara ulaştırılması ve hakikatsiz kalmış topluluklar arasında sür'atle yayılmasının temel sebeblerinden biri de, Ashâb-ı Kirâm'm dini mübini İslâm'ı yaymak ve hayata âmir kılmak için her türlü fedakârlığı göze almalarıydı. Sahabeler; Allah Rasûlü'nün has talebeleri, İslâm ordusunun asil askerleri, Allah'ın kullarına Hakk'ın nazarıyla bakan, gönülleri merhamet, şefkat, hizmet, doğruluk, istiğna ve diğergamlık gibi risâlet nurlarîarıyla dolu takvayı azık edinmiş cihad ehli kimselerdir.

Sahabeler iman içinde bir hayat yaşayarak sahip oldukları Rabbanî değerler uğrunda fedakârlığın her türünü üstlenmiş, cihad-ı ekberi de ciahd-ı asgari da gereği gibi hakkıyla yerine getirme şevki ve gayreti için­de olmuş ve kendilerinden sonraki müslüman nesillere hareketli ve bereketli örnekler miras bırakmış fedailerdir. Onlar için hayat iman ve cihad ile anlam kazanıyordu. Nitekim sahabe neslinden Hz. Hüseyin (R.a.) şöyle diyor: "Hayat; iman ve cihaddır." Sahabe neslinin indinde "iman için cihad, cihad için iman" asla vazgeçilmez öncelikli bir müşterektir. Sahabe neslinin cihad anlayışı kendi nevi şahsına mün­hasırdır. Sahabe neslinin cihadı, İslâm imanını hayata dönüştürme eylemi idi. Dolayısıyla imanı hayata dönüştürürken önüne çıkan engelleri acı­madan bertaraf etmek, insanla İslâm arasındaki engelleri kaldırmak, insanlığı İslâm ile barıştırmak için her türlü cehdü gayreti göstermek, sahabe için cihad cümlesindendi.

Ashâb-ı Kiram için; "Gecelen zahid, gündüzleri mücahidi" tabirini kullanır. Bu tabirin kullanılması, sahabe neslinin kendi özgü meziyetlerinden ileri gelmiştir. Sahabe neslinin kendisine özgü meziyetlerinden birisi de, RasûlüIIah (sav)'in emrinde veya emriyle cihad yapmalarıydı. Rasûlüllah (sav)'in emrinde onunla ile birlikte cihad etmiş olmak, sonraki müslüman nesillerin sahip olamadıkları farklı bir bahtiyarlıktır. Bakınız tâbiun neslinden Süfyan b. Uyeyne (Rh.a.), Abdullah b. Mübarek hakkındaki görüşünü beyan ederken şunları söylü­yor: Sah âb elerin durumlarını ve Abdullah İbn-i Mübarek'in duru­munu inceledim. Nebi (sav) ile sohbette bulunmuş onun maiyetin­de/emrinde cihad etmiş olmaları dışında Abdullah'dan daha üstün bir yönlerini göremedim.

[154]

Sahabelerin cihadı, Allah yolunda olmakla mukayyeddi. Allah yolun­da cihad; mü'min insanın hayatı imana adaması ve bu adayışmı kalbiyle, eliyle, diliyle, servetiyle fiilen ispatîamasıdır. Sahabeler bunu yapmış­lardır. Sahâbe'de cihad, başlı başına bir yaşam tarzıdır. Sahabeler cihad'ı terketmeyi, kendi eliyle kendisini tehlikenin içine atmak olarak biliyordu.

[155]

Sahabe nesli, Allah yolunda rızkını kılıçların gölgesinde arayan bir nesildir. İmam Muhammed (Rh.a.) "Siyer-i Kebir" adlı eserinde Rasûlüllah (sav)'in şu hadisini kaydediyor: Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

 

“Allahû Teâla, kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında yahut mızrağımın gölgesinde (ravinin şüphesidir) kıldı. Bana muhalefet edene de zillet ve küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o onlar­dandır."

"Beni kılıçla gönderdi" sözünden maksad, beni Allah yolunda cihad etmek üzere gönderdi, demektir. Rasûlüllah (sav)'in Tevrat'taki vasfı şöyledir:

“Düşmana karşı savaşla mamur bir Peygamberdir. Cesaretin şid­detinden gözleri kırmızıdır." Ümmetinin vasfı ise şöyledir:

"Kitapları kalblerinde saklı ve kılıçları omuzlarındadır.”

[156]

Sahabe nesli, mücahidliği Kur'an ayetleriyle tescil edilmiş bir nesildir. Onlar, Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun emrinde cihad ederek mücahid oldular. Allahû Teâla buyuruyor:

“Allah'a iman edin ve Rasûlü ile birlikte cihada gidin." diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden mal mülk sahibi olanlar senden izin istediler ve "bırak bizi oturanlarla beraber oturalım" dediler.”

[157]

“Onlar, oturanlarla beraber oturmaktan hoşlandılar. Kalblerine mühür vuruldu. Bundan dolayı onlar anlayışsızdırlar.”

[158]

“Fakat Peygamber ve onunla beraber olan müminler mallarıyla; canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Murada eren­ler de İşte onlardır.”

[159]

“Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İçlerinde ebedi kalacaklardır. İşte o büyük kurtuluş budur.”

[160]

Ashâb-ı Kiram, cihadsız cenneti düşünmeyen bir nesildir. Sahabeler, cihadlarıyla cenneti hakeden cennetliklerdir. Onların cihadı, fitneden eser kalmayıncaya ve din de (hayat sistemi de) bütünüyle Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine has kilınmcaya kadar devam eden bir cihaddır. Allah yo­lunda cihadın kıyamete kadar devam eden bir ibadet olgunu kabul etmek, Ashâb-ı Kirâm'ı izlemenin değişmez asgari şartîarındandır.

Kendilerini mevsimlik cihad anlayışlarına kaptıranlar, sahabenin izinde yürümeyenlerdir. Dolayısıyla cihadsız bir nesil, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmaz. Allah yolunda cihad, sahabenin hayat tarzıdır. Sahabe, hayatını ve servetini cennet karşılığında Allahû Teâla'ya satan kârlı nesildir.

Sahabeler dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, Allah yolunda cihad onların asla ve kafa vazgeçemedikleri öncelikli müştereklerindendi. Onlar, mazeretsiz terk-i cihadı, nifak alâmeti kabul ediyorlardı. Nitekim Sahabe neslinden Hz. Ebu Bekir (R.a.) der ki: "Cihadı terkeden , zillete düşer." Cihad öyle bir ibadettir ki; ihyası izzetin garantisi, terki ise zilletin davetiyesidir. Cihadsız gün geçirenler, zelil olmaya mahkûm­durlar. Kısacası; Ashâb-ı Kirâm'm yolunda gitmek ve onların kıvam .göstergelerinden hayatımıza izler taşımak izzet, bunu ihmal etmek ise zil­lettir. Sahabe keyfî, küfrî ve cebrî güçlere boyun eğmemiştir. Aksine sahabe nesli, keyfî, küfrî ve cebrî kadroların iktidarlarını, düzenlerini ortadan kaldırmak için adeta cihadı nimet bilmiştir. Onlar Allah yolunda şehid olmayı hayattan daha çok sevmişlerdir.

Yukarıda mahiyeti izah edilen Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergeleri, hangi çağda ve mekânda olursa olsun, İslâm adına ve müslümanları temsilen oluşturulan tüm oluşumlarının vazgeçilmezleri sayılırlar. Çalışma programlarında Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergelerine yer vermeyen oluşumlar, Rasûlüllah (sav) ve O'nun sahabelerinin üzerinde bulundukları yolun üzerinde sayılmazlar. Yani sahabelerin hassasiyetlerini hassasiyet edinmeyenler, sahabenin yolunda sayılmazlar.

Netice olarak Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergeleri, bir kurtuluş nes­linin cennetlik belgeleridir. Onları hayata taşımak, yeniden Asr-ı Saadeti oluşturma imkânına kavuşmaktır. Yeni Asr-ı Saadetler oluşturmak isteyenler, Ashâb-ı Kirâm'in kıvam göstergelerini gündemlerine taşımak mecburiyetindedirler. Bunun da yolu sahabelerin hayatlarını inceleyerek, onların fıkıhlarını anlamak ve onların İslâm'ı yaşadıkları gibi yaşamaktır.

Hayat muallimi olarak Rasûlüllah (sav)'ın örnekliğinde ve önder­liğinde İslâm'ı anlamak ve yaşamak, herkese nasib olmayan Rabbani bir nimettir. Bu nimete sadece sahabe nesli nail olmuştur.

Sahabe nesli, Allahû Teâlâ ve Rasûlünün tezkiye ve ta'diline mazhar olduğu için, İslâm dinini anlamada ve yaşamada ölçü kabul edilmiştir.

Fıkhu's sahabe denildiğinde iki şey aklımıza gelmelidir: Birincisi sahabeleri oldukları gibi tanımaktır. İkincisi ise sahabelerin İslâm'ı anla­maları ve yaşamalarıdır. Sahabenin İslam'ı anlaması yani fıkhı özeldir. Çünkü saâbenin kavli ve fiili dinde delil kabul edilmiş ve onlardan sonra gelen müslüman nesiller için bağlayıcı olmuştur. Bunun için tarih boyun­ca her iki boyutuyla fıkhu's sahabe hep İslâm ümmetinin gündeminde olmuştur.

Akide ve iman dünyasında ortaya çıkmış olan, tarihin haber verdiği şerefli bir topluluğun haberleri ne uydurulmuş bir olaylar manzumesidir, ne de olur olmaz söylenmiş sözlerdir.

Bütün bir tarih, güvenilirlikte, doğrulukta ve hakikati araştırmada İslâm tarihi ve kahramanlarının şahid olduğu böylesi bir zaman dilimine şahid olmamıştır. Çünkü bu devrin öğrenilmesi ve araştırılması uğrunda harikulade beşerî bir gayret ortaya konulmuştur. Yüce İslâm alimleri, İslâm'ın ilk asrında küçük bir fısıltı ve kıpırdanmayı dahi ihmal etmek­sizin araştırma laboratuarına getirmişler, tenkit süzgecinden geçir­mişlerdir.

Allah Rasûlünün eşsiz sahabesinin şerefli tabloları, her ne kadar efsane gibi görense de efsane değildir. Bilakis bunlar, o yüce kimselerin şahsiyet ve hayatlarında şekil bulmuş hakikatlerdir. Ve onlar zirveleşenlerdir, ışık saçanlardır. Yazarların ve vasfedenlerin istedikleri kadar değil, bizzat o hakikatlerinin sahiplerinin, enginlik ve kemal yolunda olağan üstü gayret sarfedenierin istedikleri kadardır. Şu nokta önemlidir ki; tarih, adalet ve kemalin gerçekleşmesi için azm ve niyetlerini pekiştirmiş ve bu uğurda hayatlarını ortaya koymuş, sınırsız cesaret ve kahramanlık örneği göstermiş, Allah Rasûlü'nün etrafında, öbeklenen insanlar gibi başka bir topluluğa şahit olmamıştır.

Sahabeler, tam beklendikleri zamanda ve söz verildikleri günde geldi­ler... Onlar, Peygamberleriyle (sav) beraber, müjdeleyici ve kulluk edici olarak geldiler. Hayat, kölelik zincirini kıracak, insanlığı şu anda ve gele­ceğinde hür kılacak kahramanlar beklerken, onlar, peygamberlerinin (sav) arkasından, devrimci ve hürriyetçi olarak geldiler. Ve hayat, insanlık medeniyeti için yeni ve sağlam doğuşlar ortaya koyacak insanları bek­lerken, onlar, öncüler ve uzak görüşlü olarak geldiler. Bunlar, kısa bir zamanda bu kadar şeyi nasıl sığdırabilirlerdi? Koca bir imparatorluğu köhne bir âlemin başına geçirip, onları atılmış birikinti haline nasıl getire­bilirlerdi. Bütün bunların ötesinde, bütün bir insanlığı, tevhid ışığı ile aydınlatacak ve onu ebediyete kadar muhafaza edecek böyle bir oluşumu ışık hızıyla gerçekleştirmeye nasıl güç yetirebilirlerdi?

Hiç şüphesiz bütün bu gerçekleşenler bu mucizeleri, büyük mucize Kur'an-ı Kerim'in nüzulünün, Rasûl-ü Emin'in tebliğinin ve ümmetinin, nurlu yola baş koymasının yansımalarından başka bir şey değildir.

Sahabe nesli, öncelikli olarak Kur'an'dan, sünnetten Allahû Teâla'ya olan kulluğunu kemale erdirmek için hükümler istinbat etmiştir. Bakınız Abdullah İbn-i Abbas (R.a.) şöyle diyor: "Hanımımın benim için süslendiği gibi, ben de onun için süslenmek istiyorum. Zira Allahû Teâla "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki meşru hak gibi, kendilerinin de haklan vardır. Yalnız erkekler için, onların üzerinde bir derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."

Kitap ve sünnete göre düşünmek suretiyle kitap ve sünnet bağlısı olarak yaşamak, sdahâbe gidişatını takib etmekle mümkündür. Şunu kabul etmek gerekir ki Hz. Peygamber (sav)'in ilk işi; İslâm'ın şahıs­larında canlandığı bireyler sahabeler de bu kıvamı temsil eden ilk müslüman nesildir.

"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimselerdir.” [161] hadisi, hem bu gayeyi hem de sahabe neslinin genel niteliğini tespit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki: Sahabeler, Kitap ve Sünnet ehlidir. Sahabelerin yolunu izlemek, Kitap ve Sünnet'e uymak anlamına gelir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba eden Kur'an'a tabi olmuş demektir. Sahabeler bu konuda en önde gelenlerdir. Rasûlüllah (sav) sahabelere Kur'an'm lafzını getirip bildirdiği gibi, man­asını açıklamıştır, "insanlara ne indirildiğini açıklayasın diye.” [162] ayetinin öncelikle sahabeleri kapsadığı açıktır. Dolayısıyla sahabe fıkhı; Allahû Teâla 'nın ayetlerinden, Rasûlüllah (sav) 'in sahih sünnetinden isa­betli hükümler çıkarmak ve ihtilaflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan muhkem ayetlerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate almak, nassları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, nakli ve aklî bir zaruret bulunmadıkça nassların zahirine bağlı kalıp akit nakle tabi kılmaktır.

Sahabeler, vahyin fikir işçiliğini yapmışlardır. Kur'an'dan hüküm istinbat ederken kendi nefislerine pay çıkarmayı devre dışı bırak­mamışlardır. Bakınız Allahû Teâla şöyle buyuruyor:

"Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yansında ve üçte birinde kalk­tığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yap­tığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu saya­mayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın îütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'an'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. [163] Kendiniz için gön derdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”

[164]

Burada Allah'ın lütfün dan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş olmalarında bunların ikisinin de mükâfatta birbirlerine yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki "Şuab-ı İman" da ve daha başkaları Hz. Ömer (R.a)'in: "Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında Allah'ın lütfundan bir şey aradfğım sırada ölümün bana gelmesidir." dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. [165] Dikkat edilirse, sahabe önce kendi nefsi için ayet-i kerime'den ders ve vazife çıkarıyor. Sahabenin fıkhında Allah yolunda ve Allah'ın hükmüne bağlı kalan tüccarla, mücahid eşdeğerdi. Şunu bilelim ki; sahabeler fikıhleri gereği ticaretleri cihad, cihadları ticaret olan bir nesildi. Allah yolunda ticareti cihada dönüş­türmek ve cihad atmosferinde tutmak, sahabenin fıkhına ittiba etmenin gereğindendir.

Abdullah b. Ömr (bir rivayette Abdullah b. Abbas) "İnsanın kıldığı namaz, bazen başına belâ olur" diyor. Bu nasıl şeydir. Allah rızası için kılman bir ibadet nasıl belâ olur? diyorlar. Abdullah (R.a.) da şöyle cevap veriyor: İnsan namaz kılar ve hayatı boyunca bu namazına devam eder, fakat bu namazı kendisini münkerden/kötülükten ve fahşadan nehyetmez/alıkoymaz. Bayatı boyunca -Ben namaz kılıyorum- zanneder fakat hayatın sonunda iş muhasebeye ve muhakemeye geldiğinde, esas kriter ve ölçü ortaya konulduğunda kıldığı namazların Allah'ın istediği ve Peygamberin öğrettiği namaz olmadığı ortaya çıkınca, bu namazlar bu adamın başına belâ olur, çünkü kendisini aldatmıştır" diyor.

[166]

Sahabe fıkhı, her konuda vahyi öne çıkarma fıkhıdır. Kur'an ayetini tanımamak, bilmemek sahabeleri mahzun ederdi. Yani hüzünlü hale getirirdi. [167] Sahabelerin gündemini Kur'an ayetleri oluşturuyordu. Onların bütün çaba ve gayretleri, Allah'ın kitabını Allah'ın muradına göre öğrenmek ve uygulamaktı. Bakınız Abdullah b. Mesud (R.a.) şöyle diyor: "Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birinin olduğunu bilseydim, bineklerin ulaşabildiği yere kadar gider, ondan istifade ederdim.”

[168]

Sahabelerin hepsinin seviyesi bir değildi. Onların Kur'an-ı Kerim'i anlama hususunda seviyeleri farklı farklı idi. Bakınız Tabiun neslinden Mesruk (Rh.a.) şöyle diyor: "Kur'an-i Kerim'i fıkhetme/anlama, kavrama hususunda sahâbelrin kimi bir kişiyi, kimi iki kişiyi, kimi on kişiyi, kimi yüz kişiyi, kimi de tüm insanlığı sulayıp doyuracak düzeyde bir anlayış sahibi idiler. [169] Dikkat edilirse, sahabeler, İslâm ümmetinin fıkıh mual­limleridir. Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın muradına göre anlaşılmasında Kur'an'm ilk nesli olan sahabenin Kur'an fıkhı, İslam ümmetini bağlar.”

Kitap ve sünnet bağlısı yaşamanın örnekleri olan sahabelerin fıkhını hor ve hakir görme hakkına hiçbir müslüman sahip değildir. Kim ne derse desin, Allahû Teâla'nın kendilerinden razı olduğu, kendilerinin de Allahû Teâla'dan razı oldukları bizzat Kur'an tarafından haber verilen bir neslin fıkhı, Allahû Teâla'ya kulluk eden herkesi bağlar.

 

Değerlendirme Çalışmaları

 

Ashâb-ı  Kiram'ın kıvam göstergelerini  önem  sırasına göre sayınız?

Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergeleri, müslüman için ne değer ifade eder? Açıklayınız.

Sahabe kavli ile Sahabe kıvamı'nın değerleri aynı mıdır? İzah ediniz.

"İslam Cemaatı" tabirinden ne anlıyorsunuz? İzah ediniz.

İslam cemaatsız olabilir mi? Bilgi veriniz.

Sahabenin fıkhında cemaat ne anlama geliyordu? Açıklayınız.

Sahabe-Cemaat ilişkisi hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Kıyamete kadar gelip geçecek olan müslüman nesiller, örnek cemaat modellerini kimden alacaklar? Açıklayınız.

Cemaat-Cennet ilişkisi hakkında ne biliyorsunuz? Söyleyiniz.

Bu dünyada cemaat olmayı reddedenlerin âhirette cennetleri olur mu? Açıklayınız.

Cemaatten ayrılmanın hükmü nedir? Bilgi veriniz.

Sahabe neslinden sonrakiler için cemaat ne anlama gelir? Açıklayınız.

Ehl-i Cemaat olmak ne anlama gelir? İzah ediniz.

Aklı vahyin önüne geçirenler ehl-i cemaat olabilir mi? veriniz.

Sahabe döneminde cemaat yapılanmasında akıl- vahiy ilişkisi nasıldı? Açıklayınız.

İtikadı alanlara intikal eden ihtilaflar hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Neden tefrika itikadıdır, ihtilaf amelîdir? İzah ediniz.

Sahabe neslinin oluşturduğu İslam cemaatı'nm nizamnamesi ne idi? Bilgi veriniz.

Sünnete ittiba etmek ne anlama gelir? Açıklayınız.

Sahabe nesli için Sünnet ne anlam ifade ediyordu? Bilgi veriniz.

Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav)'den sadır olan sahih sünnete muhalif/ters uygulamalar için nasıl davranırdı? İzah ediniz.

“Sahabe Sünneti" tabirinden ne anlıyorsunuz? Açıklayınız.

Ehl-i Sünnet olmak ne anlama gelir? İzah ediniz.

Ashâb-ı Kiram, sünneti red ve inkâr edenlere nasıl bakıyorlardı? Açıklayınız.

Sünnete ittiba etmek, dinen meşruluk alâmeti midir? Bilgi veriniz.

Sahabe neslinde sünnet-cennet ilişkisi  nasıl  fıkhediimişti? Malumat veriniz.

Mâbed nesli olmak ne anlama gelir? Bilgi veriniz,

Mescid imâr etmenin sahabe neslinin hayatındaki yeri nedir? Açıklayınız.

Mescid-i Takva ne anlama gelir? Açıklayınız.

Mescide karşı mescid ile savaş ne anlama gelir? Bilgi veriniz.

Sahabeler için mescid-hayat ilişkisi nasıldı? İzah ediniz.

Mescid-i Dırar ne anlama gelir? Açıklayınız.

Mescid-i Dırar'ın genel amacı nedir? Bilgi veriniz.

Sahabelerin mescid-i dırar'a karşı tavırları ne olmuştur? Malumat veriniz.

Mescid-medeniyet ilişkisi hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.

Kur'an-ı Kerim, sahabeler için ne anlama geliyordu? Açıklayınız

Tilâvetü'l Kur'an ne anlama gelir? İzah ediniz.

Ashâb-ı Kiram'ın genel olarak Kur'an'a karşı tavın nasıldı? Açıklama yapınız.

Sahabe, Kur'an ile olan hukukunu nasıl tutuyordu? Bilgi veriniz.

Ashâb-ı Kirâm'da "Tilâvetü'l Kur'an" nasıl tecelli etmiştir? Malumat veriniz.

Ashâb-ı Kiram, hafızasında Kur'an'dan hiçbir şey bulunmayana nasıl bakıyorlardı? Açıklayınız.

Ashâb-ı Kiram, Kur'an eğitimi hususunda nasıl davranmıştır? Bilgi veriniz.

Sahabeler için cihad ne anlama geliyordu? Malumat veriniz.

Sahabeler, cihadı terketmeyi nasıl görüyorlardı? Açıklayınız.

“Gündüzleri mücahid, geceleri zahid" tabirinden ne anlıyor­sunuz? Bilgi veriniz.

Sahabelerde cihad-cennet ilişkisi nasıldı? Açıklayınız.

Sahabeler için cihad ne zamana kadar devam ediyordu?

Yani cihadian için tayin ettikleri bir süre var mıydı? Bilgi veriniz.

Sahabe Fıkhı olmadan İslam anlaşılabilir mi? İzah ediniz.

 

ÜNİTE III

 

ASHAB-I KİRÂM'IN HAYATLARI

 

Hz. Ebû Bekir (R.anh)

Hz. Ömer b. Hattab (R.anh)

Hz. Osman b. Aftan (R.anh)

Hz. Ali (R.anh)

 

Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir

 

Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın hayatını öğrenmek Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın hilafetinin mahiyetini idrak etmek

Hz. Ömer (R.a.)ın hayatını öğrenmek Hz. Ömer (R.a.)'ın hilafetmin mahiyetini idrak etmek

Hz. Osman (R.a.)'ın hayatını öğrenmek Hz, Osman (R.a.)'ın hilafetinin mahiyetini idrak etmek

Hz. Ali (R.a.)'ın hayatını öğrenmek Hz. Aii (R.a.)'ın hilafetinin mahiyetini idrak etmek

 

Ahsab-I Kıram'ın Hayatları

 

Hasan-ı Basrî (Rh.a.) diyor ki: "Eğer siz Sahâbe-i Kirâm'ı görseydiniz; bunlar divane derdiniz, fakat onlar da sizin en hayırlılarınızı görselerdi; bunlar için nasib yoktur ve en şerlileriniz için de bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir, derlerdi.”

[170]

 

HZ. EBU BEKİR

(R. ANH)

 

Babab Adı: Ebû Kuhafe Osman bin Amr.

Anne adı: Selma binti Sahr bin Amr bin Ka'b (Ümmü'l Hayr)

Doğum Tarihi ve Yeri: Fîl vakasından 2 yıl 4 ay sonra takriben Miladi 573. yıl. Mekke'de doğdu

Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 13. Miladî 634. Cemaziül ahir ayı Medine'de Kabri RasûîüUah (sav)'in bulunduğu yerdedir.

Fiziki Yapısı: Uzun boylu, beyaz tenli, zayıf bedenli arık yüzlü (uzun yüzlü), seyrek sakallı, çukur gözlü, çıkık alınlı, gür sakallı idi.

Eşi:

1. Katile binti Uzza,

2. Ümmü Ruman binti Amr,

3. Cüneybe binti Harice,

4. Habibe Fahita binti Haris,

5. Esma binti Ümeyse.

 

Oğulları :  

1. Abdullah,

2. Abdurrahman,

3. Muhammed.

Kızları:

1. Esma,

2. Ayşe,

3. Ümmü Gülsüm.

Gazveleri : Bedir, Uhud, Hendek ve sonraki birçok savaşlar

Hicreti: Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.

Sahabeden Kiminle Kardeşti : Harice b. Zeyd, b. Ebi Züheyr.

Kabilesi: Abdullah bin Atik, b. Ebu Kuhafe, Osman b. Amr, b. Amr b. Ka’b, b. Sa’d, b. Teym, b. Mürre, b. Ka’b, b. Nadr, b. Kinane’dir.

Lakabı/Künyesi: Asıl adı Abdül Kabe, Atik: Rasulullah (sav) ona Abdullah adını verdi. En meşhur künyesi Ebu Bekir-i Sıddık.

Kiminle Akrabalığı: Rasulullah (sav)in kayınbabası, Hz. Aişe (R.anha)’nin babasıdır.

Hz. Ebû Bekir (R.a.), putperest bir toplumda dünyaya gelmiş olmasına rağmen putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan hanif bir tüc­cardır. İslam'la tanıştıktan sonra Rasûlüllah (sav) için sadık bir yârdır. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Muhammed (sav)'in yetiştirdiği hidayet yıldız­larının ilkidir. Çünkü Hz. Muhammed (sav.)'in İslâm'ı tebliğe başlamasın­dan sonra iman eden hür erkeklerin; raşit halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilkidir. Câmiu'l Kur'an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahabidir. Sadakatin sembolü haline gelen bir inkılabçıdır. Kur'ân-ı Kerim'de hicret sırasında Rasûlüllah'la beraber olmasından dolayı, "...mağarada bulunan iki kişiden biri.”[171] şeklinde ondan bahsedilmektedir. Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm'dan sonra Rasûlüllah (sav)'in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına "atik"; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da "sıddık" lakabıyla anılmıştır. "Deve yavrusunun babası" manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.

Teymoğulları kabilesinden olan Ebû Bekir'in nesebi Mürre b. Kâ'b'da Rasûlüllah'la birleşir. Anasının adı Ümmü'l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman'dır. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir... b. Murra ...et-Teymî'dir. Bedir savaşma kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir'in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir'in Rasûlüllah (sav)'den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm'­dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan hanif bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber'den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır. Ebû Bekir (R.a.)'a bunu yaptıran onun sahih imanıdır. Sahih iman, sahibine sadakat, samimiyet ve sehavet armağan eder. İman, sadakat, samimiyet ve sehavetten gelmez, aksine sadakat, samimiyet ve sehavet imandan gelir!

Hz. Ebû Bekir, Fil yılından iki sene birkaç ay sonra 571'de Mekke'de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke'nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlüllah (sav)'e iman eden Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm'ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanlarm bir çoğu İslâm'ı onun davetiyle kabul etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlüllah'm yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlüllah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (sav) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir'e danışırdı. [172] Ebû Bekir (R.a.) emin bir müsteşar idi. Müslüman kendisine danışılan ve kendisi de başkasına danışan şura insanıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın kızı Hz. Aişe (R.anha) anlatıyor: " Ashâb bir mesele hakkında ihtilafa düştüğü zaman babam hemen imdada yetişir ve o mesele hakkında kesin hükmü verirdi.”

[173]

Hz. Ebû Bekir (R.a.); problem adam değil, çözüm adamıdır. Mekke şirk devletinde Daru'l Erkam'da oluşturulan İslâm Cemaati'nin danış­manı Hz. Ebû Bekir (R.a.)'dir. Şunu bilelim ki; müslümanlarm cemaatı şura'sız olmaz. Şûra meclisi bulunmayan bir oluşum, İslâm cemaati sayıl­maz. Şûra'yı önemsemeyen kişi de İslâm cemaatinin üyesi olamaz. Araplar ona "Peygamber'in veziri" derlerdi. Teymoğulları kabilesi Mekke'de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir'in babası Mekke eşrafmdandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâkı ile tanınan, sevilen bir kişi idi. Mekke'de "eşnak" diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (sav.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah'ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşavere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar, şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.

İslâm'ı benimsemesi: Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed (sav) ile karşılaştığında, Rasülüllah (sav) ona, "Allah'ın elçisi" olduğunu söyleyip "Yaratan Rabbinin adıyla oku” [174] diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: "Allah'ın birliğine ve senin O'nun rasûlü olduğuna iman ettim" demiştir. Hz. Hatice'den sonra Rasûlüllah'a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (sav) İslâm'ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir seksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta

"Hz. Peygamber (sav) zamanında halk, bilmedikleri dinî meseleleri kim­lere sorarlardı?" diye sorulunca, Abdullah b. Ömer (R.a.):

"Ebû Bekir'e ve Ömer'e sorarlardı. Ben, onlardan başkasını bilmiyorum!” [175] demiştir. Süyûtî (R.ha.)'in delillerle tesbitine göre:

"Ebû Bekir, Kitab ve Sünnete Ashabın en vâkıf olanı idi.”

[176]

Mü'min Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm'a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir. Ebû Bekir (R.a.), Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm'a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.

Kendisi de Mescid-i Haram'da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm'ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğullan Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. .Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm'a davet eden odur. Ebû Bekir (R.a.), tebliğiyle ve servetiyle İslam'a insan kazandıran iman adamıdır.

Müşriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peyganıber (sav), Hz. Ebû Bekir'e de Habeşistan'a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü'l Gımâd'da Mekke'nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığım ve Mekke'ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke'ye dönmüşlerdir. İbn-i Dugunne, akşam üzeri Kureyş ileri gelenlerini dolaşarak onlara:

“Ebû Bekir gibi insanlar memleketinden çıkmaz ve çıkarılmazlar. Yoksullara yardım eden, akrabasını ihmal etmeyen, yetimleri gözeten, misafiri en iyi şekilde ağırlayan, afetlere duçar olanlara yardım elini uzatan bir insanı mı memleketinden çıkarıyorsunuz?" dedi. Bunun üzeri­ne Kureyşliler İbn-i Dugunne'nin Ebû Bekir'i himayesine reddedeme­diler. Ona:

"Peki Ebû Bekir'i bırak Rabbine evinde ibadet etsin. Namazını orada kılsın, dilediğini okusun ama bizi rahatsız etmesin ve yaptıklarını açıkla­masın. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinlerinden döndereceğinden korkuyoruz." dediler. İbn-i Dugunne de bunları Ebû Bekir'e anlattı. Ebû Bekir bir müddet böylece Rabbine ibadet etti. Namaz kıldığını hiç kim­seye göstermiyor evinin dışında Kur'an okumuyordu. Fakat daha sonra Ebû Bekir, evinin avlusuna bir mescid yaptı ve orada namaz kılmaya, Kur'an okumaya başladı. Müşrik kadınları ve çocukları onun başına toplanarak Kur'an okurken gözyaşlarını tutamayan bu duygulu insanı hayretle seyrediyorlardı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini endişe­lendirdiğinden İbn-i Dugunne'ye bir adam göndererek onu çağırttılar. İbn-i Dugunne gelince ona:

“Biz Ebû Bekir'e senin himayen dolayısıyla evinde rabbine ibadet etmesine müsaade etmiştik. Fakat o hududu aşarak evinin avlusunda bir mescid/cami yaptı ve orada açıktan açığa namaz kılmaya ve Kur'an oku­maya başladı. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinimizden döndereceğin­den korkuyoruz. Ona mani ol! Eğer evinde Rabbine ibadet etmek isterse etsin ve eğer inat eder de ibadetini açıktan açığa yapmak isterse ondan, himayenden çıkmasını iste! Seninle olan anlaşmamızı ihlal etmek iste­meyiz. Ebû Bekir'in ibadetini açıktan yapmasını kabul edemeyiz," şeklinde konuştular, İbn-i Dugunne de Ebû Bekir (R.a.)'a gelerek:

“Senin için yaptığım anlaşmanın şartlarını biliyorsun. Ya anlaşmanın şartlarına riayet ederek sesizee evinde ibadet edersin yahutta himayemden çıkarsın. Bir adamla ilgili yapmış olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini arapiarm duymasını istemem" dedi. Ebû Bekir (R.a.) da ona:

“Senin himayene muhtaç değilim. Senin himayeni sana iade ediyo­rum. Allah'ın himayesi bana yeter," karşılığını verdi. Bunun üzerine İbn-i Dugunne kalkarak:

“Kureyşliler! İbn-i Ebû Kühâfe himayemden çıkmıştır. Arkadaşınızla ne haliniz varsa görün." şeklinde konuştu.

[177]

Dikkat edilirse, Ebû Bekir (R.a.), ahkâm-i şirkin/şirk hükümlerinin egemen olduğu Mekke Şirk Devleti'nde müşriklerin icazetlerine ve iradelerine bağlı bir müslümanlığı reddetmiştir. Müşrik düzenlerin, küfrî kadroların müsaade ettiği kadar müsîüman olmayı kabul edenlerin iman­ları sahih değildir. Kâfirlerin iradesiyle ve. müsaadesiyle mukayyed olan bir din,. Allah'ın dini değildir. Olsa olsa Allah'ın dini adına uydurulmuş bir dindir. Ebû Bekir (R.a.) İbn-i Dugunne'ye;

"Senin himayene muhtaç değilim. Senin himayeni sana iade ediyorum. Allah'ın himayesi bana yeter," demekle böyle uyduruk bir dine sahip olmadığını ortaya koymuş­tur.

Ebû Bekir (R.a.), şirk kanunlarının uygulandığı, fiilen ve hükmen Daru'ş Şirk olan Mekke'de bir mescid inşâ ederek orada İslamî faaliyeti­ni devam ettirmiştir. Ebû Bekir (R.a.)'m yapmış olduğu mescid, bir mescid-i takva'dır. Çünkü Ebû Bekir (R.a.)'m bu mescidi bir Dar'uş Şirk olan Mekke'de yapılmış olmasına rağmen, müşriklerin icazetine; irade­sine ve müsaadesine bağlanmamıştır. Bundan açıkça anlıyoruz ki; Daru'ş Şirk olan beldelerde mescid-i takvalar olabilir. Daru'ş Şirk'te mü'minler tarafından hizmete açılan mescid-i takva'lar, salih amellerin merkez­leridir. Bazıları tarafından ileri sürülen; ''Daru'ş Şirk'teki/Daru'l Harb'deki bütün mescidler, birer mescid-i dirar'dırlar" iddiası gerçekler­le bağdaşmamaktadır. Daru'l Harb haline gelmiş beldelerde müşrik düzenlerin ve küfrî kadroların icazetini, iradesini hiçe sayarak Ebû Bekir (R.a.)'m  bu  misyonunu  devam  ettiren  mü'minierin açmış oldukları mescid-i takvaları, mescid-i dırar hükmünde kabul etmek, ashâb-ı kiram'ı ve ashâb-ı kiram'm Rasûlüllah (sav)'den öğrenmiş olduğu İslamî anlayış ve yaşayışı anlamamaktır.

Ebû Bekir (R.a.) Daru'ş Şirk olan Mekke'de yapmış olduğu Mescid-i Takva'da Allah'ın himayesine sığınarak Allahû Teâla'nın emrettiği ve müsaade ettiği şekilde müsîüman olmaya gayret ediyordu. Ancak müşrik­ler, Ebû Bekir (R.a.)'ı eziyet ettiler. Ebû Bekir (R.a.), imanı uğrunda çilelere katlanmış model İslamî bir şahsiyettir. Hz. Aişe (R.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (sav)'ın ashabı toplandıklarında otuzsekiz kişi idiler Ebû Bekir dinlerini açıktan açığa yaymak hususunda Rasûlüllah (sav)'e ısrar etti. Rasûlüllah (sav):

"Ebû Bekir! Henüz çok azız" buyurdu. Fakat Ebû Bekir (R.a.) ısrarın­da devam etti. Nihayet Rasûlüllah (sav) İslâm'ı açıktan açığa yaymaya karar verdi. Herkes kendi aşiretine İslâm'ı tebliğ etmek üzere Kabe'nin etrafına dağıldılar. Ebû Bekir (R.a.) ayağa kalkarak oradakilere bir konuş­ma yaptı. O sırada Rasûlüllah (sav) oturuyordu. Böylece Ebû Bekir (R.a.), insanları Allah'a ve Rasûlullah'a davet eden ilk hatip olmuştur. Müşrikler, Ebû Bekir'in ve diğer müslümanların üzerine yürüdüler. Müşrikler tarafından Ebû Bekir (R.a.) ayaklar altına alındı. Ve çok fena dövüldü. Fasık Utbe b. Rebia yaklaşarak altına sert şeyler dikilmiş çarıklarıyla ona vurmaya, yüzüne sürtmeye başladı. Ve onun karnına çıktı. O kadar dövdü ki, Ebû Bekir tanınmaz hale geldi. Teymoğulları koşarak geldiler. Müşrikleri Ebû Bekir'den uzaklaştırdılar ve Ebû Bekir'i bir kilim üzerine koyarak evine getirdiler. Öldüğünde kanaat getirmişlerdi Onu eve getirdikten sonra Teymoğulları dönerek kâbeye girdiler ve:

“Allah'a yemin olsun! Eğer Ebû Bekir ölürse Utbe b. Rebia'yı da mutlaka öldüreceğiz" dediler. Tekrar Ebû Bekir'in yanma döndüler. Benû Teymoğullar, Ebû Bekir ayılmcaya kadar başında beklediler. Ebû Bekir ancak akşam üstü konuşmaya başladı. Ve etrafındakilere:

“Muhammed ve Ashâbı'na ne oldu?" dedi. Bu sözü üzerine Teymoğulları onu azarladıktan ve kınadıktan sonra kalkarak annesine:

“Ona birşeyler yedirip içirmeye bak," dediler. Annesi onunla başbaşa kalınca birşeyler yedirmeye zorladı. Fakat

“Rasûlüllah ve Ashabı nasıl?" diye soruyordu. Annesi:

“Allah'a yemin ederim! Arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok," diye cevap verince, Ebû Bekir (R.a.):

“Ümmü Cemile gidip Rasûlüllah hakkında ondan bilgi al," dedi. Bunun üzerine annesi Ümmü Cemil'e gelerek:

“Ebû Bekir, senden Muhammed b. Abdullah hakkında bilgi istiyor." dedi. Ümmü Cemil:

“Ben ne Ebû Bekir'i ne de Muhammed b. Abdullah'ı tanıyorum. İstersen seninle beraber oğlunun yanına giderim" deyince Ebû Bekir'in annesi Ümmülhayr:

“Peki" dedi ve beraberce Ebû Bekir'in yanına geldiler. Ebû Bekir baygın ve durumu ağırdı. Ümmü Cemil, Ebû Bekir'in yanına yaklaşarak yüksek sesle:

“Allah'a yemin olsun! Sana şu kötülükleri yapan bir kavim fasık ve kâfirdir. Dilerim Allah'dan senin intikamını onlardan alsın," dedi. Ebû Bekir (R.a.):

“Rasûlüllah nasıl?" diye sordu. Ümmü Cemil:

“Burada annen var nasıl söyliyeyim?" dedi. Ebû Bekir:

“Ondan sana hiçbir kötülük gelmez" deyince, Ümmü Cemil:

“Rasûlüllah sağ selimdir" dedi. Ebû Bekir (R.a.):

“Şimdi nerede?" diye sordu. Ümmü Cemil:

“İbn-i Erkam'ın evinde," dedi. Ebû Bekir (R.a.):

“Yemin ederim! Rasûlüllah (sav)'in yanma gitmedikçe hiçbir şey yiyip içmeyeceğim," dedi. Bir müddet beklediler. Ebû Bekir iyice kendine geldikten ve insanlar dağıltdıktan sonra Ebû Bekir'i alıp evden çıkardılar. Yürürken onlara dayanıyordu. Onu böylece Rasûlüllah (sav)'in yanına getirdiler. Ebû Bekir (R.a.)'ı görünce Rasûlüllah (sav) koştu ve onu öptü. Diğer müslümanlar da ona sarıldılar. Rasûlüllah ona son derece acımıştı. Ebû Bekir (R.a.):

“Ya Rasûlüllah! Anam babam sana feda olsun. Bana hiçbir şey olmadı. Sadece o fasık yüzüme vurdu o kadar. Bu kadın, çocuğuna karşı son derece şefkatli annemdir. Sen çok hayırlı ve mübarek bir insansın. Onu Allah'a davet et ve onun için Allah'a dua et. Belki Allah senin hatırın için onu ateşten kurtarır," dedi. Ebû Bekir (R.a.)'in bu teklifi üzerine Rasûlüllah onun annesi için dua etti ve onu Allah dinine davet etti. O da İslâm'ı kabul etti. Rasûlüllah (sav) ile birlikte o evde bir ay kaldılar. Otuz dokuz kişiydiler. Hamza b. Abdulmuttalib (R.a.), Ebû Bekir (R.a.)'in dövüldüğü gün müslüman olmuştu.

[178]

Mekke'de müslüman olmanın bedeli, Medine'de müslüman olmanın bedelinden farklıdır. Kişi Mekke'de müslüman olmuşsa, hastahaneyi, hapishaneyi ve mezarhaneyi göze almalıdır. Mekkî toplumlarda işkence­ye, baskıya, hakaretlere, tehditlere rağmen, Müslüman İslâm'a tes­limiyetini, müslümanlara ise mensubiyetini devam ettirmekle mükelleftir. Mekkî toplumlarda müslüman ne kadar işkence görürse görsün, Cemaatü'l Müslimin'i terkedemez. Müslüman Allah yolunda başına gelen musibetlerden ötürü başkalarına fatura kesemez. Ebû Bekir (R.a.), müşriklerin işkencelerinden sonra ilk cümle olarak "Muhammed ve Ashabına ne oldu?" diyorsa ve Mekke'deki İslâm cemaatinin karargahı olan "Daru'l Erkam"a gitmediği müddetçe hiçbir şey yemeden, içmeden rahat etmiyorsa, bu bize Mekkî toplumlarda müslüman insan için Cemaatü'l Müslimin dediğimiz Daru'l Erkam'ların su gibi, ekmek gibi, hava gibi birer ihtiyaç olduklarını hatırlatır. Müslüman aç kalabilir ama cemaatsız kalamaz. Çünkü Mekkî toplumlarda cemaatsızlık, dinsizlik kadar tehlikelidir!

Mekke'de onüç yıl devletsiz kalmasına rağmen, onüç gün cemaatsız kalmayan Rasûlüllah (sav)'in yanında yeraîan Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Aişe'nin rivayetine göre, Rasûlüllah hicret emrini alıp Ebû Bekir'e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağla­maya başlamıştı.

[179]

Mekkî toplumlarda yaşayan her müslüman bir Medine yolcusudur. Medine yolculuğunun adı hicrettir. Hicret, İslâm devletinin arefesidir. Başka bir ifadeyle hicret, cemaatten devlete giden yoldur. Bu yolda yürümeyi hakedenler, Mekke'de cemaat olabilenlerdir. Mekkî toplumlar­da cemaatsız ve imamsız yaşayanların hicret diye bir yolculukları olamaz. Medine yolculuğu şerefine nail olanlar, Hz. Ebû Bekir (R.a.) gibi, şirk cephesinin bütün tehditlerine rağmen, İslâm cemaatını terketmeyen ve İslâm cemaatının imamına olan bağlılıklarını devam ettirenlerdir.

Bakınız Hz. Peygamber'in bir gecede Mekke'den Kudüs'e oradan Sidretü'l Münteha'ya gittiği İsra ve Mirâc hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir'e yetiştirdikleri zaman;

"Bunu kim söylüyor" dedi. Müşrikler;

“Bunu Muhammed söylüyor" dediler. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (R.a.);

"Muhammed (sav) söylüyorsa doğrudur." demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir'e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, "Sıddîk" lâkabı verildi. Kur'an tabiriyle,

"O, ne iyi arkadaştı” [180] denilebilir.

Tirmizî'nin İbn-i Abbas (R.a.)'dan rivayetine göre: Peygamber efendimiz (sav)'e hicret emri, İsrâ Suresinin 80 nci âyetiyle verilmiştir:

“(Ey Muhammed!) De ki: "Rabbim! Beni, takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver.”

[181]

O sıralarda müşrik ve fakat güvenilir bir adam olan Abdullah b. Üreyklt'ı yol kılavuzu olarak tuttular. [182] İşte o “Sıddîk" ile o "Emîn", o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.

Üç kişi olarak sefere çıkmak sünnettendir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Tek başına sefere çıkan binitli şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç yolcı ise bir kervandır/cemaattır.”

[183]

“Üç kişi sefere çıktığı zaman, içlerinden birini emir tayin etsinler.”[184] Rasûlüllah (sav) ile sadık dostu Ebû Bekir (R.a.) bu yolculuğu iki kişi olarak değil, üç kişi olarak yapmış olmaları, bize sefere üç kişinin çıkmasının sünnete uygun olduğunu gösterir.

Hicreti Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlüllah içeri girmiştir. Ebû Bekir'in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı. Onlar Mekke'den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma'nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere söylememiştir.

Mekkî bir toplumda tevhidi bir mücadele veriyorsanız heran eviniz keyfî, küfrî ve cebri kadrolar tarafından aranabilir. Buna hazır olmalısınız. Kendi ehl-i beytinizi bu hususta eğitmelisiniz, Hz. Ebû Bekir (R.a.) bize bunu öğretir. Müşriklerin bütün hakaret ve işkencelerine rağmen Ebû Bekir (R.a.)'m kızı Esma (R.anha), müşriklere sır vermiyor. Mekkî toplumlarda mü'min erkek olsun, mü'mine kadın olsun, ser verir sır vermez!

İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlüllah bu sırada Kur'ân'da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: "Üzülme, Allah bizimledir.”[185] Nitekim Allah ona güven vermiş, göre­medikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalarına rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine'ye yönelen Rasûlüllah ile Ebû Bekir Küba'ya vardılar.

Ebû Bekir mağarada kaldıkları günü şöyle anlatır: "Rasûlüllah (sav) ile beraber bir mağarada bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine,

“Ya Rasûlüllah, bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür” dedim. O,

“Sus ya Ebû Bekir, iki yoldaş ki, Allah onların üçün­cüsü olsun, endişe edilir mi?” buyurdu.

Allah yolunda başa gelen belâ ve musibetler karşısında birbirimizi Allah'ın yardımı ve tevekkülü ile teselli etmemiz, Peygamberimizin mücadele sünnetindendir.

Küba'da üç gün kalan Rasûlüllah ile Hz. Bbû Bekir nihayet Medine'ye vardılar. Medine'de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlüllah,

"Allah'ım Mekke'yi bize sevgili kıldığın gibi Medine'yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır” diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahabeler iyileştiler.

Hz. Ebû Bekir (R.a.), Peygamber (sav)'in duasını alan adamdır. İslâm toplumu içinde müslümanm sorumluluklarından birisi de, "Dua Alan Adam" haline gelebilmektir. Söylemleriyle, eylemleriyle ve icraatlarıyla İslâm ümmetinin bedduasını alan adamın geleceği karanlıktır, zorludur. Ama söylem ve eylemleriyle İslâm ümmetinin duasını alan adamın gele­ceği ise aydınlıktır, nurludur. Ebû Bekir (R.a.) misyonuna sadakat gösterenler, hangi makam ve mevkiide olurlarsa olsunlar, mü'minlerin duasını almaya gayret edenlerdir.

Bu arada Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)'in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi. Masrafların bir kısmım Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine'de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir'in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu. Hz. Ebû Bekir Medine'de Mescidi Nebî'nin inşasına katıldı. Rasûlüllah İslâm'ı yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazan Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlüllah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.

Rasûlüllah'ın bizzat idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın en yakınında yer almış olup onun "veziri" gibi idi.

Ebû Bekir (R.a.), hem mübelliğ, hem muallim, hem muhacir ve hem de mücahiddi. Allah yolunda mü'min olarak mübelliğ ve muallim, muhacir ve mücahid olmak, İslâmî kimlik ve kişiliğin  gereğidir.

Müslüman insan hem muhacirdir ve hem de mücahiddir. Hem mübelliğdir ve hem de muallimdir.

Bedir'de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır. Sadece o değil, Bedir'de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm'ı herşeyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir. Şunu bilelim ki; akide bağı, neseb bağın: dan daha kuvvetlidir.

Allah ve Rasûlüne karşı hudud yarışma kalkışanlarla ve bu uğurda savaşanlarla anlaşmak, onlarla uzlaşmak, mü'min insanın vasfı değildir. Bunlar mü'min insanın en yakınları olsalar bile mü'min insan tarafından reddedilirler. Allah'ın hizbine mensup olmak bunu gerektirir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin, babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kainlerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Hizbulİah/Allah'ın hizbi dininin yardımcılarıdir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Hizbullah (Allah'ın hizbi) olanlardır.”

[186]

Rasûlüllah'ın bir amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı. Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb'in eşi Ebû'l-As da Rasûlüllah'a karşı müşriklerle birlikte savaşı­yordu.

Hicretin 9. yılında Medine'de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam'da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasülüllah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda "Veda Haccı"nda bulunan Allah'ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.

Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlüllah (sav) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefat etti. Onun vefatını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O'nun için "öldü" diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlüllah'ı alnından öptü ve

"Babam ve anam sana feda olsun ya Rasûlüllah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım..." dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer'i susturdu ve;

"Ey insanlar, Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah'a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bakî ve ebedîdir. Size Allah'ın şu buyruğunu hatırlatırım:

"Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaklar.”[187] Allah 'in kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasım ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat ver­meyiniz.”

[188]

Hz. Ebû Bekir (R.a.) bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettik­ten sonra Rasûlüllah'ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sak-ifesinde toplanarak Hazrec'in reisi olan Sa'd b Ubâde'yi Rasûlüllah'tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldık­tan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde'nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey'at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebü Bekir'in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir'e bey'at etti ve,

"Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlüllah'ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey'at ediyoruz. Rasûlüllah'a hepimizden daha sevgili olan sana bey'at ediyoruz" dedi.

Hz. Ömer'in bu ani davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir'e bey'at ettiler. Bu özel bey'attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî'de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey'at edildi. Rasûlüllah'ın defni sah günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine fîrasetini ortaya koydu ve "Her peygamber öldüğü yere defnedilir" hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlüllah'ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey'ata ilk zamanlar katıl­madığı nakledilir. Hz. Ali rivayetlere göre, el-Bey'atü'l-Kübrâ'ya bey'at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmiştir.

[189]

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in cenazesini defnetmeden kendilerine bir halife tayin etmeye çalışmışlardır. Sahabelerin bu tavırlarından anlıyoruz ki; hilafet; İslâm'ın dünyada olmasını emrettiği şer'i bir makamdır. Bu makamın bir gün dahi olsa ihmal edilmesi ve müslümanlarm halifesiz kalmaları caiz değildir. Yerde Peygamber (sav)'in cenazesi olsa dahi hali­fe tayininden vazgeçilemez.

Ehl-i Hal ve'l Akd Meclisi'nin tavsibiyle hilafet makamına geçen halife'ye bey'at etmeyi ertelemekte caiz değildir. Hz. Ali (R.a.)'ın aylarca Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir'in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivayetlere aykırıdır. Rasûlüllah'ın en yakın ashabı arasında hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu.

Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sakin davranırken, Hz Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebü Bekir'in yöneti­minde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir'in arkasında yer almışlardır.

Hz. Ali (R.a.), Rasûlüllah'ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş [190] ancak, İbn Abbas'ın Rasûlüllah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine karşı kimseden bir karşı çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hülefa-i Raşidinin ilkidir. Raşid halifelik onunla başlamıştır. El-Hilafetu Raşide/Raşid Halifelik, insanları Allahû Teâla'nın gönderdiği şeriat ile irşad edip idare etme yöntemidir. Kıyamete kadar yaşayacak olan tüm dünya müslümanlarmın idare biçimidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın ilk halife seçilmesinin bir çok nedenleri vardır. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair Mescid'de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir. Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlüllah'ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma'ya, "Rasûlüllah'ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri dur­mam" diyerek, Fâtıma'nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlüllah'ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir.[191] Sonraları Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında Fâtıma'ya ki, Ebû Bekir'e gidip miras isterken onu savunmuştu mirastan hiçbir şey vermemesi de ashabın Rasûlüllah'ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir.

[192]

Hz. Ebû Bekir "Rasûlüllah'ın Halifesi" seçildikten sonra Mescid'de yaptığı konuşmada, "Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkiyle yaparsam bana yardım ediniz, yamlırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü'ne itaat ettiğim müddetçe sîz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekme  demiştir.

[193]

Hz. Ebû Bekir (R.a.) hilafeti esnasında mürtedlerle mücadele gündeme gelmiştir. Irak ve Suriye Fütuhatı, Hz. Ebû Bekir Rasûlüllah'ın halifesi olduktan sonra, onun vefatıyla Arabistan'da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, "namaz kılarız, ama zekât vermeyiz" diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu'l-Ansi, Müseylemetü'l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü'l-Mal'e konulup dağıtıl­maya başlanmıştır. Böylece tarihte "Hukuku'l Fukara" için savaşan ilk devlet, İslam devleti oldu. [194]Dolayısıyla yeryüzünde fakirlerin haklarını garanti eden tek devlet, İslâm devletidir. Dünyada fakirlik problemini çözüme kavuşturan da İslâm devleidir. İslâm devleti; temeli Allah'ın hükmüne ve hakimi­yetine dayanan ve insanların üzerinde Allah'ın hükümlerini icra eden edip adaleti ikame eden yegâne hak ve hukuk devletidir.

Rasûlüllah'ın hazırladığı, ancak vefatı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu yolundan alıkoy mam ıştır. Rasûlüllah (sav)'in vefatından önce, Ömer b. Hattab (R.a.) dahil bütün Medinelileri ve civar kabile mtislümanlarmı savaşa gitmek üzere toplamış, Üsame b. Zeyd (R.a.)'i de onlara komutan tayin etmişti. Fakat ordunun tümü henüz Medine hendeğinin dışına bile çıkmadan Rasûlüllah (sav) Hakk'ın rahmetine kavuştu. Onun vefatını duyunca Üsâme derhal orduyu durdurarak Hz. Ömer (R.a.)'e:

“Halife'ye git ve ordunun Medine'ye geri dönmesi için ondan izin iste. Çünkü Ashabın ileri gelenleri ve güçlüleri ordumda bulunuyorlar. Ayrıca ben, müşriklerin müslümanların ailelerine, Rasûlüllah'ın ehli bey­tine ve halife'ye saldırmalarından korkuyorum." dedi. Ensar da:

"Eğer Ebû Bekir bunu kabul etmeyip, mutlaka gitmemizi isterse bizim şu isteğimizi ona bildir. Bize Üsâme'den daha yaşlı birini komutan tayin etsin." dediler. Üsame'nin emri üzerine Hz. Ömer doğru Hz. Ebû Bekir (R.a.)'a gitti ve Üsame'nin söylediklerini ona bildirdi. Bunun üzer­ine Ebû Bekir (R.a.):

"Köpeklerin ve kurtların beni burada paramparça edeceklerini bile bilsem, Rasûlüllah (sav)'in verdiği bir kararı katiyyen bozamam" dedi.

[195]

Rasûlüllah (sav)'in kararlarına sadakat imandandır. Peygamberin sün­netinden vazgeçmek ile, Peygamberin kendisinden vazgeçmek eşde­ğerdir. Şartlar ne kadar zor olur olsun, mü'min insana düşen görev Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetine ittibadır.. İnsanların çoğunun savaş­maya gönülsüz olduğu, bu durumda kimlerle birlikte savaşmayı düşündüğü kendisine sorulduğunda; Esma ve Aişe'yi göstererek: "Şu iki kızımla birlikte" demişti. Yanında iki kızı olduğu halde binlere karşı koymayı göze alan Ebu Bekir'in tek bir gayesi vardı: O da Allah Rasûlü'nün mirasının bozulmadan sonraki kuşaklara aktarılmasıydı. Bu olaydaki asıl mesaj ise bütün olumsuzluklara rağmen Hz. Ebû Bekir'in dik durması, dini için ülkesini ve bütün varlığını terk etmeyi göze alabilmesi ve Rabbine olan sonsuz iman ve tevekkülüdür.

Hz. Ebû Bekir, yufka yürekliliği yanında, icab ettiğinde son derece sert ve kararlı tutumlar da sergilemiştir. Hudeybiye musalahası esnasında, Hz. Peygamber (sav)'in vefatını müteakip meydana gelen irtidat olaylarını bastırılmasında ve Efendimizin vefat sırasında yaşanan panik karşısında tutumu bunu göstermektedir. Ebû Hureyre (R.a) diyor ki:

“Eğer Ebû Bekir olmasaydı, Peygamber'in vefatından sonra ümmet-i Muhammed helak olurdu.”

Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra arap kabilelerinden bir çok­ları irtidat etti. Müslümanlar kış gecesinde yağmura tutulup dağılan koyunlara döndüler. Ortaya çıkan bu kaos ve anarşiden müslümanları kur­taran Hz. Ebû Bekir'in dirayet ve kararlılığı oldu. Sarsılan iman zeminini tekrar sağlamlaştırdı. Yalancı peygamberleri ortadan kaldırdı. Hz. Ömer döneminde modern anlamda teşkilatlandırılan İslâm devletinin alt yapısını hazırladı.

İki senelik halifelik dönemi mü'minler için bir rahmet oldu. Ümmet için yaşadı, ölümü esnasında bile geride kalanları düşündü: Eski elbise içine kefenlenmesini emretmiş, dirilerin yeni elbiseye daha fazla muhtaç olduklarını söylemişti. Binlerce insan senelerce köle gibi çalışıp kendiler­ine mezar (pramit) yaptıranlar ve eski elbiseyle gömülmeyi yeğleyen Hz. Ebû Bekir... İnsanlık için hangisi daha yararlı? Günümüz dünyasında hem müslümanlarm hem de gayri müslimlerin Hz. Ebû Bekir'in duruş ve tavrından olacağı çok dersler vardır. Sadık ve Sıddîk olmak kolay değil. Herşeyin bir bedeli var. İman, amel, fedakarlık, basiret, ilim, ahlâk ve sebat, akibet iki cihanda necat.

Ebû Bekir (R.a.) duruşu, Allah yolunda dik başlı olmanın değil, başı dik olmanın ifadesidir. Onun duru duruşu, hem müslümanlar için hem de gayr-i müslimler için bir ibretler ve örnekler hazinesidir. İnsanlık hala onun hasretini çekmektedir. Ebû Bekir'in İslâm için ortaya koyduğu fedakarlıkların karşılığını kıyamette ancak Allah Teâlâ verecektir. Çünkü dünyada bu fedakârlıkları karşılayacak bir bedel yoktur. Efendimiz onun için

"Ey Ebû Bekir! Ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi?" buyurmuşlardır. [196] Ayrıca

"Bana Ebû Bekir'in malı kadar kimsenin malı faydalı olmadı. Ben müslüman olmasını istediğim herkesten bir zorluk gördüm. Ebû Bekir hariç. Zira o, teklifim karşısında hiç tereddüt etmeden kabul etti. Eğer kendime Allah'tan başka mutlak bir dost edinecek olsay­dım, mutlaka Ebû Bekir'i edinirdim.” [197] Ashabı kiramın fazileti, ümmet içindeki değeri herkesçe bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir'i bu özel konuma getiren sebepleri genel ifadelerle başta belirtmeye çalıştık.

Ebû Bekir (R.a.), Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre İsyanlarını bastır­mıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparator­luğun, İran ve Bizans'ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, fetihlerle İslâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye'nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir. Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefat etmiştir.

Said İbn-i Müseyyeb (Rh.a.) rivayet ediyor: Ebû, Bekir (R.a.) Şam tarafına ordu gönderdiği zaman Yezid b. Ebû Süfyan, Amr İbnü'l Âl ve Şürahbil İbn-i Hasene'yi komutan tayin etti. Ordu harekete geçtiği zaman Ebû Bekir de onları uğurlamak için ordu kum an d ani arıyla beraber Seniyyetü'l Veda denilen yere kadar yürüdü. Oraya gelince komutanlar:

“Ey Rasûlüllah'ın halifesi, sen yürüyorsun biz binekliyiz." dediler. Ebû Bekir (R.a.) de cevap olarak:

“Bırakın da Allah yolunda bu kadar zahmete katlanayım." dedi. Ve onlara şu tavsiyede bulundu:

"Allah'tan korkmanızı tavsiye ediyorum. O'nun yolunda cihad edin. Allah'ı inkâr edenlerle savaşın. Zira Allah dinine yardım edecektir. Harp ganimetlerini muhafaza edin. Haksızlık yapmayın. Korkak olmayın, yeryüzünde fesad çıkar­mayın. Verilen emirlere karşı gelmeyin. Müşrik düşmanlarla karşılaştığınız zaman onları üç şeye davet edin. Eğer birini kabul ederlerse onlara dokunmayın ve serbest bırakın; İslâm'a davet edin, eğer bunu kabul ederlerse onlara dokunmayın. Sonra Medine'ye hicret etmelerini söyleyin. Eğer kabul ederlerse diğer muhacirlerle aynı hak ve vazifelere sahip olduklarını da söyleyin. Şayet müslüman olur ve yerlerinde kalmak isterlerse Allah'ın koymuş olduğu hüküm­lere tabi diğer Araplar gibi olacaklarını ve diğer müslümanlarla beraber harbe katılmadıkça, fey' ve ganimetlerden bir hisse alamıyacaklarını da haber verin. Eğer İslâm'a girmeyi kabul etmezlerse onlara cizye vermelerini bildirin. Cizyeyi kabul ederlerse onlara dokunmayın. Şayet cizye vermeyi de kabul etmezlerse Allah'a sığı­narak onlarla savaşın. Hurma ağaçlarını kesmeyin ve yakmayın. Hayvanları ve meyve ağaçlarını kesmeyin. Çocuklara, ihtiyarlara ve kadınlara dokunmayın. Manastırlarda inzivaya çekilmiş bir takım insanlar bulacaksınız onları kendi hallerine bırakın. Diğer bazılarının da bir takım kötü niyetlerle başlarının ortasında traş edilmiş bir boşluk olduğunu göreceksiniz. Böylelerin de boyunlarını vurun.”

[198]

Dikkat edilirse, İslâm harb hukuku insanîdir. İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazan­mış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm'ın himayesine giren ka­vimler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.

Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in hilafeti döneminde mürtedier taifesi ortaya çıktı. Mürtedlerin zuhuru esnasında Hz. Ebû Bekir (R.a.) derhal Muha­cirleri ve Ensarları toplayarak istişare etti. İstişarede fikrini şöyle beyan etti:

Araplar dinlerinden dönerek koyun ve develerinin zekâtını ver­memişler, İranlılar da, sizin kendisinden çok büyük yardım gördüğünüz adamın öldüğünü iddia etmişler ve sizinle savaşmak üzere Nihavendd'de toplanmışlar ve şehri tehdit etmişlerdir. Bu durumda ne yapmanın lazım geldiğini söyleyiniz. Ben de sizden biriyim ve bu tehlikeler karşısında yükü en ağır olanınızın. dedi. Muhacirler ve Ensar başlarını önlerine eğerek uzun bir müddet düşündüler. Sonra Hz. Ömer b. Hattab (R.a.) söz alarak:

“Ey Rasûlüllah'ın halifesi! Ben, senin araplarm zekât vermelerini istememen, sadece namaz kılmalarını kâfi görmen kanaatindeyim. Zira onlar cahiliyyet adetleri üzereler. İslâm henüz tam manasıyla onlar tarafından benimsenmedi. Ya Allah onları tekrar hayıra döndürür veyahutta müslümanları kuvvetlendirir. O zaman bizim de onlarla savaşacak gücümüz olur. Şu andaki Ensar ve Muhacirlerin, bütün Arapları ve İran­lıları yenecek güçleri yoktur." dedi.

Hz. Ömer (R.a.)'ı dinledikten sonra Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Osman (R.a.)'a döndü. O da aynı şeyleri söyledi. Hz. Ali (R.a.) de buna benzer şeyler söyledi. Muhacirler onların görüşlerine katıldılar. Daha sonra Hz. Ebû Bekir (R.a.), Ensar'ın fikrini sordu. Onlar da bu görüşte olduklarını belirttiler. Ebû Bekir (R.a.) bu durumu görünce minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra:

Allahû Teâla, Hz. Muhammed (sav)'ı hakkın yok denecek kadar az, İslâm'ın müdafaasız ve din düşmanlarının hedefi olduğu, İslâm bağlarının son derece zayıfladığı ve müslümanlarm azaldığı bir zamanda gönder­miştir. Müslümanları Hz. Muhammed (sav)'in etrafına toplayarak onları kıyamete kadar bakî, şerefli bir ümmet yapmıştır. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın emrini yerine getireceğim. Bize zafer ihsan edip, va'dini gerçekleştirinceye kadar O'nun yolunda savaşacağım. Bizden, savaşta ölenler şehid olur cennete girerler. Sağ kalanları ise Allah yeryüzüne hâkim kılar, yeryüzü onların olur. Bu bir gerçektir. Zira Allah böyle hük­metmiştir. Asla sözünden dönmeyen Allah şöyle buyuruyor:

“Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere şunları vadetti: Daha öncekileri yeryüzüne hükümran kıldığı gibi, onları da hüküm­ran kılacak.”

[199]

Allah'a yemin ederim, Rasûlüllah'a veripte bana vermekten kaçındık­ları bir yular bile olsa ve beraberlerinde ağaçlar, taşlar, bütün cinler ve insanlar olduğu halde bana karşı koysalar, ruhumu Allah'a teslim edince­ye kadar, bu yuları almak için onlarla savaşacağım. Allahû Teâla namazla zekât arasında bir fark gözetmemiş, bilâkis onları birarada emretmiştir." şeklinde bir hitabede bulundu.

Hz. Ömer (R.a.) tekbir getirmekten kendini alamayarak:

Allah'ın mürtedlerle savaş fikrini Ebû Bekir (R.a.)'ın kalbine yer­leştirdiğini görünce

“Onun haklı olduğunu anladım." dedi.

[200]

İslâm bir bütündür; asla parçalanmayı ve bölünmeyi kabul etmez. Müslüman olarak İslâm'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını da redde­denler mürteddirler. İslâm'ın bir hükmü ile bütün hükümlerini inkâr etmek aynıdır. İslâm'ın tek bir hükmünü reddeden, diğer hükümlerinin hepsini kabul etse dahi müslüman sayılmaz. Bundan dolayı Hz. Ebû Bekir (R.a.) zekât'ı reddetmekle birlikte müslümanlık iddiasında bulunanları mürtedlerden saymıştır. Hz. Ebû Bekir (R.a.) bu mürtedlerle anlaşma da yapmamıştır. Çünkü İslâm fıkhında mürtedlerle anlaşma yapılmaz. Mürtedler ya İslâm'a tekraren geri dönüp kurtulacaklardır veya öldürüle­ceklerdir. Mürtedterle savaşmak, şer'i otoritenin başında bulunan hali­fenin görevlerindendir. Mürtedlerle anlaşma yapıp onları himaye eden bir kimse müslümanların halifesi olamaz!

İslâm'da Müslümanların halifesi dahil hiç kimse mürtedlere karşı tavizkâr davranma hakkına sahip değildir. Şunu bilelim ki; "İslamiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var Hariçte olsa, musalaha etse; dahilde olsa, cizye verse; İslamiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü; vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir hükmüne geçer.”

[201]

Hz. Ebû Bekir (R.a.) bir taraftan mürtedlerle savaşırken, öbür taraftan Kur'ân-ı Kerîm'in etrafında meydana getirilmek istenen şek ve şüpheleri bertaraf etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in toplanması "Mushaf'ın Meydana gelmesi, Hz. Ebu Bekir (R.a.)'ın döneminde olmuştur. Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ'nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer'in Kur'ân'ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sûnra ona hak vererek, Kur'ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Rasûlüllah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce cey­lan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashabın çoğu da Kur'ân hafızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azahnca Kur'ân'ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit'in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrıca şahitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ' ile te'kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve "Mushaf" meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir'den Ömer'e, ondan da kızı Hafsa'ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü'l-İslâm'ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müd­det sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine'de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer'in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişare ederek Hz. Ömer'i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer'in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahit­namesini Hz. Osman'a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdiği Rasûlüllah gibi altmışüç yaşında vefat etti. Vasiyeti gereği Rasûlüllah’ın yanına omuz hizasında olarak defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.

Hz. Ebû Bekir (R.a.) kişilik olarak tam bir yöneticidir. Tacir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvası ile ashâb içinde ilk sırada yerahr. Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp az konuşmak, tevazu ile belirgindi. Hz. Âişe'nin rivayetine göre, "gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf" biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç alacak işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlüllah'ın en sadık dostu olan Ebû Bekir'in Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona "es-Sıddîk" lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda "O ne söylüyorsa doğrudur" demiştir.

Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefat ederken vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak iade edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe'yi Rasûlüllah ile hicretten sonra evlendirmiştir.

[202]

Hicret sırasında mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Peygamber'i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, "Anam-babam sana feda olsun ya Rasûlüllah" demesi olayı Ebû Bekir'in Rasûlüllah'a olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir'in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivayet edilir.[203] Vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşa­biliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.

Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarını istemek cesareti yoktu...

Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kiralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu malını rastgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebileceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı.

[204]

Emevüerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması .elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edil­mez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçlan bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi.

Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarım herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'minin bu serveti korumak için hayatım feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.

Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımın­dan, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlar­da şartlan göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir

Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yok­sun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşin­deler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile getirir:

"Hüseyin Allah'ın iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koydu. Bu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yo­lundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir."

Yeryüzünde Müslümanlar açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşan­madığı zaman matem başlar, Müslümanlar yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbit olarak Müslümanlar tarihinde gerek imanın korunması ve gerekse İslâm ümmeti içerisinde infak yarışması kıyamete kadar devam edecek olan bir yarışmadır. Bu yarışmada bir mü'min için Ebû Bekir (R.a.)'ın misyonunu yakalamak, ehl-i beytine/ailesine Allah'ın rızasını ve kitabını, Peygamberinin sevgisini ve sünnetini miras bırakmayı, maddi serveti miras bırakmanın önüne geçirmekle mümkündür. Mü'min olarak bizi ayakta tutan ve müslüman varlığımızın devam etmesini sağlayan maddi serveti değil, Allah rızası ve kitabı ile Rasûlüllah'ın sevgisi ve sünnetidir. Allah'ın rızası ve kitabı ile Peygamberinin sevgisi ve sünnetini kaybe­denlerin müslümanlıklarmı devam ettirmeleri mümkün değildir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın tavırından bunu anlıyoruz.

İslâmî hizmetlerde bütün servetini infak etmek herkese nasib olacak bir durum değildir. Bugün bu, İslâm ümmetinin Ebû Bekri olanlara veya olmak için gayret edenlere ancak nasip olur.

Hz. Ebû Bekir (R.a.) hayatını ve servetini Allah'ın rızasına adamış adamdır. Allahû Teâla buyuruyor:

“O ki, Allah yolunda malım verir, temizlenir. Onun yanında, başka bir kimse için karşılığı verilecek hiçbir nimet yoktur. O ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir. Elbette yakında kendisi de hoşnut olacaktır.”

[205]

Bu ayet-i kerimeler, Hz. Ebû Bekir (R.a.)'m başında geçen şu hadise üzerine nazil olmuştur. Rivayete göre Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in güçsüz, düşkün köle ve cariyeleri hürriyetlerine kavuşturmak için mal sarfettiğini gören babası:

“Ey Oğul! Görüyorum ki zayıf olanları kurtarıyorsun. Eğer sağlam ve genç olanlar için aynı malı sarfedersen onlar senin için bir güç olur" dediği zaman, Hz. Ebû Bekir (R.a.) şöyle cevap vermiştir:

“Ey babacığım, ben Allah katındaki mükafaatı bekliyorum.”

[206]

Görüldüğü gibi, Hz. Ebû Bekir (R.a.), Allah rızası için çalışmış ve O'nun rızasını herşeyin üstünde tutmuştur. Mü'min İnsanın hayatında en büyük değer ölçüsü, Allah rızasıdır. Onu kazanmayan neyi kazanırsa kazansın boştur.

Hz. Ebû Bekir'in nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlüllah'ı herkesten daha çok tanıyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendi­sine karşı içte muhalif bir hareket olmamış ve fitneler görülmemiştir.

[207]

İhtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid'atler onun devrinde yaşan­mamıştır. "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" buyuran Rasûlüllah'ın haberi sanki lâfızda ve mânâda Hz. Ebu Bekir'de zahir olmuştur.

Kaynaklarda onun, "Ben ancak Rasûlüllah'a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim" diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir.[208] Bir meseleyi hallederken önce Kur'ûn'a bakar, bulamazsa Sünnet'te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişare eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği'nİn ihtilâfa yol açmasında Ömer'in Muhacirlere daha çok pay ve­rilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.

Rasûlüllah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra birçok "maslahat gereği" diye yapılan değişiklik gibi üç talâk sayılmıştır. Yani Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın tüm uygula­malarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen kalpleri İslâm'a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi maslahat gereği veya zamanın değişme­siyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashabına uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke'de Mescid-i Haram'da İslâm'ı tebliğ eder ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir'e hilâfetinde "Halifet-u Rasâlillah" denilmiş, sonraki halifelere ise "Emîri'l-Mü'minîn" denilmiştir.

Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kaza işlerini Hz. Ömer, kâtipliği­ni Zeyd b. Sabit ve Hz. Ali, başkumai danlığmı Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine Dârü'l-İslâm'ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San'a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü'l-Mal'de toplanmıştır. Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâye Ken ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey söylerim yalnızca yüz kırk iki hadis rivayet etmiş veya ondan bize bu Fikhu's Sahabe adar hadis rivayeti nakledilmiştir.

 

Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın Ailesi

 

Hz. Ebû Bekir (R.a.) cahiliyye devrinde Abduluzza b. Âmir b. Lüey'in  Kuteyle ile evlenmiş ve ondan Abdullah ile Esma adındaki çocukları olmuştur. Yine cahiliyye döneminde Um Rûman ile evlenmiştir. Onun asıl adı; Âmir b. Amîre kızı Da'd olup Kinânehdir. Hz. Ebû Bekir'in ondan Abdurrahman ve Aişe adında iki çocuğu olmuştur. İslâm geldikten sonra meys kızı Esma ile evlenmiştir. Esma, daha önce Talib'in oğlu Cafer'in hanımı idi. Muhammed adındaki oğlu ondandır. Yine İslâm döneminde Ensar'dan Harice b. Zeyd'in kızı Habibe ile evlenmiş ve vefatından sonra ondan Um Gülsüm adında, bir kızı olmuştur.[209] Hutbe ve öğütlerinden bazıları şöyledir:

“Rasûlüllah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakayan bir şeytanım vardır.”

“Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen ecelinizdir.”

“Cihadı terkeden, zillete düşer. Amelin sırrı sabırdır.”

“Şikâyetçi olup ağladığım nice günler oldu. Zaman geldi ki, adığım günlere ağladım.”

“Nefesi aldığım zaman veremeyecekmiş, verdiğim zaman alama çakmış kadar kendime yakın bilirim ölümü"

“Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet veril­miştir.”

“Kendinize kabir hazırlamayın. Kendinizi kabre hazırlayın."

"Kabre hazırlıksız giden, denize kayıksız açılmış gibidir"

“Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur..."

“Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur..."

“Allah için infak edilmeyen malda hayr yoktur."

“Cehli hilmini aşan kimsede de hayr yoktur.”

[210]

“Bu ümmetin evveli ne ile ıslah olmuşsa, sonunun işleri de ancak onunla ıslah olunur.”

[211]

“Hayatta olanlar yeni elbiseye ölüden daha çok muhtaçtır. Çünkü" ölünün kefeni irin ve pis akıntılar içindir.”

[212]

Hz. Ebû Bekir (R.a.) vefat edeceği zaman, kızı Hz. Aişe (R.anha)'ya şunu söyledi: "Müslümanların işlerini idare etmek görevi bize veril­diğinden bu yana onların ne bir dinarlarını, ne de bir dirhemlerini yemedik, fakat yemeklerinin artıklarından ve elbiselerinin en kaba olanlarından giyindik. Yanımızda müslümanlara ganimet olarak düşen mallardan yalnızca şu köle, şu deve ve şu kumaş parçası vardır. Ben öldükten sonra bunların hepsini Ömer'e gönderiver.”

[213]

Hz. Ebû Bekir (R.a.) helalinden yemeye dikkat ederdi. Bir gün Hz. Ebû Bekir (R.a.) kölesinin getirdiği bir sütten içti ve hemen kölesine dönerek:

"Bunu nereden aldın?" diye sordu. Köle:

"Kehanette bulundum, yani gaybden bazı haberler verdim de ücret olarak bu sütü aldım." dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (R.a.), içtiği sütü midesinden çıkarmak için boğazına parmak saldı ve boğulacak şekilde istifra ederek, çıkarmağa çalıştı, sonra da:

"Allah'ım, midemde kalp damarlarıma karışan kıs­mından sana sığınırım" dedi.

[214]

Dikkat edilirse, Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in hassasiyetlerinden birisi de helal lokma hassasiyetidir. Sahabenin kavgası helal lokma kavgası idi. Helal lokma hususunda hassasiyet sahibi olmayanlar, Ashâb-i Kirâm'ın yolunda sayılmazlar.

Hz. Ebû Bekir (R.a.) hastalandığında çevresindekiler, ona:

"Tabip Fıkhu's Sahabe çağırmayalım mı?" diye sorunca, o şu cevabı verdi:

"Tabip yanıma geldi, bana: "Ben istediğimi yapacağım" dedi." Çevresindekiler onun mak­sadını anladılar ve seslerini çıkarmadılar. Daha sonra da Hz. Ebû Bekir (R.a.) son söz olarak

"Allah'ım! Müslüman olarak canımı al ve beni salihler arasına kat" deyip vefat etti. Ebû Bekir (R.a.) cenazesi gece­leyin defnedildi. Rasûlüllah (sav)'in mescidinde Ömer b. Hattab (R.a.) onun cenaze namazını kıldırdı ve dört defa tekbir aldı. Rasûlüllah (sav)'in üzerinde taşındığı tahta konuldu. Kabrine oğlu Abdurrahman, Ömer, Osman ve Talha Hazretleri indiler. Başı Peygamber (sav)'in omuzları hizasına kondu. Kabrini Rasûlüllah (sav) kabri gibi düzgün yaptılar. [215] Dünyada en büyük mutluluk; müslümanca yaşayıp ve müslümanca ölmektir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın sık sık tekrarladığı dualarından birsi de şu idi:

"Allah'ım! Benim en hayırlı günüm, sana kavuştuğum gün olsun!”

 

HZ. ÖMER B. HATTAB

(R.ANH)

 

Baba Adı: Hattab b. Nüfeyl b. Abdul Uzza

Anne Adı: Hanteme binti Haşim, b. Muğire, b. Abdullah, b. Ömer, b. Mahzun'dur. Hanteme Ebû Cehil'in amcası Haşim'in kızıdır. Hz. Ömer'in dayıları sayılırdı.

Doğum Tarihi Va Yeri: Takriben 588, 589, 583, Miladi diyenler varsa da doğru olan hesaplara göre: 584 M. olsa gerek. Mekke'de Fîl Vakasından (M. 571) 13 sene sonra doğmuştur.

Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 23. yıl, Miladî 645'de 63 yaşında şehit olmuştur. Medine'de Kabri Rasûlüllah (sav)'in bulunduğu yerdedir.

Fiziki Yapısı: Esmer tenli, Sedus kabilesi adamları gibi iri gövdeli, uzun boylu, kaba seyrek sakallı, hızlı yürür, gözlerinin akın da kır­mızılık vardı. İnsanlar arasında yaya yürürken binitli gibi yüksek görünüyodu. Kızıltırak çok saçlı başının tepesi açılmıştı.

Eşi:

1. Amcası kızı Atike binti Zeyd(Said b. Zeyd'ib bacısı),

2. Ümmü Gülsüm binti Amr bin Cerve el Huzai,

3. Cemile binti Sabit (Asım bin Sabit'inbacısı),

4. Zeyneb binti Maz'un(Osman b.Maz'un'un bacısı),

5. Halid b. Veüd'in bacısı Fâtıma binti Veiid (Haris bin Hişam'in dul eşidir)

Oğulları:

1. Abdullah bin Ömer,

2. Ubeydullah,

3. Abdurrahman,

4. Asım,

5. Zeyd,

6. Kü­çük Abdurrahman.

Kızları :

1. Hafza,

2. Cümeyle,

3. Rukeyye.

Gazveleri: Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin Fethi, Huneyn, Taif, Tebük Seferleri.

Hicreti: Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.

Sahabeden Kiminle Kardeşti: Utban bin Mâlik..

Kabilesi: Ömer b. Hattab, b. Nüfeyl, b. Abduluzza, b. Ribah, b. Karz, b. Zirah, b. Rezah, b. Adiy, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galip, b. Fihr, b. Mâlik, b. Nadr, b. Kinane'dir.

Lakabı/Künyesi: Faruk, Ebû Abdullah, Ebû Hafs.

Kiminle Akrabalığı: Rasûlüllah (sav)'ın kayınbabası, Asım bin Sabit'in eniştesi, Said b. Zeyd ile enişte ve kaynı Hz. Ali'nin damadıdır.

Hz. Ömer (R.a.), Rasûlüllah (sav)'i öldürmeye giderken onda dirilen adamdır. Hz. Ömer (R.a.), Müslümanların ikinci Raşid Halifesidir. İslâm'ı yeryüzüne yerleştirip, hakim kılmak için Râsûlüllah (sav)'in verdiği tevhidi mücadelede ona en yakın olan sahâbilerden biri de, Hz. Ömer (r.a.)'dır. Hz. Ömer (r.a), Fil olayından on üç sene sonra Mekke'de doğ­muştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşın­dan dört yıl sonra dünyaya gelmiştir.[216] Babası, Hattab b, Nüfeyl olup, nesebi Ka'b'da Rasûlüllah (sav) ile birleşmektedir. Kureyş'in Adiy boyuna mensup olup, annesi, Ebu Cehil'in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme'dir.

[217]

Kaynaklar Hz. Ömer (R.a)'in müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazlaca bir şey söylemezler. Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına iştirak etmekteydi.

[218]

Cahiliyye döneminde Mekke eşrafı arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin sifare (elçilik) görevi onun elindeydi. Bir savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak Ömer gönderilir ve dönüşünde onun verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde etkin rol alır ve verdiği kararlar bağlayıcılık vasfı taşırdı.[219] Hz. Ömer (R.a) mizaç olarak müşavere adamıdır. Bazı insanlar fıtraten birtakım meşru görevlere meyillidirler. İşte Hz. Ömer (R.a.) de fitraten kendisiyle istişare edilme kabiliyetine sahip olan bir kimsedir.

Hz. Ömer (R.a.), sert bir mizaca sahip olup, İslama karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı. Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran Muhammed (sav)'i öldürmeye karar vermişti. Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için harekete geçmiş, ancak olayın gelişim şekli onun müslümanlarm arasına katılması sonucunu doğurmuş­tu. Tarihçilerin ittifakla naklettikleri rivayete göre, Ömer (R.a)'in müslü­man oluşu şöyle gerçekleşmişti: Hz. Ömer (R.a.), Rasûlüllah (sav)'i öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye gittiğini sor­duğunda o, Muhammed (sav)'i öldürmeye gittiğini söylemişti. Nuaym, Ömer'in ne yapmak istediğini öğrenince ona, kızkardeşi Fatıma ile enişte­si Said b. Zeyd'in yeni dine girmiş olduğunu söyledi ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi. Bunu öğrenen Hz. Ömer (R.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde içerde Kur'an okunmaktay­dı. Kapıyı çalınca, içerdekiîer okumayı kesip, Kur'an sayfalarım sak­ladılar. İçeri giren Hz. Ömer (R.a), eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kızkardeşinin aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kızkardeşi ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyledi:

"Biz müs­lüman olduk. Allah'a ve Rasûlüne iman ettik. İstediğini yapabilirsin. Ama biz asla dinimizden dönmeyiz." Kays anlatıyor: Said b. Zeyd'in Küfe mescidinde şöyle dediğini işittim: "Ömer'in müslüman olduğumuz için kızkardeşini ve beni iple bağladığını hatırlarım. Ömer daha o zaman müs­lüman olmamıştı.[220] Hz.   Ömer (R.a.) kızkardeşi Fatıma'nın ve eniştesi Said b. Zeyd'in bu kararlılığını bildirmeleri üzeri­ne, onlara karşı merhamet duygulan kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri  görmek istediğini  söylemişti:

"Muhammed'in ne getirdiğini görmem için az önce okuduğunuzu işittiğim şu sahifeyi bana veriniz." Bunun üzerine kızkardeşi Fatıma ona şöyle söyledi:

"Bizler, bu sahifeye zarar vermenden korkuyoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) ona bu sahifeyi aynen geri vereceğine dair yemin etti. Kızkardeşi Fatıma onun İslâm'a gireceğini ümid etti ve ona:

"Sen şirk üzeresin ve pissin. Oysa böyle bir sahifeye ancak temiz olan kimseler el sürebilir." diye söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) kalkıp gusletti. Fatıma da ona sahifeyi teslim etti. Hz. Ömer (R.a.) sahifeyi okudu. Sahifede Tâhâ Sûresi'nin baş tarafı vardı. Bunun bir kısmını okuyunca kendi kendisine:

"Bu söz ne kadar güzel ve ne kadar şereflidir" diye söylendi. Habbab onun bu söz­lerini işitince saklandığı yerden çıkarak şunları söyledi:

"Ey Ömer, ben Allahû Teâla'nın Rasûlüllah (sav)'in duasını senin hakkında kabul ettiği­ni Ümit ediyorum.”[221] Dikkat edilirse, Asr-ı Saadette müslümanlardan birkaç kişi bir araya gelip Kur'an dersi yapıyorlar, Kur'an ayetlerinin tefsiri üzerinde çalışı­yorlar. Bu nedenle diyoruz ki; Müslümanlardan birkaç kişinin kendi aralarında  bir araya gelip Kur'an dersi yapmaları, Kur'an  tefsiri üzerinde çalışmaları, bir sahabe sünnetidir. Müslümanları  bu  işten menetmeye çalışanlar, Rasûlüllah (sav)'e ve ashabına düşman olanlardır! Habbab (R.a.)'in Rasûlüllah (sav)'in duasını hatırlatması üzerine Hz. Ömer (r.a), hemen orada imân etti ve Rasûlüllah (sav)'in nerede olduğunu sordu. O sıralarda müslümanlar, Safa tepesinin yanında bulunan Erkam (R.a)'ın evinde gizlice toplanıp  ibadet ediyorlardı. Hz. Ömer (R.a.), Habbab (R.a.) birlikte Daru'l Erkam'a gitti. Habbab (R.a.)'ın rehber­liğinde Rasûlüllah (sav)'m Daru'l-Erkam'da olduğunu öğrenen Hz. Ömer (R.a), doğruca oraya gitti. Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu öğrenen sahabeler endişelenmeye başladılar. Zira Ömer silahlarını kuşan­mış olduğu halde kapının önünde duruyordu. Hz. Hamza (R.a.):

"Bu Ömer'dir, îyi bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi varsa,  onu  öldürmek bizim  için  kolaydır" diyerek kapıyı açtırdı. Rasûlüllah (sav), Hz. Ömer (R.a)'in iki yakasını tutarak;

"Müslüman ol ya İbn-i Hattab! Allahım ona hidayet ver!" dediğinde, Hz. Ömer (r.a), hemen Kelime-i şehadet getirerek imân ettiğini açıkladı. [222] Rivayetlere göre Ömer (r.a)'in müslüman oluşu, Rasûlüllah (sav)'în yapmış olduğu; "Allahım! İslâmı Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hişam (Ebû Cehil) ile kuvvetlendir" şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçekleşmişti.

[223]

Ömer (R.a), risaletin altıncı yılında müslüman olmuştur. O, iman eden­lerin araşma katıldığı zaman müslümanlarm sayısı hakkında ihtilaf edilmiştir. Kimisine göre kırk, kimisine göre elli, kimisine göre yetmiş seksen kişi kadardı.

[224]

Hz. Ömer (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in duasıdır. Onun İslâm'a girişi bize şunu öğretir: Müslüman İslâm'ı öyle diri ve canlı yaşamalıdır ki, ken­disini öldürmeye gelenler onda d ir ilmelidir ler. Hz. Ömer (R.a), kız kardeşi Fatıma (R.anha) ile eniştesi Said'in duru duruşları ile inançları hususundaki diri direnişlerinde hidayeti bulmuştur. Şunu bilelim ki; mü'min insanların tevhid merkezli duru duruşları ile diri direnişlerinde Peygamber'in yitik çocukları hidayet evinin adresini bulurlar!

Amir b. Rabia'nın eşi Ebu Hasme'nin kızı Um Abdullah dedi ki: Habeşistan'a gitmek için hazırlanıyorduk. Âmir de bazı ihtiyaçları için dışarıya çıkmıştı. Bu sırada Ömer çıkageldi. Yanıma gelip durdu. O zamana kadar ondan çok büyük belâ ve musibetler görmüştük. Şöyle sordu:

"Ey Um Abdullah gidecek misiniz?" Ben de ona:

"Evet, Allah'a yemin ederim, Allah'ın arzından çıkıp gideceğiz. Siz bizlere çok eziyetlerde bulundunuz, bizi kahrettiniz. Olur ki Allah bize bir kurtuluş nasip eder" deyince şöyle dedi:

"Allah sizinle beraber olsun." Bu sözü söylerken Ömer'in oldukça yumuşamış ve üzülmüş olduğunu gördüm. Um Abdullah anlatmasına şöyle devam etti: Âmir geri dönünce ona şöyle söyledim:

"Ömer'in ne kadar inceldiğini ve bizim için ne kadar üzüldüğünü bir görseydin." Âmir bana:

"Müslüman olmasını mı umdun?" deyince Ben:

"Evet" dedim. Bu sefer Âmir bana şöyle söyledi:

"Hattabın eşeği müslüman olmadıkça Ömer müslüman olacak değildir." Çünkü Âmir, Ömer'in kabalığından ve müslümanlara katılığın­dan çok şeyler görmüştü. Allahû Teâla kendisine hidayeti nasip etti, müslümanlara karşı yumuşak, kâfirlere karşı ise sert hale geldi.

[225]

Ahâb-ı Kiram'ın hayatı, İslâm ümmeti için hem örnek ve hem de ibret­tir. İnsanların hidayete gelmeleri hususunda ümitsizliğe kapılmayacaksın. Görüldüğü gibi, Hz. Ömer (R.a.)'in imana gelmesinden ümitler tamamen kesilmiştir. Ama hidayeti veren Allahû Teâla'dır. Dolayısıyla İslâm davetçisinin muhatablan ne kadar sert olurlarsa olsunlar, ne kadar inad eder­lerse  ettsinler,  davetçi Allah'ın  hidayetinden  ümit kesmeden davet faaliyetini sürdürmelidir. Küfür cephesinden nice Ömer'ler çıkacak, yeter ki bizler davet faaliyetimizi kesintiye uğratmadan devam ettirelim ve hidayete erdirme işini de Allahû Teâla'ya havale edelim. Davet bizden, hidayet Allah'tandır.

Hz. Ömer (R.a.)'ın müslüman olması, müslümanların ehl-i şirk'e karşı direnişlerini artırmıştır. Mekkeli müşriklerin, gösterdiği zorbaca tepkiden dolayı müslümanlar, Beytullah'a gidip namaz kılamıyor ve ancak gizlice bir araya gelebiliyorlardı. Ömer (R.a) müslüman olunca doğruca Beytullah'ın yanına gitti ve müslüman olduğunu haykırdı. Orada bulu­nanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o, müşriklere karşı savaşım sürdüre­rek onların, müslümanlara gösterdiği muhalefeti kırdı ve bir avuç müslümanla birlikte herkesin gözü önünde Beytullah'ta namaza durdu. Onun bu şekilde  saflarına katılması  müslümanlara büyük bir moral desteği sağlamıştı. Abdullah İbn Mes'ud'un “Ömer'in müslüman oluşu bir fe­tihti.” sözü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Taberî'nin İbn Abbas'tan tahric ettiği bir hadise göre, müslümanlığını ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (R.a) olmuştur. [226] Ömer (R.a) benliğini kuşatan imanın verdiği heyecanla, küfre karşı açık ve net bir şekilde, hiç bir tehdide aldırış etmeden mücadele ediyordu. Müşrikler, şecaat ve kararlılığını eskiden beri bildikleri için ona sataş­maya cesaret edemiyorlardı.

Hz. Ömer (R.a.) diyor ki: "Rasûlüllah (sav)'in ve Ashabının, müşrik­lerden gizlendikleri sıralarda, ben müslüman olunca;

"Ya Rasûlüllah! Biz ölü olsak da, diri olsak da, Hak ve gerçek din üzerinde değilmiyiz?" dedim. Rasûlüllah (sav):

"Evet! Varlığım, Kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz ister ölü, ister diri olun, Hak din üzerindesiniz" dedi. Ben de:

"O halde, ne diye gizleniyoruz? Seni Hak din ile gön­deren Allah'a andolsun ki, hiç çekinmeden, korkmadan, oturup, İslamiyeti açıklamadığım bir küfür meclisi kalmayacaktır. Seni Hak din ile gönderen Allah'a andolsun ki, huruç edeceğiz/çıkış yapacağız, İslamiyeti açığa vuracağız!" dedim. Sonra iki saf halinde Erkam'ın evin­den çıktık. Saflardan birisinin başında Hamza vardı, birisinde ben vardım. Sert adımlarla yerin topraklarım un gibi tozuta tozuta Mescid-i Haram'â girdik. Kureyş müşrikleri, şaşkın ve ürkek bakışlarla bir bana bakıyor, bir Hamza'ya bakıyorlardı. Onlar, o güne kadar, bir benzerine daha uğra­madıkları bir musibete uğradılar. Müşrikler:

"Ey Ömer! Arkandaki ne?" dediler.

“La ilahe ilallah! Eğer, sizin her hangi biriniz kımıldarsa, onu kılıcımla yere sererim!" dedim. Rasûlüllah (sav) Beytullah'ı tavaf etti. Öğle vakti, açıktan Namaz kıldıktan sonra yanındakilerle birlikte Daru'l Erkam'a döndü. O zaman, Rasûlüllah (sav)

"Hak olanla, batıl olanın arasını ayırdı" diye bana Faruk adını taktı.

[227]

Hz. Ömer (R.a.)'in müslüman olmasıyla birlikte gerçekleştirilen bu yürüyüş, Mekke Şirk devletinde Müşriki devlete ve müşriki kadrolara karşı Daru'l Erkam'da teşkilatlanan "Cemaatü'l Müslimin"in gerçek­leştirdiği ilk direniş yürüyüşüdür. Mekkî toplumlarda müşriki otoritelere ve kadrolara karşı direniş yürüyüşleri tertiplenebilir ve hem de zaman zaman tertiplenmelidir. İslâm'da bunu ilk olarak gerçekleştirenler, Ra­sûlüllah (sav) ve ashabıdır. Dolayısıyla Mekkî toplumlarda yani İslâm'ın sosyal ve siyasal otorite haline gelmediği toplumlarda gücünü tevhid akidesinden alan direniş yürüyüşlerini hafife almak, Peygamber (sav)'e ve sahabelerine karşı saygısızlıkta bulunmaktır.

Hz, Ömer (R.a.) Müslüman olduktan sonra sürekli Rasûlüllah (sav)'in yanında bulunmuş, onu korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir.

O, iman ettikten sonra müşriklere karşı çok sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese meydan okuyarak savunmuştur.

İslâm tebliğinin yeni bir veçhe kazanması için Medine'ye hicret emrolunduğu zaman müsiümanlar Mekke'den gizlice Medine'ye hicret etmeye başladıklarında, Hz.Ömer, gizlenme ihtiyacı duymamıştı. Ömer (R.a), beraberinde yirmi arkadaşı olduğu halde Medine'ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Ali (R.a) onun hicretini şu şekilde anlatmaktadır:

"Ömer'den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omuzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâ'be'ye gitti. Kureyş'in ileri gelenleri Kâ'be'nin avlusun­da oturmakta idiler. O, Kâ'be'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim'de iki rek'at namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; "Kim anasını evladsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadinin arkasında bana gelip kavuşsun, beni takip etsin" dedi. Onlardan hiç biri onu engellemeye cesaret edeme­di.”[228] Bunun içindir ki İbn Mes'ud; "Hz. Ömer (R.a.)'ın hicreti, bir zaferdi” [229] demektedir.

Müslüman mukaddeslerini savunmak ve kimliğini net bir şekilde ibraz etmek için meydanlara inen insandır. Münkir ve müşriklere meydan oku­mak; ahmaklık değil, müslüman kimliği savunmaktır. Kendi müslüman kimliklerini ibraz etmeyip savunmayanlarda hayr yoktur. Çünkü İslâm; pısırıkların değil, kahramanların yoludur.

Hz.Ömer (R.a), Medine dönemi boyunca islâmm yücelişini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Rasûlüllah (sav)'ın önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (R.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Rasûlüllah (sav) onun bu durumunu şu sözüyle ifade etmekteydi:

"Allah, hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere kıldı.”

[230]

İbn-i Mesud (R.a.) der ki: "Arap kabilelerinin ilmi, terazinin bir gö­züne, Ömer'in ilmi de, öteki gözüne konulsa, Ömer'in ilmi, ağır ba­sardı." [231] Rivayete göre: Fakihler, Hz. Ömer (R.a.)'in yanında çocuklar gibi kalırlar, o, onlara fıkhı ve ilmi ile üstün gelirdi. [232] Hz. Ömer (R.a.) hem barış ve hem de savaş insanıdır. Hz. Ömer (R.a), Bedir, Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin hepsine ve çok sayıda seriyyeye katılmış, bunların başında komutan olarak görev yapmıştır. Bunlardan biri Hicretin yedinci yılında Havazinliler'e karşı gönderilen seriyyedir.

Hz.Ömer (R.a), bütün meselelere karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınır. Onun küfre karşı düşmanlığı; müşriklerin, İslama karşı olan sal­dırılarını hazmedememe konusundaki hassasiyeti; bazı kararlara şiddetle, karşı çıkmasına sebep olmuştur. Hudeybiye'de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen maddelerine karşı çıkışı bunlardan biridir. Ancak o, Rasûlün, Allahû Teâlâ'nın gösterdiği doğrultuda hareket etmek­ten başka bir şey yapmadığı uyarısı karşısında, hemen kendini toparlamış ve olayın iç gerçeğini kavramıştı.

Hudeybiye gününde Hz. Ömer b. Hattab (R.a.), Rasûlüllah (sav)'e ge­lerek:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Biz hak üzere değil miyiz? Onlar da batıl üzere değil midirler? Rasûlüllah (sav):

"Evet, öyledir" diye buyurdu. Hz. Ömer (R.a.)

"Bizden ölenler cennette, onlardan ölenler cehennemde değil midir?" diye sordu. Rasûlüllah (sav):

"Evet" diye buyurdu. Bu sefer şöyle sordu:

"Peki, Allah bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin di­nimiz hususunda aşağılık olan şartları kabul ediyor ve böylelikle geri dönüyoruz?" Rasûlüllah (sav) buyurdu:

"Ey Hattab'ın oğlu! Ben Allah'ın Rasûlüyüm. Allah ebediyyen beni sahibsiz bırakmaz." (Sehl b. Hunef devamla) dedi ki: Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) öfkesinden duramayıp Ebû Bekir (R.a.)'e varıp sordu:

"Allah bizimle onlar arasında henüz hüküm vermemişken ne diye dinimiz hususunda bizi küçültecek şartları kabul ediyor ve öylelikle geri dönüyoruz?" Hz. Ebû Bekir (R.a.) de:

"Ey Hattab'ın oğlu, o Allah'ın Rasûlüdür. Allah onu asla sahipsiz bırakmaya­caktır." Bunun üzerine Rasûlüllah (sav)'e Fetih Suresi indi.

[233]

Hz. Ömer (R.a.), bu telaşı, haşa Rasûlüllah (sav)'e itiraz etmekten değildir. Bu tamanen Hz. Ömer (R.a.)'in şahsında tebarüz eden iman öfkesindendir. Hz. Ömer (R.a.) mü'minlere karşı merhametli, kâfirlere karşı ise sert ve çetin idi.

Rasûlüllah (sav)'ın vefatının hemen peşinden ortaya çıkan karışıklığın Hz. Ebû Bekir'in halife seçilmesiyle yok edilmesinde Hz. Ömer (R.a.) büyük rol oynamıştır. Hz. Ebû Bekir'in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Hz. Ömer (R.a) olmuştur.

Müslümanların vazifelerinden birsi de, kendilerini Allah'ın şeriatiyle idare eden idarecilerine yardım etmektir. Allah yolunda Allah'ın emirleri­ni uygulayan idarecilere yardımcı olmak, sahabenin sünnetindendir.

Hz. Ebû Bekir (r.a) vefat edeceğini anladığında, Hz. Ömer'i kendisine halef tayin etmeyi düşünmüş ve bu düşüncesini açıklayarak bazı sahabe­lerle istişarelerde bulunmuştu. Herkes Ömer (R.a)'in fazilet ve üstün­lüğünü kabul etmekle beraber, onu bu iş için biraz sert mizaçlı buluyor­lardı. Hatta Talha (R.a) ve diğer bazı sahabeler ona;

"Rabbin seni Ömer'i halife tayin ettiğinden dolayı sorgularsa ona ne cevap vereceksin? Bilirsin ki Ömer oldukça sert bir kimsedir" demişlerdi. Hz. Ebû Bekir onlara;

"Derim ki: Allahım! Kullarının en iyisini onlara halife yaptım" karşılığını vermişti. Sonra da Hz. Osman'ı çağırarak bir kâğıda Hz. Ömer'i halife tayin ettiğini yazdırdı. Kâğıt katlanıp mühürlendikten sonra, Hz. Osman dışarı çıkarak insanlardan kâğıtta yazılı olan kimseye bey'at edilmesini istedi. Oradakilerin bey'at etmesiyle Hz. Ömer'in II. Raşid halife olarak iş başına gelişi gerçekleşmiş oldu.

[234]

Dikkat edilirse, Hz. Ömer (R.a.) şûra yoluyla müslümanlara halife olmuştur. Müslümanların halifesi, şûra ile seçilir. Zorbalıkla müslümanların başına geçenler, müslümanlar için halife sayılmazlar.

 

Hz. Ömer (R.a)'in İslâm'a Hizmetleri

 

Hz. Ömer (R.a.), Allah yolunda ehl-i hizmettir. O kendisini İslâm'a ve İslâm ümmetinin hizmetlerine adamıştır. Dolayısıyla Hz. Ömer (R.a.) hizmet-i İslamiyye ve siyaset-i şeriyye adamıdır. Hz. Ömer (R.a.) hilafeti hakkında Abdullah İbn-i Mesud (R.a.) der ki:

"Hz. Ömer (R.a.) hicreti, nusret; Halifeliği de, rahmet oldu.” [235] Rasûlüllah (sav)'ın sağlığında Arap yarımadası İslâm’ın hakimiyetine boyun eğdirilmiş ve insanlar bölük bölük ihtida ederek müslümanlarla bütünleşmişlerdi. Bunun peşinden Rasûlüllah (sav), İslam tebliğinin insanlara ulaştırılmasının önünde bir set teşkil eden, müşrik zaiim güçlerden biri olan Bizans imparatorluğuna karşı askerî seferleri başlatmıştı. Ebû Bekir (R.a), Rasûlüllah (sav)'m vefatından hemen sonra ortaya çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan sonra, Bizans hakimiyetindeki topraklara askeri akınlar başlatmış, öte taraftan çağın despot devletlerinden ikincisi olan İran imparatorluğuna karşı da askerî faaliyetlere girişmişti. Hz. Ömer (R.a)'in üzerine düşen, bu siyaseti devam ettirmekten ibaretti. Hz. Ömer bir taraftan Suriye'nin fethinin tamamlanması için gayret gösterirken, öte taraftan İran cephesinde netice almak için ordular sevkediyordu. Kadisiye savaşıyla İran ordusu hezimete uğratılmış ve Kisrâ, saraylarını islâm ordusuna terk ederek doğuya kaç­mak zorunda kalmıştı. Peşpeşe gönderilen ordularla İranın bazı bölgeleri savaş ile, bazı bölgeleri de sulh yoluyla İslâm'ın hakimiyetine boyun eğdirilmişti. Kuzeye yönelen Mugîre b. Şu'be, Azerbaycanı sulh yoluyla ele geçirmişti. Ermenistan bölgesi fethedilen yerler arasındaydı.

Suriye'nin fethi tamamlandıktan sonra bu bölgedeki askeri harekât batıya doğru kaydırıldı. Etraftaki şehir ve kasabalar fethedildikten sonra Kudüs kuşatma altına alındı. Şehirdeki hıristiyanlar bir süre direndilerse de sonunda barış istemek zorunda kaldılar. Ancak, komutanlardan çekindikleri için şart olarak şehri bizzat halifeye teslim etmek istedikleri­ni bildirmişlerdi. Durum Ebu Ubeyde tarafından bir mektupla Hz. Ömer (R.a)'a bildirildi. Hz. Ömer (r.a) Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, Medine'den komutanlarıyla buluşmayı kararlaştırdığı Cabiye'ye doğru yola çıktı. Cabiye'de yapılan bir anlaşmadan sonra Hz. Ömer, biz­zat Kudüs'e kadar giderek şehri teslim aldı. Hz. Ömer (R.a.) Kudüs'te bir muahede/sözleşme yazdırdı. Bu muahedenin en önemli maddelerinden birisi de şudur: "Kudüs'te Hırsızlar ve Yahudiler ikâme edemezler." [236] Hz. Ömer (R.a) kısa bir müddet Kudüs'te kaldıktan sonra Medine'ye geri döndü.

Bu arada İran cephesinde durumlar karışmaya başlamıştı. Hz. Ömer, bölgede bulunan orduları takviye ederek İran meselesini kesin bir sonuca bağlamaya karar verdi. Hicri 21 yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla Azerbaycan ve Ermenistan da dahil olmak üzere, Horasan'a kadar bütün İran toprakları İslâm devletinin sınırları içine alınmış ve Fars cephesinde askerî harekâtlar tamamlanmıştı.

Öte taraftan Amr b. el-As, hazırlayıp uygulamaya koyduğu harekât planıyla Mısır'ı fethetmeyi başarmış,  müslümanları Mısır'dan geri püskürtmek için İskenderiye'de hazırlıklara girişen Bizanslıların üzerine yürüyerek burayı ele geçirmişti. Böylece Suriye'den sonra, Mısır'da da Bizans'ın hakimiyetine son verilmiş oluyordu.[237] İslâm ordularının fethettiği bölgelerdeki halk, müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan etkilenerek kitleler halinde İslama giriyorlardı. Asırlarca Bizans ve İran devletlerinin zulmü altında ezilen, horlanan topluluklar İslâm'ın kuşatıcı merhameti ile yüz yüze geldiklerinde müslüman olmakta tereddüt göstermiyorİardı. Kendi din­lerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya maruz kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuşuyorlardı. Hz. Ömer (R.a.), gerçek­leştirdiği fetihlerle İslâm coğrafyasının sınırlarım genişletmiştir. İslâm coğrafyasını genişletmek için çalışmak, sahabe sünnetindendir.

Hz. Ömer, bir taraftan İslâm'ın insanlığa tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak için ordular sevkederken, öte taraftan da henüz müesseselerine kavuşmamış bulunan devleti teşkilatlandırmaya çalışıyordu.

Hz. Ömer'den önce, orduya katılan askerler ve bunlara dağıtılan para­lar belirli defterlere yazılıp kayıt altına alınmazdı. Bu durum normal olarak bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olur, gelir ve giderlerin hesabı yapılamazdı. İlk zamanlar buna pek ihtiyaç da yoktu. Ancak devletin sınırları genişlemiş ve bu geniş coğrafya içerisinde devletin etkinliğini sağlayabilmek için idarî düzenlemeler yapılması zarureti doğmuştu. O, ilk olarak askerlerin kayıtlarının tutulduğu fey ve ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği "divan" teşkilatını kurdu.

Ayrıca, Suriye ve Irak'ta bulunan divanlar varlıklarını korumuşlardır. Bunlar vergilerin toplanması ile alakalı çalışmaları yürütmekteydiler. Suriye ve Irak'taki divanlar her ne kadar İran ve Bizans malî teşkilatından kalma idiyse de, onun Medine'de tesis ettiği divan hiçbir yabancı tesir söz konusu olmaksızın, ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için kurulmuştur. Hz. Ömer, feyden elde edilen gelirlerden verdiği atiyyeleri bir gruplandırmaya tabi tutmuştur

Hz. Ömer, yargı (kaza) işlerim bir düzene koymak için valilerden ayrı, ve bağımsız çalışan kadılar tayin eden ilk kimsedir. O, Kufe'ye, Şureyh b. el-Haris'i, Mısır'a da Kays b. Ebil-As es-Sehmî'yi kadı tayin etmiştir. Onun Medine'deki kadısı Ebû Derda (r.a)'dır. Bu dönemin tanınmış kadılarından birisi de Ebu Musa el-Eşari'dir. Hz. Ömer, tayin ettiği kadılara, görevlerini ne şekilde ifa etmeleri gerektiğine dair talimatlar verir ve onların bu çerçeve dışına çıkmamalarını tenbihlerdi.

[238]

Hz. Ömer (R.a)'in, üzerinde titizlikle durduğu ve asla müsamaha göstermediği en önemli konu adalet meselesiydi. O, mevki, rütbe, soylu­luk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu konuda onun yanında bir köle ile efendisi arasın­da bir fark yoktur. O, her tarafta adaletin eksiksiz yerine getirilmesi, muh­taç ve yoksul kimselerin gözetilmesi için ülkenin en ücra köşelerindeki durumlardan zamanında haberdar olmak için imkân oluşturmaya çalıştı. O, muhtaç kimseler konusunda din ayırımı gözetmemiş, hıristiyan ve yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.

Devletin temel görevlerinden birisi ilmin insanlara ulaştırılmasıdır. Hz. Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur'an-ı Kerim'i okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret sarfetmiştir. İslâm'ın, müslüman olan insanlara öğretilmesi ve tebliğ çalışmalarının yürütülme­si için sahabîlerden ve diğer âlimlerden istifade etmiş ve onları değişik bölgelerde görevlendirmiştir. Kur'an, Hadis ve Fıkıh öğretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her tarafında mescidler inşa ettirmişti. Onun zamanında dört bin tane mescid yapılmış olduğu rivayet edilmektedir.[239] İlk defa bir takvimin kullanıl­masına Hz. Ömer zamanında ihtiyaç duyulmuş ve böylece Hicret esas alı­narak oluşturulan takvimle devlet işlerinde tarihleme açısından ortaya çıkan problemler ortadan kaldırılmıştır.

İslâm devleti, bağımsız bir devlet olmasına ve çok geniş bir coğrafî sahayı kaplayan ekonomik faaliyetlerin yürütülmesine rağmen, kullanılan paralar yabancı kaynaklıydı. Irak ve İran bölgelerinde Fars dirhemleri; Suriye ve Mısır taraflarında da Bizans dinarları tedavülde bulunmaktay­dı. Bu durum o devirde henüz hissedilmeye başlanmamış olsa bile, bir ekonomik baskı tehlikesini beraberinde getirmekteydi. Hz. Ömer'in, devleti müesseselere kavuşturup yapısını sağlamlaştırmaya çalışırken, bu duruma da müdahale etmemesi düşünülmezdi. O, Hicri  17 de para bastırarak piyasaya sürdü. Ayrıca Halid b. Velid'in Taberiye'de Hicrî 15 tarihinde dinar darbettirdiği de bilinmektedir.[240] Hz. Ömer (R.a), İslâm devletinin dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini sağlamak ve orduları düşman bölgelerine yakın yerlerde bulundurabilmek için ordugah şehirler tesis etmiştir. İran ve Hindistan taraflarından gelebilecek deniz akınlarına karşı Basra ordugah şehri kuruldu. Bu şehrin mevkii bizzat Hz. Ömer tarafından tesbit edilmiştir. O, bu iş için Utbe b. Gazvan'ı görevlendirmişti. Utbe, sekizyüz adamıyla o zaman boş ve ıssız olan Haribe bölgesine gelip H. 14 yılında Basra şehrinin inşasına başladı.

Sa'd b. Ebi Vakkas, Kadisiye'de kazandığı büyük zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı. Onun ordusu Medâin'de bulunmaktaydı. Ancak buranın ikliminin Arap askerlerin sağlığını olumsuz yönde et­kilediği anlaşılınca, Hz. Ömer, Sa'd'a iklim bakımından uygun ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup burada bir şehir kurması tali­matını verdi. Bu iş için görevlendirilen Selnıân ve Huzeyfe, Küfe mevki­ini uygun buldular. H. 17 de kurulan bu ordugah şehir kırk bin kişiyi iskân edebilecek büyüklükte inşa edildi.

Amr b. el-As, Mısır'ı fethettikten sonra İskenderiye'yi karargah edin­mek için Hz. Ömer (R.a)'dan izin istedi. Hz. Ömer (R.a), haberleşme açısından endişe duyduğu için kendisiyle Mısır'daki kuvvetler arasında bir nehrin bulunmasını kabul etmedi. Amr, Nil'in doğu yakasına geçerek burada Fustat adlı şehri kurdu. Bu ordugah şehirlerinden başka yine askerî amaçlı merkezler de oluşturulmuştur.

Hz. Ömer (R.a.)'in İslâm'a yaptığı hizmetleri şu maddeler halinde sıralamak mümkündür:

1- Beytü'l Mal te'sisi.

2- Kadılar tayini, Şer'i Mahkemeler tesisi.

3- Emirü'l Mü'minin unvanının kabulü.

4- İdare-i askeriyye ve Merakizi askeriye tesisi

5- Gönüllülere maaş tesisi

6- Araziyi ölçtürmek.

7- Harir-i nüfûs/Nüfûs sayımı icrası.

8- Kanalların kazılması

9- Varidat İdaresini te'sis.

10- Küfe, Basra, Cizre, Musul, Fustat gibi şehirler tesisi. 11-Araz-i Meftüha'yi/fethedilmiş araziyi taksim.

12- Öşürler tarhı.

13- Nehirlerden çıkarılan şeylere vergi tarhı.

14-  Düşman memleketlerine mensûb tüccarların, İslâm memleket­leriyle ticâretine müsaade.

15- Hapishaneler inşası.

16- Memleketleri devr-ü teftiş ile ahâlinin ahvalini istinkah.

17- Muhtesiblik idaresini tesis ve teharri memurluğu ihdas.

18- Mekke ile Medine arasında ve muhtelif şehirlerde yolcular için misafirhane inşası.

19- Metruk çocukları/terkedilmiş çocukları himaye. Mektebler te'sis ve maaş tahsisi.

20- Gayr-i Müslim olsa da bir arabın esir olarak kalmamasını temin.

21- Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ı Kur'an-ı Kerîm'i toplama hususunda ikna.

22- Kıyas esasını kabul (fıkıh ve hukukda).

23- Sabah ezanına "Es-Salatü Hayrün Minennevm"i kabul ve ilave.

24- Teravih namazının cemaatle edasının kabulü.

25- Bir defada vuku' bulan talak-i selaseyi/üç talakı, talakı bayine kabulü.

26- Sarhoşluk cürmü için çeldi, a'zami ceza olarak kabulü

27- Satılacak atlardan zekât almak kabulü.

28- Ben-i Ta'lebe'den cizye yerine zekât alması.

29- Evkaf usûlünü tesis.

30- Cenaze  namazında  dört  tekbir  almak  için Ashâb-ı  Kirâm'ın icmamı temin.

31- Camilerde vaz etmek âdetini tesis.  Hz.  Ömer (R.a.)  emriyle cami'de ilk va'z eden Temim-i Dari (R.a.)'dir.

32- İmam ve müezzinlere maaş verilmesi.

33- Hicviye yazmayı men ve ceza tertibi ve şiirlerde kadın isminin men'i

34- Bikes/sahipsiz Yahudilere ve Hiristiyanlara maaş verilmesi.

[241]

35- Had cezalan için cellâd tayin etmesi.

36- Posta teşkilatını kurması. Postayı ilk kuran Hz. Ömer (r.a.)'dır.

Hz. Ömer (r.a.) bu derece yüksek mertebe sahibi, heybet, siyaset ve gayretinin sesi ufuklara yayılmış iken bir zerre kibir, ucub etmediği gibi, kendini herkesten aşağı görürdü. Onun kendi eliyle yaptığı işlere kimse­nin gücü yetmezdi. Kendisi çalışır, kazanır, herkese de çalışmağı, kimeye yük olmamayı tavsiye ederdi:

“Çarşıda çoluk çocuğumun nafakasını te'min ederken öldüğüm yer, benim için en sevdiğim yerdir. Çalışıp kazanmaktan el çekip de Allahü Teâla rızkımızı verir demeyiniz. Allahû Teâla gökten altın ve gümüş göndermez. Allahû Teâla zatında mubah olan âdetini kulların gözleri önüne sermiştir, onları değiştirmez."

Bir gün sadaka sütünden Hz. Ömer (r.a.)'e vermişlerdi. Bir yudum içti. Sonra bunun kendisine lâyık olmadığını anladı. Parmağını boğazına sokarak kustu. Çok zorluk çekti. Görenler öleceğini sandılar. Sonra

"Ya Rabbi! Damarlarımda kalandan sana sığınırım." diye dua etti. Bu derece verâ ve takva (şirkten, haramdan ve şüpheli şeylerden) sakınırdı.

[242]

Helal lokma hassasiyeti, Hz. Ömer (r.a.)'ın en önemli hassasiyetlerindendi. O, haram lokmadan yememek için bazen helal lokmadan vazgeçiyordu. Nitekim bir sözünde şöyle diyor:

"Harama düşmemek için, helalin onda dokuzunu terkederdik.”

[243]

Hz. Ömer (r.a.), hayatı boyunca İslâm ile şeref bulduğunun şuurunda olmuş ve bu şerefine leke düşürmemeye gayret etmiştir. Yaptığı hizmetlerle İslam dinine olan sadakatini ortaya koymuştur. İslâm'a uygun hizmetlerde bulunmak, İslâm'a sadakat cümlesindendir.

 

Hz. Ömer'in İdare Anlayışı

 

Hz. Ömer, toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanların görüşüne başvurur, onlarla istişare ederdi. O

"İstişare etmeden uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur"

demekteydi. Hz. Ömer (R.a.)'ın İstişarede takip ettiği yöntem şuydu: Önce meseleyi müslümanların ulaşabildiği çoğunluğu ile görüşür, peşin­den Kureyşliler'in düşüncesini sorar, son olarak da sahabelerin görüşleri­ni alırdı. Böylece en isabetli fikir ortaya çıkar ve uygulamaya konulurdu. Hz. Ömer, müslümanların yaptığı işlerde bir hata gördükleri zaman ken­disini uyarmalarını isterdi. Başka dinlere mensup olup, zimmî statüsünde bulunan kimselerle alâkalı işlerde de onların görüşlerine başvurur ve meseleyi onlarla istişare ederdi. Bu durum Hz. Ömer'in adalet anlayışının ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Hz. Ömer idarede görevlendirdiği memurlarına karşı oldukça sert davranır, onların bir haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka karşı ise son derece şefkatle yaklaşır, onların varsa gizledikleri problem­lerini öğrenip çözümlemek için gece-gündüz uğraşıp dururdu. O bu has­sasiyetini:

"Muhammed’i hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki fırat kıyısında bir deve (koyun, keçi) helak olsa, Allah bunu Ömer ailesinden sorar diye korkarım” [244] sözü ile ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, merkezden uzak bölgelerde halkın durumunu yakından görmek için seyahatler yapma yoluna gitmişti. O, insanların çeşitli dertlerini uzak diyarlarda olmaları sebebiyle kendisine ulaştıramadıklarından endişe ediyordu. Bazı bölgeleri dolaş­masına rağmen başka yerlere gitmeyi tasarladığı halde ömrü o şehirlere ulaşmasına yetmemişti. İslâm tarihinde adaletin timsali olarak yerini alan Hz. Ömer (R.a) hakkında rivayet edilen şu olay onun bu sıfatla bütün­leşmiş olduğunun en açık delilidir.

Ey yaratılmışların en hayırlısı olan Peygamber! Kıyamet günü geldiğinde benim senden başka sığınacak kimsem yoktur.

Kerîm olan Allah, kıyamet gününde Müntekım ismiyle tecelli edince, ey Allah'ın Rasûlü bana şefaat etmekle senin makam ve rütbene asla nok­sanlık gelmez.

Şüphesiz dünya ve ahiret senin cömertliğinden. Levh'in ve Kalem'in ilmi de senin ilmindendir.

Ey nefs, Büyük günahlardan dolayı Allah'ın rahmetinden ümit kesme! Çünkü Allah'ın mağfiretine nisbetle büyük günahlar küçük hatalar gibidir.

Umarım ki Rabbim rahmetini taksim ederken, taksim günahların (çok­luğuna göre) yapılır.

 

Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş

 

"Şiiriyle Züheyr Övmüş Herem'i

Kralın şaire bolmuş keremi.

Acep Rabbim bize ödül vere mi?

Bir onun lütfundan dilerim rahmet,

Allahümme salli alâ Muhammed.

Ey kerem sahibi yüce Peygamber!

Vakit tamam diye gelince haber,

Bilinmez diyara başlar bir sefer.

Bunca ağır yükle bilmem n'ederim,

O gün senden başka kime giderim?!

Müntakim ismiyle Rabbim tecelli

Ederse, bizlere sensin teselli;

Şefaat kânısın Özünden belli...

Arzet halimizi ulu Allah'a

Güçlük mü var canım sen gibi şaha.

Bu yalın gerçeği bilenler bilir,

Senin ilmin Levh u Kalem'den gelir;

Kereminden dünya-ahiret feyz alır.

 Müştakız feyzine yâ Rasûlallah,

Arınsın ruhumuz, sun şey'en lillah.

Kesme ümidini, gel etme ah vah,

İşlemiş olsan da bir nice günah,

Affeder hepsim, Gafûr'dur Allah.

El aç dergâhına seherde erken,

Ürpersin vicdanın dua ederken.

Huzuruna boyun büküp gidince,

Coşturur derya-i rahmeti bence;

Rabbim o rahmeti taksim edince,

 Günahlara göre taksim yapılır,

En çok payı ondan asiler alır.

……………………………….”

Hz. Kâ'b 645 senesinde Şam'da vefat etti. Rasûlüllah’ın hediye ettiği bu hırka, Hz. Muaviye tarafından Kâ'b bin Züheyr'in vârislerinden satın alınıp, muhafaza edilmiştir. Sırasıyla Emevîlere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır'ın fethinde Mekke Şerifi tarafından diğer kutsal emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han'a teslim edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu hırka, "Hırka-ı Saadet" ismi ile meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul'da Topkapı Müzesinde "Hırka-ı Saadet" odasında muhafaza edilmektedir.

[245]

Hz. Peygamber (sav)'in ümmetinden olmak bir şereftir. Müslüman insanın bütün çaba ve gayreti Hz. Muhammed (sav)'in ümmetine layık bir kul olabilmektir.

Müslüman, hayatına peygamber sevgisini yansıtan insandır. Sa­habelerin hayatında peygamber sevgisinin büyük bir yeri vardır. Onlar, peygamber sevgisiyle moral buluyorlardı. Peygamber sevgisi, Allah yo­lunda mü'min insanın fedakârlık sergisidir. Peygamber (sav)'in dâvasını hayata hakim kılmak için her hangi bir fedakârlıkta bulunmayanlar, O'na karşı sevgide samimi olmayanlardır.

Samimiyet dersinde sınıfta kalanlar, sevginin bedeline katlanmayanlardır. Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçirilmiş bütün sevgi ve sevdalar birer belâdırlar. Sahabeler, hayatlarında Allah ve Peygamberinin işlemeye müsaade eden devletler, cehalet devletleridir. Oysa ki, İslâm devleti cehaletin her türlüsüne düşman bir devlettir.

Hz. Ömer (R.a.), İslâm devletinin aynı zamanda bir ilim devleti olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Hz. Ömer'in fıkıh ilminde ayrı bir yeri vardır. O, her yönüyle devleti teşkilatlandırmaya çalışırken diğer taraftan da bu teşkilatlanmanın alt yapısı olan ilmî gelişmeyi sağlayabilmek için gayret sarfediyordu. Fıkıh usulünün oluşumu Hz. Ömer (r.a) ile başlar. Fıkıh ilminin temellerini meydana getiren kaideleri, karşılaştığı kazâî ve idarî meseleleri çözüme kavuştururken takip ettiği yöntemlerle belirle­meye başlamıştır. Ondan sahih senetlerle rivayet olunan fıkhî hükümlerin sayısı birkaç bini bulmaktadır. Hz. Ömer'in içtihadlarının İslâm hukuku açısından çok büyük bir önemi vardır ve Rasûlüllah (sav)'in hadislerinden başka hiç bir şey onun bu içtihadlarının üzerinde değildir.

[246]

Hz. Ömer (R.a), Hadis rivayeti konusunda çok titiz davranmıştır. O, Peygamber (sav)'den hadis rivayet eden bazı kimseleri sorguya çekmiş, onlardan rivayet ettikleri hadisler için şahid istemişti. Hz. Ömer'in ken­disinden beş yüz otuz dokuz hadis rivayet edilmiştir.

[247]

Ayrıca o, Kur'an-ı Kerim'in te'vil ve tefsirinde ilim sahibiydi. İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, kendisine Rasûlüllah (sav) hayattayken kimlerin fetva verdiği sorulduğunda:

"Ebu Bekir ve Ömer'den başkasının fetva verdiğini bilmiyorum" karşılığını vermişti.

[248]

İmam-ı Kurtubî (Rh.a.)'in kaydettiğine göre, Hz. Ömer (R.a.) Bakara sûresi üzerinde oniki sene çalıştı. Bitirdiğinde Allah için bir deve kurban edip dağıttı.

[249]

Hz. Ömer (R.a.), müslümanlar arasında çıkan ihtilafları Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine göre çözüme kavuşturuyordu. Tağutların mahkemelerine itibar etmiyordu. Aksine tağutların mahkemelerini toptan reddediyordu. Çünkü bu imanın bir gereğiydi. Allahû Teâla buyuruyor:

"Sana ve senden öncekilere indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? İnkâr etmeleri/reddetmeleri emrolunmuşken, tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin sapık­lığa saptırmak istiyordu.”

[250]

Yani sana indirilene ve senden önce indirilene iman ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre müslüman görünüp münafık olanlara bak­sana! Muhakeme olunmak üzere tağuta, yani Allah'tan korkmaz azgın şeytana başvurmak istiyorlar. Halbuki

"Kim tağutu inkâr edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.. Allah işitendir, bilendir.” [251] âyeti gereğince tağutu inkâr etmek kendilerine emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek istiyorlar.

"Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor." Bu âyetin indirilmesinin sebebi olmak üzere birkaç olay rivayet edilmiştir. Birçok tefsircilerin İbnü Abbas'tan rivayet ettikleri açıklamalarına göre bir münafık ile bir yahudi kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Hz. Peygambere başvurmayı, münafık da yahudilerin başkanı olan Ka'b b. Eşrefe gitmeyi teklif etmiş. Çünkü yahudi haklı, münafık haksızmış. Halbuki Hz. Peygamberin ancak hak ve adaletle hük­mettiği, Ka'b b. Eşrefin rüşvete düşkün bulunduğu her iki tarafça bilindiğinden yahudi, Peygambere başvurmayı, münafık da Ka'b'a başvurmayı istiyormuş. Nihayet yahudi ısrar etmiş, Rasûlüllah'a başvur­muşlar. Yahudinin lehine, münafıkın aleyhine (zararına) hüküm çıkınca münafık razı olmamış,

"Haydi Ömer'e gidelim aramızda o hakem olsun." diye teklif etmiş. Hz. Ömer'in yanına varmışlar. Yahudi, "Rasûlüllah benim lehime hükmetti, bu onun hükmüne razı olmadı." diye anlatmış. Bunun üzerine Hz. Ömer münafığa

"öyle mi?" diye sormuş. O da

"evet" demiş. Bunun üzerine,

"yerinizde durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm." diyerek çıkmış, varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafıkın boynunu vurmuş, işini bitirmiş, sonra,

"Madem ki beni hakem yaptınız, işte Allah'ın hükmüne ve Rasûlünün hükmüne razı olmayan hakkında benim hükmüm budur." demiş. Yahudi kaçmış. Bundan dolayı münafığın akrabaları Hz. Peygambere şikâyet etmişler. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ömer'i getirtmiş, olayı sormuş, o da,

"Hükmünü reddetti ey Allah'ın elçisi!" diye cevap vermiş. O zaman hemen Cebrail (a.s.) gelip,

"Ömer, faruktur, hak ile batılı birbirinden ayırdı." demiş. Hz. Peygamber (sav) de Hz. Ömer'e

“Sen faruksun" buyurmuştur.

[252]

Dikkat edilirse, Hz. Ömer (R.a.) Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne razı olmayıp tağutların mahkemesine müracaat edenlere mürted gözüyle bak­mış ve onlara mürtedin cezasını uygulamıştır. Genelde Ashâb-ı Kiram, ihtilaflı meselelerini şer'i kadıya götürmek suretiyle halletmişlerdir. Şer'i kadı'ya ulaşamayanlar da tahkim yoluyla ihtilaflarını çözüme kavuştur­muşlardır. Rasûlüllah (sav)'in sahabelerinden hiç kimse tağutların mahkemelerine müracaat edipte tağutî mahkemelerde yargılanma yoluna gitmemiştir. Aksine sahabeler, şer'i şerifle yargılanmayı terkederek tağut­ların mahkemesine müracaat etmeyi nifak alameti saymışlardır. Dolayısıyla ihtilaflı meselelerini şer'i şerife göre şer'i kadı'nın önünde veya tahkim yoluyla çözüme kavuşturmak yerine tağut'un mahkeme­lerinde çözüme kavuşturmaya çalışanlar, Rasûlüllah (sav)'in ve ashabının üzerinde bulunduğu yoldan ayrılanlardır.

Hz. Ömer (R.a.), uygulamalarında Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeyi çok önemsemiştir. O'nun zamanında Tervaih namazının cemaatle kılınması sürekli hale getirilmiştir. Hz. Ömer (R.a.)'in dini anlama ve yaşama hususundaki usûlünü valilerine gönderdiği namelerden öğrenmek mümkündür. Bakınız Hz. Ömer (R.a.), Kadı Şüreyhe şu nameyi yazdı:

"Hükümlerini Kur'an-ı Kerîm'e istinad ettir. Şayet orada istediği­ni bulamazsan Hadise müracaat et. Orada da istediğini bulamazsan icma-i ümmete göre hüküm ver. Bu da seni tatmin etmezse ictihad et.

Hz. Ömer (R.a.), Ebû Musa el- Eşari (R.a.) da şu nameyi yazdı:

"Kaza (icrayı adalet veya davaları hal ve fasıletmek) muhkem bir farizadır, ittiba olunacak bir sünnettir. Herkes senin karşında, meclisinde, huzuri adaletinde mütesavi/eşit olsun. Zayıflar adaletten meyus olma­sın. Kaviler senden tedirginlik beklemesin. Müddei beyyine gösterm­eye mecburdur. İnkâr eden tahlif olunur/yemine çekilir. Sulh caizdir. Haram olan bir şeyi helal eden, veya bir helali haram kılan bir sulh olmamak şartiyle dün bir hüküm verdikten sonra tekrar teemmül neticesinde/düşünerek gözden geçirdikten sonra hakka rücuda/hakka dönmekte tereddüd etme. Kitap ve sünnette bulamadığın hususatta idrakine müracaat et. Birbirine benzeyen veya mümasil olan şey­lere dikkat et, sonra bir kıyas yap. Bir kimse delail deliller takdim etmek isterse, ona mühlet ver. Verilen mühlet esnasında matlup olan delaili takdim ederse hakkını ver. Aksi takdirde davasını iskat et/da­vasını düşür. Bütün müslümanlar adûldür/adaletlidir. Ancak celd edilenler, yahut yalan yere şehadet edenler, yahut vesayet ve veraset işlerinde suistimal ile müttehem/itham olunanlar müstesnadır.”

[253]

Dikkat edilirse, Hz. Ömer (R.a.)'in İslâm'ı anlamada ve uygulamada takip ettiği usûl; Kitap, Sünnet, İcma-i ümmet, Kıyas ve ictihaddır. Asıl olan da budur. Nitekim bu hususta M. Hamdi Yazır (Rh.a.) şöyle diyor

"Ey mü'minler! Gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile sizin aranızda ve gerekse yetkili olanlar arasında herhangi bir şey hakkında tartışırsanız onu Allah'a ve Rasûlüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve isteğinizle halletmeye kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına da gitmeyiniz de önce Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i kendinize başvurulacak yer biliniz, bu hükme ve bu mahke­meye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem ve hakim Allah ve Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah'ın âyet­lerine ve Hz. Muhammed'in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak birleştiriniz ki, Allah'a müracaat, Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle Allah'ın âyetlerini araştırmak ve incelemekle, Rasûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ondan sonra sünnetine ve halifelerine durumu arzetmekle olur. Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde mutlaka Kur'ân ve Sünnete başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile amel etmenin caiz olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân ve Sünnetle açıkça anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete başvurmak için sebepleri­ni ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese etmekten başka bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet de budur. Demek ki, İslâm'da dört çeşit hüküm vardır. Kur'ân'da açıkça belir­tilen, sünnette açıkça belirtilen, yetkililerin ittifakıyla üzerinde ittifak edilen/icma ve sahih kıyas ile nasslardan çıkarılan hükümler. Bununla beraber bu dördüncüsü ile ihtilaf azaltılabilirse de tamamen birleştirile­mez. Bunda anlaşmazlık çıktığı zamanda yetkililerin şûrasına ve nihayet sultanın emrine müracaat olunur ki, bu da

"Allah'a itaat ediniz, Rasûl'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." emri gereğince Allah'ın emrine müracaat etmektir. Ve

"Emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” [254] bunun da kaynağıdır. Ve mutlaka müslümanlar bir olayda ihtilafa düştükleri zaman ilk önce Allah'ın birliğine inanmak, emaneti ehline ver­mek ve adaletle hükmetmek vazifelerini göz önünde bulundurup, kendi­lerini Allah'ın, ve Peygamberin huzurunda toplanmış görerek ona göre düşünmeleri ve fikirlerini ve arzularını Allahû Teâlâ'nın himayesi altına vermeleri ve daima hakkın birliği yolunda gitmeleri lazım gelir. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız böyle yaparsınız, Allah'a ve Rasülüne ve yetkililere itaat eder ve şayet bir şeyde aranızda çekişme olursa onda da Allah'ın ve Rasûlünün hükümlerine baş vurur­sanız, bu başvurmak sizin için halen sırf iyiliktir, çekişmeyi keser. Ve sonuç açısından da daha güzeldir.

Bu emirleri tesbit ettikten sonra işin başında adlî ve teşriî (kanun koy­maya ait) esaslar üzerinde itaat etmeyi temin etmek ve müminlere adalet­le hükmetmek emredilmiş iken, adalet ve hakka aykırı hükmetmeye is­tekli olmamaları ve muhakeme meselelerinde adalete aykırı harekette bulunma vaziyeti almamaları ve tağutlar mahkemesine müracaat etme­meleri gerektiğini telkin ve mü'min ismi altında Peygambere itaat etmek­ten hoşlanmayan ve onun hükmüne razı olmayıp başka mahkemelere mü­racaat edenlerin münafık olduğunu anlatmak ve sonuçta Rasûlüllah'a itaati sağlamlaştırmak için dikkat çekilerek buyuruluyor ki:

"Şunları gör­müyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.”

[255]

Kitap, sünnet, icma ve kıyas'a bağlı kalarak Allah'ın dinini anlamak ve uygulamak sahabe sünnetindendir. Çünkü onlar, bu delillere bağlı kalarak Allah'ın dinini öğrenmişler, yaymışlar ve uygulamışlardır. İşte Hz. Ömer (R.a.) de Rasûlüllah (sav)'den öğrendiği şekliyle İslâm'ı anlama ve uygu­lama usûlünü İslâm ümmetine öğretmiştir.

Hz. Ömer (R.a.) şahsiyet inkılabını gerçekleştirmiş bir kimsedir. Hz. Ömer, inandığı şeyi yerine getirme hususunda şiddetli davranmakla tanınır. O, müslüman olmadan önce ilk iman edenlere karşı sert muamele etmişti. Müslüman olduktan sonra ise bu sertliği İslâm'ın lehine müşrik­lere karşı yöneltmiştir. Hz. Ömer Halife olduktan sonra da doğruların uygulanması ve hakkın elde edilmesi konusunda titiz davranmaya ve en ufak ayrıntıları bile bizzat takip etmeye aşırı dikkat göstermiştir. O, bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman ilk önce kendi ailesinden başlardı. Aile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi;

"Şunu ve şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Allah'a yemin ederim ki, her hangi biriniz bu yasaklara uymazsa onu daha fazlasıyla cezalandırırım." Sert bir mizaca sahip olmasına rağmen insanlara karşı oldukça mütevazı davranırdı. Geniş toprakları, güçlü ordu­ları olan bir devletin başkanı olması onu diğer insanlar gibi mütevazı ve sade bir hayat yaşamaktan alıkoymamıştır. Pahalı, lüks elbiseler giymek­ten kaçınır, diğer insanlar gibi gerektiğinde alelade işlerle uğraşmaktan çekinmezdi. Tanımayan kimse onun müslümanların halifesi olduğunu asla anlayamazdı. Çünkü çoğu zaman giydiği elbise yamalarla doluydu.

Müslümanca yaşamanın ve müslüman kalmanın çerçevesi, Allah yo­lunda sade ve samimi olmaktır. Sade ve samimi olmayanlar, müslümanca bir hayat yaşayamazlar. Hz. Ömer (R.a.) Kudüs anlaşmasından sonra şehre girmek üzere Kudüs'e yaklaştığı bir zamanda İslâm ordu komutan­ları onu karşılamaya gittiler. Komutanlar pek sade, pek mütevazı elbise­ler giydiğini görerek halk arasındaki nüfuz ve heybetinin düşmesinden endişe etmişler, kendisine bir at takdim etmişlerdir. Hz. Ömer (R.a.), ata binmeyi reddederek şu sözleri söylemişti:

"Allahû Teâlâ'nın bize ihsan ettiği şöhret, Müslümanlığa aittir. Kendi şahsımız için sadelik kâfidir." Hz.Ömer (R.a.), bu kılıkla şehre girmiş, evvela Mescid-i Aksayi ziyaret etmiş, secdei şükrana/şükür secdesine kapanmıştır. Müteakiben Hıristiyanların kilisesi ile şehrin diğer yerlerini ziyaret eylemiştir.

[256]

Hz. Ömer (R.a.), idaresinde şeffaftı. Müslümanlardan gelebilecek tenkidlere, nasihatlara daima açıktı. Bir defa Hz. Ömer (R.a.), hutbe irad ediyorken cemaata: Fena yol tutacak, nefsi hevesata boğulacak olursa ne yapacaklarını sordu. Hazırundan biri derhal kalkarak:

“Seni kılıcımızla doğrulturuz" dedi.

Hz. Ömer (R.a.), bu sözleri söyleyen adamın cesaretini denemek için:

“Benim hakkımda böyle bir söz söylemeye nasıl cüret ediyorsun?" dedi ve:

“Evet, evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum." Cevabını aldı ve şu mukabelede bulundu:

“Allahû Teâla'ya çok şükür ki yanlış yola sapacak olursam ümmet-i Muhammed içinde beni kılıcıyla  doğrultacak kimseler var!”

[257]

Hz. Ömer (R.a.) insaf sahibiydi. Doğru kimden gelirse gelsin kabul ederdi. Hatadan dönmeyi fazilet bilirdi. Bakınız Hz. Ömer (R.a.) irad ettiği bir hutbesinde şöyle dedi:

"Şuna dikkat edin, kadınların mehirlerini yükseltmeyin. Şayet bu, dünyada bir şeref, Allah nezdinde de bir takva olsaydı, bunu sizden daha çok elbette Rasûlüllah (sav)'in yapması gerekirdi. Halbuki o, hanımlarından olsun, kızlarından olsun, hiçbir kim­senin mehrini oniki ukiyeden fazla tesbit etmiş değildir." Bunun üzerine bir kadın karşısına dikilerek,

"Ey Ömer! Allah bize vermişken sen bizi mahrum mu edeceksin? Allahû Teâla:

"Eğer bir eşi bırakıp da yerine diğer bir eş almak isterseniz, öncekine kantarlarla/yüklerle mehir vermiş de bulunsanız, ondan bir şey geri almayın. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır mısınız?” [258] demi­yor mu? deyince, Hz. Ömer (R.a.):

"Kadın isabet etti, Ömer hata etti" diye cevap verdi.

Bir rivayete göre de Hz. Ömer (R.a.) başını önüne eğdi ve bir süre ses­siz durduktan sonra dedi ki:

"Bütün insanlar senden daha fakihtir ey Ömer!"

Bir diğer rivayete göre de şöyle demiştir:

"Bir kadın isabet etti ve bir erkek de hata etti.”

[259]

Bu, tarihin şeref levhasıdır. Günümüzün ifadesiyle Cumhurbaşkanının karşısına bir kadın dikilip hatasını hatırlatıyorsa ve Cumhurbaşkanı da bu durumdan memnun olup kadının isabet ettiğini kendisinin ise hata ettiği­ni itiraf ediyorsa, bu kul kaynaklı kanunlara dayanan beşeri idarelerin ve idarecilerin ilahi kanunlara dayanan İslâm idaresini ve müslüman idareci­leri onbeş asır geriden takip ettiklerini gösteriyor. Günümüzün dünya idarecileri henüz bu erdemliğe ulaşamdılar. Hz. Ömer (R.a.), genelde dünyadaki bütün idarecilere, özelde ise müslüman idarecilere şeffaf olmayı armağan etmiştir. Şeffaflık, müslüman halkı idare etmede başarının vazgeçilmezlerindendir. Şeffaf olmayan idareciler, idare ettik­leriyle kavgalı hale gelmekten kurtulamazlar. İnsanlar hakikatin ölçüsü değildir. Aksine hakikat insanların ölçüsüdür. İnsanları hakikat ile ölçen­ler, kimden gelirse gelsin doğruyu kabul edip hatadan vazgeçerler. Ama insanları hakikate ölçü yapanlar ise, doğruları şahıslarla ölçerler. Kişinin ne söylediğine bakmak yerine sözü söyleyenin kim olduğuna bakarlar. Şunu bilelim ki; hakikati tekelleştirmek, hakikati inkâr etmekten. farksızdır. Bunun için Hz. Ömer (R.a.) hayatı boyunca şahıslardan değil, hakikatten yana olmuştur. Hakkı kim söylerse söylesin kabul etmiştir. Hakikati insanlarla ölçenler, insanların sayıları miktarınca hakikat üretmiş olurlar. Hakikat tektir. Tek olan hakikatin üzerinde sabit kalmak, onu insanlara ölçü yapmakla mümkündür.

Hz. Ömer (R.a.) idarede adaleti kökleştirdi. Kendi nefsinin aleyhine olsa bile adaletten vazgeçmezdi. Bakınız Hz. Ömer (R.a.), bir adamdan bir at satın almış, atı beğenmediği takdirde bedelini vermeyi şart koşmuş­tu. Hz. Ömer (R.a.), atı tecrübe etmek için bir biniciye vermiş, tevafuken at binici tarafından bir kazaya uğrayarak sakatlanmıştı. Hz. Ömer (R.a.), atı almaktan vazgeçerek onu sahibine iade etmek istedi. Fakat atın sahibi razı olmadı. Tarafeyn arasındaki dava Kadı Şüreyh'e takdim olundu. Kadı Şüreyh şu hükmü verdi:

"Şayet at, sahibinin rızası ile tecrübe edildiyse sahibine iade olunabilir. Aksi takdirde iade olunmaz." Hz. Ömer (R.a.)

"Hak ve adalet budur." demiş, atın bedelini ödemiştir. Bu olaydan sonra Kadı Şüreyhı de Küfe kadılığına tayin etmiştir.

[260]

Hz. Ömer (R.a.)'ın karşısında şah ile keda, asil ie âdi, akraba ile yabancı insanlar, bilatefrik/hiç ayırmaksızın, aynı muameleyi görürdü. Hz. Ömer (R.a.)'ın öyle bir heybeti vardı ki, karşısında hiçbir kuvvet duramazdı. Bir kere Mısır valisi Amr b. As (R.a.)'ın oğlu Abdullah hak­sız yere birini dövmüştü. Bilmukabele Hz. Ömer (R.a.), dövülen adamı getirterek Abdullah'a seksen kırbaç vurmuştu. [261] Daha sonra şu tarihi ikazda bulundu: "Analarından hür olarak doğdukları halde siz insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz!” [262] Hz. Ömer (R.a.), kendi inancının eriy­di. Hz. Ömer güçlü bir hitabet kudretine sahipti ve konuşurken beliğ bir uslubla konuşurdu. Onun üstün kabiliyeti yazı için de geçerliydi. Valilerine yazmış olduğu talimatları ve mektupları Arap dili için bir numune addedilmekteydi. Hz. Ömer şiire de ilgi duyan ve şiir zevki olan sahabelerden birisidir. Çok sayıda Arap şairlerinin şiirlerini ezberlemiş, az da olsa şiir yazmıştır. Hz. Ömer ibadet ederken bütün benliğiyle Rabbine yönelirdi. Halife olduktan sonra gündüz işlerinin yoğun olmasından dolayı nafile namazlarını gece kılar, ev halkını sabah namazına; "ve namazı ailene emret” [263] mealindeki ayeti okuyarak uyandırırdı. O, her sene haccetmeyi asla ihmal etmez ve hac farizasını yerine getirmek için Mekke'ye gelen hacılara bizzat riyaset ederdi. Rabbine karşı duyduğu sorumluluğun altında öylesine ezilirdi ki, kıyamet günü hesaptan, cezasız kurtulmayı başarabilirse sevineceğini söylerdi. O, ölüm döşeğinde bu endişesini şu anlamdaki bir beyitle dile getiriyordu:

"Müslüman oluşum, namazları kılıp, orucu tuttuğum müstesna, nefsime zulmetmiş bulunuyorum.”[264] Hz. Ömer (R.a)'in, şahsi hayatı oldukça sadeydi. Hz. Ömer (R.a), Bizans ve İran'a karşı büyük ordular sevkeden ve onları tarihlerinde pek nadir tattıkları sürekli yenilgilerle perişan eden güçlü ve muktedir bir devletin başkanıdır. Ama o buna rağmen yamalı elbiseler, eskimiş sarık ve yırtık ayakkabılarla hayatını sürdüren bir kişidir. O, bazen dul bir kadına su taşırken görülür, bazan da günün yorgunluğunu hafifletmek için mescid'in çıplak zemini üzerinde uyuduğuna şahit olunurdu. Medine'den Mekke'ye çok sayıda yolculuk yapmış olduğu halde hiç bir zaman yanına çadır almamış ve yolda, bir çarşafı dalların üzerine gererek basit bir şekilde din­lenmeyi tercih etmiştir. Yine bir gün, Ahnef b. Kays yanında Arapların ileri gelenlerinden bazı kimselerle birlikte Hz. Ömer (R.a)'i ziyarete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış olduğu halde koşar bir vaziyette bulmuştu. Ömer (R.a), Ahnefi gördüğünde ona;

"Gel de kovalamaya katıl. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun" dedi. Bu esnada biri ona neden kendini bu kadar üzdüğünü ve deveyi yakalamak için bir köleyi görevlendirmediğini söyleyince O;

"Benden daha iyi köle kimmiş?" diyerek karşılık ver­miştir.[265] Günlük yaşayışını gösteren bu örnekler, Hz. Ömer (R.a)'in ümmetin sorumluluğunu üstlenen kimselerin yüklenmiş oldukları görevleri ne şekilde yerine getirmeleri ve makamlarının cazibe­sine kapılıp sıradan insanların yaşayış tarzından kopmadan hükmetmeleri gerektiğini, çağları aşan bir örnek sergileyerek ortaya koymuştur. Bir devlet başkanı ancak bu şekilde, insanlardan ve onların günlük yaşam­larından kopmadan âdil bir yönetim kurabilir. Hz. Ömer (R.a)'a âdil sıfatını kazandıran, onun bu şekilde İslâm'ı yeryüzüne hakim kılma yo­lunda varlığını ortaya koymuş olmasıdır. Hz. Ömer (R.a) geçimini ticaret­le temin ederdi. Bunun yanında Peygamber (sav)'in Medine'de ona bazı tarlalar verdiği de bilinmektedir. Hayber'in fethini müteakip burada ele geçirilen araziler, savaşa katılanlar arasında taksim edilmişti. Ancak, Hz. Ömer (R.a) kendi payına düşen araziyi vakfetmiş ve bir vakıf şartnamesi de düzenlemişti:

"Bu arazi satılamaz, hibe edilemez ve miras yolu ile sahip olunamaz; geliri fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda, yolcu ve misafirlere harcanacaktır. Vakfı yöneten kişinin ölçülü olarak yemesinde ve yedirmesinde bir sakınca yoktur.” [266] İslâm'da ilk vakıf olayı budur. Hz. Ömer (R.a.) malını Allah yoluna vakfeden vakıf adamdır. Hz. Ömer (R.a.)'ın günlük hayatındaki sadeliği ve samimiyeti yakalamayanlar, vakıf işlerini yürütemezler.

Halife olduktan sonra, devlet işleriyle uğraşmasından dolayı kendi iaşesinin temini için Ashâb'a müracaat etmiş, Hz. Ali (R.a)'in teklifine uyularak ona ve ailesine normal ölçülerde devlet malından geçim imkânı sağlanmıştı. H. 15 yılında müslümanlara maaş bağlandığı zaman, ona da ileri gelen Ashâb'a verilen miktarda, beş bin dirhem maaş tayin edilmişti. Ancak onun günlük gideri çok mütevazı meblağdı. Ömer (R.a), yemek olarak genellikle şunları yerdi: Ekmek buğdaydan olduğu zaman kepekli, bazen et, süt, sebze ve sirke.

Hz. Ömer (R.a)'in fazileti ve üstünlüğü hakkında çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şey­tanlar bile onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi. Bir defasında Rasûlüllah (sav)'ın yanına gitti. Rasûlüllah (sav)'den bir şey istemek için orada bulu­nan kadınlar, Hz. Ömer'in sesini duyduklarında hemen kalkıp perdenin arkasına geçtiler. Hz. Ömer içeri girdiğinde Rasülüllah (sav) gülüyordu. Hz. Ömer ona;

"Allah yasını güldürsün ya Rasûlüllah" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav);

"Şu benim yanımda olanlara şaşarım. Senin sesini işitince perdeye koştular" dediğinde Hz. Ömer;

"Ya Rasûlüllah, onların çekinmesine sen daha layıksın" dedi. Sonra da kadınlara dönerek;

"Ey nefislerinin düşmanları! Rasûlüllah (sav)'den çekinmiyorsunuz da benden mi çekmiyorsunuz?" diyerek onlara çıkıştı. Kadınlar;

"Evet. Sen Rasûlüllah (sav)'den sert ve haşinsin" dediler. Rasûlüllah (sav), şöyle buyur­du:

"Nefsim yed-i Kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, şeytan sana bir yolda rastlamış olsa, mutlaka yolunu değiştirirdi.”

[267]

Başka bir rivayette Rasûlüllah (sav) onun için şöyle buyurmuştu:

"Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den   kaçmasın.”

[268]

Rasûlüllah (sav), hakkı görmek ve onu tatbik etmek konusunda Ömer (R.a)'in üstünlüğünü şöyle ifade etmekteydi:

"Sizden önce geçen ümmetlerde bazan ilham sahipleri bulunurdu. Eğer benim ümme­timde onlardan biri bulunursa, Ömer b. Hattab onlardandır.”[269] Bu, Hz. Ömer (R.a)'in işlerinde ve verdiği kararlarda isabetli davranmasını bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Rasûlüllah (sav);

"Allah doğruyu Ömer'in lisanı ve kalbi üzere kılmıştır.” [270] demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer'i göstere­rek şöyle demişti:

"Bu (Hz. Ömer) aranızda yaşadığı sürece, sizinle fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı bulunacaktır.”

[271]

Hayatını din disiplini zapt-u rabt altına almış olan her müslüman, fit­nenin önünde bir settir. Fitneyi önlemenin ve fitneden uzak durmanın çaresi, din disipliniyle disipline olmaktır. Hz. Ömer (R.a.)'ın hayatı, din disiplinin pratiğidir. Hz. Ömer (R.a)'in bu durumunu bazı konularda inen ayetlerin daha önce onun gösterdiği doğrultuda olması da te'yid etmekte­dir. Hz. Ömer (R.a.) şöyle demiştir:

"Rabbime üç şeyde muvafık düştüm: Makam-ı İbrahim'de, hicab'da ve Bedir esirlerinde.” [272] Hz. Ömer ötekileri zikretmemiştir. Örneğin münafık­ların cenaze namazını kılmaması için Rasûlüllah (sav)'e inen ayet bunlar­dan biridir.

[273]

Hz. Ömer (R.a.), hurafelere, bid'atlere şiddetle karşıydı. Bilindiği gibi, Hudeybiye'de sahabeler, Rıdvan Bey'at'ını bir ağacın altında gerçek­leştirdiler. Allahû Teâla buyuruyor:

"Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, müzminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükafatlandırmıştır.” [274] Hudeybiye anlaşması esnasında Rasûlüllah (sav) Semure denilen meşhur bir ağacın altında oturdu. Sahabeler gelip kendisine bey'at ettiler. Bu bey'ate, "Bey'atü'r Rıdvan" denilir. Bey'atü'r Rıdvan'a' katılan saha­belerden Allahû Teâla razı olmuştur. Bu bey'atı Rıdvan'ı yapan mü'minlerin adedi en sahih rivayete göre 1400 (bin dört yüzdür.) Bin beş yüz kadar ve daha ziyade rivayetleri de vardır. Nafı' (R.a.) den rivayet olun­duğu üzere altında bey'at vaki olan o semure ağacına bilahare nâs/insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz. Ömer (R.a.) bunu işitti, hemen o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz Cahiliyye âdetini unut­mayanların fitneye tutulup Allah'tan gayrisine ibadet etmesinden sakınmıştı. [275] Böylece Hz. Ömer (R.a.) itikadı bir sapıklığı önledi ve müslümanları Tevhid inancına yönlendirdi. Hz. Ömer (R.a.), hurafelere, bid'atlere hayat hakkı tanımı­yordu. Yine Halid b. Velid (R.a.)'in savaşlarda elde ettiği zaferinin sanki Allahû Teâla'dan değil de Halid b. Velid'den olduğu hissinin müslümanlar arasında yaygınlaştığını görünce, hemen Halid b. Velid'i görevden almış ve onun yerine Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.a.)'ı atamıştır. İslam ülkesinin her tarafına şunları yazmıştı:

"Ben Halid'i kendisine kızdığım, yahut hainlik ettiği için görevden almadım. Ancak herkes onu alabildiğine gözünde büyütmüş ve herşeyi ondan zannetmek gibi bir duruma gelmişti. Her şeyin onunla olup bittiğini varsaymalarından korkmaya başlamıştım. Ben onların herşeyi yapanın Allah olduğunu bilmelerini ve fitneye maruz kalma­malarını arzuladım.”

[276]

Savaşta zaferi kaybetmek pahasına da olsa tevhid akidesini korumak esastır. Sefer bizdendir, zafer Allah'tandır. Zaferi Allah'tan başkasına izafe edenler, tevhid akidesini kaybedenlerdir. Amr b. As (R.a.), Mısır'ı fethedince, Hz. Ömer (R.a.) onu Mısır'a vali tayin etti. Bir kaç ay sonra Mısır halkı Amr b. As (R.a.)'m huzuruna geldiler:

Bu Nil nehrinin bir âdeti vardır. O âdet yapılmazsa suyu çoğalmaz, kesilir, dediler. Amr b. As (R.a.):

"O âdet nedir?" diye sordular. Onlar da:"

“Önümüzdeki ayın on ikisinde, annesini babasını mal ile razı ederek bir kız çocuğunu süsler, nehre atarız" dediler. Amr b. As (R.a.):

“Bu âdetiniz çirkin bir iştir. İslâm dini bütün bozuk âdetleri ortadan kaldırmıştır." dedi.

Aradan üç ay geçti. Nil nehrinin suyu çoğalmadı. Halk başka mem­leketlere göç etmeğe başladılar. Amr b. As (R.a.), bu hali Hz. Ömer (R.a.)'e bir mektub ile bildirdi. Hz. Ömer (R.a.), cevabında:

"Çok iyi yapmışsın. Mektubun içine bir kağıd koydum. Onu nehre at" diye yazdı.

Amr b. As (R.a.) alınca açtı. İçindeki kağıdda:

"Ömer b. Hattab'dan Mısır'ın Nil'ine! Bundan sonra: Eğer sen, kendiliğinden akıyorsan (bun­dan sonra) akma. Şayet seni tek ve Kahhâr olan Allah akıtmakta ise, senin akmanı ondan istiyoruz." yazılı idi. Amr b. As (R.a.) o kağıdı Nil nehrine attı. Ertesi gün nehrin suyu on arşın yükseldi. Bundan sonra Mısır halkı, O bozuk âddetten kurtuldu. [277] Dikkat edilirse, Hz. Ömer (R.a.), halkın hurafelerini himaye altına almamıştır. Aksine halka rağmen hurafeleri, bid'atleri ortadan kaldırmıştır.

Hz. Ömer (R.a.), itikadı ve amelî tehlikelere karşı müstağni davran­mazdı. Bakınız bir gün Hz. Ömer (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in sırdaşı Huzeyfetü'l Yeman (R.a.)'a :

"Söyle bende de nifaktan birşey var mıdır?” [278] diye sordu. Hz. Ömer (R.a.)'ın bu sualden muradı; nifak-ı itikadı değil, nifakı amelidir. [279] Sahabeler, gaybden haber vermezlerdi. Onlar, gaybe iman etmişlerdi. İşte Hz. Ömer (R.a.) Rasûlüllah (sav)'in sır kâtibi Huzeyfetü'l Yeman'dan münafıkların listesinde isminin olup olmadığını sual etmekle, gaybı bilmediğini, gaybı biliyorum iddiasında bulunmadığını ortaya koy­muştur. Dolayısıyla gaybı bildiğini iddia edenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yo­lundan ayrılanlardır.

Hz. Ömer (R.a.) keramet sahibi bir sahabedir. Allahû Teâla kendisine birtakım kerametler ikram etmiştir. Hz. Ömer (R.a.), Sariye adındaki komutanı İslâm ordusunun başında olmak üzere bir gazaya gönderdi. Muharebe yapılan yerde bir dağın eteğine konaklamışlardı. Müslümanlar istirahat ederken, kâfirler dağın arkasından gelip müslümanları gafil avlamak istediklerinde Hz. Ömer (R.a.) Medine minberinde Cuma hutbesini okuyordu. Allahû Teâla, Hz. Ömer (R.a.)'ın gözünden perdeyi kaldırıp, bir aylık uzaklıktaki muhabere yerini gösterdi. Hz. Ömer (R.a.), İslâm askerinin gafletini, dağın arkasından düşmanın hücum edeceğini görerek:

"-Ya Sâriye! Dağa, dağa!.." diye üç kere seslendi. Allahû Teâla, Hz. Ömer (R.a.)'ın sesini Sâriye hazretlerine işittirdi. Bunun üzerine İslâm askerleri arkalarını dağa verip kâfirleri hezimete uğrattılar.

Hz. Ali (R.a.) o gün ve o saati bir tarafa not etti. Sariye hazretleri muharebedeki hadiseleri anlatırken bu hadiseden de şöyle bahsetti:

Bir Cuma günü bir dağın eteğinde konaklamıştık. Kâfirler hile ile bizi ansızın basmak istediğinde

"Ya Sariye! Dağa, dağa!.." sesini duy­dum. Biz de arkamızı dağa verdik. Kâfirler hezimete uğradılar.

[280]

Bazı kimseler, Hz. Ömer (R.a.)'e ikram edilen bu kerameti delil getire­rek gayb'den haber verilebileceğini iddia etmektedirler. Haşa Hz. Ömer (R.a.) burada gayb'den haber vermiyor. Şayet Hz. Ömer (R.a.) gayb'ı bilseydi; Hz. Huzeyfetü'l Yeman (R.a.)'a münafıkların listesinde isminin olup olmadığını sormazdı, kendisini öldürmeye gelen Mecusî Ebû Lü'lüe'yi önceden bilmesi gerekir di. Bunları bilmediğine göre demek ki, Hz. Ömer (R.a.) de gayb'ı bilmiyordu. Burada Hz. Ömer (R.a.)'ın kalbine doğan ilhamla birlikte Allahû Teâla kendisine rüzgarı da yardımcı kılmıştır.

Herşeyde ilk kaynağımız Kur'an ve Sünnet olduğu gibi, bu meselede de kaynaklarımız bunlardır. Allahû Teâla, peygamberine lufettiği mucize­ler olduğu gibi, velilerine ihsan buyurduğu kerametleri de dilediği zaman verir! Nitekim, müslüman olarak hepimizin bildiği, meşhur Hz. Yusuf (As) kıssası, yani hadisesi vardır. Bir kaç kilometre ötede kuyuya atılan oğlu Yusuf (As)'ın orada olduğunu -Allah bildirmediği için- bilemeyen Hz. Yakub (As) daha sonra Allahû Teâla lütfedince, binlerce kilometre ötedeki Mısır'dan Yusuf'un kokusunu alabiliyordu. İşte Hz. Ömer '(R.a.)'ın bu kerametini de böyle anlamamız gerekir. Allah dilediğinde, mü'min kullarından bazılarına kerametler lütfeder ve bu kerametler haktır. Kerametlerin hak olduğu, Ehl-i Sünnet'te olduğu gibi, Ca'feri ve Zeydiye mezheblerice de kabul edilmektedir ki, Allah'ın mü'min kullarına zaman zaman lütuf buyurduğu en güzel nimetlerdendir.

[281]

Hz. Ömer (R.a.), hesap günü şuuru'nu kendi hayatının merkezine yerleştirmişti. Hz. Ömer (R.a.)'ın kendisiyle birlikte gezen onun sevablarını e günahlarını deftere kaydeden maaşlı bir katibi vardı. Hz. Ömer (R.a.) her akşam katibinden defteri alır ve

"Ya Ömer! Bugün Allah için ne aptın?" suali doğrultusunda incelerdi. Sevablarına sevinir, günahlarına üzülür, tevbe ederdi.

Başka bir rivayete göre, Hz. Ömer (R.a.), kendisine ölümü hatırlatmak zere bir kişiyi görevlendirmişti. Her gün o şahıs birkaç kere gelir, ölümü atırlatır, tayin edilen akçesini alıp giderdi. Bir gün yine gelip ölümü hatırlattı. Hz. Ömer (R.a.), kendisine ölümü hatırlatan o şahsa şöyle dedi:

“Artık ölümü hatırlatmanıza ihtiyacım kalmadı. Sakalımıza ak üstü. Ak sakal ölümün habercisidir. Devamlı gözümün önünde durmakta, bana ölümü hatırlatmaktadır.”

[282]

Salim b. Abdullah b. Ömer anlatıyor:

"Hz. Ömer (R.a.) müslümanları bir şeyden alıkoyduğu zaman aile fertlerini toplar, onlara şöyle derdi:

“Ben müslümanları şu şu hususlardan alıkoydum, onlara bunu yasakladım. Vahşi kuşların yemlerine baktıkları gibi insanlar da sizin alierinize ve yaşayışınıza bakıp dururlar, sizi murakebe ederler. Allah'a yemin olsun ki, eğer sizden birisi bu suçu işleyecek olursa mutlaka ona iki kat ceza uygularım."

Hz. Ömer (R.a.), Allah'ın şeriatını uygulama hususunda hatır gönül dinlemezdi. O, Allah'ın rızasından üstün değer kabul etmezdi. Onun bütün çabası, vahye uygun bir hayat yaşamaktı. Hasan (R.a.) anlatıyor: Hz. Ömer (R.a,), Kur 'an 'in bir ayetini tekrar tekrar okuyup duruyor ve onun tesiriyle hastalanıyordu. Hatta yatağa düşer ve bu hastalığından dolayı ziyaret edilirdi. Bir gün birisi Kur'an-ı Kerim 'den Tür suresini okurken Hz.Ömer ona rastlamış, bu Kur'an okuyan adam:

"Rabbinin azabı mutlaka vukuu bulacaktır. Ona engel olacak bir şey yoktur.” [283] ayetine geldiği zaman Hz. Ömer (R.a.) bir hayli etkilenmiş, yerinde yığılıp kalmış, sonra evine taşınıp götürülürken bu ayetin tesiriyle bir ay hasta yatmıştı. Hz. Ömer (R.a.) çarşı ve pazarları dolaşır, bu arada Kur'an okur, müslümanlardan anlaşmazlığa düşenler arasında meydana gelen ihtilafları çözer, hüküm verirdi. [284] Ölüm, Hz. Ömer (R.a.)'ın günlük gündemiydi. Onun yüzüğünün üzerinde "Nasihat isteyene ölüm yeter" yazılıdır.

Kur'an tilâveti, Hz. Ömer (R.a.)'in en önemli hassasiyetlerinden birisiydi. O, tilâvetü'l Kur'an ile İslâm'a girmişti. Kur'an'ı okuyarak; dinleyerek, anlayarak ve uygulayarak hayatına müslümanca devam edi­yordu. Hz. Ömer (R.a.)'da kibir ve gurur yoktu. Bakınız bir gün Hz. Ömer (R.a.) Medine-i Münevvere'de, yolda gidiyordu. Bir kadın:

“(Yolda duran bir acuze, ihtiyar kadına) İçeri gir Emirü'l Mü'minin geliyor, dedi. İhtiyar kadın:

“Başını evden dışarı çıkarıp Emirü'l Mü'minin kimdir? Dün buradan geçerdi, ona Ömer derlerdi. Bugün mü'minlerin emiri mi oldu?" dedi. Hz. Ömer (R.a.):

“Acuze kadının sözlerini duyunca geri dönüp Ömeri Ömer'e kim gösterdi, kendini tanımasına sebeb oldu." buyurdu. Bundan sonra hergün o ihtiyar kadının kapısına gelirdi. Atılacak çöpün, görülecek hizmetin, doldurulacak su kabın var mı, yapayım, çünkü Ömeri senden başka hiç kimse bilemedi" buyurdu.

[285]

Hz. Ömer (R.a.), tevazu sahibidir. Hep kendini kendisinde aramış ve her fırsatta Allahû Teâla'nın hükmüne uymuştur. İslâm ümmeti arasında hep "Ömerü'l Adil/Adil Ömer" olarak bilinmiştir. Hz. Ömer (R.a.)'ın şahsında tecelli eden adalet, onun nefsinden, dehasından kaynaklanmı­yordu. Aksine Hz. Ömer (R.a.)'in adaleti onun hayatındaki din disiplinin­den ve uygulamış olduğu Allah'ın kanunlarından kaynaklanıyordu. İnsan­ları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etmeyenler adil olamazlar. Şayet Hz. Ömer (R.a.), insanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etmeseydi o adil olmazdı. Hz. Ömer (R.a.)'ın adaleti şeriatçılığından/hukuka bağlığından ve bizzat Allah'ın şeriatını uygulamasından gelmektedir. Çünkü Allah'ın şeriatı, seraba adalettir.

 

Hz. Ömer (R.a.)'ın Ailesi

 

Hz. Ömer (R.a.), müslüman olmadan önce Zeyneb b. Ma'zun ile evlenmişti. Bu hanımından Abdullah, büyük Abdurrahman ve Hafsa dünyaya gelmişti. İkinci zevcesi Müleyke binti Cerval el Huzai ile evlen­mişti. Bu hanımından Ubeydullah b. Ömer dünyaya geldi. Daha sonra müslüman olmadığı için bunu boşadı. Üçüncü zevcesi Kureybe binti Ebi Ümeyye el- Mahzumi'dir. Müslüman olmadığı için sulh yoluyla bundan da ayrıldı. Bu hanım daha sonra Abdurrahman b. Ebû Bekir ile evlendi. Dolayısıyla Hz. Ömer (R.a.) ile Abdurrahman b. Ebû Bekir (R.a.) Rasûlüllah (sav)'in iki bacanağı idiler. Çünkü Kureybe, Rasûlüllah (sav)'in hanımı Ümmü Seleme'nin kız kardeşi idi. Hz. Ömer (R.a.), daha sonra Ümmü Hakim binti el- Hars ile evlendi. Bundan da Fatıma adında bir kızı oldu. Sonra bundan da boşandı. Bir rivayete göre de boşanmadığı kaydedilir. Hz. Ömer (R.a.) müslüman olduktan sonra Asım b. Sabit b. Ebi Aklan el-Evsi el- Ensarî'nin kız kardeşi Cemile ile evlendi. Bundan da Âsim adında bir oğlu oldu. Sonra onu da boşadı. Daha sonra Hz. Ali (R.a.) kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Ümmü Gülsüm, Hz. Peygamber (sav)'in kızı Hz. Fatıma (R.anha)'ın kızı idi. Hz. Ömer (R.a.) Ümmü Gülsüm'e kırk bin dirhem mehir vermişti. Bundan da Rukiyye ve Zeyd adlı çocukları dünyaya geldi. Daha sonra Yemenli bir kadın olan Lüheyye ile evlenmiş ve ondan da küçük Abdurrahman dünyaya geldi. Ayrıca Huzeyfe adında bir ümmü'l veledi vardı ki ondan çocuklarının en küçüğü Zeynep dünyaya gelmişti. Ayrıca Atike binti Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ile de evlenmiş bulunuyordu. Bu kadın daha önce Abdullah b. Ebû Bekir es-Sıddik"in hanımı idi. Şehit edildikten sonra bu hanım, Zübeyr b. Avvam ile evlenmiş, o da aynı şekilde vefat ettiğinde Hz. Ali (R.a.) bu kadını istemiş, onun bu isteğini reddetmiş ve şöyle demişti:

"Senin de öldürül­menden korkuyorum, onun için bu isteğini kabul etmiyorum." Bunun üzerine Hz. Ali (R.a.) de onunla evlenmekten vaz geçti.

[286]

Dikkat edilirse, Hz. Ömer (R.a.)'in çok geniş bir aile serüveni vardır. Fakat buna rağmen Hz. Ömer (R.a.) zühd ve takva, sadelik ve samimiyet sahibidir. Yamalı elbise giymekten çekinmez, kadınların sularını taşır, yer üstünde yatar, kapısında muhafız bulundurmaksızın yaşardı. Hz. Ömer (R.a.) hutbe ve öğütlerinden bir kaç tanesini zikredelim. Abdullah b. Amir b. Rabia (R.a.) şöyle der:

"Bir gün Hz. Ömer (R.a.)'i gördüm; yerden bir saman çöpü almış, şöyle diyordu:

“Keşke ben bu saman çöpü olsaydım veya hiç birşey olmasaydım. Keşke anam beni doğurmasaydı. Keşke ben unutulmuş bîr kimse olsaydım."

“Müslümanların idarecisi, müslümanlardan başkası olmaz."

“Ey insanlar! Ben size hanımlarınıza zulmetsin veya mallarınıza el koysun diye valiler göndermiyorum. Bu valileri size dinlerinizi öğretsinler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetini öğretsinler diye gönderiyo­rum. Şayet bir kimseye böyle bir yolun dışında bir zulüm isabet ede­cek olursa mutlaka bu zulmünü bize iletsin ve şikâyet etsin. Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki böyle bir şikâyetle bana gelen birisinin sıkıntısını mutlaka gideririm.

Sakın müslümanları vurup da müslümanları zelil duruma sok­mayınız. Ayrıca onlara fazla teşekkürler edip de çok yüz verip onları şımartmayasınız. Onların haklarını ellerinden gasp edip de onlara zulmetmeyiniz. Sakın onları zor durumlara sokarak size karşı kin beslemelerine sebep olup da onları kaybetmeyesiniz.”

[287]

"Adalet Mülkün Temelidir."

“İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya baş­larsınız."

“Kim kendi iç dünyasını/gönlündeki duyguları ıslah ederse, Allah da onun dış dünyasını ıslah eder.”

[288]

“Yerin zelzelesi/Deprem iki şeyden olur. Biri zina etmektir, diğeri zulüm etmektir. Zina ve zulüm aşikâr olursa yer buna takat getire­mez. Allahû Teâla'ya yalvarır, inler ve sallanır. Bu, Allahû Teâla'nın zina ve zulüm yapan insanları helak etmesine kadar devam eder."

“Harama veya şüpheli şeye düşerim korkusu ile yetmiş helalden el çektim.”

[289]

“Kim karısını üç talakla boşarsa Rabbine isyan etmiş ve karısı ondan bain talakla boşanmış olur."

“Çocuklarınıza yüzmeyi, atlara binmeyi, meşhur meseleleri ve güzel şiirleri öğretiniz."

“Elimizdeki mallar ancak üç sıfatla işe yarar: Biricisi bu paraların hak ile alınması, ikincisi nasa/insanlara hak ile verilmesi, üçüncüsü ise batıldan uzaklaştırılmasıdır.”

[290]

"Ticâret fıkhını (dinimiz İslâm'ın bildirdiği gibi alış veriş yap­masını) bilmeyenler, çarşıya, pazara çıkmasın, sonra faize düşer.”

[291]

"İslâm İslâm olamaz, cemaat olmadıkça!.. Cemaat cemaat olamaz emiri olmadıkça!.. Emir emir olamaz itaat olmadıkça. Her kimi kavmi fıkıh üzere başlarına seyyid/emir yaparlarsa; bu, onun içinde kavmi için de hayat olur. Her kimi de kavmi gayr-i fıkıh/fıkıh olmadan başlarına seyyid/emir yaparlarsa; bu, onun için de kavmi için de helak olur!”

[292]

“Her kim nıüslümanların muşaversi olmaksızın emirlik makamı­na getirilmek istenirse, bu işi kabul etmesi kendisi için helal olmaz.”

[293]

“Her kim müslümanların muşaversi olmaksızın bir adamla Bey'atlaşırsa ona Bey'at edilmez.”

[294]

Hz. Ömer (R.a.) sahab namazını kıldırırken, Muğire b. Şu'be'nin hıristiyan kölesi Ebû Lü'lüe arkadan altı hançer darbesi indirmiş ve onlardan bir tanesi tam göbeğinin altına isabet etmişti. Onu öldüren darbe de bu olmuştu. Hz. Ömer (R.a.) kimin tarafından vuruldğunu sual ettiğinde ken­disine Muğire b. Şu'be'nin hıristiyan kölesi Ebû Lü'lüe olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.)

"Allahû Teâla'ya hamd olsun ki, benim katilim bir müslüman değildir!" Hz. Ömer (R.a.), sürekli olarak Allahû Teâla'yı zikrediyor ve kelime-i şehadeti getiriyordu. Müslümanlara halifelerini şura yoluyla seçmelerini tavsiye ediyordu. En son olarak kelime-i şehadeti getirerek H. 23 yılın Zilhicce ayının 27. çarşamba gününde (4 Kasım 644) vefat etmişti. Diğer bir rivayete göre ise onun çarşamba günü Zilhiccenin son dört gününde yaralandığı ve H. 24. yılın Muharrem ayının ilk gününde (7 Kasım 644) defnedildiği kaydedilir.

Hz. Ömer (R.a.), on yıl altı ay sekiz gün hilafet görevini yerine getir­mişti. Hz. Osman (R.a.)'a Muharremin üçüncü gününde bey'at edilmişti. Diğer bir rivayete göre ise, Hz. Ömer (R.a.)'in Zilhiccenin bitmesine dört gün kala vefat ettiği, Hz. Osman (R.a.)'a da Zilhicce ayının son gününde bey'at edildiği ve H. 24. yıl Muharremin birinci gününde göreve başladığı kaydedilir. Bu rivayete göre ise; Hz. Ömer (R.a.), 10 yıl 6 ay 4 gün hilafette bulunmuştur. Hz. Ömer (R.a.)'in cenaze namazını Süheyb er-Rumi (R.a.) kıldırmış ve Hz. Aişe (R.anha.)'nin müsaadesiyle hücresine taşınıp, Rasûlüllah (sav) ve Ebû Bekir (R.a.)'ın yanına defnedilmiştir.

[295]

Hz. Ömer (R.a.), Aşere-i mübeşşere'dendir. Yani dünyada iken Rasû­lüllah (sav) tarafından cennetle müjdelenmiştir. Onun hilafeti adalet, ölümü şehadettir. Tevhid adına şirkle, küfürle, tuğyanla, sünnet adına bid'atlerle, hurafelerle savaşmıştır. Onun İslâm ümmetine tavsiyesi istişaredir, çağrısı ise kardeşliktir.



[1] Nahl: 16/36

[2] İşârâtü'l İ'caz/ Sh: 27, İst/1978

[3] Sahih-i Müslim, İman: 80, Kahire/1956

[4] Tarifu'l Kur'an Risalesi/Mustafa Çelik, Sh:18, Ankara/1997

[5] Nisa: 4/41

[6] Âl-i İmran: 3/110.

[7] Âl-i İmran: 3/146.

[8] Ahzab: 33/ 21

[9] Fetih: 48/29.

[10] Hud: 11/120

[11] Enfal: 8/64

[12] Hülasatu'l Beyan Fi.Tefsiri'l Kur'an/M. Vehbi, C:5, Sh: 1972, İst/ty

[13] Üsdü'l Gabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbnü'l Esir, C:l, Sh: 12, Beyrut/ty

[14] Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercemesi:Zebidi/Ter: A. Naim, C:l, Sh: 13, Ankara/1980

[15] Et-Ta'rifat/Seyyid Şerif Cürcani, Sh:132, İst/1311

[16] El-İsabe Fi Temyizi Sahabe/İbn-i Haceru'l Askalanî, C:1, Sh:4-S, Beyrut/ty

[17] İbn Hacer, el-İsâbe, Mısır 1328,1,8

[18] el-Bakara: 2/143

[19] Âl-i İmrân: 3/ 110

[20] et-Tevbe: 9/100

[21] el-Feth: 48/28

[22] el-Feth: 48/29

[23] Buhâri, Fedailü Ashabi'n-Nebî, 1; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 210-215

[24] El- Müsned/Ahmed b. Hanbel V, 57.

[25] Hâkim en-Neysâbûrî, Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut 1977 s. 22-24

[26] Ebû Mansûr Abdülkahir el-Bağdâdî, Usûlüddîn, 298 vd.

[27] Mekke Fethi'ne kadar Medine'ye hicret edenler

[28] Hz. Peygamber'e ve müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli müslümanlar

[29] b. El-Avam

[30] Fetih: 48/29

[31] Fetih: 48/ 18

[32] Ahzab: 33/23

[33] Haşr: 59/8

[34] Sahih-i Buhari, C:2, Sh:938; Sahih-i Müslim, C:4, Sh: 1969; Sünen-i Tirmızi, C:4, Sh: 500,548-549

[35] Sahih-i Buhari, C:3, Sh:1343; Sünen-i Tirmizi, C:5, Sh:695; Sünen-i Ebu David: 4, Sh:214

[36] Es-Sünne/Ahmed b. Muhammed el-Hallal, C:2, Sh:481

[37] Sarihu's Sünne/Taberi, C:l, Sh: 23; Mecmau'z Zevaid- /Heysemi,C: 10, Sh:16.

[38] Es-Sünne/Ahmed b. Muhammed el-Hallal, C:3, Sh:515; Hilyetü'l Evliya ve Tabakatü'l Esfıya/Ebu Nuaym, C:2, Sh: 2

[39] Felak ve Nas sûreleri

[40] El- Camin Li Ahkâmi'i Kur'an (İmam Kurtubi) C: 16, Sh: 296-299, Mısır/ 1967

[41] Keşfu'l Hafa/El- Aclunî, C:l, Sh: 64-65, Beyrut/ 1351

[42] Keşfu'l Hafa/El- Aclunî, C:l, Sh: 65, Beyrut/ 1351

[43] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kandehlevî, C:l, Sh:29, Beyrut/1995

[44] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh:186-187, İst/1975

[45] Ashâb-ı Kiram Etrafındaki Şüpheler/M. Salih Ekinci, Sh:18, İst/1986

[46] Bakara: 2/134

[47] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (İmam Kurtubi) C: 16, Sh: 321-322, Mısır/ 1967

[48] Minhacu's Sünne,C:3, Sh:I9, Beyrut/ty

[49] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadlan/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh: 60, İst/1975

[50] El- İsabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbn-i Haceru'l Askalanî, C:l, Sh: 8-9, Beyrut/ty

[51] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 155; Hâkim, Müstedrek, I, 529

[52] Münâvî, Feyzu'l-kadîr, 11, 556

[53] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1,41; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, I, 172

[54] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 184, 191; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 63

[55] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/ Ö.Nasuhi Bilmen, Sh:43-56, İst/1975

[56] ES- Mebsut/C:12, Sh:ilO, Mısır/1324

[57] El-İsabe Fi Temyizi's Sahâbe/C:l, Sn: 7, Beyrut/ty

[58] Sözler/Said Nursî, Sh:516-521, İst/1977

[59] Tirmizi, Menakıb: 59; El- Müsned/Ahmed b. Hanbel,C:4, Sh:87.

[60] Hizbullah/İslamî Hareket Fıkhı/Mustafa Çelik, C:2, Sh: 59-63, İst/1991.

[61] Akidetü Ehl-i Sünneti ve'i Cemaati/İmam Tahavi,Sh: 24, Mekke/ty.

[62] Tevbe: 9/100.

[63] A'raf: 7/156.

[64] Tahrim: 66/8.

[65] Tirmizî, Menâkıb, 25; Ahmed b. Hanbel, I, 193

[66] Buharı, Menâkıbu'l Ensâr. 20

[67] Buharı, Fedâüü's-Sahabe, 30

[68] Müstedrek, Hâkim, 4/15

[69] Buhari. Zekât, TL

[70] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 1/293, Hâkim, Müstedrek 3/160.

[71] Ahmed b. Hanbel, Müsned. 3/64-80. Hakim, Müstedrek 3/166, 167

[72] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/112.

[73] Ebu Davud. Edeb, 118

[74] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/343. 10

[75] Müstedrek, Hakim, 3/595,596

[76] Ahmedb. Hanbel, Müsned, 6/36, 131, 152

[77] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 4/121, S/274

[78] Müstedrek, Hakim, 2/93, 94

[79] Buhari, Menakıbu'l Ensâr, 12. Muslini, Fedâil-i Sahabe, 123, 125

[80] Buhari, Menakibu'l-Ensar, 12

[81] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 3/166.

[82] Ahmed b. Hanbel. Müsned. 1/169. Buhari, Menakıb

[83] Ahmed b. Hanbel, Müsned. 1/445-446

[84] Müslim, İmare, 145, I. Sa'd. Tabakat, 3/565

[85] Ahmed b. Hanbel, Müsned. 1/2, Mecma'üz-Zevaid, Heysemi, 9/293.

[86] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/346-347

[87] İbn-i Asâkir, 5/462

[88] Müslim, Cenaiz, 7

[89] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 5/428-429

[90] Buharı, Mağazi, 9, Likak, 51

[91] Muhatü'l Mabud, Ebu Davud el-Tayalisi, 2576

[92] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/80. Müslim, Fedailü's-Sahabe, 161

[93] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37

[94] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37

[95] İbn Hacer, el-İsâbe, V, 212, İbn Abdi'l-Berr, İstiâb, V, 535

[96] El- Müstedrek/Hakim, C-.2, Sh-.257; El-Müsned/Ahmed b. Hanbel, C:3, Sh: 187

[97] Keşfu'l Hafa/Aclunî, C:l,Sh:132, Beyrut/1351

[98] El- Furûk/Karafî, C:4, Sh: 1305, 242.ci farkın sonunda Kahire/2001

[99] Hayatû's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/îbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty

[100] İbnu'1-Esir, Üsdü'l-Ğâbe II, 114.

[101] Haşr: 59/8.

[102] Muhammed: 47/ 2.

[103] Mücâdele: 58/22.

[104] Hucurat: 49/7

[105] Sarihu's Sünne/Taberi, C:l, Sh: 23; Mecmau'z Zevaid-/Heysemi,C: 10,Sh:16

[106] Âli İmran: 3/110

[107] Keşfu'l Hafa/El-Aclunî, C:l, Sh: 396, Beyrut/1351

[108] Haşr:59/9

[109] Mecmau'z Zevaid/Heysemî, C:I0, Sh: 40

[110] El-İ'tisam/İmam-ı Şatibi, C:2, Sh: 338, Beyrut/ty

[111] İbn-i Hibban, Sahih, C:l, Sh: 166, Ş. Amavud neşri

[112] Sünen-i Daremi/Daremi/C:l, Sh:79, Beyrut/ty.

[113] Süneni İbn-i Mace (İbn-i Mace) Mukaddime: 18, Kahire/ 1952

[114] Süneni Tirmizi, Fiten:7, Beyrut/ty

[115] Süneni Tirmizi, Misâl: 2, Beyrut/ty.

[116] Ahzab: 33/ 21

[117] Buharî, Bedu'l Vahy:l, İman: 41

[118] Beyhakî, Es- Sünenü'l Kübra, C:2, Sh: 345, Haydarabad/ 1355

[119] Buharî, İ'tisam:20, Büyü: 60; Müslim, Akdiye: 17-18

[120] Sahihi Müslim/ Müslim, Kitabu'l Mesacid: 257, Mısır/ 1956; Sünen-i Ebu Davud /Ebu Davud, Kitabu's Salat: 46, Beyrut/ ty.; Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Kitabu'l Mesacid: 14, Mısır/ 1952

[121] El-Müsned/Humeydî, C:2, Sh:546, Kahire/ty

[122] Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Zühd:4; EI-Müsned/Ahmed b. Hanbel, C:6, Sh: 409

[123] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh:57-68, İst/2002

[124] Muvatta/İmam Malik, Kader: 3, El- Müstedrek/Hâkim, 1, 93

[125] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh: 69, İst/2002

[126] Tahlilu's Sünne/Mustafa Çelik, Sh:231, Ankara/1999

[127] Nur: 24/51

[128] Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybeti?/H. Nedvi, Sh: 94

[129] Âl-i İmran: 3/31.

[130] Nisa: 4/65

[131] Buharî, Salat:56; Müslim, Mescid: 3-5; Ebu Davud, Salat:24

[132] Tevbe: 9/17.

[133] Tevbe: 9/18.

[134] Cin: 72/ 18

[135] Tirmizî, İman:8

[136] Bakara: 2/114.

[137] El-Camiu Ki Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:8, Sh: Sh:257, Mısır/1967.

[138] Es-Siyertü'n Nebiyye/İbn-i Hişam, C:4, Sh; 173-174

[139] Tevbe: 9/107

[140] Tevbe: 9/108

[141] Tevbe: 9/109

[142] Tevbe: 9/110

[143] İslam Tarihi/M. Âsim Köksal, C:9, Sh:251-256

[144] Nazmu'l Mutenâsire Minel Hadisi'l Mütevatire/Kettanî, Sh: 89, Beyrut/1983

[145] Uyunu'l Ahbar/İbn-i Kuteybe, C:2, îh:235, Kahire/1973;El-Ikdu'l Ferid/İbn-i Abdirrabihi, C:2, Sh:132, Beyrut/ty

[146] Tevbe: 9/ 124

[147] Siyeru A'lâmi'n Nübelâ/Zehebî, C:4, Sh: 271

[148] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:l Sh:53-54, Mısır/1967

[149] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:l Sh:39-41, Mısır/1967

[150] Buharı, Fedailu'l Kur'an:34

[151] el- Hilyetü'l Evliya/İsfehani: 1/342, Kahire/1375

[152] Tirmizî, Sebavu'l Kur'an: 18

[153] Et-Terâtibu'l İdâriyye/Kettânî, C:2, Sh:197

[154] Siyeru A'lâmi'n Nübelâ/Zehebî, C:8, Sh: 390

[155] Tirmizî, Tefsir: 3.

[156] Sieyr-i Kebir/İmam Muhammed/Şerh: Serahsi, Ter: M. Said Şimşek, C:l, Sh: 38, İst/1980

[157] Tevbe: 9/ 86.

[158] Tevbe: 9/ 87.

[159] Tevbe: 9/88.

[160] Tevbe: 9/89.

[161] Sünen-i İbn-i Mace, Zühd: 4

[162] Nahl: 16/44

[163] Hayırlı işlere mal sarfedin

[164] Müzemmil: 73/20

[165] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:8, Sh:5444, İst/1971

[166] Vahiy Kültürü/Ruhi Özcan, Sh:95, İ-t/1996

[167] İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ani'l Azim, C:3, Sh: 414; Allame Alûsî, Ruhu'l Meani, C:l, Sh: 5

[168] Kurtubî, el- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an, C:l, Sh:35; Zerkeşi, el- Burhan Fi Kur'an, C:2, Sh;157, Beyrut/1972

[169] Zehebi, et- Tefsir ve'l Müfessirun, C:l, Sh-38 Kahşre/1989.

[170] Hilyetü'l Evliya /Ebû Nuaym el- İsfehanî, C:2, Sh:134, Kahire/1375.

[171] et-Tevbe: 9/40.

[172] İbn Haldun, Mukaddime, 206.

[173] Begavi; İbn-i Asakir; Müntehab:4/346.

[174] el-Alâk: 96/l.

[175] Tabakatü't Kübra/ İbn-i Sa'd, C:2, Sh: 334-335.

[176] Tarihu'l Hulefa: 41-44.

[177] El- Bidaye: 3/94-95.

[178] El- İsabe Fi Ma'rifeti Sahabe: 4/447 ; El-Bidaye: 3/30.

[179] İbn Hişâm, es-Sire, II, 485.

[180] en-Nisâ: 4/69.

[181] İsrâ: 17/80.

[182] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:403-404, İst/1981.

[183] Sünen-i Ebu Davud/Ebu Davud, Cihad: 86, Beyrut/ty.

[184] Sünen-i Ebu Davud/Ebu Davud, Cihad: 87, Beyrut/ty.

[185] et-Tevbe: 104/40.

[186] Mücâdele: 58/22.

[187] Âli İmrân: 3/144.

[188] İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198.

[189] Taberî, Târih, III, 207.

[190] Taberî, a.g.e., IV, 236.

[191] Taberi, III, 220.

[192] İbn Teymiye, Minhâc'üs-Sünne, III, 230.

[193] İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203.

[194] Fıkhu'l Evleviyyat/Yususf El- Kardavi, Sh: 24, Bey­rut/2001

[195] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l Ef’al: 5/314; Beyhakî: 6/ 305; İbn-i Asakir: 1/117

[196] Ebû Dâvud, Hadis no: 4652

[197] Tirmîzi, Menakib, Hadis no, 3662

[198] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l Ef’al: 2/295-296; Beyhakî: 9/ 85.

[199] Nur: 24/55.

[200] Kenzu'l Ummal ,Fi Süneni'l Ekval ve'l Ef’al: 3/142.

[201] Mektubat/Said Nursi, Sh: 410, İst/1976.

[202] Tabakat-i İbn Sa'd, VI, 130 vd.; İbnu'l-Esir, II, 115 vd.

[203] İbnü'l Esir, el-Kâmil fi't-Târih, II, 419-420.

[204] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985

[205] Leyl: 92/18-21

[206] Tefhimu'l Kur'an/Mevdudi, C:7, Sh: 149, İst/1.976

[207] Buhâri, Fedâilü'l-Ashâbi'n-Nebî, 3.

[208] Taberî, IV, 1845; İbn Sa'd, III, 183

[209] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:385, İst/1991

[210] Hîlyetü'l Evliya ve Tabakatü'l Asfiya/Ebu Nuaym El-Isfehani:l/37, Kahire/1375

[211] Kavlî Fi'l Mer'eti/Şeyhulislam Mustafa Sabri, Sh:79, Beyrut/1993

[212] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:384, İst/1991

[213] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:384-387, İst/1991

[214] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/TenAhmed Serdaroglu, C:2, Sh:238-239, İst/1973.

[215] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:384-387, İst/1991.

[216] İbnül-Esîr, Üsdül-gâbe, Kahire 1970, IV,146.

[217] bk. a.g.e., 145.

[218] H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979,1, 210.

[219] Suyûtî, Tarihul-Hulefa, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe, IV, 146.

[220] Buhari, 1/545-546.

[221] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:87, İst/1991.

[222] İbn Sa'd, Tabakatu'l Kübra, II, 268-269; Üsdül-gâbe, IV, 148-149; Suyûtî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 124 vd.

[223] İbnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyizi's-Sahabe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125.

[224] İbnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi1 s-Sahabe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125; İbn-i İshak; islam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal.

[225] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:85-86, İst/1991.

[226] Suyûtî, a.g.e., 129.

[227] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:284-285, İst/1983.

[228] Suyütî, a.g.e., 130; İbn-i Sa'd, Tabakat: Cl, Sh: 225-226.

[229] İbn Sa'd, aynı yer; Üsdül-gâbe, IV, 153.

[230] Üsdül-gâbe, IV, 151.

[231] Tabakalü'l Kübra/İbn-i Sa'd, C:2, Sh: 336; İstiâb/İbn-i Abdi Berr, C:3, Sh: 1149-1150.

[232] Tabakatü'l Kübra/İbn-'i Sa'd, C:2, Sh: 336.

[233] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (imam Kurtubi) C: 16, Sh: 277-278, Mısır/ 1967.

[234] Üsdül-gâbe, IV, 168-199; İbn Sad, a.g.e., III, 274 vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94.

[235] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:282, İst/1981.

[236] Yahudileşme Tehlikesi/Mustafa Çelik, Sh:l60, İst/2001.

[237] Şibli Numanî, Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet idaresi, Tere. Talip Yaşar Alp, İstanbul t.y., I, 285-286.

[238] Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986,11, 176-177.

[239] Ahmed en-Nedvi, Asr-ı Saadet, Tere. Ali Genceli, İstanbul 1985, I, 317.

[240] Hassan Hallâk, Dirâsât fî Tarihü-Hadâretil-İslamiye, Beyrut 1979, 13-15.

[241] El-Kâmil Fit Tarih Tercümesi/İbnü'l  Esir, C:3, Sh:l-75, İst/1991; Hz. Ömer /Elhac Mahmud Sami, Sh: 102-103, İst/1978

[242] Çehar Vâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:149-150, İst/1976.

[243] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/Ter:Ahmed Serdaroğlu, C:2, Sh:248, İst/1973.

[244] Tarihu'l Umem ve Mulûk/Taberi, C:5, Sh:18, Mısır/ty

[245] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetül Evliya; El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty.

[246] Muhammed Revvâs Kal'acı, Mevsuatu Fıkhî Ömer b. el-Hattab, 1981, S; Bu kitabta Hz. Ömer'in Fıkhî içtihadları bir araya toplanarak ansiklopedik bir tarzda tasnif edilmiştir.

[247] Suyutî, a.g.e., 123.

[248] H.İ.Hasan, İslâm Tarihi, İstanbul 1985, 1,319.

[249] El- Cami-u Li Ahkâmi'l Kur'an/İmam Kurtubî, C:l, Sh:40, Kahire/1967.

[250] Nisa :4/ 60.

[251] Bakara: 2/256.

[252] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:2, Sh: 1383-1384, İst/1971.

[253] Asrı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:l, Sh: 240-24İ, İst/1967.

[254] Nisa: 4/58.

[255] Nisa: 4/ 60 Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:2, Sh:1378-1379, İst/1971.

[256] Asr-i Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:l, Sh: 235, İst/1967.

[257] Asr-ı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:i, Sh: 257, İst/1967.

[258] Nisa: 4/20.

[259] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (imam Kurtubi) C: 5, Sh:99, Mısır/1967.

[260] Asr-ı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:l, Sh: 235, îst/1967.

[261] Asr-ı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Aü GenceIi,C:l, Sh: 251, îst/1967.

[262] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akva! ve'l Ef al/Muttaki el- Hindi, C:12, Sh:660-661, Beyrut/ 1985.

[263] Tâhâ: 20/132.

[264] Şiblî, a.g.e., II, 373.

[265] Şiblî, a.g.e., I, 384-385.

[266] Buhari, surût, 19

[267] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 22.

[268] Suyûtî, a.g.e., 133.

[269] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, II.

[270] Üsdül-gâbe, IV, 151; Suyutî, 132.

[271] Suyûtî, aynı yer.

[272] Müslim, Fedâilüs-Sahabe, II.

[273] Müşkilu'l Asar/ İmam Tahavî, C:l, Sh:13, Beyrut/1333.

[274] Fetih: 48/ 18

[275] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C: 6, Sh: 4424, İst/1971.

[276] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:493, İst/1991.

[277] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:115-116, İst/1976.

[278] Yani benimde ismim münafıkların listesinde var mıdır?

[279] Umdetü'l Kari Şerhu Sahih-i Bııhari/Bedreddin el-Ayn C:l, Sh:222, Beyrut/ty.

[280] Keşfü'l Hafa/El- Aclunî, C:2, Sh:380-381;Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh: 124, İst/1976; E!- Kâmil Fi't TarihTercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:49, İst/1991.

[281] Örnek Halifeler Dönemi/İhsan Süreyya Sırma, Sh: 92-93, İst/1994.

[282] ÇeharYâr-ıGüzin/ŞemsüddinAhmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:128, İst/1976.

[283] Tur: 52/7-8.

[284] El- Kâmil Fi't Tarih Tereümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:64-66, İst/1991.

[285] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh:156, İst/1976.

[286] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:59-60, İst/1991.

[287] El- Kâmil Fi'ı Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:60-62, İst/1991.

[288] Muhtasar-i İbn-i Kesir, C:3, Sh: 355.

[289] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh: 160-.162, k/1976.

[290] Asr-ı  Saadet/Ahmed Nedvi.Ter: Ali Genceli,C:l, Sh: 261-262, İst/1967.

[291] Çehar Yâr-ı Güzin/Şerasüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh: 151, İst/1976.

[292] Sünen-i Daremi/Darîmi/C:l, Sh:79, Beyrut/ty.

[293] Fethu'l Bari Şerhu Sahih-i Buhari/İbn-i Hacerü'l Askalanî, C: 12, Sh:129, Beyrut/ 1406.

[294] Minhacü's Sünne/İbn-i Teymiyye, C:2, Sh: 86, Beyrut/ty.

[295] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:58, İst/1991.


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol